13 Mart 2015 Cuma

Yokluğu merak edenlere

"Bir Sabah Uyandığımda Yoktum", 1984 doğumlu editör Işıl Kocaoğlan’ın ilk romanı. İletişim Yayınları tarafından basımı yapılan kitap bol soru işaretli, bol merak duygusu yüklü ve bol felsefi bir metin. ‘Yokluk’, ‘Döngü’ ve ‘Hayat’ adlı üç ana başlıktan oluşan Kocaoğlan’ın kitabı Hakan Bıçakçı’nın ‘Doğa Tarihi’ ve Gayle Forman’ın 'Eğer Yaşarsam’ isimli romanlarını çağrıştırıyor. Benzer bir olaydan yola çıkmasına rağmen Kocaoğlan’ın metnini Bıçakçı ve Forman’ınkilerden farklı kılan taraf karakterinin ‘Erkek’ ve ‘İsimsiz’ olması. Üstelik hiç var olmaması. 36 yaşında lüks sayılabilecek bir hayat süren, prestijli bir şirketin yönetim kadrosunda çalışan kitabın ana karakterinin, tizlikle döşenmiş evinde uyandığı sabahlardan birinde fiziksel olarak yok olduğunu fark etmesiyle başlıyor hikaye…

"O kadar yoktum ki, içeride eşyalardan başka hiçbir şeyin bulunmadığına dair ben bile bahse girebilirdim."

Sadece bir bilinçten ibaret olduğunu anladığında büyük bir dehşete kapılarak yavaş yavaş varlığını aramaya koyulan ‘ben bileleri’ bol bu egoist adamın debdebeli yolculuğunun novellası aslında Bir Sabah Uyandığımda Yoktum, akıp giden metropol hayatı içerisinde esen rüzgara kaptırdıklarımızı bize daha önceden başarılı bir şekilde ‘kadın’ imgesiyle gösteren Hakan Bıçakçı ve Gayle Forman’ın aksine merkezine erkeği alan bu öyküde tersten giden bir anlatım tekniği söz konusu. Bıçakçı ve Forman’ın karakterleri kanlı canlı yola koyulup yolun sonunda yok olurken Kocaoğlan’ın karakteri başından sonuna dek süren bir yokluğun ana malzemesi olarak konumlandırılıyor.

Işıl Kocaoğlan; iş hayatının, modern kentin gürültülü yaşantı biçiminin ve yapay insan ilişkilerinin aslında özünde çok değerli hazineler barındıran bir bireyi nasıl koflaştırdığını acımasızca gözler önüne seriyor. Anlam kaybedildikçe mi yok olunur, yoksa kazanıldıkça mı? Sorularını statüler ve statü göstergesi nesneler üzerinden sorgulatmayı amaçlayan yazar, karakterin hangi nedenlerden bir yokadama dönüştüğü probleminin çözümünü ise tamamen okuruna bırakıyor.‘Peki bir insan nasıl olur da ortada hiçbir neden yokken salt bir bilince dönüşebilir?’ diye kendisine soran karakterini ise adeta tokat yağmuruna tutuyor.

Bu noktada yazarın kendi yaşam pratikleri ve deneyimleriyle de bir hesaplaşmaya girdiği dikkat çekiyor. Hikaye boyunca yok adamın var olma mücadelesinde karşısına çıkan gizemli kadın aslında yazarın kendisinden başkası değil. Yazar hayatı boyunca kabul etmek istemediği bir oyunu belirli bir bilinç düzeyine ulaşmayı başaramamış eğitimli ve yetişkin bir adama bilinç kazandırmaya çalışarak oynuyor.

Kocaoğlan’ın karakteri o denli maddeci ve düz bir karakter olarak aktarılıyor ki fiziksel yokluğunu kabul etmeyi başardığında ilk düşündüğü şeyler işi, bir daha nasıl cinsel ilişkiye girebileceği, statüsü ve eşyaları oluyor.

"Yok olduğumu fark etmemin üzerinden geçen o kısacık idrak anı sona erdiğinde kendimi yaşadığım durumun ciddiyetiyle çelişir biçimde bundan sonra nasıl sevişeceğimi düşünürken buldum. Peki ya gerçekse? Gerçekten geçici ya da hatta kalıcı bir şekilde yok olduysam? O zaman ne olacak? İşim ne olacak?"

Tıpkı Hakan Bıçakçı gibi Işıl Kocaoğlan da hikayenin akışı esnasında genel anlatımı kesip bol bol toplumsal özeleştiri pasajlarına yer veriyor. Okumak, büyümek, evlenmek, iş sahibi, aile sahibi olmak, para kazanmak, para harcamak, tatiller, satın almak. Kapitalist sistem ve tüketim kültürünün katedralleştirdiği alışılagelmiş düzene de bıçak saplıyor yazar. Derin kesikleri ve kan kaybını umursamayan bir karakterin küçük bir çizikten bile incinir hale gelişini çözümlüyor. Yer yer yokadam konuşuyor yer yer Işıl Kocaoğlan. Yokadamın konuşmalarından belki de kitabın meselesini en güzel özetleyenlerinden birisi ise hikayenin başında yokluğunun katlanılmaz olacağına inanırken hikayenin sonunda gelip geçiciliğinin farkındalığına ulaştığında sarf ettiği şu sözler;

‘İşte bu kadar basitti. Birkaç gün ortadan yok olurdun, onlar da seni sonsuzluğa gönderirlerdi. Aksini düşündüğüm için gerçek bir ahmak olmalıydım. Ölmek için doğuyor, arada geçen yıllar boyunca bunu unutmaya çalışarak yaşıyordu herkes.’

