25 Mart 2015 Çarşamba

Eski köprünün altındaki kervansaray

Geçtiğimiz aylarda “EmineSevgi Özdamar'ın daha önce yayımlanmış iki kitabı Hayat Bir Kervansaray ve devamı niteliğindeki Haliçli Köprü, İletişim Yayınları'ndan tekrar yayımlandı ve sessiz sedasız vitrindeki yerini aldı. Kitaplığa yerleştireceğim zaman “acaba nereye koymalıyım ya da kimin yanında durmalı?” diyeceğim kitaplardan Hayat Bir Kervansaray ve Haliçli Köprü. Sonra kitapçıları düşündüm; acaba onlar tam olarak nereye koyuyorlardı bu kitapları?  Otobiyografi mi, roman mı, Türkçe edebiyat mı, Dünya edebiyatı mı? Tam olarak neydi? Çağdaş Türkçe Edebiyat dizisinden çıkmıştı kitaplar. Bütün bunları düşünürken zaman zaman alevlenen anadili olmayan, sonradan kazanılmış -öğrenilmiş- dilde yazılan roman hangi dile aittir, tartışmasında söylenenlerin yanlış olmasa bile yanlı ve çokça eksik olduğunu düşündüm...

Kitapları nereye koyacağıma, anlattıklarıyla karar verecek olursam “Emine” Sevgi Özdamar benim hikâyemi anlatıyor, derdim. Peki benim hikâyem hangi dile aitti? Kitapla tanışır tanışmaz, daha kitaplığımda kendisine yer hazırlarken yüzleştiğim bu aidiyet sıkıntısı işin içine giriyorsa okunduğunda kim bilir neler olacaktı. Pekâlâ “Göçmen Edebiyatı” deyip işin içinden de çıkabilirdim velhasıl kelam Almanya'da “Göçmen”liğe bağlantılanan edebiyat burada nereye konulurdu? Bu tartışmayı bu yazıda derinleştirmeden bir virgül koyarak bu yazının yazılmasına sebep olan konuya, eserlerin içeriğine rotayı çevirmek istiyorum.

Birinci kitap diye bahsedeceğim Hayat Bir Kervansaray anlatıcının cenin olarak, doğumundan önceki, anne karnındaki macerasını dile getirerek başlıyor. Seneler geçtikçe çocuk ve genç kız olarak devam ediyor ama tonu hiç değişikliğe uğramadan, saflığını ve samimiyetini koruyor. Özdamar'ın hayatıyla kesişen bir hayli olay olması esere “otobiyografik” özellikler kazandırıyor ama “otobiyografi” deyip geçmek büyük bir haksızlıktan başka bir şey olmuyor bana göre. Anlatıcının roman boyunca “büyüyüp” didaktikleşmemesi, kör göze parmak hesabıyla çıkarılan derslerin analizine girişmemesi, okuru özgür bırakması, Hasan Ali Toptaş'ın çok haklı olarak, roman için söylediği “okura, okuma serüveni boyunca, kafasında yazma alanı” bırakması Özdamar'ın üslubunun gücünü artırırken, araya yazarın girmediği kitapta okur, yalnız başına bir serüvene çıkıyor. Devamı niteliğindeki Haliçli Köprü'den bağımsız düşündüğümüzde bildungsroman olarak da değerlendiremiyorum Hayat Bir Kervansaray'ı ve elbette yepyeni bir şey okumanın heyecanıyla postmodern romanın yükselişine şahit olduğumu hissediyorum.

Bu iki kitabı geç okuduğum için kendime kızgınlığım, kitaplarda ilerledikçe artıyor. Hem heyecanı hem de kızgınlığı artıran başka bir konu daha, bir süre önce bilinç akışı tekniğini kullanmak için seçilen en uygun anlatıcı üzerine kafa yorarken tam da -Hayat Bir Kervansaray'da ya da Tristram Shandy Beyefendi'nin Hayatı ve Görüşleri'nde olduğu gibi- çocuk anlatıcının bu teknik için biçilmiş kaftan olduğuna kanaat etmem. -Ben buna kafa yorarken, henüz Hayat Bir Kervansaray'la yollarımız kesişmemişti.-  Çünkü çocuk zihni ve anlatısı konular arası bağlantıları şaşılacak kadar hızlı ve “saçma” kurabilirdi. Bu da anlatıdaki ve kurgudaki samimiyetin yakalanmasını sağlardı. Peki, sırf samimiyet uğruna çocuk anlatıcı seçmek kolaycılık mıydı? Bence değildi, hem örnekleri azdı hem de büyümenin makbul olduğu günümüz dünyasında düşüncedeki saflığı korumak ve oradan kağıda dökmek zoru seçmekti. Öncelikle büyüklerin dünyasında kendini dinletmeyi başarabilmek vardı. Bu kadarla da kalmıyordu üstelik, yazar diyelim dinletmeyi başardı çocuğu, onu hem tekrarlardan ve uçlara dalgalanmadan koruyacak hem de saflığını kaybetmemesini sağlayacak. Çocuk “papyonlu cümleler” kurmayacak ama edebiyatın söz söyleme sanatı olduğunu da unutmayacak...
Birinci kitabın anlatıcısı, etrafında kurulan “İnandığım insanlar beni anlamıyorlar, ama insanlara inanmak iyidir,” cümlesinde gözleri buğulanacak kadar olgun; “eğer nar yerken tek bir taneyi bile yere düşürmezsen cennete gidersin,” diyene de inanıp nar yerken cenneti düşleyecek kadar saf; yatağına yatar yatmaz uyuyana kadar, hayatı boyunca tanıdığı tanımadığı, yanında adı geçen gerçek mi uydurma mı olduğu bile belirsiz ölülere tek tek dua okuyacak kadar kederli oyunlar oynayan bir çocuk.

Hayatta bir türlü dikiş tutturamayan duygusal babanın peşinden, şehir şehir dolaşan bir ailenin en büyük kızının gözünden hem hayat bir kervansaray hem de mucizeler yumağı. Gündelik telaşlardan unuttuğumuz ya da göz ardı ettiğimiz sıradan, günlük mucizeler, her komşuyla birlikte kitaba giren yeni bir renk, “o apartmanı, o yokuşu tanıyorum!” dedirten içtenlikle anlatılan odalar, evler, şehirler, sokaklar, insanlar, aileler... Hayat bin bir kapısı olan bir kervansaray, üstelik bunu bu dünyaya fırlatılmış ve adeta neye uğradığını şaşırmış birinin; ceninin, çocuğun, kadının kelimelerinden okuyunca daha da iyi görüyorum.

İkinci kitap Haliçli Köprü, Hayat Bir Kervansaray'ın bittiği yerden devam ediyor; zira hem bağımsız iki kitap hem bir bütün olarak değerlendirmek mümkün. İsmini bilmediğimiz anlatıcımıza kendi “kervansaray”ında rastlaştığı insanlar ilk kez isim veriyorlar. Kendisini keşfeden, büyümeye zorlanan bir kadınla aynı yolu yürüyoruz sayfalar ilerledikçe. Bir kadın olarak, göçmen olarak, solcu olarak, işçi olarak, tiyatrocu olarak yine aynı samimiyetle, aynı hayat acemisi haliyle yaşarken anlatıyor bize... Geçmişte olanı değil de o anı anlatıyor, bizimle öğreniyor, bizimle “ben şimdi ne yapacağım?” soruyor kendisine. Okura kadın olmayı, göçmen olmayı, solcu olmayı, işçi olmayı, tiyatrocu olmayı öğretmiyor; kendisi öğrenmeye çalışıyor bu esnada, tam da bize anlatırken yapıyor bunu. Olduğu ya da olamadığı hiçbir şeyden utanmıyor anlatıcı, “elmasını kaybetmek” de “saklamak” da savruluşunun, varolma şeklinin bir parçası. Ve ismini bilmediğimiz belki kendi ismimizle belki de en sevdiğimiz isimle zihnimizde canlandırdığımız anlatıcı iki kitabın sonunda bizi bildiğimiz sokaklarda gezdirip, tanıdığımız insanlarla karşılaştırıp, onları hiç bakmadığımız taraflarıyla görmemizi sağlıyor. Bana kalırsa Özdamar'ın bu iki romanını okuma listesine almayan kalmamalı; bir yandan herkesi okuma serüveninde kendi keşfiyle baş başa bırakmak istesem de öte taraftan bir müjde verir gibi herkese bu iki kitabın artık baskısının olduğunu ilan etmek istiyorum.

Son olarak, bir grup feminist kadının okuma gruplarında Haliçli Köprü okuduklarını öğrendim. Sosyoloji, özellikle göçmen sosyolojisi ya da teori kitaplarının arasına gömülerek siyaset bilimi çalışan grupların ya da kişilerin de Özdamar'ın göçmenlik ve sınıflı toplumu anlattığı bu kitapları okuması gerektiğini düşünüyorum.

Benim “kitapları kitaplıkta nereye koyacağım?” soruma gelince; bunu düşünmeye devam edeceğim, zira kitaplar ben bitirir bitirmez başka insanların okuması için dolaşmaya başladı. Eğer geri dönerlerse nereye, kimlerin yanına ve neden koyduğumu da yazarım.

Ayla Duru Karadağ

17 Mart 2015 Salı

Hakiki bir mûsikişinasın düşünceleri

"Her bitki kendi kökünden beslenir; sanat da böyledir. Başkalarının hazmettiği gıda ile biz beslenemeyiz."
- Eero Saarinen, Mimar

"Sadece çıplak melodi açısından kıyaslandığında, Itrî'nin bulduğu müzik cümleleri, çağdaşı Bach'ın bulduğu müzik cümlelerinden çok daha üstündür. Sırf bize benzemek için Türk mûsikisini çokseslendirmeye çalışmak, mûsikînize yapacağınız en büyük kötülük olur."
- Joseph Marx, Viyana Müzik Akademisi Müdürü, 1932

"Batı bizim seslerimizdeki hassasiyet ve derinliği 500 sene sonra belki anlayabilir."
- Emin Işık

Mûsikişinaslarımız arasından maalesef ki anılarını, yaşadıklarını, tespitlerini yahut tenkitlerini yazan çok az isim çıkmıştır. Merhum Cinuçen Tanrıkorur, bir ud virtüozu ve bestekâr olmanın yanısıra; mızrabını hakkaniyetle söze döken, fikirleriyle ve hatta muhayyilesiyle insanın dimağını genişleten, haklıya karşı nezâketini haksıza karşı ise öfkesini asla gizlemeyen, ilmi ve sanatıyla daima müziğimiz içinde adı yaşayacak nadide bir isim. Bilhassa müziğimizin gözle görülür hâlde katledildiği yılların arasında, yani zor zamanda yazdıklarıyla ne kadar mûsikişinas ise o kadar fikir adamı olduğunu da ispatlamıştır. Güzel sanatların mimarlık bölümünden mezundur, müthiş bir tarih okuyucusu ve şiir meraklısıdır. Bu da onun müziğimize olan hâkimiyetini kuvvetlendirmiş, yazıya dökerken de pırıl pırıl bir Türkçe ile gerek edebiyat gerek müzik camiasında aksülamel uyandırmıştır. 14 yaşındayken ferahnâk saz semaisi ve Fuzûlî'ye ait "Menem ki kafile sâlâr-i kârbân-i gamem" şiirini şevkefzâ makamında bestelemek takdir edilmeli ki herkese nasip olacak bir şey değil. Türk milliyetçisidir, İstiklâl Marşı'nın üzerine hassasiyet gösterir ve bestesine yönelik tenkitlerini her seferinde yineler, marşımız için yaptığı bir beste olduğunu biliyoruz. Eserlerini bestelediği isimler arasında kimlerin olduğunu sayarsam belki şahsiyeti hakkında daha derin bilgi vermiş olurum: Yûnûs Emre, Azîz Mahmûd Hüdâî HazretleriBâkîFuzûlîŞâir Eşref, Necmettin OkyayNeyzen Tevfik Kolaylı, Cenap ŞahâbettinGüngör Fahri TüzünMustafa Nâfiz Irmak, Fâruk Nâfiz ÇamlıbelHâlit Fahri OzansoyYahyâ Kemâl Beyatlı, Nâzım Hikmet Ran...

