3 Ocak 2017 Salı

Şaire ne soruldu, şair ne söyledi?

“Sanıyor musun ki, sormadan bir şey öğrenebilirsin. Ve sanıyor musun ki, susup durmakla bilgisizliğin geçer. Yanılıyorsun. Durma sor.”
- Abdülkâdir Geylânî Hz.

“Sorunun konusu değil soru sorabilecek endişelere sahip olmak önemli. İnsanın insanla ilişkisinde karşısındakini nesne olmaktan kurtarması lazım. Sağlıklı, verimli bir ilişki ancak soruyla kurulur.”
- İsmet Özel

Her şeyi anlamak istiyoruz. Dünyada olup biten, ölüm sonrası olacak olan durumları, günlük siyasi olayları, bir şiiri, romanı, karşımızdaki insanı… İnsan olarak -beşer değil- her şeyi anlayıp kendi dünyamızda anlamlandırmak istiyoruz fakat bunu yapmanın birinci kuralı olan soru sorma eylemini yapmıyoruz. Korkuyoruz, bencilliğimize yeniliyoruz, kibrimizden yukarı çıkmıyoruz, sonra da ‘biliyorum’ duygusuna kapılıp bilmediğimizi katmerliyoruz. İnsan olmanın önemli vasıflarından biri olan soru sorma eylemini maalesef ülkece gerçekleştirmiyoruz. Toplum yapımızın da bununla ilgisi çok fazla. Bizde soru soran insan sevilmez. Sorarak, sorgulayarak yaşayanlara bir ‘değişik’ gözüyle bakar okumuşlarımız da okumamışlarımız da. Belli kalıplar dahilinde sorulup alınmış cevaplarla tatmin oluruz. Çünkü büyüklerimize göre daha ilerisine bizim ‘aklımız ermez’. ‘Başımızdakiler’ –her anlamda- düşünmüştür bizim yerimize her şeyi. Biz de başkaları tarafından sorulmuş sorulara verilen veya verilmeye çalışılan cevaplarla hayatımızı devam ettiririz. Modern çağ –özellikle 2000'ler- bilgiye çok kolay ulaşılabilen bir çağ. Bunun getirdiği bir kibir de soru sormamızı engelleyen etkenlerden önemli bir tanesi. Artık internete ulaşamayan kimse kalmadı gibi. Doğru da yanlış da internette. Gençlerimiz soru sormuyor; çünkü saçma sapan sitelerden öğrendikleri bilgileri ‘kutsal’ belleyip her şeyi bildiklerini sanıyorlar. Soru sormayı aşağılık bir durum addedip herkes cevap verme peşine düşüyor. Anlaşmazlıklarımızın, bilgisizliklerimizin birçoğu eksik soru sormaktan ya da hiç soru sormamaktan –BEN bilirim duygusundan- kaynaklanıyor. Okullarımız soru sormayı neredeyse yasaklayan bir eğitim veriyor. Daha ilkokul çağlarında soru sormadan sürekli enformasyona maruz kalan çocuk büyüdüğünde de bunu değiştiremiyor. Neyse ki soru soran muhabirler, gazeteler, dergiler var da bu eksiğimizi gideriyoruz. Daha doğrusu varmış. Artık bunlar da yok. Modern çağ hepsini yedi. Neyse ki bu kitap var elimizde.

Sorulunca Söylenen, İsmet Özel ile 1977-1999 yılları arasında yapılan mülakatları içeriyor. Bu zamanlar arasında önemli görülen birçok gazetenin, derginin ve buralarda çalışan önemli kişilerin İsmet Özel’e yönelttikleri sorularıyla birlikte İsmet Özel’in fikir dünyasına dahil oluyoruz. Birinci baskısını 1989 yılında yapan kitap TİYO’dan ilk olarak 2014 yılında neşredilmiş. 1999’dan 2014’e kadar yeni baskı yapılmadığını görüyoruz. Bunun cevabı İsmet Özel’de; fakat bir okur olarak her yıl baskı yapıp okunması gereken kitaplardan olduğunu düşünüyorum.