Yazar aynı zamanda karakterin duygusal kimliğini de analiz ediyor. Suzi isminde bir kadına olan zaafının yok olmadan önce sadece bir heves olduğuna kendini inandırmaya çalışan, günlük rutini içerisinde aşka yer ayırmaktan, bağlanmaktan kaçınan ana karakter yok oluşunun ardından Suzi’nin onun için önemini de deneyimleme şansı elde ediyor. Bu sayede yazar duygusal ilişkilerin toplumsal hegemonya içinde nasıl eriyip gittiğini yokadamın düşüncelerinden aktarıyor okuruna.

Bir Sabah Uyandığımda Yoktum’un Gayle Forman’ın Eğer Yaşarsam’ıyla olan dikkat çekici benzerliğine değinilecek olduğunda ise, iki kitapta da karakterlerin çözümü imkansız gibi görünen bir ‘belirsizlik ve anlamsızlık’ yumağı içerisinde yaşadıkları sıkışmışlık hissi söz konusu. Ancak Forman’da merkezi çekim kuvveti ölüm ve yaşamken Kocaoğlan’da ise yokluk, toplumun dayattığı genel geçer düzenin yok ettiği birey kimliği, özerk olarak var olabilmenin getirdiği dayanılmaz ağırlığın çöküşü halinde meydana gelebilecekler ve sonuç olarak yitim.

"Nasıl oluyor da geçmiş aynı anda hem bir dakika öncesi kadar yakın, hem de bir asır kadar uzak gelebiliyordu? Evet, zaman yoktu artık. Geçmişin ya da geleceğin bir önemi yoktu. Artık şimdi bile yoktu. Günler, geceler, saatler ya da aylar önemsizdi. Hiçbiri bana ait değildi. Buna nasıl devam edeceğimi bilmiyordum. Devam edip edemeyeceğimi, bunu isteyip istemediğimi. Yorulmuştum. Düşünmekten, sorgulamaktan, anlamlar aramaktan, her şeyi en ince detayına kadar irdelemekten."

Hikayenin son kısmında karakterin maruz kaldığı yokluğu kabullendiğini ancak varlığı sırasında sorgulamaya, düşünmeye ve durmaya zaman ayırmadığı için bu kabullenişe karşı hissettiği karamsar tutum okuyucuya aktarılıyor. Şaşırtıcı sonları seven okuru fazlasıyla tatmin edeceğine inandığım Bir Sabah Uyandığımda Yoktum, ne yaparsak yapalım topluma karıştığımız ve düzenin işleyişine dahil olduğumuz an yok olmaya mahkum olduğumuz anlatan felsefeyle sağaltılmış bir roman… Kendi yokluğuna dair kafa yormak isteyenlere…

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

11 Mart 2015 Çarşamba

Enver Paşa'yı torunu anlatıyor

"Hoş gelişler ola, kahraman Enver Paşa
Bir emir ver orduna, Kafkas Dağı'nı aşa
Askerin, milletin, bayrağınla çok yaşa
Arş arş arş ileri ileri, dönmez geri, Türk'ün askeri."

(Özbek Şairi Çolpan'ın Enver Paşa'nın ölümü üzerine yazdığı şiirdir. Sözleri nedendir bilinmez, sonradan değiştirilmiştir.)


En baştan söylemek isterim ki bu kitabı önerme sebebim bir şahsiyeti övmek ya da yermek değil; bilhassa tarih tutkunlarını anı, belge, fotoğraf yakalamaya doğru meraklandırmak. Sosyal medya denen kirli ve çöp dolu ortamda maalesef yanlış anlaşılmaktan daha kolayı yok. Bir şairin dizesini paylaşıp bir anda o şairin fikirdaşı gibi anılabilirsiniz. Şimdi Enver Paşa'ya dair bu kitabı paylaşınca acaba ben de İttihatçı mı olacağım? Sevgili okuyucu, bu kirli ortamda çevrilen dolaplar umurumda değil. Ben bir kitabın içinde sizin merakınıza dair bir şeyler olacağını düşünürsem hakkında iki kelam eder geçerim. Lokmân suresinin 23. ayetinde Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Allah, sinelerde olanı en iyi bilendir." (İmam İskender Ali Mihr meâli.)

Söyleşi, röportaj; ne denirse densin bu tip kitapların hem hızlı okunabilir olması hem de kronolojik bir süreçte ilerlemesi okuyucuya hem keyif verir hem de diğer tarih kitaplarında görmediği notlarla karşılaştırır. Sadece tarihi şahsiyetlerin değil; meçhul subayların, şairlerin ve musikişinasların anıları da mutlaka okunması gerekir. İçlerinden en çok musikişinaslarda ve şairlerde şifa bulduğumu, kendi nazarımda söyleyebilirim. Lakin tarih bu, içinde devadan çok dert var. Enver Paşa da, tarihimizin dertli şahsiyetlerinden, komutanlarından biri. Önce ailesiyle ilgili kısa bir anekdotla başlamak isterim. Fatih Bayhan soruyor, paşanın torunu Osman Mayatepek cevaplıyor.