Dergâh Yayınları tarafından yayımlanan "Müzik Kültür Dil" kitabı, merhum Tanrıkorur'un Aksiyon dergisinde 1997 yılından 1999'da Kanada'ya tedavi için gitmesine kadar yazdıklarından müteşekkil. "Osmanlı Dönemi Türk Mûsikîsi", "Türk Müzik Kimliği" ve hatıralarından oluşan "Saz ü Söz Arasında" ise diğer kitapları. "Müzik Kültür Dil", adından da anlaşılacağı gibi üç bölümden oluşuyor. Kitabın hazırlanmasına vesile olan İsmail Kara, sunuş yazısında bir Cinuçen Tanrıkorur'la bir anısından bahseder: "Hastahanede yanında refakatçi kaldığım gecenin ilerlemiş "uzun" saatlerinde ağrı ve ızdıraplarının nisbeten hafiflediği bir sırada ellerini kaldırarak ağlamaklı bir sesle "İsmailciğim ben dua edeyim sen de âmin de" diyerek "Ya Rabbi! Bana sıhhat ver, beni ayağa kaldır, biraz daha çalışayım... Kendim için istemediğimi biliyorsun, şu sahipsiz ve kimsesiz garip memleketim için biraz daha çalışayım.... "Yeter" diyorsan Sen bilirsin ya Rabbi... Daha ne yaptım ki! Süheyl Ünver'lere göre, Ekrem Hakkı Ayverdi'lere göre yaptıklarım ne ki?!" niyazı hâlâ kulaklarımdadır."

İlk bölüm olan "Müzik"te, Tanrıkorur birçok konuyu okuyucunun gündemine sokar. Bu tabiri özellikle kullandım zira kimsenin umurunda olmayan müziğimizin asaletini unutturmamak için elinden geleni yapar. "Alaturka"nın Türk mûsikîsinin adının olmadığı, Alaturka'nın aslının ne olduğu, müziğimizin teksesli olup olmadığı, sanat müziğiyle halk müziğinin köklerinin ayrı olup olmadığı, mûsikî öğretmenin şerefi, müzik ve politika, müzikte evrensellik, görgüsüz TRT, papyonlu folklor, koro, konservatuar, gerçek yobazlık, Tanburî Cemil, Zekâî Dede, Mevlânâ, İngiliz'in Mevlevi âyini, teşhir, makam, mûsikîmizde usûl, perde, ney(zen), tanbur(î), kanun(î), kemençe(vî), ud(î) ve davul bazı konu başlıkları. "Okullarda Türk müziği derslerinin konma aşamasına gelinmiş olması irticanın sarıksız olarak geri dönmesi" olarak görülen dönemleri yazar Tanrıkorur. İstiklâl Marşımızın bozuk müziğinin bestecisi Z. Üngör'ün öğrencilerine "Siz benim mikroplarımsınız, Türkiye'ye Batı müziğini siz yayacaksınız" demesinden bahseder. Tanrıkorur adeta Alâeddin Yavaşça'nın "Sanat halkın zevkine inen değil, o zevki yükseltendir" sözünün takipçisi olarak Türk müziğinin ne olduğunu anlatma davasının bekçisi olmuştur. "Müziğimiz Teksesli Mi?" başlıklı serisinin ikinci yazısında şu muazzam açıklamaları dikkate değerdir:

"120 kişilik senfoni orkestrası, Şevkefza makamında taksim yapan bir ney'in önünde aciz, yapayalnız, çırılçıplaktır. Senfoni orkestrası, Şevkefza makamında taksim niye yapsın ki diyeceksiniz. Teşekkür ederim; yazının bir amacı da buydu zaten. O niye ben olmaya çalışsın? Ben niye o olmaya çalışayım? Onun dili (müzik her kültürün kendi mantık, estetik ve semantiği içinde konuştuğu bir dildir) ona güzeldir, çünkü onun tarih, inanç ve geleneklerini anlatır. Benim dilimse bana güzeldir, çünkü benim tarihi, inanç ve geleneklerimi anlatır. Bütün insanların anladığı ortak bir dil olmadığı gibi, bütün insanların aynı şekilde anlayıp duygulandığı ortak bir müzik de yoktur. Yalnız bir tek şey vardır; öbür güzel sanat dallarında da olduğu gibi birçok insanın, hangi kültürden olursa olsun, yakın duygu ve zevkler alabileceği, kültürlerüstü ortak konuları işleyen üstün müzik eserleri olabilir. O da sadece Batı sanat ve sanatkarlarına özgü değildir: Bach'ın Brandenburg konçertolarıyla, Vivaldi'nin Mevsimler'i ne kadar evrenselse, Itri'nin Segah Ayini'yle, Tanburi Cemil'in Gülizar Taksimi de o kadar evrenseldir."

İkinci bölüm olan "Kültür"e Tanrıkorur "Batıyı Anlamak" dizisiyle başlar. Bizlere dayatılan Amerikan kültürünün ne olduğunu, batıyı anlamanın başka, batıda ne varsa almanın başka bir şey olduğunu güzel izahlarla anlatır. Fast food müziği, başörtülü futbolcu, doğu ile batı, Rektör Alemdaroğlu'na başlıklı iki mektup, kanaat ve ölüm, rikkatin ölümü, sen seni bil, teslimiyyet, "Beslenme Üzerine" dizisi bu bölümün en hassas yazıları. Buraya sadece Rikkatin Ölümü başlıklı yazısından bir bölümü alıyorum:

"Bin yıldır birlikte yaşadığı, hüznünü-sevincini paylaştığı insanların konuştuğu dilin; İsmail Dede merhumun bırakıp kaçmak zorunda kaldığı II.Mahmud sarayı gibi yabancılaştığını, soğuk ve duygusuz hale geldiğini gören Türkçe’nin, o dili kaderine terk edip uzlet köşesine çekilmiş olmasından daha tabii ne olabilir? Yüzüyle gücünün güzelliğini, dininin nuru, feyzi ve tertemiz ahlakı ile birleştirip zarafet, tevazu ve teslimiyetin zirvelerine çıkmış olan bir zamanki Türk, çocuklarına Emine, Hatice, Ayşe, Fatıma, Zehra, Fahrünnisa, Mihri, Zeynep, Makbule, Lütfiye, Mümine, Atıyye, Leyla, Feride, Cemile, Şükran gibi isimler koyardı. Cumhuriyet bunlara Adalet, Müsavat, Uhuvvet gibi Fransız ihtilalinden aktarma isimleri ekledi. Sonra Melahat, Mübahat, Saffet, Hamiyet, Nedret, Rikkat gibi kavramlar isim olarak kondu. Ve nihayet, Aylin, Funda, Fidan, Filiz, Çiğdem, Çağla, Lale, Banu, Şebnem, Emel, Müge, Arzu, Ahu ve Figen’lerle, Yunancadan alınma Sibel’ler, Melisa’lar ve çağdaş Amerikan kültürümüzün meyvesi Melodi’ler çağı geldi. Kızların Elif, Elifgül, Gülşah, Meleknur vb. en güzel Müslüman-Türk isimlerini veren müzisyen aileleri azınlıkta. 21.yüzyılın müzisyenleri çocuklarına belki de Tamtam, Gümgüm, Cıstak gibi gayet müzikal isimler de verebilirler!..."

Son bölüm olan "Dil"de Tanrıkorur, sevdiği şairlerden, şiirlerden, Türkçe'mizin güzelliklerinden, eski(mez) yazımızın derinliklerinden kısacası dilimize dair neyin ne olduğundan bahseder. Güngör Fahri Tüzün, Memduh Cumhur, Mehmet Turan YararHarun Öğmüş gibi şairler ilk sayfaların misafirleri oluyor bu bölümde. Devamında "Tanrı Değil, Öğretmen Bey!", zavallı Türkçe, isme özen, harika görünüyorsun, "Musikişinas!", Fuzuli ve bir vali, telefon, "Sevgili Gençler" dizisi, sözlük ve aruz yazılarının akabinde 15 Nisan 2000'de yazdığı veda yazısıyla okuyucuya elveda der Tanrıkorur.  "Harika Görünüyorsun" başlıklı yazısından bir paragraf nakledeyim:

"Bir insana ‘Harika görünüyorsun’ veya Berbat görünüyorsun’ demek Anglo-sakson kültüründe normal olabilir. Ama bizim sosyal yapımızın sonucu olan hitap şekillerimiz ve bunları kelimelerle ifadesi bambaşkadır. Biz ‘Maşallah, bu ne güzellik!’ deriz. Muhatabımız hastalıktan kurtulmuş biri ise ‘Şükürler olsun, seni /sizi çok iyi gördüm’ deriz. Karşımızdaki erkekse ‘Bütün yakışıklılığın üstünde!’, kızsa ‘Çok şık ve zarifsin, elbisen çok yakışmış, kıyafetin pek güzel’, genç bir çocuksa ‘Aslan oğlum, kocaman olmuş maşallah!’, bir kızsa ‘Leyla da artık genç kız olmuş maşallah!’ deriz. Karşımızdakinin durumunu beğenmemişsek, ‘Ne oldu sana, bu ne hal böyle?’, ‘Hayırdır, pek bitkin / keyifsiz görünüyorsun; canını sıkan bir şey mi oldu?’ filan deriz. Ama Amerikan kabalığıyla ‘Berbat görünüyorsun!’ demek, her şeyden önce bizim edebimize sığmaz. Bu pis Türkçeyi TV’den duyan çocuk da tabii ki bu dille konuşacaktır."