Kitapta İsmet Özel’le mülakat yapan yayınlar arasında Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet gibi Türkiye’de bilinen birçok gazete, İslami ya da İslami olmayan birçok dergi mevcut. İsmet Özel’le aynı fikirde olmasa bile İsmet Özel’in ne dediğiyle ilgilenen insanlar şaire birçok soru yöneltmiş ve şairden önemli cevaplar almışlar. İsmet Özel Türkiye’nin en önemli şair ve yazarlarından biri. Durum böyle olunca birçok mülakat kısa soru-cevaplardan çok uzun yazılarla dolu. Bazı sorulara İsmet Özel öyle cevaplar vermiş ki bir deneme konusu olabilecek yazılar çıkmış ortaya. Yanıtlar İsmet Özel’i tanıyanlar için hiç şaşırtıcı değil. Şair lafı eveleyip gevelemeden ne düşünüyorsa ne biliyorsa ortaya koyuyor mülakatlarda.

Mülakatların hepsi belli bir konu üzerinden devam ediyor ama tabi ki özellikle uzun mülakatlarda konu konuyu açıyor ve şairin birçok konudaki fikirlerine vakıf oluyoruz. Kitabın ilk mülakatlarında daha çok ‘şiir nedir ne değildir, gerçeklik ve şiir bağlantısı, Cumhuriyet dönemi Türk şiiri vb.’ gibi teknik konular yer alırken özellikle 1985’ten sonraki mülakatlarda işin içine siyasetin girdiğini görüyoruz. Bazı mülakatlar İsmet Özel’in o dönemde çıkardığı kitaplar üzerine (Bakanlar ve Görenler, Üç Mesele, Tavşanın Randevusu vb.) veya şiirler ve kavramlar üzerine (Of Not Being A Jew, Yahudilik) gerçekleştirilmiş. Fakat şunu görüyoruz ki mülakatların çoğunda edebiyat ve politika bir yerlerden birleşiyor, bu da bize -takribi 1960 ile 1999 arası- zamanın edebi-politik çerçevesini çiziyor. Bunların dışında Müslümanlar ile ilgili hayati tespitleri de buluyoruz bu kitapta Madımak’la ilgili düşünceleri de. Kadın ve aile hakkında çok esaslı mülakatlardan siyasal İslama, Refah Partisi'ne, şairin şiire başlama hikayesine kadar her şey var. Birbirine benzer konulardan tamamen farklı konulardaki mülakatlara kadar konu yelpazesi çok geniş olduğundan bu kitapta İsmet Özel’in hemen her konudaki görüşlerinin mevcut olduğunu düşünüyorum.

Mülakat okumak farklı bir şey. Bir kişinin düzyazısından fikirlerini anlayabiliriz ama bu fikirler hakkındaki detayları mülakatlarda yakalayabiliriz diye düşünüyorum. İsmet Özel’in birçok kitabı mevcut ama şairi hiç okumayan bir insan sadece bu kitabı okusa Özel hakkında etraflı bir fikre sahip olabilir. Bu da kitabın değerini bir kat daha artırıyor. Benim kitapla ilgili tek üzüntüm mülakatların 1999 yılıyla sınırlı kalması. Halbuki İsmet Özel 2000'li yıllarda da mülakat verdi bazı dergi ve gazetelere. Keşke onlar da yer alsaydı da daha kapsamlı bir kitap elimizin altında olsaydı. Neyse ki o mülakatlara tek tek de olsa hala ulaşabiliyoruz.

Yazımı kitaptan şairin İslam’a bağlanması, hümanizm, düşünmek vb. ile ilgili bazı alıntılarıyla bitiriyorum. Bunlar sadece küçük bir kısım. Kitabı okuyanlar bunlardan çok daha fazlasını kitabın içinde bulacaktır. Keyifli değil, fikri açıdan rahatsız edici okumalar dilerim.

İnsan iki şey peşindedir, ya özgürlüğünü arar ya güvenliğini. Aslında birini bulmadan öbürünü sağlaması mümkün değil, özgürlük büyük ölçüde dışa doğru, güvenlik içe doğru bir edimdir. Ben bugün Kur’an’a bağlanmakla varoluşsal güvenliğime kavuştuğum inancındayım. Ancak bu güvenlik noktasından sonradır ki özgürlük elde edilebilir. İslam benim için bir şifadır. Yaralı olmayan veya yarasını tanımayan bu şifadan nasibini alamaz.

Modern çalışma ve yaşama biçimi, insanı bir sene çalıştırıyor ve derhal tatil veriyor. Aslında bu dinin yerine geçmek isteyen yeni bir dinin -hümanizmanın- iddiasıdır. Kendi kutsalını yaratma çabasıdır.

Boyun eğen insanlar köleliği güçlendiriyor, iş kölede bitiyor. Bir gün köle: Hayır ayakkabılarını boyamıyorum dediği anda, fırça kullanmasını beceremeyen efendi çaresiz kalacaktır.