"Enver Paşa'nın kızı yani anneniz Türkân Hanım nasıl bir insandı?
Zayıf insanları koruyan, çok alçakgönüllüydü fakat kendini hiçbir zaman ezdirmezdi. Annem bir aralık TRT'de çalışmıştı... Bir gün dönemin TRT genel müdürü odaya giriyor, annem o zaman dalmış işini yapıyor, hiç farkında bile değil. Adam, "Kızım, sen benim kim olduğumu biliyor musun? Ben genel müdürüm niye ayağa kalkmadın?" diyor. Annemin cevabı kısa ve net, "Şu anda işim var onun için ayağa kalkmadım, çalışıyorum. İkincisi ben sizin kızınız değilim. Lütfen, kızım diye değil hanımefendi diye hitap ediniz" diyor. Adam şaşırıyor, odasından çıkıyor, birine soruyor, "Kimdir bu hanımefendi?". Diyorlar ki, "Efendim bu Enver Paşa'nın kızıdır.". Arkadan birisi atlıyor, "Yok yok Enver Paşa'nın ta kendisidir". Ondan sonra genel müdür saygı duyuyor, içeri girerek özür diliyor."

Enver Paşa'nın oğlu Ali Enver'in de başına pek iyi şeyler gelmemiş. Hava Harp Okulu'nda çok başarılı ve hatta kurmay sınavını dereceyle geçmiş bir öğrenciyken "Enver Paşa'nın oğludur, belki başımıza bir dert olur" diye terfi etmemişler. Hatta eski hava kuvvetleri komutanı Muhsin Batur Paşa, Ali Enver'in cenaze töreninden sonra Osman Mayatepek'e "Biz büyük bir hata, hatta cinayet işledik. Bu çocuk hava kuvvetleri komutanı olması lazımken şu anda böyle trajik bir şekilde öldü" dedi.

Enver Paşa'nın kendi hayatı da ve anlayacağınız üzere aile efradının hayatı da son derece zorlu geçmiş. Eşi Naciye Sultan'a yazdığı mektuplara bakınca -ki bu mektupların tamamı yayımlanmak üzere Murat Bardakçı'dadır- aslında romantik, sevgi dolu, evlatlarına ve eşine düşkün bir aile babası görürüz. Fakat bunlardan da öte bir vatan sevgisi vardır kelamında. Naciye Sultan Berlin'deyken kendisi Orta Asya Türklerini sömürgeci İngilizlere karşı bir arada tutmak ve emperyalist güçlerden kollamak adına çalışmalar yaparken, yazdığı mektuplarda ne kadar evlat özlemi varsa, o kadar vatan özlemi de vardır. Birçok kez Mustafa Kemal Paşa'ya geri dönmek istediğini, kendine bağlı askerlerle istiklâl mücadelesi vermek istediğini söylemiş lâkin Mustafa Kemal Paşa'nın cevapsız yahut olumsuz mektupları sonrasında bu kararından vazgeçmek zorunda kalmıştır. Bir mektubunda, bu tahammülün de bir sonu olduğunu şöyle dile getirmiştir:

"...Mamafih şimdilik Moskova'da bulunarak hariçten yine memlekete yardım etmeye devam ettiğimizden gelmiyoruz. Fakat bunu da itiraf etmemiz lâzım gelir ki, hiçbir sebeb-i kanunide olmayarak memleket haricine nef'i şeklindeki arzunuza ilelebet tahammül bize pek ağır ve sefilâne gelir. Mamafih vatan için buna da şimdilik katlanıyoruz. Binaenaleyh hariçte kalmanın maksad-ı umuminiz olan başta Türkiye olmak üzere kurtarmaya çalıştığımız İslâm âlemi için faydasız ve belki de tehlikeli olduğunu hissettiğimiz anda memlekete geleceğiz."

Sarıkamış'ta olanlar sebebiyle Enver Paşa hakkında yazılanlara belgelerle birlikte zamanında merhum Nevzat Kösoğlu, "Şehit Enver Paşa" adlı hacimli eseriyle cevap vermeye çalışmıştı. Osman Mayapetek de sık sık bu kitaba atıfta bulunuyor. Edirne'yi fırsattan istifade ederek yeniden alan, Resneli Niyazi Bey ile dağa çıkıp II. Meşrutiyet'in ilanını sağlayarak  "Hürriyet Kahramanı" olarak anılan, Trablusgarp'ta yerli halkı teşkilatlandırarak cepheyi İtalyanlara cehennem eden, Çanakkale'de bana imanıyla savaşacak adam lâzım diye düşünerek orduya bol bol yeni subay takviyesi yapan Enver Paşa'dır. Ancak tarih hataları affetmez. Bab-ı Âli baskını, Balkan Harbi'ndeki facialar, tehcir kanunu, Sarıkamış, Almanlarla ittifak ve ne yalan söyleyeyim "Enveriye yazısı" denen alfabe tuhaflığı da derken Enver Paşa hain ilan edildi. Benim hâlâ anlayamadığım tek şey, okur yazar oranı artar diye düşünülerek "icat edilen" bu son bahsettiğim alfabe olayıdır. Türk'ün eski(mez) yazısı üzerinde yapılan her tür şey beni rahatsız etmiştir tarih okumalarımda. Her Türk'ü de eder, etmelidir.