Kendi adı ve soyadıyla dalga geçebilecek kadar yüksek mizah anlayışına da sahip olan Cinuçen Tanrıkorur'un vücudunda, yaşamının ortalarından sonuna kadar birçok hastalık vuku bulmuştur ve peş peşe birçok ameliyat olmuştur. Yazılarını "Bu köşedeki son yazıları dahi büyük zahmetle yazdım. Ne elimde kalem tutacak güç, ne dilimde söyleyeceklerimi yazdıracak enerji var." ve "Allah’ın inayeti, Peygamberimizin şefaati, Evliyalullah Hazeratının himmeti ve dostların duaları sayesinde sizlerle yeniden kalem sohbetleri yapabilecek sağlığa kavuşana kadar" diyerek sonlandırmıştır. Bu vedasından iki ay sonra da Hakk'a yürümüştür. Mezarı Ümraniye Kocatepe'dedir. Mezar taşında kendisine ait şu beyit yazmaktadır: "Kapılır sûziş-i gönlüm bu tahassür seline / yüreğimden gelir âhım sazımın her teline."

Müziğe (müziğimize), kültüre (kültürümüze) ve dile (dilimize) hassasiyetle yaklaşan, alaka duyan ve hatta araştırmalar yapmak isteyen herkes Cinuçen Tanrıkorur'un kitaplarından, makalelerinden, internete düşmüş video kayıtlarından ve elbette güftelerinden, bestelerinden istifade edecektir. İnsanın şifasını nerede bulacağı belli olmaz lakin bu topraklar asırlarca şiir ve musiki ile şifasını bulmuştur.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

13 Mart 2015 Cuma

Yokluğu merak edenlere

"Bir Sabah Uyandığımda Yoktum", 1984 doğumlu editör Işıl Kocaoğlan’ın ilk romanı. İletişim Yayınları tarafından basımı yapılan kitap bol soru işaretli, bol merak duygusu yüklü ve bol felsefi bir metin. ‘Yokluk’, ‘Döngü’ ve ‘Hayat’ adlı üç ana başlıktan oluşan Kocaoğlan’ın kitabı Hakan Bıçakçı’nın ‘Doğa Tarihi’ ve Gayle Forman’ın 'Eğer Yaşarsam’ isimli romanlarını çağrıştırıyor. Benzer bir olaydan yola çıkmasına rağmen Kocaoğlan’ın metnini Bıçakçı ve Forman’ınkilerden farklı kılan taraf karakterinin ‘Erkek’ ve ‘İsimsiz’ olması. Üstelik hiç var olmaması. 36 yaşında lüks sayılabilecek bir hayat süren, prestijli bir şirketin yönetim kadrosunda çalışan kitabın ana karakterinin, tizlikle döşenmiş evinde uyandığı sabahlardan birinde fiziksel olarak yok olduğunu fark etmesiyle başlıyor hikaye…

"O kadar yoktum ki, içeride eşyalardan başka hiçbir şeyin bulunmadığına dair ben bile bahse girebilirdim."

Sadece bir bilinçten ibaret olduğunu anladığında büyük bir dehşete kapılarak yavaş yavaş varlığını aramaya koyulan ‘ben bileleri’ bol bu egoist adamın debdebeli yolculuğunun novellası aslında Bir Sabah Uyandığımda Yoktum, akıp giden metropol hayatı içerisinde esen rüzgara kaptırdıklarımızı bize daha önceden başarılı bir şekilde ‘kadın’ imgesiyle gösteren Hakan Bıçakçı ve Gayle Forman’ın aksine merkezine erkeği alan bu öyküde tersten giden bir anlatım tekniği söz konusu. Bıçakçı ve Forman’ın karakterleri kanlı canlı yola koyulup yolun sonunda yok olurken Kocaoğlan’ın karakteri başından sonuna dek süren bir yokluğun ana malzemesi olarak konumlandırılıyor.

Işıl Kocaoğlan; iş hayatının, modern kentin gürültülü yaşantı biçiminin ve yapay insan ilişkilerinin aslında özünde çok değerli hazineler barındıran bir bireyi nasıl koflaştırdığını acımasızca gözler önüne seriyor. Anlam kaybedildikçe mi yok olunur, yoksa kazanıldıkça mı? Sorularını statüler ve statü göstergesi nesneler üzerinden sorgulatmayı amaçlayan yazar, karakterin hangi nedenlerden bir yokadama dönüştüğü probleminin çözümünü ise tamamen okuruna bırakıyor.‘Peki bir insan nasıl olur da ortada hiçbir neden yokken salt bir bilince dönüşebilir?’ diye kendisine soran karakterini ise adeta tokat yağmuruna tutuyor.

Bu noktada yazarın kendi yaşam pratikleri ve deneyimleriyle de bir hesaplaşmaya girdiği dikkat çekiyor. Hikaye boyunca yok adamın var olma mücadelesinde karşısına çıkan gizemli kadın aslında yazarın kendisinden başkası değil. Yazar hayatı boyunca kabul etmek istemediği bir oyunu belirli bir bilinç düzeyine ulaşmayı başaramamış eğitimli ve yetişkin bir adama bilinç kazandırmaya çalışarak oynuyor.

Kocaoğlan’ın karakteri o denli maddeci ve düz bir karakter olarak aktarılıyor ki fiziksel yokluğunu kabul etmeyi başardığında ilk düşündüğü şeyler işi, bir daha nasıl cinsel ilişkiye girebileceği, statüsü ve eşyaları oluyor.

"Yok olduğumu fark etmemin üzerinden geçen o kısacık idrak anı sona erdiğinde kendimi yaşadığım durumun ciddiyetiyle çelişir biçimde bundan sonra nasıl sevişeceğimi düşünürken buldum. Peki ya gerçekse? Gerçekten geçici ya da hatta kalıcı bir şekilde yok olduysam? O zaman ne olacak? İşim ne olacak?"

Tıpkı Hakan Bıçakçı gibi Işıl Kocaoğlan da hikayenin akışı esnasında genel anlatımı kesip bol bol toplumsal özeleştiri pasajlarına yer veriyor. Okumak, büyümek, evlenmek, iş sahibi, aile sahibi olmak, para kazanmak, para harcamak, tatiller, satın almak. Kapitalist sistem ve tüketim kültürünün katedralleştirdiği alışılagelmiş düzene de bıçak saplıyor yazar. Derin kesikleri ve kan kaybını umursamayan bir karakterin küçük bir çizikten bile incinir hale gelişini çözümlüyor. Yer yer yokadam konuşuyor yer yer Işıl Kocaoğlan. Yokadamın konuşmalarından belki de kitabın meselesini en güzel özetleyenlerinden birisi ise hikayenin başında yokluğunun katlanılmaz olacağına inanırken hikayenin sonunda gelip geçiciliğinin farkındalığına ulaştığında sarf ettiği şu sözler;

‘İşte bu kadar basitti. Birkaç gün ortadan yok olurdun, onlar da seni sonsuzluğa gönderirlerdi. Aksini düşündüğüm için gerçek bir ahmak olmalıydım. Ölmek için doğuyor, arada geçen yıllar boyunca bunu unutmaya çalışarak yaşıyordu herkes.’

Yazar aynı zamanda karakterin duygusal kimliğini de analiz ediyor. Suzi isminde bir kadına olan zaafının yok olmadan önce sadece bir heves olduğuna kendini inandırmaya çalışan, günlük rutini içerisinde aşka yer ayırmaktan, bağlanmaktan kaçınan ana karakter yok oluşunun ardından Suzi’nin onun için önemini de deneyimleme şansı elde ediyor. Bu sayede yazar duygusal ilişkilerin toplumsal hegemonya içinde nasıl eriyip gittiğini yokadamın düşüncelerinden aktarıyor okuruna.

Bir Sabah Uyandığımda Yoktum’un Gayle Forman’ın Eğer Yaşarsam’ıyla olan dikkat çekici benzerliğine değinilecek olduğunda ise, iki kitapta da karakterlerin çözümü imkansız gibi görünen bir ‘belirsizlik ve anlamsızlık’ yumağı içerisinde yaşadıkları sıkışmışlık hissi söz konusu. Ancak Forman’da merkezi çekim kuvveti ölüm ve yaşamken Kocaoğlan’da ise yokluk, toplumun dayattığı genel geçer düzenin yok ettiği birey kimliği, özerk olarak var olabilmenin getirdiği dayanılmaz ağırlığın çöküşü halinde meydana gelebilecekler ve sonuç olarak yitim.

"Nasıl oluyor da geçmiş aynı anda hem bir dakika öncesi kadar yakın, hem de bir asır kadar uzak gelebiliyordu? Evet, zaman yoktu artık. Geçmişin ya da geleceğin bir önemi yoktu. Artık şimdi bile yoktu. Günler, geceler, saatler ya da aylar önemsizdi. Hiçbiri bana ait değildi. Buna nasıl devam edeceğimi bilmiyordum. Devam edip edemeyeceğimi, bunu isteyip istemediğimi. Yorulmuştum. Düşünmekten, sorgulamaktan, anlamlar aramaktan, her şeyi en ince detayına kadar irdelemekten."

Hikayenin son kısmında karakterin maruz kaldığı yokluğu kabullendiğini ancak varlığı sırasında sorgulamaya, düşünmeye ve durmaya zaman ayırmadığı için bu kabullenişe karşı hissettiği karamsar tutum okuyucuya aktarılıyor. Şaşırtıcı sonları seven okuru fazlasıyla tatmin edeceğine inandığım Bir Sabah Uyandığımda Yoktum, ne yaparsak yapalım topluma karıştığımız ve düzenin işleyişine dahil olduğumuz an yok olmaya mahkum olduğumuz anlatan felsefeyle sağaltılmış bir roman… Kendi yokluğuna dair kafa yormak isteyenlere…

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

11 Mart 2015 Çarşamba

Enver Paşa'yı torunu anlatıyor

"Hoş gelişler ola, kahraman Enver Paşa
Bir emir ver orduna, Kafkas Dağı'nı aşa
Askerin, milletin, bayrağınla çok yaşa
Arş arş arş ileri ileri, dönmez geri, Türk'ün askeri."

(Özbek Şairi Çolpan'ın Enver Paşa'nın ölümü üzerine yazdığı şiirdir. Sözleri nedendir bilinmez, sonradan değiştirilmiştir.)


En baştan söylemek isterim ki bu kitabı önerme sebebim bir şahsiyeti övmek ya da yermek değil; bilhassa tarih tutkunlarını anı, belge, fotoğraf yakalamaya doğru meraklandırmak. Sosyal medya denen kirli ve çöp dolu ortamda maalesef yanlış anlaşılmaktan daha kolayı yok. Bir şairin dizesini paylaşıp bir anda o şairin fikirdaşı gibi anılabilirsiniz. Şimdi Enver Paşa'ya dair bu kitabı paylaşınca acaba ben de İttihatçı mı olacağım? Sevgili okuyucu, bu kirli ortamda çevrilen dolaplar umurumda değil. Ben bir kitabın içinde sizin merakınıza dair bir şeyler olacağını düşünürsem hakkında iki kelam eder geçerim. Lokmân suresinin 23. ayetinde Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Allah, sinelerde olanı en iyi bilendir." (İmam İskender Ali Mihr meâli.)