Türkiye’de düşünerek karar verme vakıası ortadan kaldırılmak isteniyor. Düşünerek karar verme ortadan kalkınca yerine ya şartlanarak ya da zorlanarak karar verme geçiyor. Bu ikisini birlikte yapıyorlar. Yani bugün insanlar seçmelerini ya şartlanmalar, ya da mecburiyetleri doğrultusunda kullanıyorlar.

Bir şeyi yeşile boyayınca o İslami olmaz.

..Şimdi araç deyip bazı şeyleri kamufle de edebiliriz. Yani aslında o araçların bizimle olan ilişkisi çok önemlidir. Bu yüzden mesela teknoloji meselesini ciddiye alıyoruz. Çünkü teknoloji nihayet bir amaçtır diyorsa bazıları, hiç de öyle değildir. Teknoloji sonunda insanların hizmetine girmekten ziyade insanları kendi hizmetine sokan bir özellik taşıyabilir. Yani bugün kendi evlerimize bakın, vaktimizin ne kadarı o aletlere hizmetle geçiyor. Onu bir düşünün. Yani o aletler bizim işimizi mi kolaylaştırıyorlar, yoksa biraz da hayatımızı mı belirliyorlar? Yani biz biraz da onlarsız yapamayacak hale mi geliyoruz? Onların dertleri bizim dertlerimiz mi olmaya başlıyor? Onu bir düşünmek lazım.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Filozoflar da yanılır (mı)?

"Doğuştan gelen tek bir yanılgı vardır: Mutlu olmak için burada, dünyada olduğumuzu sanmak."
- Arthur Schopenhauer


"Kişi neyi severse sevsin, neyi yererse yersin, neye inanırsa inansın, neyi inkar ederse etsin, kısaca ne ederse etsin bilerek etsin."
- İhsan Fazlıoğlu

Coğrafyamızın tarihiyle, bilhassa düşünce ve fikir tarihiyle bir türlü buluşamadık. Günümüzde kültür-sanat faaliyetlerinin de bu meseleye dair bir karış yol gidemediği, emek veremediği, katkıda bulunamadığı da ortada. Oysa Avrupa (isterseniz batı diyebilirsiniz) İslâm düşüncesinin Gazâlî, İbn Rüşd, İbn Meymun, Aristoteles, Kindî, Farâbî, İbn Sînâ gibi büyük düşünürleriyle çağlar öncesinden tanışmıştı.

Orta çağda Latin dünyası, İslâm dünyasının düşünürlerinin söylediklerine de yazdıklarına da kıymet veriyor, çoğu zaman 'çaktırmadan' istifade ediyordu. Lakin bunun farkında olan düşünürleri de mevcuttu ve ortaya çıkarmaktan da kıvanç duyuyorlardı. XIII. yüzyılın ünlü teologlarından Romalı Giles, İslâm düşünce geleneğinden haberdar biri olarak, 1270'lerde Errores Philosophorum'u kaleme aldı. Bu eser, çeviri yoluyla Batı'ya intikal eden bu İslâm eserlerinin ve fikirlerinin bir nevî tenkididir, hatta tepki de denebilir. Elbette bu tepki, Hristiyanî bir tepkidir.

Romalı Giles dışında Paris Başpiskoposu Etienne Tempier de birer tenkit yayımlamıştır. 1270 ve 1277 Paris Kınamaları adlı bu eserler de Filozofların Yanılgıları adlı kitabın muhteviyatını kapsıyor. İslâm dünyasından çevrilen eserlerin Batı dünyasında büyük karşılık görmesi ve bunlardan istifade edilmesi, koyu Hristiyanlarda endişeye sebep olmuştu. Kaknüs Yayınları tarafından Özcan Akdağ çevirisiyle neşredilen Filozofların Yanılgıları, hem Romalı Giles'in hem de Etienne Tempier'in tenkitlerini okuyucuyla buluşturuyor.