3 Ağustos 1996'da Enver Paşa'nın naaşı, Tacikistan'ın başkenti Duşanbe'ye 200 km uzaklıktaki Belçivan'dan İstanbul'a getirilebildi. Şehit oluşundan 74 yıl sonra. Şişli'deki Abide-i Hürriyet Tepesi'ne defnedildikten sonra orada metruk bir hâlde bırakıldı. Tinercisi, ayyaşı, serserisi mezarın çevresini yıllarca leş gibi bıraktı, kimse de ilgilenmedi. Bir sözüm ona tarihçi, Abide-i Hürriyet Tepesi'nin karşısına dikilen Adalet Sarayı'nı bile "ilahi adalet" olarak nitelendirdi. Anlayacağınız o ki tarihçilerimiz çok kolay hain ilân eder, okuyucu da her dolmayı yer. Kendisi hakkında önemli yorumlardan biri Yusuf Gedikli'ye aittir: "Enver Paşa devrinin gereği milliyetçi, dindar ve mason olmayan nadir şahsiyetlerden biriydi. Böyle olması tabii ki batıcı kamuoyu ve basında destek görmemesine sebep olmuştur. Son yıllarda Sarıkamış’ın sürekli gündeme getirilmesinin bir sebebi de budur. Niçin hiç kimse çöllerde şehit olan binlerce Türk gencini anmıyor? Ön yargıları kırmak için en tesirli yol, objektif, tarafsız eserler yazmaktır."

40 yıl süren hayatına çok şey sığdıran ve "Tarih şahittir ki, Türk askerinden şanlı, Türk askerinden fedakar hiçbir asker yoktur" diyen Enver Paşa, idealizminden zerre kadar taviz vermeden yaşamıştır. Neticede bir Kurban Bayramı sabahı (4 Ağustos 1922) Belçivan yakınlarında Agop Melkovian komutasındaki Bolşeviklere karşı yaptığı bir çarpışmada mitralyözün üzerine atını yalın kılıç sürerken şehit düşmüş, Çeğen köyüne gömülmüş ve uzun süre bu köyün efradınca yeri "zarar gelmesin" diye saklanmıştır. Kitabın sonunda bu konuya dair ilginç bilgiler ve bol fotoğraf da mevcuttur.

Enver Paşa'ya karşı ilgisi olan (her ilgi, sevgi değildir) tarih okurları için bu kitap, bir paşayı belge biriktirmeyi seven torunundan dinlemek için imkândır, vesselâm.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

8 Mart 2015 Pazar

Anıları için mücadeleye hazır olanlara

Unutma Beni orijinal adıyla ‘Still Alice’ ilk basımı Şubat 2015’te Artemis Yayınları tarafından yapılan bol ödüllü bir roman. Yazar Lisa Genova’nın ‘New York Times’ listelerinde haftalarca zirvede kalmayı başarmış olan kitabı aynı zamanda beyazperde uyarlamasında da oldukça önemli başarılar elde etti. Kitabın ana karakteri Alice Howland’ı canlandıran başarılı oyuncu Julianne Moore bu rol sayesinde Altın Küre ve Oscar ödüllerinde ‘En iyi kadın oyuncu’ dalında verilen heykelcikleri evine götürmeyi başardı.

Gelelim kitaba, Unutma Beni tür olarak bir dram metni ancak okuru körü körüne karamsarlığa sürüklemeyen türden bir dram. Hikâyenin dramatikliğini yan öğelerde bekletilen umut ve neşe kırıntılarıyla dengeleyebilen usta işi bir yazım örneği. Harvard Üniversitesinde Bilişsel Psikoloji Profesörü olan Alice Howland ellinci yaşında aniden artan hafıza problemleri yüzünden gündelik hayatında çeşitli zorluklarla yüzleşmeye başladığı an çıkış kapısı açılan roman yol boyunca sakin huzurlu ve etkileyici bir manzara sunuyor.

Evinin adresini kaybeden, anlatacağı dersin konusunu unutan, 25 senedir yaptığı yemeğin tarifini bir türlü hatırlayamayan Alice’e konulan ‘erken demans’ (Başlangıç seviyesinde alzheimer) teşhisi ile birlikte hikaye de kendi teşhislerini koymak için harekete geçiyor. Yazarın yavaş yavaş konunun çatısı altına dahil ettiği sosyal, psikolojik, toplumsal ve bireysel sorgulama pratikleri okuyucuyu yormadan Alice karakteriyle beraber kendilerine dönmelerini amaçlıyor. Alice’e Alzheimer teşhisinin konulduğu 2003 yılından başlayıp 2005’e dek geçen sürede yaşananalar kapsayan kitap aynı zamanda bir öğretici olma niteliği taşıyor. Unutma Beni toplumun ileri yaşın normal bir getirisi olarak kanıksadığı Alzheimer hastalığının çarpıcı gerçekliklerini Alice ve ailesinin canını yakarak okuyucuya öğretiyor.