Söyleşi, röportaj; ne denirse densin bu tip kitapların hem hızlı okunabilir olması hem de kronolojik bir süreçte ilerlemesi okuyucuya hem keyif verir hem de diğer tarih kitaplarında görmediği notlarla karşılaştırır. Sadece tarihi şahsiyetlerin değil; meçhul subayların, şairlerin ve musikişinasların anıları da mutlaka okunması gerekir. İçlerinden en çok musikişinaslarda ve şairlerde şifa bulduğumu, kendi nazarımda söyleyebilirim. Lakin tarih bu, içinde devadan çok dert var. Enver Paşa da, tarihimizin dertli şahsiyetlerinden, komutanlarından biri. Önce ailesiyle ilgili kısa bir anekdotla başlamak isterim. Fatih Bayhan soruyor, paşanın torunu Osman Mayatepek cevaplıyor.

"Enver Paşa'nın kızı yani anneniz Türkân Hanım nasıl bir insandı?
Zayıf insanları koruyan, çok alçakgönüllüydü fakat kendini hiçbir zaman ezdirmezdi. Annem bir aralık TRT'de çalışmıştı... Bir gün dönemin TRT genel müdürü odaya giriyor, annem o zaman dalmış işini yapıyor, hiç farkında bile değil. Adam, "Kızım, sen benim kim olduğumu biliyor musun? Ben genel müdürüm niye ayağa kalkmadın?" diyor. Annemin cevabı kısa ve net, "Şu anda işim var onun için ayağa kalkmadım, çalışıyorum. İkincisi ben sizin kızınız değilim. Lütfen, kızım diye değil hanımefendi diye hitap ediniz" diyor. Adam şaşırıyor, odasından çıkıyor, birine soruyor, "Kimdir bu hanımefendi?". Diyorlar ki, "Efendim bu Enver Paşa'nın kızıdır.". Arkadan birisi atlıyor, "Yok yok Enver Paşa'nın ta kendisidir". Ondan sonra genel müdür saygı duyuyor, içeri girerek özür diliyor."

Enver Paşa'nın oğlu Ali Enver'in de başına pek iyi şeyler gelmemiş. Hava Harp Okulu'nda çok başarılı ve hatta kurmay sınavını dereceyle geçmiş bir öğrenciyken "Enver Paşa'nın oğludur, belki başımıza bir dert olur" diye terfi etmemişler. Hatta eski hava kuvvetleri komutanı Muhsin Batur Paşa, Ali Enver'in cenaze töreninden sonra Osman Mayatepek'e "Biz büyük bir hata, hatta cinayet işledik. Bu çocuk hava kuvvetleri komutanı olması lazımken şu anda böyle trajik bir şekilde öldü" dedi.

Enver Paşa'nın kendi hayatı da ve anlayacağınız üzere aile efradının hayatı da son derece zorlu geçmiş. Eşi Naciye Sultan'a yazdığı mektuplara bakınca -ki bu mektupların tamamı yayımlanmak üzere Murat Bardakçı'dadır- aslında romantik, sevgi dolu, evlatlarına ve eşine düşkün bir aile babası görürüz. Fakat bunlardan da öte bir vatan sevgisi vardır kelamında. Naciye Sultan Berlin'deyken kendisi Orta Asya Türklerini sömürgeci İngilizlere karşı bir arada tutmak ve emperyalist güçlerden kollamak adına çalışmalar yaparken, yazdığı mektuplarda ne kadar evlat özlemi varsa, o kadar vatan özlemi de vardır. Birçok kez Mustafa Kemal Paşa'ya geri dönmek istediğini, kendine bağlı askerlerle istiklâl mücadelesi vermek istediğini söylemiş lâkin Mustafa Kemal Paşa'nın cevapsız yahut olumsuz mektupları sonrasında bu kararından vazgeçmek zorunda kalmıştır. Bir mektubunda, bu tahammülün de bir sonu olduğunu şöyle dile getirmiştir:

"...Mamafih şimdilik Moskova'da bulunarak hariçten yine memlekete yardım etmeye devam ettiğimizden gelmiyoruz. Fakat bunu da itiraf etmemiz lâzım gelir ki, hiçbir sebeb-i kanunide olmayarak memleket haricine nef'i şeklindeki arzunuza ilelebet tahammül bize pek ağır ve sefilâne gelir. Mamafih vatan için buna da şimdilik katlanıyoruz. Binaenaleyh hariçte kalmanın maksad-ı umuminiz olan başta Türkiye olmak üzere kurtarmaya çalıştığımız İslâm âlemi için faydasız ve belki de tehlikeli olduğunu hissettiğimiz anda memlekete geleceğiz."

Sarıkamış'ta olanlar sebebiyle Enver Paşa hakkında yazılanlara belgelerle birlikte zamanında merhum Nevzat Kösoğlu, "Şehit Enver Paşa" adlı hacimli eseriyle cevap vermeye çalışmıştı. Osman Mayapetek de sık sık bu kitaba atıfta bulunuyor. Edirne'yi fırsattan istifade ederek yeniden alan, Resneli Niyazi Bey ile dağa çıkıp II. Meşrutiyet'in ilanını sağlayarak  "Hürriyet Kahramanı" olarak anılan, Trablusgarp'ta yerli halkı teşkilatlandırarak cepheyi İtalyanlara cehennem eden, Çanakkale'de bana imanıyla savaşacak adam lâzım diye düşünerek orduya bol bol yeni subay takviyesi yapan Enver Paşa'dır. Ancak tarih hataları affetmez. Bab-ı Âli baskını, Balkan Harbi'ndeki facialar, tehcir kanunu, Sarıkamış, Almanlarla ittifak ve ne yalan söyleyeyim "Enveriye yazısı" denen alfabe tuhaflığı da derken Enver Paşa hain ilan edildi. Benim hâlâ anlayamadığım tek şey, okur yazar oranı artar diye düşünülerek "icat edilen" bu son bahsettiğim alfabe olayıdır. Türk'ün eski(mez) yazısı üzerinde yapılan her tür şey beni rahatsız etmiştir tarih okumalarımda. Her Türk'ü de eder, etmelidir.

3 Ağustos 1996'da Enver Paşa'nın naaşı, Tacikistan'ın başkenti Duşanbe'ye 200 km uzaklıktaki Belçivan'dan İstanbul'a getirilebildi. Şehit oluşundan 74 yıl sonra. Şişli'deki Abide-i Hürriyet Tepesi'ne defnedildikten sonra orada metruk bir hâlde bırakıldı. Tinercisi, ayyaşı, serserisi mezarın çevresini yıllarca leş gibi bıraktı, kimse de ilgilenmedi. Bir sözüm ona tarihçi, Abide-i Hürriyet Tepesi'nin karşısına dikilen Adalet Sarayı'nı bile "ilahi adalet" olarak nitelendirdi. Anlayacağınız o ki tarihçilerimiz çok kolay hain ilân eder, okuyucu da her dolmayı yer. Kendisi hakkında önemli yorumlardan biri Yusuf Gedikli'ye aittir: "Enver Paşa devrinin gereği milliyetçi, dindar ve mason olmayan nadir şahsiyetlerden biriydi. Böyle olması tabii ki batıcı kamuoyu ve basında destek görmemesine sebep olmuştur. Son yıllarda Sarıkamış’ın sürekli gündeme getirilmesinin bir sebebi de budur. Niçin hiç kimse çöllerde şehit olan binlerce Türk gencini anmıyor? Ön yargıları kırmak için en tesirli yol, objektif, tarafsız eserler yazmaktır."

40 yıl süren hayatına çok şey sığdıran ve "Tarih şahittir ki, Türk askerinden şanlı, Türk askerinden fedakar hiçbir asker yoktur" diyen Enver Paşa, idealizminden zerre kadar taviz vermeden yaşamıştır. Neticede bir Kurban Bayramı sabahı (4 Ağustos 1922) Belçivan yakınlarında Agop Melkovian komutasındaki Bolşeviklere karşı yaptığı bir çarpışmada mitralyözün üzerine atını yalın kılıç sürerken şehit düşmüş, Çeğen köyüne gömülmüş ve uzun süre bu köyün efradınca yeri "zarar gelmesin" diye saklanmıştır. Kitabın sonunda bu konuya dair ilginç bilgiler ve bol fotoğraf da mevcuttur.

Enver Paşa'ya karşı ilgisi olan (her ilgi, sevgi değildir) tarih okurları için bu kitap, bir paşayı belge biriktirmeyi seven torunundan dinlemek için imkândır, vesselâm.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

8 Mart 2015 Pazar

Anıları için mücadeleye hazır olanlara

Unutma Beni orijinal adıyla ‘Still Alice’ ilk basımı Şubat 2015’te Artemis Yayınları tarafından yapılan bol ödüllü bir roman. Yazar Lisa Genova’nın ‘New York Times’ listelerinde haftalarca zirvede kalmayı başarmış olan kitabı aynı zamanda beyazperde uyarlamasında da oldukça önemli başarılar elde etti. Kitabın ana karakteri Alice Howland’ı canlandıran başarılı oyuncu Julianne Moore bu rol sayesinde Altın Küre ve Oscar ödüllerinde ‘En iyi kadın oyuncu’ dalında verilen heykelcikleri evine götürmeyi başardı.

Gelelim kitaba, Unutma Beni tür olarak bir dram metni ancak okuru körü körüne karamsarlığa sürüklemeyen türden bir dram. Hikâyenin dramatikliğini yan öğelerde bekletilen umut ve neşe kırıntılarıyla dengeleyebilen usta işi bir yazım örneği. Harvard Üniversitesinde Bilişsel Psikoloji Profesörü olan Alice Howland ellinci yaşında aniden artan hafıza problemleri yüzünden gündelik hayatında çeşitli zorluklarla yüzleşmeye başladığı an çıkış kapısı açılan roman yol boyunca sakin huzurlu ve etkileyici bir manzara sunuyor.

Evinin adresini kaybeden, anlatacağı dersin konusunu unutan, 25 senedir yaptığı yemeğin tarifini bir türlü hatırlayamayan Alice’e konulan ‘erken demans’ (Başlangıç seviyesinde alzheimer) teşhisi ile birlikte hikaye de kendi teşhislerini koymak için harekete geçiyor. Yazarın yavaş yavaş konunun çatısı altına dahil ettiği sosyal, psikolojik, toplumsal ve bireysel sorgulama pratikleri okuyucuyu yormadan Alice karakteriyle beraber kendilerine dönmelerini amaçlıyor. Alice’e Alzheimer teşhisinin konulduğu 2003 yılından başlayıp 2005’e dek geçen sürede yaşananalar kapsayan kitap aynı zamanda bir öğretici olma niteliği taşıyor. Unutma Beni toplumun ileri yaşın normal bir getirisi olarak kanıksadığı Alzheimer hastalığının çarpıcı gerçekliklerini Alice ve ailesinin canını yakarak okuyucuya öğretiyor.