Romalı Giles tenkitlerinde şu isimleri hedef alıyor: Aristoteles, İbn Rüşd, İbn Sînâ, Gazâlî, Kindî ve İbn Meymun. Augustine tarikatına bağlı olan Romalı Giles, tenkitlerini 'sağlam bir temele' bağlama hevesiyle yanlış bir öncülün pek çok yanlış sonucu doğurduğunu, bu yüzden de söz konusu isimlerin fikirlerinin mutlaka tenkitten geçirilmesi gerektiğini belirtiyor. Özellikle en önce Aristoteles bundan nasibini alır. Mesela bir maddede Giles şöyle diyor: "Aristoteles, zamanın hiçbir şekilde bir başlangıcı olmadığını iddia ederek hataya düşmüştür. Zira zaman, hareketin bir sonucu olarak var olur. Eğer hareketin bir başlangıcı yoksa zamanın da bir başlangıcı yoktur. Bununla birlikte o, zaman meselesinde hususi bir güçlük olduğu kanaatindedir. Çünkü bu an, her daim geçmiş zamanın sonu ve gelecek zamanın da başlangıcıdır. Şu hâlde bir ilk an var olmayacaktır. Bu açıklamaya göre, her andan önce bir zaman olacaktır ve her belirlenmiş bir andan önce de bir an var olacaktır. Dolayısıyla zamanın bir başlangıcı yoktur ve zaman ezelîdir."

İbn Sînâ için yazdığı yanılgı notlarından birinde ise "nefslerimizin en alt derecedeki akıl tarafından yaratıldığını ve ruhlarımızın idaresinin ve nihai mutluluğumuzun da ona bağlı olduğunu söylemekle yanılmıştır" diyor Romalı Giles. Gazâlî yönelttiği tenkitlerden birinde ise şöyle diyor: "O, ruhumuzun mutluluğu elde etmesinin ancak en son aklı (faal aklı) temaşa etmeye bağlı olduğunu dile getirmekle yanılmıştır."

Romalı Giles tenkitlerini yaparken kendi tezleri üzerinden ilerliyor. Böylece onun da tezleri üzerine bir tenkit geliştirilmesi gerekiyor. Kaldı ki bu zamanla yapılmış ve Giles'in tespitleriyle tenkitleri ciddi bir yere varamamış. Aslında onun bu tenkitleri yapmasındaki en büyük sebep, İslâm düşüncesinin batıda çok güçlü yankı bulması ve ilgi görmesi. Bu da haliyle Giles zihnine sahip olan ilim insanlarında şüpheleri, endişeleri, korkuları beraberinde getirmiş. Hristiyan akidesine zarar vereceği endişesiyle Paris Başpiskoposu Etienne Tempier de 1270 yılında 13 önermeden oluşan bir kınama mesajı yayınlar. 7 yıl sonra bu 13 önerinin yetersiz kaldığını düşünerek 219 önermeden oluşan 1277 Paris Kınamaları'nı yayınlar. Hedefinde Aristotelesçi âlem anlayışı, âlemin işleyiş tarzı, Tanrı'nın tikelleri kendi zatlarında bilip bilmediği ve faal aklın birliği gibi meseleler yer alır.

Bu iki kınama metninin de kitaba eklenmesi oldukça yerinde bir fikir olmuş. İlki her ne kadar hızlı, yüzeysel görünse de ikinci kınama metni oldukça derin. Okuyucu, hem batı düşünce dünyasındaki İslâm düşünürlerinin etkilerini görebilir hem de nasıl bir kontra geliştirildiği konusunda daha farklı araştırmalarla yüzleşmek için bir başlangıç yapabilir.

96 sayfalık bu kitapçıkla düşünce dünyamıza önemli bir katkı yapan Kaknüs Yayınları'nı tebrik ediyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Aralık 2016 Cuma

Yolda olanın sorusu vardır

Var olmak. Var olma bilincine sahip olmak.

Kâinatta yaşayan en önemli varlık olan insana her dem hakkı teslim edilmiştir hiç şüphesiz, gerek ilahi gerek beşeri varlıklar tarafından. İlahi kaynak tarafından bildirildiğine göre insan “ahsen-i takvim” üzere yaratılmıştır. Felsefi olarak ise düşünceye sahip olması göz önüne alınmıştır ve bu sebeple yüce bir varlık olarak benimsenmiştir.

Bütün mesele insan olmaktır.

Doğru yolda olan ve düşünen ya da kelâmi deyiş ile tefekkür eden varlık insan olma yolundadır. Medeniyetlerin metafizik temellerini üç unsur görüşü oluşturur. Tanrı, Evren ve insan üzerine düşünmek ile ancak oluşan medeniyetler gibi insan da epistemolojik ve ontolojik olarak kendisini konumlandırmalı.

Peki, insan olmak nedir?