Unutma Beni’yi okur kanaatinde bu kadar değerli kılan belki de en önemli özellik merak duygusunu 328 sayfa boyunca canlı tutmayı başarması. Kitaba başlayan okur sayfaların kenarlarında gördüğü kelebeklere takılıyor, kelebekler sayfalar ilerledikçe olayların içinden okurun kalbine doğru usul usul uçuyor. Kelebek Unutma Beni’nin olay örgüsündeki önemli bir imge. Alice’in hafızası iyiyken bilgisayarında oluşturduğu ve hafızası tamamen kötüleşince açıp içindeki talimatları uygulamaya söz verdiği kelebek dosyasının akıbeti hikaye sonuna dek saklı tutuluyor.

"Sevgili Alice, bu mektubu aklın yerindeyken kendine yazdın. Bunu okuyor ve aşağıdaki sorulardan birini ya da daha fazlasını cevaplayamıyorsan aklın artık yerinde değil demektir. Bilgisayarındaki ‘kelebek’ isimli klasörü aç ve içindeki talimatları uygula."

*Hangi aydasın?
*Nerede yaşıyorsun?
*Ofisin nerede?
*Anna’nın doğum günü ne zaman?
*Kaç çocuğun var?

İkisi kız, biri erkek üç yetişkin çocuğu olan Alice karakterinin hastalığının aile ilişkilerine yaptığı etkilere de eğiliyor yazar. Alice’in hastalığın başlangıç evrelerinden son evrelerine kadar eşi ve çocuklarıyla yaşadığı çatışmalar, aile içi desteğin önemi, eşler arasındaki sevgi bağının gücü, en önemlisi ‘sadakat’ gibi başlıklar sorgulanıyor. Güçlü, kendinden emin, başarılı bir üniversite profesörünün bir anda yapayalnız kalıp tutunmaya çalıştığı tek dalları olan aile üyelerinin kırılma noktalarına hassasiyetle yaklaşan Genova, alzheimer konusundan yola çıkıp aile içi ilişkilerin modern toplumlardaki samimiyetini de inceliyor.

Son noktada aslında bireysellikten kuvvet alan toplumsal bir roman Unutma Beni, çünkü Alice Howland’ın yaşadığı durum kitabı okuyan herkesin benim de başıma gelebilir demesine neden oluyor. Alice’in iç konuşmaları, zihniyle mücadelesi, anılarına ailesine ve yaşama tutunma mücadelesi ister istemez okuyanın içinde bir yerlerde bir takım telleri tıngırdatıyor.

"Bir zamanlar aklın dili nasıl kullandığını biliyor, bildiğimi başkalarına aktarabiliyordum. Çok şey bilen biriydim. Artık kimse benden görüş ya da tavsiye istemiyor. Bunu özlüyorum. Eskiden meraklı, bağımsız ve kendimden emindim. Bir şeylerden emin olmayı özlüyorum. Hiçbir zaman, hiçbir şeyden emin olamayınca, huzur diye bir şey kalmıyor. Her şeyi kolayca yapmayı özlüyorum. Olan bitenlerin bir parçası olmayı özlüyorum. İstendiğimi hissetmeyi özlüyorum. Hayatımı ve ailemi özlüyorum. Hayatımı ve ailemi çok seviyorum."

Alice’in kendi iç konuşmalarından bir alıntı olan bu paragraf aslında tüm kitabın özeti niteliğini taşıyor. Unutma Beni samimi, hüzünlü ama asla karamsar olmayan bir kitap. Umut etmeye, yaşamaya, yaşama sevgisine dair güzel bir şeyler okumak isteyen anıları için mücadeleye hazır olan herkese...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

26 Şubat 2015 Perşembe

Sembollerle kuşatılmış sanal bir dünyada gibiyiz

"Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir."
- Jean Baudrillard

Tamamen bireysel bir bakış açısıyla iktidarı da muhalefeti de eleştirip dışlayan Baudrillard yeni tüketim toplumunun artık asıl/kopya, gerçeklik/görünüş gibi karşıtlıklar kurularak açıklanamayacağını, çünkü yabancılaşılan bir insan özünün ve hakikatinin ve buna bağlı olarak hakikati temel alan toplumsal muhalefet biçimlerinin yok olduğunu, bir simülasyona dönüşen gündelik hayatın gönderme yapabileceği dolaysız yaşam biçimlerinin ortadan kalktığını iddia eder. Baudrillard’ı sosyalist görüşten ayıran temel fark budur.