Unutma Beni’yi okur kanaatinde bu kadar değerli kılan belki de en önemli özellik merak duygusunu 328 sayfa boyunca canlı tutmayı başarması. Kitaba başlayan okur sayfaların kenarlarında gördüğü kelebeklere takılıyor, kelebekler sayfalar ilerledikçe olayların içinden okurun kalbine doğru usul usul uçuyor. Kelebek Unutma Beni’nin olay örgüsündeki önemli bir imge. Alice’in hafızası iyiyken bilgisayarında oluşturduğu ve hafızası tamamen kötüleşince açıp içindeki talimatları uygulamaya söz verdiği kelebek dosyasının akıbeti hikaye sonuna dek saklı tutuluyor.

"Sevgili Alice, bu mektubu aklın yerindeyken kendine yazdın. Bunu okuyor ve aşağıdaki sorulardan birini ya da daha fazlasını cevaplayamıyorsan aklın artık yerinde değil demektir. Bilgisayarındaki ‘kelebek’ isimli klasörü aç ve içindeki talimatları uygula."

*Hangi aydasın?
*Nerede yaşıyorsun?
*Ofisin nerede?
*Anna’nın doğum günü ne zaman?
*Kaç çocuğun var?

İkisi kız, biri erkek üç yetişkin çocuğu olan Alice karakterinin hastalığının aile ilişkilerine yaptığı etkilere de eğiliyor yazar. Alice’in hastalığın başlangıç evrelerinden son evrelerine kadar eşi ve çocuklarıyla yaşadığı çatışmalar, aile içi desteğin önemi, eşler arasındaki sevgi bağının gücü, en önemlisi ‘sadakat’ gibi başlıklar sorgulanıyor. Güçlü, kendinden emin, başarılı bir üniversite profesörünün bir anda yapayalnız kalıp tutunmaya çalıştığı tek dalları olan aile üyelerinin kırılma noktalarına hassasiyetle yaklaşan Genova, alzheimer konusundan yola çıkıp aile içi ilişkilerin modern toplumlardaki samimiyetini de inceliyor.

Son noktada aslında bireysellikten kuvvet alan toplumsal bir roman Unutma Beni, çünkü Alice Howland’ın yaşadığı durum kitabı okuyan herkesin benim de başıma gelebilir demesine neden oluyor. Alice’in iç konuşmaları, zihniyle mücadelesi, anılarına ailesine ve yaşama tutunma mücadelesi ister istemez okuyanın içinde bir yerlerde bir takım telleri tıngırdatıyor.

"Bir zamanlar aklın dili nasıl kullandığını biliyor, bildiğimi başkalarına aktarabiliyordum. Çok şey bilen biriydim. Artık kimse benden görüş ya da tavsiye istemiyor. Bunu özlüyorum. Eskiden meraklı, bağımsız ve kendimden emindim. Bir şeylerden emin olmayı özlüyorum. Hiçbir zaman, hiçbir şeyden emin olamayınca, huzur diye bir şey kalmıyor. Her şeyi kolayca yapmayı özlüyorum. Olan bitenlerin bir parçası olmayı özlüyorum. İstendiğimi hissetmeyi özlüyorum. Hayatımı ve ailemi özlüyorum. Hayatımı ve ailemi çok seviyorum."

Alice’in kendi iç konuşmalarından bir alıntı olan bu paragraf aslında tüm kitabın özeti niteliğini taşıyor. Unutma Beni samimi, hüzünlü ama asla karamsar olmayan bir kitap. Umut etmeye, yaşamaya, yaşama sevgisine dair güzel bir şeyler okumak isteyen anıları için mücadeleye hazır olan herkese...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

26 Şubat 2015 Perşembe

Sembollerle kuşatılmış sanal bir dünyada gibiyiz

"Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir."
- Jean Baudrillard

Tamamen bireysel bir bakış açısıyla iktidarı da muhalefeti de eleştirip dışlayan Baudrillard yeni tüketim toplumunun artık asıl/kopya, gerçeklik/görünüş gibi karşıtlıklar kurularak açıklanamayacağını, çünkü yabancılaşılan bir insan özünün ve hakikatinin ve buna bağlı olarak hakikati temel alan toplumsal muhalefet biçimlerinin yok olduğunu, bir simülasyona dönüşen gündelik hayatın gönderme yapabileceği dolaysız yaşam biçimlerinin ortadan kalktığını iddia eder. Baudrillard’ı sosyalist görüşten ayıran temel fark budur.

Dünya düzeninin değişiyor olduğuna dair ilk sinyalleri elbette ki medya vermiştir. Yaklaşık kırk yıl kadar önce, Amerika’da Loud Ailesi ile 1971 yılında başlayan ilk ‘Reality Show’ programıyla artık birey televizyona değil, televizyon onun nasıl yaşadığına bakar olmuştur. Baudrillard, bu bağlamda, ‘Panoptik Gözetleme Sistemi’nden, aktifle pasifin yok edildiği bir caydırma sistemine geçildiğine değinmektedir. Model ve gerçeğin birbirine karıştığı bu “hiper-gerçek dünya” artık bireyi haber yapmaktadır. “Haber sizsiniz, toplumsal sizsiniz, olay sizsiniz…” Yedi ay aralıksız sürdürülen çekimler sonucunda Loud ailesinden geriye kalan ne yazık ki sadece 300 saatlik bir film olmuştur; çift boşanmış, çocuklar ise dağılmıştır. (Baudrillard, J. Simulakrlar ve Simülasyon.1982, s: 53).

Toplumun büyük bir kesimi tarafından ilgiyle izlenen bu tarz ‘Reality Show’larda bireyler kendi kimliklerine en yakın buldukları kişilerle adeta bütünleşerek ‘taraf olma’ ve ‘ötekileştirme’ yaklaşımını göstermişlerdir.

Tüketim Toplumu, bu tarz programlarda da gözlemlenebildiği gibi, radikal bir toplumsal muhalefet yaratamaz. Ancak anomi ya da anomali üretir; amaçsız şiddet, kollektif kaçış davranışları (uyuşturucu, hippiler) yorgunluk, intiharlar, sinir hastalıkları, iç sıkıntısı ve suçluluk duygusu bu topluma hakimdir…

Büyük ölçüde birbirine benzeyen, televizyon dünyasındaki gibi konuşan, gülen, düşünen, giyinen bireylerden oluştuğu için toplum artık varlığının anlamını bulmaya çalışmaz. Toplumla ilişkisini bir dünya görüşü çerçevesinde temellendirmek isteyen birey tipi büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Televizyonda görünen hayat izleyicisine zorla dayatılan, onun yabancısı olduğu bir hayat değildir. İzleyici televizyonda, zaten yaşadığı ya da en azından özlem duyduğu bir hayatın yansımalarını görmektedir. O, ‘Bihter yüzükleri’ ve ‘Shakira kemeri’ alarak mutsuzluğunu gidermeye çalışacaktır.

Eşitlik talep edilene kadar eşitsizlik yoktur!

Mutluluk kavramının ideolojik gücü toplumsal ve tarihsel olarak modern toplumlarda mutluluk söyleminin eşitlik söylemini canlandıran söylem olmasından ileri gelir. Eşitlik söylemi, sanati devrimi sonrasında üstlendiği politik ve sosyolojik güç ile mutluluk kavramına devredilmiştir. Mutluluk, ‘eşitlik’ olarak ‘lanse edildiğinde’ ve/veya algılandığında ise, bu kavrama ölçülebilirlik katmak ihtiyacı doğar. Tocqueville, "Mutluluk, nesneler, göstergeler ve ‘konfor’ aracılığıyla ölçülebilir refahtır!” der. Kanıtlara ihtiyaç duymayan ‘içsel mutluluk’ kavramı, tüketim toplumu inanışında hemen dışlanır! Bu idealde mutluluk, öncelikle eşitlik (ya da ayrıcalık) talebidir ve bu yüzden kendini görünür ölçütler bakımından göstermek zorundadır (Baudrillard, J. Tüketim Toplumu. s:52-53).

“Bireysel ihtiyaçlar ve hazlar bu dile bağlı olarak sözden ibarettir.”
Haz zevk olarak değil ama yurttaşlık görevi olarak kurumsallaşmıştır. Birey etkin bir şekilde kendini tüketmeye hasretmelidir, aksi taktirde toplum dışı kalmak tehlikesiyle karşılaşır. Marjinal konuma düşmek istemeyen her birey çalışma piyasasına uygun bilgi ve beceri birikimini her an yenilemek, “işin içinde olmak”, giyim kuşamından genel kültürüne kadar her şeyine dikkat etmek zorundadır.

“Tüketmekte ya da tüketmemekte özgür olan savaş öncesinin küçük tasarrufçuların ya da anarşik tüketicilerin artık bu sistemde yapacakları hiçbir şey yoktur.” 

Tüketim toplumu kültürü halkın ayağına götürür. Bir çift çorap ya da bir bahçe koltuğu, bir kilo domatesle aynı anda hipermarketten alınabilmektedir (s.124). Kültürel nesneler çamaşır makinasıyla aynı tarzda tüketilmektedir. Bu kültür gerçekten kültür sahibi olanları ve geleneksel kültürün kendi kendini yetiştiren marjinal kahramanını dışlar. Tüketim toplumunun kültürü insanları toplumsal ve mesleki olarak bütünleştirir ve birbirlerine uyumlu hale getirir.

Tüketim toplumunun insanı boş zaman etkinliklerini çalışma alanında hakim olan zorlama ahlakı çerçevesinde gerçekleştirir.

Bronzlaşma saplantısı… güneş altındaki bu zorunlu cimnastik ve çıplaklık ve özellikle de eksiksiz yaşamaya özgü bu gülüş ve bu neşe hepsi birlikte aslında ödev, fedakarlık, çilekeşlik ilkesine adanmanın belirtisidir.

Aynı zorlama insanlar arasındaki doğal sıcaklık ve gülümsemenin yerini kurumsal nezaketin ve gülümsemenin almasına yol açar. İçtenliğin yok olmasıyla birlikte “… reklamın yakın, içten, kişisel iletişim tarzlarını taklit ettiği görülür.

Bireylerarası ilişkilerde varılan nokta gerçek sıcaklığını kaybetmiş bir diyalog zorlamasıdır. Tüketim Toplumu neden meydana gelmiştir? Baudrillard, tüketim toplumunun meydana gelişinin altında yatan sebepleri ortaya koyarken, şunları söylemektedir:

“Tarihte aynı olayların iki defa vuku bulduğu olur. Birincisinde bu olaylar gerçek bir tarihî değere sahipken, ikincisi birincisinin karikatürüdür ve grotesk (garip, acayip, fıtrî olmayan) bir serüvendir; efsane olmuş bir atıftan beslenir.”