Bence insan olmak; yolda olan, yolda olmaya çalışan varlıktır. Yani ‘var olma sancısı çeken’ varlık ancak insan olma yolundadır. “Bilgi insanın korkusunun fethidir” diyen İhsan Fazlıoğlu gibi önce bilgi diyorum. Epistemolojik olarak insan kendisini konumlandırmalı. Tabii insanın kendisini konumlandırırken ontolojik sancı çekmesi de kaçınılmaz olur.

Yolda olan insandır.

Bizim inancımızın metafizik görüşü hiç şüphesiz sadece gelecek tasavvuru ile sınırlı değildir. Hz. Ali’nin “Nereden? Nerede? Nereye?” bilgisine sahip olan bizler Elest Meclisi’nde verdiğimiz söz ile kendimizi konumlandırırız. Geldiğimiz özü koruma iddiasında ve inancında olan bizler, özü korumak ile mükellefiz aynı zamanda. Ancak insanın “nerede?”sorusunu her dem -bir kelime anlamı da unutan olan- hatırlaması gerekir. Yani yolda olan bizler mükellefiyetlerimiz ile yol alırız. Zira biliriz ve inanırız ki gelecekte üzerimize düşenlerin hesabını vermek zorundayız.

Yolda olanın sorusu vardır.

Soru sormak felsefede cevaptan önemlidir, fakat biliriz ki soru soran cevabı arayandır. Bu yüzden hakikat arayışında soru soran insan Tanrı, Evren ve İnsan hakkında yeni bir görüş ortaya koyar. Ancak bizim sorumuz ve yeni görüşümüz Kâinatın Rabbi olan Allah’ı anlamak ve iman etmek içindir.

Her dem yolda olan ve yola anlam katan olmak duası ile…

Nurettin Topçu’nun“Var Olmak”isimli kitabı, düşünce dünyasında yaşadığı ontolojik ve epistemolojik problemler üzerine yazılmıştır. Bu tarz bir fikir tartışmasını/sorularını okumak hepimiz için farklı bir serüven olacaktır.

Yunus Arslan
twitter.com/yunusarslan34

29 Aralık 2016 Perşembe

Gırtlağı delik bir kadının’ yazdığı on sekiz öykü

Sana bir ‘Çığlık’la yazacağım, o derin ‘Sis’e dalıp, uyuyan bir ‘Şehir’de. ‘Arka Bahçe’den, bir ‘Kanat’ takıp; bazen ‘Yeraltı’ndan, bazen ‘Uzak’tan, bazen ‘Pencere’den sesleneceğim. Onulmaz bir ‘Yara’yla, bir ‘Kuş Ölüsü’yle, deli bir ‘Zincir’le; ‘Oyun’u kendi içinde, o kitabı yazacağım. “Gramofonun önünde yalnızım. Günler eksiltmiş seni.” diyeceğim ben de yazar gibi.

İncecik biliyor musun ‘Evlerin Yüreği’, kâğıt gibi tıpkı, zar gibi… ‘Gırtlağı delik bir kadının’ yazdığı on sekiz öykü saklı içinde, tam on sekiz ayrı ses. Seslerin sahibi: Şenay Eroğlu Aksoy. Her bir öykünün ses rengi/ ahengi kendine has. Duru bir ses değil ama, çoğunlukla iç kıyıcı…

Kim bilir, ‘Çığlık’ta anlatılan ‘gırtlağı delik kadınlardan biri’ de benimdir. O yüzden kâğıda kaleme sarılmışımdır! Öyküde dendiği gibidir belki de: “Çığlık; korku, karşı koyma, yardım isteme, acı, var olduğunu hatırlatmaydı.

Mekânların ruhu/ hafızası vardır diye bilirdim. Ancak ‘Evlerin Yüreği’nden haberdar değildim. Bile isteye ‘saklı’ dedim başlıkta, ‘gizli’ demedim. ‘Evlerin Yüreği’nde Saklı Kadın… Başlığım da kırmızıydı! Mayıs’ın ortasın(d)a doğan tüm çocukların rengi değil midir lalenin teni? (Yolun yarısını geçtiğim şu günlerde, baharı duymuşken hele…) Doğduğum aydı o benim ve dahi lalenin kendi rengini doğurduğu ay…

Biliyor musun, ‘doğum günü’ yazım da saklı olacak burada bir yerlerde. Yeni yaşımın ilk gününden yazıyorum bu yazıyı. Sanki hayat, “Seninle başladı/ bugün/ ıtırlı bir mayıstı…” diye fısıldayacak bana. Dudaklarıma dökülecek sonra sözü. Ne çok yakışacak anlamını bulduğum her kelime, hazneme… “Uçuk sarı güneşler saçan kokuların içinde” -deyip- seslendin ya. Dilerim ki o da sana hep, “bir daha olmayacak” diye seslensin. Güneşin. “Bazen hayal hakikatten daha ıtırlıdır.” Öyle değil mi yoksa sevgili okur!