Dünya düzeninin değişiyor olduğuna dair ilk sinyalleri elbette ki medya vermiştir. Yaklaşık kırk yıl kadar önce, Amerika’da Loud Ailesi ile 1971 yılında başlayan ilk ‘Reality Show’ programıyla artık birey televizyona değil, televizyon onun nasıl yaşadığına bakar olmuştur. Baudrillard, bu bağlamda, ‘Panoptik Gözetleme Sistemi’nden, aktifle pasifin yok edildiği bir caydırma sistemine geçildiğine değinmektedir. Model ve gerçeğin birbirine karıştığı bu “hiper-gerçek dünya” artık bireyi haber yapmaktadır. “Haber sizsiniz, toplumsal sizsiniz, olay sizsiniz…” Yedi ay aralıksız sürdürülen çekimler sonucunda Loud ailesinden geriye kalan ne yazık ki sadece 300 saatlik bir film olmuştur; çift boşanmış, çocuklar ise dağılmıştır. (Baudrillard, J. Simulakrlar ve Simülasyon.1982, s: 53).

Toplumun büyük bir kesimi tarafından ilgiyle izlenen bu tarz ‘Reality Show’larda bireyler kendi kimliklerine en yakın buldukları kişilerle adeta bütünleşerek ‘taraf olma’ ve ‘ötekileştirme’ yaklaşımını göstermişlerdir.

Tüketim Toplumu, bu tarz programlarda da gözlemlenebildiği gibi, radikal bir toplumsal muhalefet yaratamaz. Ancak anomi ya da anomali üretir; amaçsız şiddet, kollektif kaçış davranışları (uyuşturucu, hippiler) yorgunluk, intiharlar, sinir hastalıkları, iç sıkıntısı ve suçluluk duygusu bu topluma hakimdir…

Büyük ölçüde birbirine benzeyen, televizyon dünyasındaki gibi konuşan, gülen, düşünen, giyinen bireylerden oluştuğu için toplum artık varlığının anlamını bulmaya çalışmaz. Toplumla ilişkisini bir dünya görüşü çerçevesinde temellendirmek isteyen birey tipi büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Televizyonda görünen hayat izleyicisine zorla dayatılan, onun yabancısı olduğu bir hayat değildir. İzleyici televizyonda, zaten yaşadığı ya da en azından özlem duyduğu bir hayatın yansımalarını görmektedir. O, ‘Bihter yüzükleri’ ve ‘Shakira kemeri’ alarak mutsuzluğunu gidermeye çalışacaktır.

Eşitlik talep edilene kadar eşitsizlik yoktur!

Mutluluk kavramının ideolojik gücü toplumsal ve tarihsel olarak modern toplumlarda mutluluk söyleminin eşitlik söylemini canlandıran söylem olmasından ileri gelir. Eşitlik söylemi, sanati devrimi sonrasında üstlendiği politik ve sosyolojik güç ile mutluluk kavramına devredilmiştir. Mutluluk, ‘eşitlik’ olarak ‘lanse edildiğinde’ ve/veya algılandığında ise, bu kavrama ölçülebilirlik katmak ihtiyacı doğar. Tocqueville, "Mutluluk, nesneler, göstergeler ve ‘konfor’ aracılığıyla ölçülebilir refahtır!” der. Kanıtlara ihtiyaç duymayan ‘içsel mutluluk’ kavramı, tüketim toplumu inanışında hemen dışlanır! Bu idealde mutluluk, öncelikle eşitlik (ya da ayrıcalık) talebidir ve bu yüzden kendini görünür ölçütler bakımından göstermek zorundadır (Baudrillard, J. Tüketim Toplumu. s:52-53).

“Bireysel ihtiyaçlar ve hazlar bu dile bağlı olarak sözden ibarettir.”
Haz zevk olarak değil ama yurttaşlık görevi olarak kurumsallaşmıştır. Birey etkin bir şekilde kendini tüketmeye hasretmelidir, aksi taktirde toplum dışı kalmak tehlikesiyle karşılaşır. Marjinal konuma düşmek istemeyen her birey çalışma piyasasına uygun bilgi ve beceri birikimini her an yenilemek, “işin içinde olmak”, giyim kuşamından genel kültürüne kadar her şeyine dikkat etmek zorundadır.

“Tüketmekte ya da tüketmemekte özgür olan savaş öncesinin küçük tasarrufçuların ya da anarşik tüketicilerin artık bu sistemde yapacakları hiçbir şey yoktur.” 

Tüketim toplumu kültürü halkın ayağına götürür. Bir çift çorap ya da bir bahçe koltuğu, bir kilo domatesle aynı anda hipermarketten alınabilmektedir (s.124). Kültürel nesneler çamaşır makinasıyla aynı tarzda tüketilmektedir. Bu kültür gerçekten kültür sahibi olanları ve geleneksel kültürün kendi kendini yetiştiren marjinal kahramanını dışlar. Tüketim toplumunun kültürü insanları toplumsal ve mesleki olarak bütünleştirir ve birbirlerine uyumlu hale getirir.

Tüketim toplumunun insanı boş zaman etkinliklerini çalışma alanında hakim olan zorlama ahlakı çerçevesinde gerçekleştirir.

Bronzlaşma saplantısı… güneş altındaki bu zorunlu cimnastik ve çıplaklık ve özellikle de eksiksiz yaşamaya özgü bu gülüş ve bu neşe hepsi birlikte aslında ödev, fedakarlık, çilekeşlik ilkesine adanmanın belirtisidir.

Aynı zorlama insanlar arasındaki doğal sıcaklık ve gülümsemenin yerini kurumsal nezaketin ve gülümsemenin almasına yol açar. İçtenliğin yok olmasıyla birlikte “… reklamın yakın, içten, kişisel iletişim tarzlarını taklit ettiği görülür.

Bireylerarası ilişkilerde varılan nokta gerçek sıcaklığını kaybetmiş bir diyalog zorlamasıdır. Tüketim Toplumu neden meydana gelmiştir? Baudrillard, tüketim toplumunun meydana gelişinin altında yatan sebepleri ortaya koyarken, şunları söylemektedir:

“Tarihte aynı olayların iki defa vuku bulduğu olur. Birincisinde bu olaylar gerçek bir tarihî değere sahipken, ikincisi birincisinin karikatürüdür ve grotesk (garip, acayip, fıtrî olmayan) bir serüvendir; efsane olmuş bir atıftan beslenir.”

Bu tespitin ardından Baudrillard, yitirdiğimiz değerleri, gerçeklerinin yerini tutamayan sunî düzenlemelerle telâfi etmeye çalıştığımızı belirtmektedir. Yeşilini yitiren hayatta yok olan insanlık, şehirlerin göbeğinde oluşturduğu sunî teneffüs borusu misali parklarla vicdanını rahatlatmaktadır. İnsanlık, tarihe karışmış bazı güzellikleri, ritüel biçiminde, zorla yeniden güncelleştirerek tüketmektedir.

“Saf ve temiz bir görünüme sahip olmak isteyen her şey karşıtına dönüşmektedir… İktidarlar ancak bir ölüm simulasyonuna baş vurarak gerçek ölümden kaçabileceklerine inanır.”

Bu, tüketim toplumunun özelliğidir. Günlük haberlerin acımasız yalancılığı, kitle iletişimi yoluyla bütün felâketlerden yola çıkarak günlük hayatın sadeliğini ve sakinliğini yüceltmektedir. Cinayetler, hırsızlıklar ve tecavüzler her gün haber konusu yapılmakta, bunlardan yola çıkılarak faziletli bir topluma hasret yansıtılmaya çalışılmaktadır.

Baudrillard “bilgi gelişimi” tabiriyle, bir yeniden çevrimi anlatır. Çünkü günümüzde moda, bilgidir. Enformasyon toplumunun içinde yaşayan her fert, bilgili olmak, gelişmeleri takip etmek zorundadır. Daha doğrusu öyle yapıyor görünmelidir. Yoksa aslında ortada bilgi geliştiren falan yoktur. Günümüz insanının bilgiye ulaşma çabaları, modayı takip etme gayretiyle aynıdır. İkisinin de yaptırımı içtimaî muvaffakıyet yahut dışlanmadır. Dolayısıyla işimiz, rasyonel bir ilmî birikim süreciyle değil, rasyonel olmayan bütün diğer tüketim süreçleriyle dayanışma içindeki içtimaî yapıyladır.

Yaşadığımız çağda her şey yeniden çevrim sürecinin içindedir. Tabiat, sanat, bilim ve bunun gibi her şey… Tabiat sevgisi, çevreyi koruma çabaları, kirliliğe karşı meydanlarda atılan nutuklar, sanki bütün kötülüklerin müsebbibi kendisi değilmiş gibi, insanoğlunun yaşanmış değerleri sunî olarak yeniden tüketme girişimidir. Sanat eserlerinin en kıymetlisinden en bayağısına kadar aynı ortamlarda sergilendiği, kıymetsiz olanın kıymetlisine bir zarar vermediği görülür. Nadir sanat eserlerinin kopyalanıp seri olarak üretilmesinde bir mahsur yoktur. Çünkü çevrimde sıra onlara gelmiş, tüketilme zamanı medya tarafından ayarlanmıştır.

Bilim için de aynı şey söz konusu olmaktadır. İnsanlar ilmî bir dergiyi okumak için aldıkları kanaatindedirler, fakat bir çoğu okunmadan kenarda bekler. Gaye, bir üst kültür seviyesinin paylaşıldığı topluluğa ait olma isteği ve gayretidir. Ortak kodları ve mesajları iletişim maksadıyla kullanabilme isteği, düşünmenin, bilgiyi kullanmanın üstündedir.

Medya, tüketicinin davranışlarını yönetir ve insanlara zevkleri hatırlatıp, bu zevklerin nasıl olması gerektiğini öğretir. Reklâmlar, bu konuda ciddî yatırımlar yapılarak geliştirilmekte, insanların eğlenerek ve hoşlanarak seyredeceği şekle sokulmaktadır. Hâlâ “annesinin televizyonunu, margarinini, elektrik süpürgesini kullananlar” dışlanmakta, yeni modeller sunulmaktadır. Alternatiflerin sunuluşu öyle kurnazcadır ki, “alayım mı?” sorusunu sormak aklımıza bile gelmez, “hangisini almayalım?” sorusunu, farkında bile olmadan kendimize sorduğumuzu görürüz.

Reklâmlarda hep “prezentabl” (eli yüzü düzgün, gösterişli) tipler kullanılarak model insan paradigmaları oluşturularak önemli insanların “A” ürününü seçtiği ihsas edilmektedir. Tüketici bu durumda nesnenin faydalılığı ile ilgili soruya değil, nesnenin ona toplumda kazandıracağı statü ile ilgili soruya cevap vermektedir.