Bu tespitin ardından Baudrillard, yitirdiğimiz değerleri, gerçeklerinin yerini tutamayan sunî düzenlemelerle telâfi etmeye çalıştığımızı belirtmektedir. Yeşilini yitiren hayatta yok olan insanlık, şehirlerin göbeğinde oluşturduğu sunî teneffüs borusu misali parklarla vicdanını rahatlatmaktadır. İnsanlık, tarihe karışmış bazı güzellikleri, ritüel biçiminde, zorla yeniden güncelleştirerek tüketmektedir.

“Saf ve temiz bir görünüme sahip olmak isteyen her şey karşıtına dönüşmektedir… İktidarlar ancak bir ölüm simulasyonuna baş vurarak gerçek ölümden kaçabileceklerine inanır.”

Bu, tüketim toplumunun özelliğidir. Günlük haberlerin acımasız yalancılığı, kitle iletişimi yoluyla bütün felâketlerden yola çıkarak günlük hayatın sadeliğini ve sakinliğini yüceltmektedir. Cinayetler, hırsızlıklar ve tecavüzler her gün haber konusu yapılmakta, bunlardan yola çıkılarak faziletli bir topluma hasret yansıtılmaya çalışılmaktadır.

Baudrillard “bilgi gelişimi” tabiriyle, bir yeniden çevrimi anlatır. Çünkü günümüzde moda, bilgidir. Enformasyon toplumunun içinde yaşayan her fert, bilgili olmak, gelişmeleri takip etmek zorundadır. Daha doğrusu öyle yapıyor görünmelidir. Yoksa aslında ortada bilgi geliştiren falan yoktur. Günümüz insanının bilgiye ulaşma çabaları, modayı takip etme gayretiyle aynıdır. İkisinin de yaptırımı içtimaî muvaffakıyet yahut dışlanmadır. Dolayısıyla işimiz, rasyonel bir ilmî birikim süreciyle değil, rasyonel olmayan bütün diğer tüketim süreçleriyle dayanışma içindeki içtimaî yapıyladır.

Yaşadığımız çağda her şey yeniden çevrim sürecinin içindedir. Tabiat, sanat, bilim ve bunun gibi her şey… Tabiat sevgisi, çevreyi koruma çabaları, kirliliğe karşı meydanlarda atılan nutuklar, sanki bütün kötülüklerin müsebbibi kendisi değilmiş gibi, insanoğlunun yaşanmış değerleri sunî olarak yeniden tüketme girişimidir. Sanat eserlerinin en kıymetlisinden en bayağısına kadar aynı ortamlarda sergilendiği, kıymetsiz olanın kıymetlisine bir zarar vermediği görülür. Nadir sanat eserlerinin kopyalanıp seri olarak üretilmesinde bir mahsur yoktur. Çünkü çevrimde sıra onlara gelmiş, tüketilme zamanı medya tarafından ayarlanmıştır.

Bilim için de aynı şey söz konusu olmaktadır. İnsanlar ilmî bir dergiyi okumak için aldıkları kanaatindedirler, fakat bir çoğu okunmadan kenarda bekler. Gaye, bir üst kültür seviyesinin paylaşıldığı topluluğa ait olma isteği ve gayretidir. Ortak kodları ve mesajları iletişim maksadıyla kullanabilme isteği, düşünmenin, bilgiyi kullanmanın üstündedir.

Medya, tüketicinin davranışlarını yönetir ve insanlara zevkleri hatırlatıp, bu zevklerin nasıl olması gerektiğini öğretir. Reklâmlar, bu konuda ciddî yatırımlar yapılarak geliştirilmekte, insanların eğlenerek ve hoşlanarak seyredeceği şekle sokulmaktadır. Hâlâ “annesinin televizyonunu, margarinini, elektrik süpürgesini kullananlar” dışlanmakta, yeni modeller sunulmaktadır. Alternatiflerin sunuluşu öyle kurnazcadır ki, “alayım mı?” sorusunu sormak aklımıza bile gelmez, “hangisini almayalım?” sorusunu, farkında bile olmadan kendimize sorduğumuzu görürüz.

Reklâmlarda hep “prezentabl” (eli yüzü düzgün, gösterişli) tipler kullanılarak model insan paradigmaları oluşturularak önemli insanların “A” ürününü seçtiği ihsas edilmektedir. Tüketici bu durumda nesnenin faydalılığı ile ilgili soruya değil, nesnenin ona toplumda kazandıracağı statü ile ilgili soruya cevap vermektedir.

Sembollerle kuşatılmış sanal bir dünyada gibiyiz. Mahremiyetin dönüşümünü yaşıyor, kendimize ait bir hayat süremiyoruz. Ferdiyetçiliğin zirvesine çıkma aşkıyla yaşadığımız yılların sonunda en tepeden uçuruma yuvarlanırken, bireyselleşmeyle mahremiyetin farkını çok geç görmenin acısını çekiyoruz. Ne “ben” olarak kalabiliyor ne “biz”e ulaşıyoruz. Başkaları tarafından kurgulanmış bir hayatın figüranlığını yapıp senaryomuzu “öteki”lere yazdırıyoruz. En kötüsü de bunun farkında olmamamız. Öyleyse yapılacak şey nedir? Baudrillard’ın sözleriyle noktalayalım:

“Sistemi başarısızlığa uğratabilen tek şey terörizmdir. Çekilen bir söylevin, ironik bir gülümsemeyle sıfırlanması, kölenin yadsınmayı yadsıyan o bir anlık tavrıyla efendisinin gücünü sıfırlayıp keyfini kaçırması gibi, terörizm de her şeyi tersine çevirdiği sırada, alttakinin bıraktığı izleri silerek onu sıfırlamaktadır… Düş gücünü harekete geçirebilen tek şey terörizmdir.”

Sinem Güdüm
* Bu yazının tamamı daha önce ecotopianetwork'te yayımlanmıştır.

25 Şubat 2015 Çarşamba

İstirham eden bir katil: Haydar Bey

Altay Öktem'in adını duymuş olan herhangi birinin ne kadar üretken olduğunu bilmemesine imkân yok. Sürekli üretir, yeni bir şeyler yapar, adının nereden karşınıza çıkacağı belli olmaz, fanzin dostudur. Aynı zamanda da doktordur kendisi.

Yakın zamanda kitabının çıktığını öğrenince o kadar heyecanlandım ki, okumakta kararsız kaldım ya hayal kırıklığına uğrarsam diye. Ama yine beni şaşırtmadı. Kitabı bir solukta okuduğumu söylersem abartmış olmam sanıyorum. 

“Bu kitapta anlatılanlardan dolayı hepinizden özür diliyorum. Ama unutmayın: Haydar Bey’in hayatına giren insanlardan biri, sizin anneniz, babanız, dedeniz ya da uzak bir akrabanız olabilir. Paniğe kapılmayın. Sakin olun ve ipuçlarını yakalamaya çalışın” diyor Altay Öktem kitabın kahramanı için. 

Peki kim bu Haydar Bey? Günlük hayatta karşılaşsanız, "ne kibar bir adam" diyeceğiniz, kendisi kadar ilginç bir kedi besleyen, takvim kâğıtlarından hayat hikâyesini inşa eden, bikini giymeyi çok seven, bazen sapık, genellikle de katil bir beyefendi kendisi. İşten çıkarılması ve sonrasında bu çıkarılma meselesinin halledilmesiyle başlıyor hikâyesi. Cinayeti hayatın doğal akışında sıradan bir eylemmiş gibi işleyen, polise ihbar edilmeyince hapse girmediği için değil, elindeki son cesedi parçalamak zorunda kalmadığı için sevinen soğukkanlı bir ruh hastası. 

Kitabı okurken çoğu yerde kahkahalarla güldüm, çoğu yeri midem kaldırmadığı için hızla okumaya çalıştım, zaman zaman gerildim, ama kitabı bitirdikten sonra bir süre üzerine düşündüğümde kitabın çok daha büyük bir derdi olduğunu fark ettim. Haydar Bey, özellikle son zamanlarda artan haberlerde gördüğümüz katiller gibi bir cani belki de. Ama "hasta bu adam, sorunlu" deyip geçemiyorsunuz. Altay Öktem bunu yapmanıza izin vermemek için ince ince dokumuş Haydar Bey'in geçmişini. Babasından gördüğü muamele, uğradığı taciz, şahit olduğu haksızlıklar. Yakın çevresinden başlayarak toplum itinayla bir katil yaratmış. Ama bunu o kadar bilindik, her gün duyduğumuz şekillerde yapmış ki, Haydar Bey için birini öldürmek önemsiz bir hale gelmiş. Sıradanlaşmış. Şimdi bizim toplumu düşünün. Ya da toplumu boş verin, ilk öldürülme haberi duyduğunuz anla birkaç gün içinde çok sayıda cinayeti bir anda duyduğunuz zamanki tepkilerinizi düşünün. Gittikçe sıradanlaşıyor. Gittikçe şaşırmıyoruz. Aynı derecede üzülüyoruz belki ama tepkimizin gücü gitgide azalıyor. İşte Haydar Bey, bu normalleşmenin bir katilde vücut bulmuş hali. 

Peki ya "O Adam"ın oğlu ne yapacak? Farklı bir hayat sürme ihtimali ne? Haydar Beylerin soyunun tükendiği bir an gelecek mi?

Ümran Kio

24 Şubat 2015 Salı

Aşksız meşk, meşksiz musiki olmaz

"Okumakla yazmakla olmaz tâ üstaddan görmeyince."
- Âşık Paşa

Fütüvvet, ahî teşkilatı ve esnaf dediğimiz zaman yalnız meslek erbaplarından ve onların ticari ilişkilerinden bahsetmiş olmayız. Ahîlik; esnafın gelişim göstermesini sağlayan kuru bir süreç değil; iyi ahlakın ve kardeşliğin fasılasız sürmesi için meydana gelmiş bir kültürdür. Fütüvvet, bu kültürün geçmişi ve dahi okuludur. Fetâ; yiğit, fütüvvet ise yiğitlik demektir. Günümüz mesleki gelişim kurslarına baktığımızda yiğitlik üzerine bir şey verilmediğini görürüz. Oysa fütüvvet teşkilatları önce yiğitliği, dürüstlüğü, paylaşmayı, kısacası kardeşliği kazandırır. Kime? Tüm meslek erbaplarına, zanaatkârlara ve dolayısıyla esnaf birliklerine. Esnaf, bu okul ve kültürle birlikte bir usta-çırak ilişkisi geliştirmiştir. Bu öyle bir ilişkidir ki sadece ticaretimizde değil; mahalle kültüründen musiki kültürümüze kadar çok geniş bir sahada asırlar boyunca aynı disiplinin sürmesini sağlamıştır. Musikimiz bu disiplinle öğretim aşamasını kurmuş ve intikal imkanı elde etmiştir. Usta-çırak ilişkisi, musikimizin tek ve vazgeçilmesi mümkün olmayan, vazgeçilmesi dahilinde değer kaybına uğratacak ve hatta unutulmasına sebep olacak bir ilişkidir. İşte Cem Behar'ın Klasik Türk Müziği üzerine yaptığı çok ciddi araştırmalardan biri olan "Aşk Olmayınca Meşk Olmaz: Geleneksel Osmanlı / Türk Müziğinde Öğretim ve İntikal", bu ilişkilerden yola çıkarak müziğimizin yegane öğretim tekniğine ışık tutuyor: meşk. Cumhuriyetin kuruluş yıllarına kadar musikimizde hâlâ bir öğretim tekniği olarak gücünü koruyan meşkten artık herkes bihaber. Bu kültürü devam ettiren kişi yahut kurumlar olmasa ayakta kalacak pek bir yanının kalmadığını da belirtmek gerekir.