Aylardan mayıstı kitabı ilk elime aldığımda. Bahar bahçeydi her yanım. Yeni, tıpkı bahar gibi diri bir kitap okumak istemiştim. Elim, ondan ‘Evlerin Yüreği’ndeki öykülere uzanmıştı. Sadece elim mi; dilim, zihnim ve yüreğim de… İyi ki de uzanmış. Akan sadece zaman değildi ki öykülerde. Kadınlık. Issızlık. Yalnızlık. Yalınlık. Ve dahi nice hallerimiz…

Renk renk. Şekil şekil… “Bir bahçenin ortasındayım. Kollarım duvar dibindeki badem dalı, göğe doğru. Bahar geldi, çiçek açacak badem, çiçek açacağım. Uyanışın bedenime göllediği güdü hortlayacak.” diyen yazarın ‘iç ses’ini duyuyorum şimdi. O’nun sesiyle konuşuyorum: “İçim, beklenmeyen hayata gebe.

Yazarın ‘Arka Bahçe’sinde oyalıyorum sözümü. “Sen, bildikçe tükenen, konuştukça eksilenim. Sus!” dese de o… Aldırmıyorum. Aldırmayacağım da. ‘Evlerin Yüreği’nde yazan kadın/lar var hep. ‘Çığlık’ atıyor/lar hayata. Şimdi, yine aynı ‘Çığlık’; yazarın attığı ve benim duyduğum. Anlattığı kadınlar: “Simge, Ilgın ve öbürleri… Aysel dışında hepimizin az çok mürekkep yalamışlığı var, işte bu yüzden sesimizi kaybettiğimizden beri küçük bir defter ve kalem taşıyoruz ceplerimizde.

O, uzun süren, bir ömrün ardından damıtılmış, acı, yaz(g)ı var ya… Göz göz. Yara yara. Onulmaz. Can buluyor her bir karakteriyle yazarın zihninde. “O değilse, kimdi karanlığın içinde vurduğu her gece?” diye soruyor. On dokuz yaşına götürüyor beni. “Geçmiş bir mayıs masalıydı, aylardan haziran!” diyorum yazımın başlığını alıp. Kırmızı bu da! Kan. Kızıl. Ten. Beyaz. Söz. Siyah. Aşk. Yeşil… Dudağımda eprimiş kelimeler hep. Medet ummak mı yaşamdan bu? Hayır!

Sadece o eski yazısını anımsıyor ‘Evlerin Yüreği’ni okuyan bu okur.

Yaşadığımız müddetçe, ‘hayat’ bizlere sunulan bir yıldız bahçesi olmadı ve hiçbir zaman da olmayacak. Aylardan Mayıs’tı geçti, şimdi Haziran; yaz sıcağı, gölgesiz, karanlık… Sanki tüm dünyanın karanlığını içimize dolduruyoruz. Kendi cinnetimizi ve sayıklamalarımızı, başkalarının yazdığı yazıların başlığı yapıyoruz. Sadece, evet sadece ellerimizde kalan bir uçurtma serinliği ve yalnızlığın o yıkılmaz kalesi…

Yazar, ‘Evlerin Yüreği’nde kimi zaman ‘Abis’ gibi gizemli kelimelerle sesleniyor, kimi zaman da bir ‘Yara’yla: “Avcumun ortasında; ömrümü baştan sona kuşatanmış incecik yol.” diyor, “Çatallara ayrılıyor bazı yerlerde, usulca uzuyor sıcak derimin üstünde. Düşünüyorum da insan isterse, usul uzayan yolları tam ortadan kesip, bitirebilir mi ömürleri?

‘Abis’, kitaptaki bir öykünün adı. Anlamı içinde kendi derinliğini de barındırıyor: “Okyanusların çok derin yeri ve daha özel olarak güneş ışığının erişemediği kesim.” demekmiş. ‘Abis’te anlatılan, bir celladın öyküsü…

Şimdi bir söz dönüp duruyor aklımın içinde, yüzler çekilip gitmiyor. Geçmiş, demirden, soğuk ayaklarıyla etimde yürüyor. Herkes yeniden can buluyor öldüğü yerde.