Sembollerle kuşatılmış sanal bir dünyada gibiyiz. Mahremiyetin dönüşümünü yaşıyor, kendimize ait bir hayat süremiyoruz. Ferdiyetçiliğin zirvesine çıkma aşkıyla yaşadığımız yılların sonunda en tepeden uçuruma yuvarlanırken, bireyselleşmeyle mahremiyetin farkını çok geç görmenin acısını çekiyoruz. Ne “ben” olarak kalabiliyor ne “biz”e ulaşıyoruz. Başkaları tarafından kurgulanmış bir hayatın figüranlığını yapıp senaryomuzu “öteki”lere yazdırıyoruz. En kötüsü de bunun farkında olmamamız. Öyleyse yapılacak şey nedir? Baudrillard’ın sözleriyle noktalayalım:

“Sistemi başarısızlığa uğratabilen tek şey terörizmdir. Çekilen bir söylevin, ironik bir gülümsemeyle sıfırlanması, kölenin yadsınmayı yadsıyan o bir anlık tavrıyla efendisinin gücünü sıfırlayıp keyfini kaçırması gibi, terörizm de her şeyi tersine çevirdiği sırada, alttakinin bıraktığı izleri silerek onu sıfırlamaktadır… Düş gücünü harekete geçirebilen tek şey terörizmdir.”

Sinem Güdüm
* Bu yazının tamamı daha önce ecotopianetwork'te yayımlanmıştır.

25 Şubat 2015 Çarşamba

İstirham eden bir katil: Haydar Bey

Altay Öktem'in adını duymuş olan herhangi birinin ne kadar üretken olduğunu bilmemesine imkân yok. Sürekli üretir, yeni bir şeyler yapar, adının nereden karşınıza çıkacağı belli olmaz, fanzin dostudur. Aynı zamanda da doktordur kendisi.

Yakın zamanda kitabının çıktığını öğrenince o kadar heyecanlandım ki, okumakta kararsız kaldım ya hayal kırıklığına uğrarsam diye. Ama yine beni şaşırtmadı. Kitabı bir solukta okuduğumu söylersem abartmış olmam sanıyorum. 

“Bu kitapta anlatılanlardan dolayı hepinizden özür diliyorum. Ama unutmayın: Haydar Bey’in hayatına giren insanlardan biri, sizin anneniz, babanız, dedeniz ya da uzak bir akrabanız olabilir. Paniğe kapılmayın. Sakin olun ve ipuçlarını yakalamaya çalışın” diyor Altay Öktem kitabın kahramanı için. 

Peki kim bu Haydar Bey? Günlük hayatta karşılaşsanız, "ne kibar bir adam" diyeceğiniz, kendisi kadar ilginç bir kedi besleyen, takvim kâğıtlarından hayat hikâyesini inşa eden, bikini giymeyi çok seven, bazen sapık, genellikle de katil bir beyefendi kendisi. İşten çıkarılması ve sonrasında bu çıkarılma meselesinin halledilmesiyle başlıyor hikâyesi. Cinayeti hayatın doğal akışında sıradan bir eylemmiş gibi işleyen, polise ihbar edilmeyince hapse girmediği için değil, elindeki son cesedi parçalamak zorunda kalmadığı için sevinen soğukkanlı bir ruh hastası. 

Kitabı okurken çoğu yerde kahkahalarla güldüm, çoğu yeri midem kaldırmadığı için hızla okumaya çalıştım, zaman zaman gerildim, ama kitabı bitirdikten sonra bir süre üzerine düşündüğümde kitabın çok daha büyük bir derdi olduğunu fark ettim. Haydar Bey, özellikle son zamanlarda artan haberlerde gördüğümüz katiller gibi bir cani belki de. Ama "hasta bu adam, sorunlu" deyip geçemiyorsunuz. Altay Öktem bunu yapmanıza izin vermemek için ince ince dokumuş Haydar Bey'in geçmişini. Babasından gördüğü muamele, uğradığı taciz, şahit olduğu haksızlıklar. Yakın çevresinden başlayarak toplum itinayla bir katil yaratmış. Ama bunu o kadar bilindik, her gün duyduğumuz şekillerde yapmış ki, Haydar Bey için birini öldürmek önemsiz bir hale gelmiş. Sıradanlaşmış. Şimdi bizim toplumu düşünün. Ya da toplumu boş verin, ilk öldürülme haberi duyduğunuz anla birkaç gün içinde çok sayıda cinayeti bir anda duyduğunuz zamanki tepkilerinizi düşünün. Gittikçe sıradanlaşıyor. Gittikçe şaşırmıyoruz. Aynı derecede üzülüyoruz belki ama tepkimizin gücü gitgide azalıyor. İşte Haydar Bey, bu normalleşmenin bir katilde vücut bulmuş hali. 

Peki ya "O Adam"ın oğlu ne yapacak? Farklı bir hayat sürme ihtimali ne? Haydar Beylerin soyunun tükendiği bir an gelecek mi?

Ümran Kio