Meşkte usta-çırak yahut hoca-öğrenci ilişkisi esastır. Bu yöntemle birlikte asırlar boyunca ses veya saz öğrenimi, eser dağarcığı gelişimi, eserlerin repertuarının kuşaktan kuşağa intikal etmesi, icra üsluplarının şekillenmesi sağlanmıştır. Klasik müziğimizin eğitim tekniğini merak ettiğimizde karşımıza meşkten başka bir şey çıkmaz. Birçok bestekarımız, hatıralarında ciddi biçimde bu konu üzerinde durmuştur ve kaybolmaması gerektiğini özellikle belirtmiştir. Meşkin neler sağladığını Behar kitabın önsözünde şöyle özetliyor:  "Bundan yetmiş seksen yıl öncesine kadar geleneksel Osmanlı/Türk musıkisinin öğretimi ve aktarımı bütünüyle meşk adı verilen yönteme dayanırdı. Hem ses veya saz öğrenimi hem de öğrencilerin bir eser dağarcığı edinmeleri, meşk etmekle gerçekleşirdi. Meşkederek müzik öğretmenin ve öğrenmenin basit bir araç, herhangi bir pedagojik yöntem olarak görülmesi eksik ve yanlış olur. Dört buçuk yüzyıllık Osmanlı/Türk musıki geleneğinde meşk sayısız müzisyen kuşakları tarafından bir öğretim yöntemi olarak benimsenmekle kalmamış, aynı zamanda ses ve saz eserleri repertuarının da yüzyıllar boyu kuşaktan kuşağa intikalini sağlamıştır. Bu iki işlevi birbirinden ayırmak imkânsızdır. Meşk bir yandan ses ve çalgı öğretimini ve icra üslûplarını şekillendirmiş, bir yandan da eser repertuarının nesiller boyu aktarımını ve zamanla yenilenip değişmesini sağlamıştır."

Yazar; meşkin sade bir eğitim tekniği olmadığını, toplumun değerlerini ve esaslarını da yönlendirdiğini de açıklıyor. Bu hususta kitapta çok önemli kaynaklardan alıntılar mevcut. Giriş niyetine yine Behar'ın önsözünden aktarıyorum: "Meşkederek müzik öğrenmenin etkisi bununla da kalmamıştır. Geleneksel musıki meşki ve doğurduğu ilişkiler, birçoğu bugün dahi geçerliliğini koruyan bazı temel ahlâki ve estetik değer yargılarının taşıyıcısı olmuştur. Meşk zincirlerinin devamlılığı sayesinde de bu yargılar Türk müziği dünyasına iyice yerleşmiş, bu dünyanın yazılmamış fütüvvetnamesi, anayasası olmuştur. Meşk aslında bütün bir müzik geleneğinin ortak zemini haline gelmiş, kuşakları, bestecileri, icracıları ve icra üslûplarını bir arada tutan ortak bir aidiyet duygusu oluşturmuş, yani bu sanat alanının tümü için hem estetik hem toplumsal bir harç görevini yerine getirmiştir. Bu bakımdan da gereği gibi incelenmesi ve yerli yerine oturtulması Osmanlı’nın kültür tarihi açısından da büyük önem taşır."

Yusuf bin Nizameddin, Edvâr adlı eserinde "Ameli oldur kim bir kâmil üstadın hizmetine varasın şöyle kim kendi okumuştur ve bilmiştir ve işitmiş ve öğrenmiştir. Sana dahi talim ede ve göstere tâ sen dahi üstâd olasın" diyerek meşkin ehemmiyetini intikal boyutunda açıklar. Giovanni Batista Donado; Türk müzik literatürünü derinlemesine anlattığı eseri Della Letteratura De' Turchi'de "Müziği sadece sözlü gelenek olarak bilirler ve sonrakilerin hâfızalarına naklederler" diyerek meşkin ne kadar kuvvetli bir teknik olduğunu vurgular. Hafıza Türklerin musiki eğitimlerinde büyük bir yere sahiptir. Bunu Ignace Mouradgea d'Ohsson, yirmi iki yıllık çalışmasının karşılığı olan Tableau general de l’Empire Ottoman'da "Okudukları ve çaldıkları tüm müzik eserlerini hep hâfızalarına dayanarak bestelerler, ezberden icra ederler ve onları dostlarına veya diğer musıkişinaslara uzun tekrarlar ve alıştırmalar yaparak öğretirler" diyerek harikulade biçimde özetler.

Canan Canbulat ile yaptığı söyleşide, meşkin hiçbir zaman önemini kaybetmeyeceğini yaşayan efsanemiz Alâeddin Yavaşça şöyle özetlemiştir: "Şimdi konservatuarlar belli bir müfredatı olan, yeni düzen içindeki okullardır. Fakat böyle bir düzen meşki reddetmez. Dışarıdan misâl vereyim. Oistrakh'ın talebesi onun gibi keman çalar. Yani meşk büyün dünya için geçerlidir.". Nitekim büyük mevlevî musikişinaslarımızdan kudümzen Sadettin Heper"Eskiden "fem-i muhsin" dediğimiz, iyi ağızdan öğrenme çabası vardı. Oturur, diz döğe döğe o eserleri meşkederdik." derken, Münir Nurettin Selçuk da ona katılırcasına "Musikimizi layıkıyla terennüm etmek için sâhib-i ehliyet bir ağızdan incelikleriyle meşk ve talim etmek lâzımdır." demiştir.

Cem Behar'ın kitabından okuyunca okuyucu görecektir ki -üzerindeki elbise parçalanıncaya kadar- dizlerini döve döve meşk eden, ritim tutan talebeler ileride birer efsane olacaktır. Yılmadan, sabırla ve en önemlisi de tutkuyla süregelen bu eğitim tekniğini öğrenmek bile kişinin ufkunu açıyor. Klâsik müziğimizin üslûb anlamında en önemli temsilcilerinden biri olan merhum Bekir Sıdkı Sezgin "Türk musikisi kitaptan öğrenilmez" der. Çünkü musikimiz usta-çırak ilişkisine dayanır. Yine üstad Alâeddin Yavaşça'ya dönecek olursak: "Musıki heyecanının, aşkının, hevesinin ve üstün duygularının ve nihayet makbul bir tavrın anahtarı ancak ustadan çırağa tevdi edilir. Başka yol musıki değil, vasıflı veya vasıfsız işçiliktir."

Yakın zaman önce kaybettiğimiz Müzeyyen Senar da 1938-39 yıllarında dönemin okulu sayılan Ankara Radyosu'nda aynı eğitimi görmüştür ve yarım asır sonra bu günlerini şöyle dile getirir: "Bu tip eğitimde çok kere her öğrencinin önüne nota kâğıdı konulduğu ve onun üzerinden çalışıldığı zannedilir. Halbuki öyle değildir. Yani bir şarkı öğreneceğimiz zaman nota hocamızın önünde dururdu. Şarkıyı önce o okur, sonra mısra mısra biz usûl vurarak öğrenmeye başlardık."

Kitaptan son alıntıyı, meşakkat çekmeden musıki öğrenmek isteyen tâliblere (öğrenci) karşı bir tepki örneğiyle yapmak isterim, Tophaneli Sabri Bey (1846-1914) hakkında nakledilmiş: Fener Patrikhanesi'nin bazı mugannilleri, Sabri Bey'den Zaharya'nın bir bestesini geçmek istemişler. Besteyi öğrenecek olan bu Ortodoks kilisenin mugannilerinin, ceplerinden kâğıt kalem çıkararak öğrenecekleri eseri notaya almaya hazırlandıkları gören Sabri Bey, derhal onlara eseri geçmekten vazgeçer ve şöyle der: "Diz döveceksiniz efendiler. Diz dövmedikçe bu iş olmaz, ben de size besteyi geçemem."

Görüldüğü üzere meşkin kökünde aşk yatıyor. Aşk olmadan meşk olmuyor. Dolayısıyla da meşk olmadan musiki de olmuyor, eksik kalıyor, gönlü kırık oluyor. Kırık gönül hafızayı da yıkıp geçiyor, unutuluyor. Müziğimizin kıymetini bilmemiz gerekiyor. Aşk ile meşk ola!

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

19 Şubat 2015 Perşembe

Geçmişin ve geleceğin reddedildiği topraklar

Fransız felsefeci ve toplumbilimci Jean Baudrillard, Amerika (Amérique) adlı eserini 1986 yılında kaleme alınmıştır. Post modernist bir yaklaşımla kültürleri ele alan Baudrillard, bu eserinde Amerika’yı kıta genelinde değil, Amerika Birleşik Devletleri özelinde incelemeler yapmıştır. Fransızca’dan Türkçe’ye Yaşar Avunç tarafından çevrilmiştir.

Kitabın içindeki bölümler Amerika’nın farklı yerlerine seyahat eden Baudrillard’ın fikirsel yansımalarını aktarması üzerine şekillendirilmiştir. Her bölüm öncesi, o bölümün coğrafyasına ait bir fotoğraf kullanmıştır.

İlk bölüm, yazarı çok etkileyen çölde sonsuzluk hissi veren geniş düzlüklerin konu edildiği Vanishing Point’tir. Yazar burada ilk adımda esere özgünlüğünü kazandıran boyunu izah ediyor. Amerikan kültürünün izlerini filmlerden ya da turistlerin ziyaretine açılmış, bu amaçla yaratılmış ya da yeniden düzenlenmiş yerlerde aramıyor. yazara göre bu alanlar, insanları gerçekten uzaklaştırma illüzyonunu yaratması için tasarlanmış alanlardır. Bunun yerine Baudrillard, kültürü doğal ortamlarda aramaya çalışıyor. Arabasıyla yalnız ilerlediği çöllerde hissettiği sonsuzluktan bahsediyor. Bu his, doğadan çıktığı için kültüre dair fikir verebilir. Bu coğrafya, yani Las Vegas, bir yerde kapitalist çemberlerde üçüncü türden ilişkiler sunarken diğer yandan geniş çöllerde şaşırtıcı şekilde bellek yitimine yol açıyor. O kadar ki birkaç nesil önce ataları Amerikalılar tarafından katledilen Meksikalılar, bugüne gelindiğinde Amerika’yı övmektedirler.