Yaz(g)ımız… ‘Kuş Ölüsü’ndeki gibi: “Kadınlıkla ilgileri yokmuş gibi görünür ama kuytularımızda, etimizde gizlidir kadınlık, elbette o da bulacak kendini.

Klasik -anlamda- giriş, gelişme ve sonuçlar beklemeyin ‘Evlerin Yüreği’nden. İç sesler de var, kendi kendine söylenme hali de… Daha çok ben öyküsel anlatım göze çarpıyor. Moderne ve postmoderne dair birçok ize rastlanıyor. (Oğuz Atay, Tezer Özlü ve Onat Kutlar’a ithafen yazılmış öykülerde özellikle.) Zaman zaman düşen bir ritme sahip olsa da, nitelikli bir ilk kitabın öyküleri bunlar.

Çığlık’tan bahsettim ‘gördünüz’, Arka Bahçe’den, Abis’ten ve Yara’dan… Diğerleri de en az bunlar kadar söz edilmeye değer. Şenay Eroğlu Aksoy, ‘Evlerin Yüreği’nden seslendi bize. Sessizce. Yazarak. Susarak. ‘Duyalım’ diye. Yapı Kredi Yayınları’ndan, öykülerin diliyle konuşmak isteyenlere.

Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt

Modern zamanlara inat hayatın ana eksenine işaret ediyor

Kalbine dikkat et, sevdiklerine dikkat et, sevmediklerine de…” diyor Necdet Subaşı Hoca; kalbin, sevginin, nefretin, dikkatin derin bir unutuluşa mahkûm edildiği modern zamanlarda. Modern zamanlara inat hayatın ana eksenine işaret ediyor aslında. Dikkate, sevgiye, insana… Nereye yöneldiğini ya da hangi rüzgârla savrulduğunu fark edemeyen zihinlere bir merkezi işaret ediyor, kalbi… Görselin, görüntünün içinde yitip gitmeye karşı sahici olana çağırıyor. Zamanın behrinde yaşanmış sımsıcak, samimi hayatlara çağırıyor hepimizi, samimiyete… Yok sayılan, görmezden gelinen, geçmişin karanlık dehlizlerine hapsedilen tarihi ve talihimizi çağırıyor şimdiki zamanlara. Sımsıcak kalemi ve samimi kelamıyla…

Subaşı’nın Zamanın Behrinde Ramazan, Yaz Dediler Ânı, Tedavüldeki Kitaplar & Kritik Öyküler adlı kitaplarını okuyunca söylemek istediklerim daha net anlaşılacak. Kişisel öyküsü etrafında yazılmamış bir tarihi de anlatıyor aynı zamanda. Evde yapılan, sade, gösterişsiz, riyasız iftarları anlatıyor. Yer sofrasını, Tanrı misafirlerini… Yemeklerin duayla herkesi doyurduğu zamanları… Kaderi kitaplardan ezberlenmiş cümlelerle çizilmiş kayıp kuşakları anlatıyor sonra. Maceraları kitap satırlarından akanları…

Yıllar boyu resmi ideoloji ve onun uzantısı akademyanın görmezden geldiği, hatta nefret ettiği İslam’ın sosyal yönü ve etkileriyle ilgili, ilintili birbirinden derin akademik çalışmaların sahibi Necdet Subaşı. Yüzlerce makalenin, onlarca kitabın… Subaşı, “Din ve Toplum Arasındaki İlişkileri Anlam(landırm)ak Ya da Türkiye’de Din Sosyolojisi Çalışmaları” adlı makalesinde, “İslam’ın kendine özgü sistematiği, değer inşası, toplumsal birikime yön vererek dönüşebilen geleneği hâlâ belirleyicidir. Gündelik hayatta var olan görüntülerin onu açıkça göz ardı eden çalışmalardan yola çıkılarak yorumlanabileceğini düşünmek pek rağbet görmemektedir.” diyerek İslam’ın toplumsal belirleyiciliğinin altını bir kez daha çiziyor.

Necdet Hoca, akademik bir ciddiyet içinde ama asla asık suratlı değil. Entelektüel ve aydın vasfı su götürmez ama halkına, kültürüne, içinden geldiği sosyo/ekonomik yapıya yabancılaşanlardan değil. Akademisyen yönü aydın çehresinden, aydın çehresi akademik yönünden seçilmez. Soğuk, asık suratlı hoca profilini yerle bir eden bir sıcaklığa ve samimiyete sahip. Güçlü bir edebiyat damarını akademik birikimle tahkim ediyor. Tabiî ki yapaylıktan uzak, içimizden biri gibi seslenen üslubuyla…

Türk modernleşmesi, çağdaş Türk düşüncesi, modernleşmenin topluma etkileri, din, Alevilik, kültürel farklılaşmalar, Diyanet, yurt dışındaki Türkler, gündelik hayat çalıştığı, ilgilendiği alanlardan bazıları. Bir imparatorluk bakiyesi olan, birçok farklı unsurun bir araya gelmesiyle oluşan Türkiye gerçeğini komplekssiz, hırslarına yenik düşmeden tanıma ve tanıtma gayretinde. İdeolojik bir kampın sınırlarında durarak başkalarını ötekileştirmeden tanımaya çalışıyor.

Modern Cumhuriyet, resmi ideoloji toplumu yeniden inşa ederken dini anlamlandırma aşamasında hem sosyal bilimler alanında hem de yaşam noktasında tedirginlik ve kafa karışıklığı içindeydi. Radikal modernleşme çabası içinde din negatif anlamda bile yeterince değerlendirilmeye tâbi tutulmadı. Dinin toplumsal bağlamı uzun süre görmezden gelindi. Din tartışmaları kısır laiklik ve laikleşme konuları etrafında dönüp durdu. Bu laiklik fetişizmi dini araştırmaları kısıtladı, fakirleştirdi. Bu durum Necdet Hoca’nın da altını çizdiği gibi velud bir alanın akim kalmasına sebep oldu. Düşünsel kısırlığın önemli nedenlerinden biri olarak bugüne kadar geldi. Böylelikle ne İslam tam anlamıyla anlaşıldı ne de doğru dürüst bir İslam eleştirisi ortaya çıktı.

Necdet Subaşı, Anadolu’nun, derin milletimizin sorunlarına, açmazlarına ciddi, sahici çözümler arayan bir gönül insanı. Tribünlere oynamak gibi bir gayesi yok. Bizi yakan ateşin yine bizim ateşimiz olduğunun farkında. Mezheplerin, meşreplerin birer savaş sebebi kılınmasının karşısında. “Bugün aklı başında herhangi bir Müslüman’ın gelenek içinde ortaya çıkmış en önemli kurumlardan birisi olan mezhep kavramını ulu orta eleştirmek, ulu orta reddetmek yerine bu durumun kendi sosyolojik tabiatı hakkında kafa yormasının daha yararlı, daha verimli olduğunu düşünüyorum.” diyerek enerjimizi boşa harcamamanın gerekliliğine işaret ediyor.

Yazımızı Mustafa Oral’ın sitemizde yayınlanan mülakatında Necdet Subaşı hakkında söyledikleriyle bitirelim. “Doğduğum yıl babam iş kazası geçirmiş ve ölümden dönmüştü. Bir kolunu ve bir gözünü kaybetmişti. Babam benim sağ kolumdu; ben sağ kolumu kaybetmiştim. Babam benim gören gözümdü; ben sağ gözümü kaybetmiştim. Bir körlük, bir çolaklık hüküm sürüyordu bende. Bize düşen, bundan sonra 'sol' gözü, 'sol' eli kullanmaktı. Kıbrıs’tan kalan karartmalar, ardından sağ elin ve sağ gözün kaybı hayatımı zorlaştırıyor, içimde gecelerin çoğalmasına neden oluyordu. Gittikçe içe kapanıyordum. Konuşmayı unutuyordum. On üç yaşındaydım. Bir gün Mevlânâ diyarından Necdet Subaşı isminde bir öğretmen kasabaya tayin oldu. Bana verdiği ilk şey Efendimizin hicretini anlatan 'Hicret' isimli bir kasetti. Onun ile yavaş yavaş sağ gözüm görmeye, sağ kolum uzamaya, kalbimin sağ tarafı tutmaya başladı. Onun etkisi ile namaza ve yazmaya hicret ettim.

On üç yaşındaydım. Ablam Şefika, Manisa’da açan bir karanfildi. Bana mesir macunu ayarında nesir ve şiir tohumları getirirdi yazları. Öğretmenimiz Necdet Subaşı kasabaya Mevlana’dan gül tohumları getirirdi. Avuç avuç üzerimize serperdi. O günlerde namaza başladım. O tohumlar bir gün sürgün verir umuduyla yazmaya başladım. Anlayacağınız yazmaya namazla birlikte başladım. Yazımız namazımızla yaşıttır.

Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.