Kitabın ikinci bölümünde Baudrillard, Amerika’nın kalbinin attığı New York’a uzanıyor. New York’u ilk olarak dışsallığıyla ele alıyor. Onun gözünden gökdelenler adeta antik çağlardaki dikilitaşlar gibi yükseliyor. bu bağlamda, New York’u Atina-İskenderiye-Persepolis’in halefi olarak aday gösteriyor ve dünya medeniyetlerinin merkezi olarak tanımlıyor. Avrupalılar karakteristik özellikleri gereği meselelerin üzerinde derin düşünür, büyük sözler ederler. Amerika’da bu derinlik yoktur fakat New York’u ve Los Angeles'ı dünyanın merkezine koyan bu meselelerin hayata geçtiği yer olmalıdır. Fikirlerin hayata geçtiği, hayatın sokağa döküldüğü bir yerdir burası.

İkinci bölümde, yazar Amerika değerlendirmelerinde Avrupa karşılaştırılması yanılgısına düşüldüğünü belirtiyor. Amerikalıların yalnızca Amerikalı olmalarını istiyor diyerek ekliyor: Avrupa yalnızca yasını tuttuğumuz eğretilemenin yok olmasının sevinci. Buradaki bakışıyla Baudrillard, ikisi arasında bir hiyerarşi ilişkisi kurulmasından ziyade, ikisinin ayrı değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyor. Amerika’daki herkes gülümsüyor fakat bu gülümseme kitabın yazıldığı dönemde ABD Başkanı Ronald Reagan’ın yüzündeki gülümseme kadar sahte. Sanki gülümsemek zorunda oldukları için gülüyorlar ve her yerde yalnızlık var.

Son üç bölümde yazar, özellikle kendi gözlemleri üzerinden türettiği kültürel çözümlemelere yer vermektedir. Amerika’da herkesi mutsuz ve yalnız olduğunu sıkça yineler. Sokakta jogging yapan insanlar bile kendi kıyametlerini çağırmak için kendi kendilerini tüketmek için koşarlar. Kendi kıyametlerinin öncülleridir. Amerika’da her şey boldur ama diğer yandan her yerde her şeyin biriktirilmesi salıverilir. İnsanlar uyarı tabelalarına göre hareket ediyorlar. Sanki özgürlük ülkesindeymiş gibiler ama köşe bucakta tabelalar ve yasal uyarılar var. Bu uyarıları göz ardı ederek yaşamak imkansız. Yaşamak için her şey sizden önce düşünülmüş.

Amerika’da gerçek çok uzakta. Ne geçmiş ne de geleceği olan bu yer her şeyin merkezinde duruyor. Disneyland’ın tek amacı Amerikalılara, "Amerika’nın tamamı Disneyland gibidir" yanılgısını yaratmak içindir. Amerika’nın gücü ütopik yaşamın gerçek olabileceği hissini yaratmakta yatar. Amerika tarihi inkar eden, hatta yok sayan bir medeniyet inşa etmiştir. İnsanları tam da bugünü yaşıyorlar bu yüzden.

Jean Baudrillard, Amerika adlı bu eserinde iki önemli katkı yapıyor. İlki, kültür eleştirilerini şehrin tanınmış mekanlarında değil, geniş alanlara yayılmış coğrafik özelliklerin üzerinden yapıyor. Doğayı dönüştüren insan kültürü de yaratmış oluyor. Amerika’nın geniş düzlükleri ve insanların yoğun olarak yaşadıkları yerlerde yükselen gökdelenler sonsuzluk hissiyle bütünleşen şimdinin yaşanmasını sağlıyor. Bu uygarlık sanki Atina'dan başlayan antik ruhun günümüzdeki merkezi gibidir. İkinci önemli katkı ise, Baudrillard'ın Avrupalı bir düşünür olmasına rağmen klasik Amerika-Avrupa karşılaştırması yapmaktan itinayla uzak durma çabasıdır. Kitabın genelinde her iki medeniyeti ve kültürü geniş yüreklilikle eleştirir. Amerikalıların günlük ritüelleri birbirine benzer, sahte ve yönlendirilmiştir. Zaman algısı hep bugüne odaklıdır çünkü hem geçmiş hem de gelecek bu topraklarda reddedilmiştir.

dengesizduzenbaz
eksisozluk.com/biri/dengesizduzenbaz

18 Şubat 2015 Çarşamba

Çanakkale ruhunu hatırlamak için bir çağrı kitabı

"Çanakkale 'de başarılı olamadık. Nasıl başarılı olurduk ki? Zira Türkler yuvasına girilmiş aslanların hiddetiyle, cüret ve cesaret kahramanlığı ile savaşıyorlardı. Böyle bir millet görmedim."
- Julian Corbett (İngiliz Deniz Tarihçisi)

"Türklerden başka dini ve vatanı uğruna canını vermeye hazır asker yoktur."
- Ian Hamilton (Çanakkale Müttefik Ordu Komutanı)

Türk tarihinin "geri çekilme" hezimetlerinin en büyüğü şüphesiz ki Balkan Harbi'dir. Tarih boyunca gerek batıya gerek doğuya karşı üstünlüğünü her muharebede göstermiş olan Türk ordusu, Balkan Harbi'nde yaşadıklarından epey ders çıkarmıştır. Bu derslerden biri de muharebe sahasını terk etmemek, terk etme durumunda ise birlik halinde hareket etmektir. Çanakkale'de bu dersi iyi idrak etmiş olan Ezineli Yahya Çavuş, savunduğu tepeye yerleşmeden evvel erlerini şöyle uyarmıştır: "Kardeşlerim, Balkan Savaşları'nda düşmana yüz geri ettik, başımıza neler geldi. Az daha aziz İstanbul'u kaybediyorduk. Sakın ha kaçmayın, düşman yüz geri etmeyin! İlk davrananın vururum. Eğer benim de kalbime korku girecek, ben de kaçacak olursam bana da acımadan vurun! Kaçan kahpedir!"

Ezineli Yahya Çavuş erlerine bir kurşunla iki kişi vurmayı öğütlemiştir. Malum, cephane azdır. Savunduğu Gözcübaba tepesinden ateş kesildiğinde İngiliz General Hunter Weston, bu tepeyi 36 saattir kaç bin Türk askerinin koruduğunu merak ederek soluğu orada alır. Gördüklerine inanamaz. 20.000 İngiliz askerine karşı koyan Türklerin sayısının şehit olanlara bakarak 55-60'ı geçmeyeceğini düşünür. Doğrusu 64 kişidir; 61'i şehit olmuştur, 2 asker ise yaralı çavuşlarını siper gerisine taşımıştır. Lakin Yahya bu, şehit olamadığı için üzülür ve birkaç gün sonra duaları kabul olur. 26 Nisan 1915'te göğüs göğüse bir vuruşmada yanındaki iki cesur erle birlikte şehadet şerbetini içer. Şair Vali Namık Sevik'in 1962 yılında yazdığı Ezineli Yahya Çavuş şiirinin son iki dizesini buraya almak isterim: "Düşman, tümen sanırdı bu şaheser erleri / Allah'ı arzu ettiler, akşama kavuştular."

Ezine'de doğan ve bilhassa Çanakkale üzerine yaptığı araştırmalarla tanıdığımız Halil Ersin Avcı'nın kitabında; Mustafa Kemal Paşa'nın gazeteci Ruşen Eşref'e anlattıkları, İngiliz denizaltısı batıran Sultanhisar torpidobotunu süvarisi, Hasan-Mevsuf tabyası, yine Ruşen Eşref'in Çanakkale gazileriyle yaptığı mülakatlar, Yüzbaşı Emin Ali Bey'in anıları, Şemsi Nene, Mücahide Hatice Hanım ve Çanakkale savaşlarıyla Türk askerleri hakkında yabancıların görüşleri gibi daha nice konu yer alıyor. Konulardan biri de elbette kahramanlarımızdan Seyit Onbaşı. Onun 215 kiloluk mermiyi sırtladığı ânı yanındaki arkadaşı Niğdeli Ali şöyle özetlemiş: "Kemikleri çatırdıyordu.". Bir de Askerî Doktor Salih Dörtbudak; Çanakkale'de oğlunu bırakıp yaralı askerle ilgilenen bir doktoru anlatırken şöyle demiş: "Bu vatanı nasıl sevmişler?".

Kitabın son sayfalarında ise Çanakkale'den fotoğraflar mevcut. Bazen yürek burkan, bazen coşturan. Yazıların, anıların, hatıraların, mülakatların tek bir mes'uliyeti yüklendiğini okuyucu fark edecektir. O da kitabın adında gizli: Çanakkale Ruhu. Bu ruha sahip olmak için iki şey şarttır: Vatan sevgisi ve iman. Bu ikisine sahip olmayanın ne Çanakkale'yi hatırlaması ne de anlaması mümkündür. Türk ordusunun, Çanakkale'deki savunma zaferini Darülfünûn müderrisi İsmail Hakkı, 22 Şubat 1918'deki yazısında şöyle özetlemiştir: "Çanakkale müdafaası yapılmış, kazanılmıştır. Lâkin vazife yalnız askerler ve kumandanlar için bitmiştir. Bizim için bitmemiştir, başlamamıştır bile. Herkes bilsin ki bahr-i sefid [Akdeniz] mezarına kanlarını akıtanlar ölmek için ölmediler. Hep bu tarih, bu namus ve fazilet tarihi için öldüler. Onların kan borcunu ödemek lazım... Şairler destanlarını yapsınlar, ressamlar levhalarını çizsinler, heykeltıraşlar timsâllerini yaratsınlar, muharrirler hikâyelerini yazsınlar, sağ kalanları rahmet okusunlar..."

Henüz Çanakkale üzerine ne ciddi bir filmimiz var, ne de ciltlerce kitabımız. Tarihçilerimiz hâlâ kaynaklara inmek için zamanın müttefik kuvvetlerinin arşivlerine ihtiyaç duyuyor. Burası elbette doğal lakin bu savaş, bizim sınırlarımızda vuku buldu. Bizim topraklarımızda cereyan etti. Her şey burada oldu. Bütün dünyanın şahit olduğu Çanakkale, üzerinden 100 değil 1000 yıl geçse de bizi o ruha, birlik ve beraberliğe çağırıyor. Bu çağrıyı siyasilerin söylediği "birlik ve beraberliğimize ihtiyacımız olan günler" şeklinde düşünmek, bizi daha uzun süre ruhsuz bırakacaktır. Halil Ersin Avcı'nın bu kitabı, işte bu yüzden bir çağrı kitabı. Çanakkale'ye, oranın ruhuna doğru bir çağrı. Türklüğe bir çağrı.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler