16 Mayıs 2014 Cuma

İmkansız yoktur, imkansız yaratılır!

"Dünya bir dilek gerçekleştirme fabrikası değil" diyor John Green son romanı "Aynı Yıldızın Altında"da. İlk basımı 2012 yılında yapılan kitap günümüze dek pek çok kişi tarafından okundu ve onlarca ödüle layık görüldü. Haziran ayında ise beyazperdeye gelmeye hazırlanıyor...

Green'in romanını klasik dramlardan farklı kılan ise içerisine imkansızı aşan son derece kuvvetli bir umut olgusu yerleştirilmiş olması. Her şeyin sonuna adım adım yaklaşan iki genç insanın umuttan doğan aşkları ve hayatla konuşmalarının özeti Aynı Yıldızın Altında.

Hikaye 16 yaşındaki son aşama akciğer kanseri Hazel Grace ve 17 yaşında yine son aşama kemik iliği kanseri ile mücadele eden bir bacağını kaybetmiş Augustus Waters ekseninde ilerliyor. Kanser destek grubuna bir türlü katılmak istemeyen Hazel Grace’in ailesinin ısrarlarını kıramayıp destek grubuna gittiği günlerden birinde tanıştığı Augustus sayesinde değişen hayatı anlatılıyor. Aslında Aynı Yıldızın Altında "bir kitap okudum hayatım değişti" cümlesinin de en yeni ve modern aktarıcılarından. Hazel’ın okuduğu ve derinden etkilendiği Görkemli Izdırap isimli kitabın açık bırakılan sonuna duyduğu muhteşem merak Augustus'un da ona katılmasıyla bir amaca dönüşüyor. Amacı olan insanın ömrü uzuyor, amaç, umut ve aşk aynı kazanda kavrulurken dünya ömrünün son zamanlarını yaşayan bu iki gence sunabileceği sürprizleri, saklandıkları yerlerden çıkartıyor.

Green anlatısında son derece başarılı sosyal tahliller ortaya koyuyor. Kanser hastalığının genç bireyler üzerinde yarattığı tramvaya hasar vermeyecek şekilde naifçe değiniyor. Aile faktörünün nasıl olması gerektiğine dair kodlar ortaya koyuyor ve kitabı okuyacak kanserli çocukları olan ailelere bir anlamda rol model olma görevi üstleniyor.

Roman baştan sona küçük bir umudun büyütülmesi, yer yer takılıp düşmesi ve yaralanması, yer yer coşkun bir kasırgaya dönüşmesi…. Umudu gölgelendiği anlardan birinde Hazel’ın söylediği şu cümle:

"Şey gibiyim, şey işte. El bombası gibi. Tıpkı bir el bombası gibiyim ve eninde sonunda patlayacağım ve yaralananların sayısını en aza indirgemek istiyorum tamam mı?" karşısında Augustus’un ona verdiği şu cevap ile:

"Seni seviyorum ve doğru şeyleri söylemek gibi basit zevklerden kendimi mahrum etmeye pek meyilli değilim. Seni seviyorum ve sevginin boşluğa atılan bir çığlık olduğunu ve unutulmanın kaçınılmazlığını, herkesin ölüme mahkum olduğunu ve tüm çabamızın toza dönüşeceği bir günün geleceğin biliyorum ve güneşin elimizdeki tek dünyayı yutacağını da biliyorum ve seni seviyorum…" umudun gücünü ortaya koyması bakımından önem taşıyor.

Aynı Yıldızın Altında okura şükretmenin ne denli yüce bir erdem olduğunu, ailenin, dostların ve gerçek aşkın önemini anımsatıyor. Bunu yaparken sıkmıyor, acındırmıyor metin akarken tuhaf bir duygulanım yer yer istemsiz gülücüklere karışan istemsiz göz yaşları ona eşlik ediyor. Yaşamın önemsizliği ve ne denli kırılgan, kolay bozulan bir malzemeden yapıldığı etkileyici cümleler ve olaylar dizisiyle sunuluyor. 317 sayfalık roman sonu bilinerek hiç bitmesin istenilerek okunuyor.

Hazel ve Augustus’un anlamı yitirdikleri anda tüm anlamları geri kazanmalarının öyküsü olan Aynı Yıldızın Altında Green in bugüne dek kaleme aldığı belki de en yetkin roman.

"Ölmeyeceğimizi düşünmek de ölmenin yan etkilerinden biriydi."
"Yazmak tekrar canlandırmaz, gömer."

Yazar romanın sonuna gelindiğinde kaçınılmazın en olağan şekilde kabullenilişini yine oldukça duygusal cümleler ve paragraflar eşliğinde aktarıyor. Asla unutulmaması gereken dersleri unutulmaktan hiç korkmayan Augustus’un kaleminden ise şu satırlarla özetliyor:

"İnsanların bıraktığı izler genelde yara oluyor. Berbat bir alışverişi merkezi inşa ediyorsun veya askeri darbe yapıyorsun ya da rock yıldızı olmaya çalışıyorsun ve kendine "Artık beni hatırlayacaklar." diyorsun fakat a.) seni hatırlamıyorlar ve b.) arkanda bıraktığın tek şey daha fazla yara oluyor. Darben diktatörlüğe dönüşüyor. Alışveriş merkezin lezyon haline geliyor."

Aynı Yıldızın Altında içinde yaşadığımız toplumsal yapıya kanser hastalığına ve daha pek çok dünyevi duruma ince bir hiciv.

Duygusal, derin ve etkileyici bir anlatımla imkansızın olmadığını yalnızca yaratıldığını okumak ve anlamak isteyenlere...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

10 Mayıs 2014 Cumartesi

Bıçkın, hırçın, azgın şiir

"İstiklal Harbi sonrasında da gene şiir elimizden tuttu ve biz Orhan Veli'yle beraber halkın nabzını tutmaya gayret eden bir şiire, Nazım Hikmet'le beraber halkın bir davaya sahip çıkması gerektiği fikrine aşina olduk ve ben diyorum ki, Metin Eloğlu modern Türk şiirinin zirvesidir çünkü o halkın zevki ve halkın davası meselesi şiiri de nebzetmiştir."
- İsmet Özel

Bu kitap önerisi diğerlerinden farklı olacak. Şu an basımı olmayan, bulması zor olan bir kitaptan bahsedeceğim. Metin Eloğlu'nun "Bu Yalnızlık Benim" adlı kitabı ilk olarak mart 2003'de Yapı Kredi Yayınları tarafından basılmış. Yanılmıyorsam en son üçüncü baskısı yapıldı ve ardından bir daha esamesi okunmadı. Neden böyle diyorum çünkü ne Metin Eloğlu şiiri üzerine bir yerlerde bir şeyler yapıldı ne de kitaplar yazıldı. Hadi onu da geçtim güçlü bir makale bile okuyamadı şiir okuyucusu. Kitabı da yeniden basılmıyor. Oysa Metin Eloğlu, soyadına inat Türkçeyi öyle bir kullanmıştır ki şiirlerinde; ele güne eğriyi doğruyu büke büke göstermiştir. Bu kitap, şairin 1951 - 1987'de yazılmış şiirlerini yani toplu şiirlerini barındırmaktadır. Yani içinde Eloğlu'nun tüm kitaplarını bulmak mümkün.

Şiirlerinin adlarından kitap isimlerine kadar delikanlı olan şair, üç şeye hastadır: Türkiye'ye, hürriyete ve halka. Bu üçünü; bıçkın, hırçın ve azgın bir ağızla şiire dökmüştür. "Türk şiirinin külhanbeyi" yahut "külhan ağızlı uçarı şair" olarak nam salmıştır. Bazen kafası atar çok keskin yazar, bazen eleştirmek ister alaycı bir dil kullanır, Türkçenin tadını öyle bir çıkarır ki onu okurken hem aynı hisleri yaşamak (uymasa bile) hem de dilimizin kıymetini anlamak mümkündür. İkinci Yeni'ye yakın gibi görünecek bir imge kullansa da, toplumcu şiir anlamında da dönemin resmini çok iyi çizebilmiş ve o açığı kapatabilmiştir.

"Böyle şiir olmaz, diyeceksin; biliyorum.
Ama böyle dünya olur mu?"

- Ömür Törpüsü

"Hadi uyan
Gün ışığı çilemeye başladı başucunda
Denizler bir mavilik edindi günden
Seher yeline uyup kuşlar tüneğine uçtu
Bu türküyü dinlemeyecek misin"

- Uyan

"Bu oda niçin mi yoksul?
O beş kişi yoksul da onun için.
Bu bayların, bayanların derdi mi ne?
Ne olacak: Memleketin derdi.
Peki ama, çaresi yok mu bu işin?

Ha şöyle,
Düşünmeye alışın."

- Zurnanın Zırt Dediği Yer

İlginç bir hayatı var şairin. Burada o hayatı değil kitabını ele alıyoruz kısaca lakin şundan bahsetmeden geçmek istemem: kızına Şiir adını koymuştur. Kızıyla çok görüşememiştir, en son Berlin'de oyunculuk yaptığını okumuştum. Kızı da zaten çok sonraları babasının şiirine merak duymuş ve onun şair yanıyla tanışmış. Şiir Eloğlu babasının ilk şiirlerini daha kolay anlaşılır bulmuş, son şiirlerini ise neredeyse hiç anlamamış. Özellikle Almancaya çevirme konusunda büyük sıkıntı yaşamış ve olanaksız görmüş. Metin Eloğlu, "Şiirce" kitabında yer alan Kızoğlankız, "Ay Parçası" kitabında yer alan Kızoğlan ve yayımlanmayan şiirleri arasından Yavuklu adlı toplamda iki şiiri kızı için yazmış.

"Niye o kekemeliği peydahlamış, bakın dili dönmüyor...
Bişeylere borçlu bu; gün yarın ama bu hep düne düne!
Azıdişsizliği ağrıyor geceyarıları ve sapsarı."

- Kızoğlankız

"Değse bari
Gözlerin fincan ıslak
Falsız yarın telvesi."

- Kızoğlan

"Aşk mı? o en kesin yasam
Ne güzel kendimi bu hızda bilmek
Değil sana boşvermek
Tavuk bile kesemem."

- Hız

Eloğlu'nun kitaplarına seçtiği isimler hakkında da konuşmak lazım çünkü "Bu Yalnızlık Benim" onun tarafından konulmadığı besbelli olan bir isim. Zerre kadar da yakışmadığını, diğer kitaplarının isimlerini sıralayarak ispatlayabilirim ki buna şiir okuyucusu da katılacaktır: Yine Düdüklü Tencere, Sultan Palamut, Odun, Horozdan Korkan Oğlan, Türkiye'nin Adresi, Ayşemayşe, Şiirce Dizin, Yumuşak G, Rüzgâr Ekmek, Hep, Ay Parçası, Önce Kadınlar, Üsküdarlama "Seni Seven Öldü Gel". Şiirlerine seçtiği isimleri ise hiç anlatmaya gerek yok. Keşke kapak fotoğrafını Ara Güler'in çektiği bu klas kitaba daha güzel, şaire daha yakışır bir isim konsaydı.

Şairliğinin dışında ressam da olan Eloğlu'nun bana kalırsa el yazısı rezalet. Zira kitapta görmek mümkün. Ne okunuyor ne de bir tarzı var. Şairin ruhundaki asilik ve başına buyrukluk resmen el yazısına da sirayet etmiş. Sanki "anlamazsanız anlamayın, çok umurumda" der gibi ama şiirlerinde görülüyor ki yaşamak gayet de umurunda. 1947’de gittiği askerde, disiplinsiz hareketleri nedeniyle aldığı cezalarla ancak 5 yılda tamamlayabilen bir şairden bahsediyoruz. Argo, humor, ironi; ne ararsak var. Ama Türkçenin hakkını vere vere var. Öte yandan vefalı bir kalbi de var.

"Sözcükleri serdim önüme
Usumu yüreğimi de
Seni de mi."

- O (İlhan Berk'e)

"Suçsa suç; şuymuş meğer:
Avurdunda ahladın boz çekirdeğini saklarken
Akça/pakça bir de sakız çiğnenir miymiş?
Üstelik körkandil, dul ve bekâr!"

- Ö (Tomris/Turgut Uyar'a)

"At nemize? diyeceksiniz;
At-mat değil ki söz konusu ettiğim, çağ şimdilerinde;
İnsanoğlu basbayağ."

- A (Edip Cansever'e)

Daha böyle kimlere kimlere şiirler yok ki Yumuşak G kitabında. "Kendince" bir vefa. Bu kitabı bulun ve saklayın. Bunu yaparken de Mehmet Taner'in hazırladığı kitabın yeniden yayımlanması için bir şeyler yapın. Belki ismi de değişir, yeniden gözden geçirilir. Eloğlu'nun hatırı elbet bir gün anlaşılır.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

Düşleri çalınan kadınlara

"Ancak, biri var, tüm bu düşenleri elinde tutan, yavaş ve sonsuza değin."
- Rainer Maria Rilke

Düşlerini çaldılar kadınların ta başlangıçtan beri. Zulüm, işkence, aşağılama, hor görme, şiddet uyguladılar, çünkü cehaletin en büyük düşmanıydı kadın. Çıkarlarını bozacak yegâne varlıktı. Kapitalizmle tarihsel erkek kimliğinin bir araya gelmesiyle tavan yapan bu kadın saldırganlığı Reha Çamuroğlu’nun kurgusuyla kelimelerle buluşuyor “Nazar”da. Dul ve çocuksuz yalnız bir kadının toplum tarafından dışlanışının yüzyıllardan beridir hiç değişmediğini gösteriyor. Ne farkı var ki Ortaçağ Avrupası’nda yaşayan şifacı ebe Mathilda’nın, 21. Yüzyılda hemen her gün kocası tarafından şiddete uğradığını okuduğumuz Ayşe’den Fatma’dan?.. Bugün nasıl bir devlet yöneticisi kendi egosal yıkıcılığının sebebini kadına yüklüyorsa, o zaman da bir kilise rahibi aynı şeyi yapıyor. Tüm günahların, savaşların, kuraklıkların ardına kadını yerleştiriyor. Bunu yaparken de özgür, yürekli, açık sözlü, cesur kadınları hedef alıyor. Çünkü böyle kadınlar cehalete karşı savaşıyor. Böyle kadınların yetiştireceği bireyler iktidarını tehlikeye sokuyor. Halbuki tarih boyunca en çok kadınlar savaşın karşısında duruyor.

"Tek işiniz savaşmak! Erkeklerimizi her türden savaşınızda ateşe odun olmak üzere bizden almak! Kocaları ve oğulları. Kalan kadınlarına da eziyet etmek. Erkeklerin yücelik dedikleri şey bu. Sizi savaşa koşan Tanrınız da erkek. Ama evet, onda bile iyi bir yan var doğru, çünkü o da bir kadının oğlu."

Bir erkek olarak erkek egemenliğine karşı çok net bir duruş sergileyen Reha Çamuroğlu, romanında dini unsurlar ve erkek egemen toplumun kadın üzerinde uyguladığı baskının yarattığı sorunları irdeliyor. Yazar bir röportajında “Bence bu kadar testosteron dünyayı yok eder, kadınlara tam da bu yönüyle büyük görev düşüyor" derken kadını daha yapıcı, koruyucu ve şefkat dolu bulduğunu vurguluyor. Romanın merkezine baskıcı iktidar tarafından cadılık ithaf edilen kadın karakter Mathilda’yı yerleştirip dönemin siyasal, kültürel, dinsel sorunlarını onun etrafında döndürüyor. Ve Mathilda’yla aynı kaderi paylaşan bir var bir yok olan diğer kadınlar.

Zamanın yok olduğunu da işte o zaman anladım. Ne diyorum ben! “Gündüz” ve “Gece” iç içe geçmişti. Sanki var olan sadece yoğun bir karanlıktı. Biri, bir şey, aniden bir yere ışık tutuyordu, orada dans ediyor, şarkılar söylüyor, “yaşıyorduk”. Sonra ışığı başka yere tutuyordu. Sonra… sonra… aşağı, yukarı, önce, sonra kaybolmuştu. Yoktuk. Vardık. Yoktuk. Vardık.

Cadı olarak adlandırılan şifacı kadınlar, bu kadınları yakmaya kararlı rahipler ve kim nereye çekerse oraya gidecek köylülerin rol aldığı hikâyede, Ortadoğu’ya özgü bir simge olan Fatma’nın Eli çıkıyor bir anda sahneye “yeryüzünün her yerindeki kadınların korunmaya ihtiyacı var” der gibi. Anadolu'dan Hindistan'a kadar "Fatma'nın Eli"nin kötülüklerden koruduğuna, inanılıyor. Hikâyede yer alan yalnız bir Türk kadın, Mathilda’nın yalnızlığına “Fatma’nın Eli”ni uzatıyor. O el kötü bakanı yakıyor, yıkıyor, çarpıyor. Diğer taraftan orta çağın karanlık ortamında geçen bir hikâyede ortaya çıkan bu el okuyanı yüreğini ferahlatıyor, zorlukların üstesinden gelme hissi veriyor.

Efsuncu kadını yaşatmayacaksın!
- Tevrat, Çıkış, 22:18

Nazar” 21. Yüzyılda, ortaçağ zihniyetine sahip karanlık zihinlerin yaratmaya çalıştığı baskıya, şiddete, adaletsizliği cadı avları üzerinden anlatarak bizleri uyarıyor. Yine de romanda, ölüme adım adım yaklaşan kadınların her şeye rağmen birbirlerine umut vermesi, dans edip şarkı söyleyerek ruhlarını özgür kılmaları “dünyayı birbirine tutunan kadınlar mı kurtaracak?” arzusunu güçlendiriyor.

Tanrı’nın yarattıklarına şefkat ve merhamet hissi duymayanların, insanlara da şefkat ve merhamet duymayacakları açık değil midir?
- Assisili Aziz Francisco

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

4 Mayıs 2014 Pazar

İstanbul'u daima özleyenlere

"Hiçbir şey aşktan daha önemli değildir." sloganıyla yola çıkıyor Ferzan Özpetek ilk romanı "İstanbul Kırmızısı"nda ve çocukluğunun İstanbul’una doğru yaptığı yolculuktan incelikli hayat dersleri aktarıyor.

İstanbul Kırmızısı Şubat 2014’te Can Yayınları tarafından basıldı. Yıllardır İtalya’da yaşayan başarılı yönetmen Ferzan Özpetek’in iç dökümü niteliğini taşıyan anı-roman tarzındaki metin iki ana karakter üzerinden ilerliyor. "Adam ve Kadın"; Adam Ferzan Özpetek’in kendisi, kadın ise Hollanda’dan İstanbul’a kocası ve iki arkadaşı ile birlikte seyahat eden Anna. Özpetek ve Anna’nın aynı uçakta kesişen hikâyeleri İstanbul’da kaldıkları süre boyunca birbirlerine kavuşmak için akıyor. Çocukluğunda yaşadığı evin yıkılacağını öğrenen Yazarın bu vesileyle annesi ve geçmişiyle yüzleşmesini aktardığı sayfalarda büyük bir özlem ve hüzünlü bir yıkımı çaresizce düzeltme çabası öne çıkıyor.

Değişenin ilk haline duyulan özlemi ustaca anlatan Özpetek’in parçaları boyunca filmlerinden izler bulmak ta mümkün. Şeker hastası babaanne, hırsız var bahanesiyle ev halkını ayağa kaldıran çapkın teyze, hep istediği ama bir türlü sahip olamadığı sevgi dolu baba… Serseri Mayınlar’da kendisine yer bulan tüm bu karakterlerin perde arkasını İstanbul kırmızısında sunuyor Özpetek.

"Çocukluk evleri terk edilir mi? Asla. Artık var olmasalar, greyderlerle, buldozerlerle yıkılsalar bile içimizde var olmayı sürdürürler."

137 sayfalık anlatı boyunca Anna karakteri adeta Özpetek’in karşı cinste yarattığı bir kendine aitlik, bir eş bilinç hologramı olarak okurun karşısına çıkıyor. Zira yazarın kendi yaşamında geçirdiği evreleri kısa bir süre içerisinde kendi öznel düzleminde yaşayan Anna, Özpetek’in öznelliği karşısında duvarlarını indirerek onun özüne ulaşıyor. İstanbul kırmızısı için bu noktada bir isyan ve direniş romanıdır da diyebiliriz. Karakterlerin hikâyelerini önce reddedip sonra tüm sükûnetleriyle kabul etmeleri, sonuç olarak ta eril ve dişinin birbirine karışmasıyla noktalanan gözlemlerin buluşması şeklinde ilerleyen kitap İstanbul’un Gezi Parkı eylemleri sırasındaki portresine iki yabancı tarafından sunulan bir bakış olması açısından da önem taşıyor. Güçlü gözlemler ve abartısız bir anlatımla örülen romanda Özpetek kendi İstanbul’unu şöyle anlatıyor:

İstanbul sadece Boğaz’ın bazı günbatımlarında birbirlerinde erimeyi başaran kırmızı ve mavidir. Ve kırmızı, seyyar simitçi arabalarının kırmızısıdır. Eski tramvayların alevli kırmızısıdır. Eskiden kahvelerde sunulan çay tabaklarının bezendiği turuncu kırmızıdır. Her zaman solgun ve hassas renklere düşkün olan annemin sürdüğü ojenin kırmızısıdır. Annemin almamı istediği şu an bavulumda duran Adidas eşofmanın kırmızısıdır…’’

Anna ve Özpetek birbirinin yansıması iki karakter. Annesini erken yaşlarda kaybeden ve çevresinde rol model hiçbir kadın bulunmayan Anna, babası ailesini terk eden kadınlarla dolu bir evde rol model bir erkek olmadan yetişen Özpetek. Bu nedenle duygusal dünyalarında meydana gelen zıtlıklar doğrultusunda hareket eden bu iki karakter tuhaf bir şekilde birbirine çekiliyor ve okur çarpışma anının büyüsünü hayal ederek metni bir solukta tüketiyor.

Kitabın bir başka boyutu ise yapma ve yıkma olgularına Özpetek kaleminden getirilen farklı bir pencere açıyor olması. Güncel tarihe lirizmle ve şefkatle yaklaşan yazar, okuyucusuna aynılaşmalardan uzak alternatif cümleler sunuyor. Her şeye rağmen babasına duyduğu sevgi ve saygıyı da annesine yönelten yazar eline geçen tüm fırsatlarda 80’lerindeki bu asil ve gururlu kadına duyduğu hayranlığı dile getiriyor. İtalya’dan sinemadan ve aşktan kopamayan bir adamın İstanbul’u daima özleyişinin hikâyesi olan İstanbul Kırmızısı okuyanı kendi hikâyelerini anlatmaya davet ediyor.

Kitapta yer alan Anna ve Özpetek’in hikayeleri ise vazgeçilemeyenin yüklediği ağır yükün altında ezilmek üzere olan iki insanın gücü yine kendi ruhlarında bulup ayağa kalkışlarının umutlu anlatısı. Hep bir özlem, hep bir yorgunluk ve bitkinlikle kaplı salt bir İstanbul sevgisi okumak ve hikayeler anlatmak için cesaretlenmek isteyenlere İstanbul Kırmızısı iyi bir kılavuz niteliğinde.

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

2 Mayıs 2014 Cuma

Zamanın sıkıcılığından kurtaracak tarihi bir hikâye

"Onları kıskanıyorum. Kendinden emin insanları.
Herkesin bir evi, bir toprağı var.
Ben gökyüzünde uçan kimsesiz bir tohumum.
Bütün rahimler ölü benim için."

Murat Gülsoy, aynı çağda yaşadığımız için kendimizi şanslı hissetmemiz gereken bir yazar. Her kitabıyla, kurmacanın sınırlarını zorladığını hissettiren, metnin matematiğine kafa yoran güçlü ve yaratıcı bir kalem.

Gülsoy, yeni romanı, Gölgeler ve Hayaller Şehri’nde yine okurunu şaşırtıyor, evvelki kitaplarından farklı bir deneyime davet ediyor. Bu kez, yaşamadığı bir çağdan sesleniyor bize; 1908 yılında geçen bir hikâye anlatıyor.

Gölgeler ve Hayaller Şehrinde’nin kahramanı Fuat Chausson veya diğer adıyla Franck Chausson dokuz yaşında Fransız annesiyle İstanbul’dan Fransa’ya gitmiş; Türk olan babası ise kendisi doğmadan evvel ölmüş bir genç adam. Fuat’la, II. Meşrutiyet günlerinde, Fransa’dan İstanbul’a yol alan bir gemide arkadaşı Alex’e yazdığı ilk mektupta karşılaşıyoruz. Dokuz yaşına kadar yaşadığı İstanbul’a bir Fransız gazetesinin muhabiri olarak geri gelen Fuat, İstanbul’u, meşrutiyeti, kendi anılarını ve yüzleştiklerini yazıyor Alex’e. Mektupları okurken, hem 1908’in İstanbul’unu geziyoruz hem de doğu ve batı arasında kalmışlığın gerek toplumsal gerekse bireysel sıkıntısını sezinliyoruz.

Gölgeler ve Hayaller Şehrinde, insanın varoluşsal sorularından birine, ait olma meselesine dair bir roman olarak da okunabilir. Fuat’ın arada kalmışlığı, kökünü arayış çabası, buhranları; yalnızca onun hikayesi olmasının ötesinde çok katmanlılıkla anlatılıyor.

"Alex, bu satırların yazarı aşk acısının sarhoşudur, şaşılacak denli mutlu ve aynı anda kederlidir. Haz ve acının, iki zıt kutbun, adeta geceyle gündüzün aynı anda, kendi karanlık ve aydınlığından bir nebze olsun kaybetmeden bir arada bulunabilmelerinin mucizesi karşısında nefesim kesiliyor. Zannederim, bu ancak Tanrı’nın yaşayabileceği bir tecrübe..."

Murat Gülsoy’un sadık okuru için, Gölgeler ve Hayaller Şehrinde’deki en tanıdık şey ise elbette rüyalar. Murat Gülsoy, yine rüyalardan bahsederek, rüyalarımızı sorgulayarak hikâyeyi bilinmez bir alanın çekiciliğiyle besliyor.



Ey okur, her şey 1968 senesinde başladı.” Cümlesiyle açılan romanda, geçmişe doğru bir yolculuğa çıkarken her şeyin nasıl bir süreklilik içinde olduğunu, bugünün de dünün bir devamı olduğunu hissedecek ve insan zihninin kadim soruları üzerine düşünmeye başlayacaksınız.

Gölgeler ve Hayaller Şehrinde, bizi zamanımızın sıkıcılığından kurtaracak tarihi hikâyeler okumak isteyenlere iyi gelecek, zihin açıcı, edebi lezzeti oldukça yüksek bir kitap.

“H.G. Wells üstadımızın makinesine binip geriye dönmek isterdim Alex, çok değil beş sene öncesine sadece. İnsan mutluluğun kıymetini mutsuzluk ânında fark ediyor ne yazık ki. Benim, hayatım dediğim şu garip maceranın en mutlu zamanları hep geride kaldı.”

* Hamiş: “Zamanımızın Sıkıcılığından Kurtaracak Tarihi Hikâyeler”e ihtiyaç duyduğumuz kitabın açılış mektubunda yer alıyor.

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

29 Nisan 2014 Salı

İyiyi kötüyle göstermek mümkün mü?

"Güce duyulan arzu, tüm tutkuların en aşikâr olanıdır."
- Cornelius Tacitus

"Güç baştan çıkarmaya hazırdır ve mutlak güç baştan çıkarır."
- John Dalberg-Acton
"Güç bir zehirdir."
- Henry Adams

Önce kitabın dayandığı gerçekten bahsetmek gerek. 1969 yılında California'da bir lisede tarih dersine giren öğrenciler ilginç ve unutulmaz bir olay yaşarlar. Palo Alto bunu aynı yıl "Dalga" adıyla romanlaştırır. Çünkü öğretmen Ron Jones'a göre yaşanılanlar korkunçtur. Dalga, bütün okulu alt üst etmiştir. Yıllar sonra Dalga, ABC kanalı için bir saatlik televizyon programı haline bile getirilmiştir.

Romanın konusu şöyle; tarih öğretmeni Ben Ross, öğrencilerine bir derste Nazi Almanya'sını anlatmaktadır. 1933-1945 yılları arasında sadece Almanları ilgilendiren bölgelerin değil tüm dünyayı etkileyen Nazilerin yaptıklarını bir belgesel film eşliğinde anlatır. Bu sırada sınıftan bazı sorular gelir. Bu sorulardan biri de Nazi yanlısı olmayan Almanların ya da başka milletten insanların, neden Nazilere karşı gelmedikleridir. Ben Ross, bu soruya ne kendini ne de öğrencisini tatmin edecek bir cevap veremez. Eve döndüğünde bunu bir deneyle göstermesinin doğru olacağını düşünür. Kitaplarına ve araştırmalarına gömülür, sonra da deneyinin formülünü bulur: Güç, birlik ve eylem için disiplin!

"Dalga" adındaki oluşum aslında bir deneydir fakat sınıftan başlayıp tüm okula ve hatta şehre yayılır. Ulusal bir birlik oluşturacağı artık söylentiden gerçeğe dönüşmeye başlar. Öğrencilerin aileleri büyük tepkiler gösterirler, derhal bu deneye son verilmesini isterler. Müdür, Ben Ross'u derhal bu işi bitirmesi için uyarsa da Ben Ross önce bildiğinden şaşmaz. Sonrasında sınıftaki Dalga yanlısı olmayan "biraz daha zeki" öğrenciler, arkadaşlarına göremediklerini göstermek isteseler de bu nafile olur. En sonunda bir gece Ben Ross'a giderler ve bu deneyi bitirmesini isterler. Ben Ross zaten bitirecektir, ancak deneyinden istediği sonucu alacağı zaman.

Bize eşitlikten bahsedenler aslında bize neleri kakalıyor? Bireyin özgürlüğü, toplumun özgürlüğü ve örgüt; birbirlerinden bağımsız şeyler mi? İnsan kendini keşfetmeden neye, nasıl hizmet edebilir? Bir başkası, senden değil diye, ona zarar vermek doğal mıdır? Bir disiplin içine girdiğimizde, fark etmeden kendimizi mi kaybederiz? Sorular, sorular, sorular. Todd Strasser'in romanı, işte bu soruları cevaplıyor.

Andre Gide
'in bir sözü vardır; "İyi düşüncelerle kötü edebiyat yapılır" diye. Bu roman, kötü düşüncelerle yazılmış başarılı bir metni, sağlam bir kurguyu ve iyi bir edebiyatı barındırıyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

28 Nisan 2014 Pazartesi

Dilini Alamanya'ya kiraya verenlerin kitabı

Parçalı, buhranlı, modern”ist” romanları oldum olası çok sevemedim. Bu nedenle Emine” Sevgi Özdamar’ın son kitabını biraz çekingenlikle aldım kitap rafından.

İçinde üç kısa öykünün (Annedili, Karagöz Alamanya’da, Bir Temizlikçi Kadının Kariyeri Almanya Anıları) yer aldığı ve yazarın annesi Fatma Hanım’a ithaf ettiği Annedili (Mutterzung) “Benim lisanımda dil şu anlama gelir: Lisan” cümlesiyle açılıyor; “Benim bir derdim var, hadi gel birlikte bakalım.” diye davet ediyor muhatabı kendine.

Yazarın oldukça sert bir dili var, tokat gibi çarpıyor yüzünüze. Yorucu, kelimelerin ucunu yakalamak için koştuğunuz, ilk başta iki yabancıyken okudukça aşina olduğunuz ve nasıl akıp gittiğini fark edemediğiniz bir dil bu. Diğer yandan bu vahşi üslubun anlatıcının çekingenliğinden, belki de korunma güdüsünden geldiğini kitapla haşır neşir olunca anlıyorsunuz. Kendi hayatından da parçaların yer aldığı, dolayısıyla yazarına dair de bir fikir sahibi olabileceğiniz kitapta altını çizdiğim çokça yer var ve her biri farklı bir sorunsal üzerinde ses veriyor: Annedili, göç, kapitalizm, sosyalizm, 60-70’ler Türkiye’si, ideal Almanya gibi kavramlarla yüzleşiyorsunuz anlatı boyunca.

Bir yaştan sonra ikidilli olmak, iki “annedilli” olmak nasıl bir duygudur bilmiyorum. İkisine de tanıdık ancak ikisine de yabancı kalır insan diye “tahmin ediyorum”.

Yazar ilk öyküsünde dilini en son nerede kaybettiğini sorguluyor, hangi kırılma noktasında artık Almanca düşünmeye, Almanca konuşmaya başladığını, hangi noktada bir dilde söylediği kelimelerin diğer dildeki karşılığını düşünmeye başladığının hatta hangi aşamada annedilinde aşık ol-a-madığının peşinden gidiyor.

İkinci ve son öyküde daha çok Almanya’ya göç şartlarından, göç esnasında yaşananlardan, üstün Alman demokrasisi ve Türkiye’nin geri kalmışlığından, ailelerin ayrı kalma sonucu maruz kaldığı dramlardan söz ediliyor. Sosyalizm ve kapitalizm kavramlarıyla buralarda daha çok karşılaşıyoruz; sosyalizm konusundaki söylevlerin ikinci öyküde bir eşekten gelmesi de oldukça manidar diye düşünüyorum.

Karagöz Alamanya’da” öyküsünde yer alan bir yer var, okurken gerçekten canımın acıdığını hissettim. Köylü karakterinin karısı, rüyasında köylünün babasının ve köylünün hırsızlık yaptığı bahçe sahibinin pazarlıklarına şahit olur. Konuşmalarda birtakım deyimler yer alır ve anlatıcı arkadan bu deyimlerin açıklamalarını yapar. Bir dili yeni öğrendiğimizde, yabancı dilde konuşurken aslında arkadan Türkçe konuşmamız gibi. Burada hangi dil anlatıya yabancı? Türkçe mi? Yoksa Türkçe mi?

Annedili, kapitalist duruşu, işçi göçlerini, göç süreçlerini, göçlerin Almanya ve Türkiye taraflarını gösteren ve nihayetinde kimliksiz bir kimliğe sahip olmanın benlikte açtığı yaraları anlatan akademik bir makale gibi; sadece daha yaratıcı, daha samimi, daha inandırıcı.

Feyza Andaş
twitter.com/feyzandas

25 Nisan 2014 Cuma

Bosna'da yiten çocukluğa dair

Bir kitabın her sayfasında ağlıyor ve gidip Amine’nin çocukluğundan özür dilemek istiyorum tüm dünya adına.

Sinan’a ve tüm şehitlere ithaf ediliyor kitap. Sinan’a ve tüm şehitlerimize bir Fatiha okuyarak başlıyorum kitaba beni nasıl bir yolculuğun beklediğini bilmeden. Emine, “Bu kitap herhangi bir edebiyat eseri değildir, ben de yazar değilim, sadece ve sadece yaşananların unutulmaması adına küçük bir katkıdır.” diye belirtiyor önsözde. “Çünkü bugün hâlâ bir yerlerde çocuklar benim yaşadıklarımı yaşıyorlar. Kimisi daha kolay kimisi daha zor, haliyle savaşla mücadele ediyorlar. Ve dünya, yine Bosna Hersek örneğindeki gibi, sadece seyrediyor.” diye ekliyor.

Okurken soruyorum, “Şimdi ne yapılıyor?” diye. Suriye’de, Mısır’da, Filistin’de, Irak’ta, Myanmar’da ve hatta Türkiye’de katledilen insanlık için ne yapılıyor?

Lisedeydim, Amerika’nın Irak topraklarına “demokrasi” getirmek için girdiği yıllardı. Arkadaşımla Irak’a gidip gönüllü olma planları yapıyorduk. Sonra ne oldu? Twitter’da paylaşım yapmanın ötesine geçmez oldu sitemlerimiz. Günlük iş telaşemizden arda kalan zamanlarda vicdan rahatlatma amaçlı konuşmaların fazlasını yapıyorum diyen kaç kişi? Hala savaşlar var ve hala dünya izliyor, izliyoruz. Kaç Amine var bu topraklarda? Amine çocukken çocuktum ben de, özür dileyebiliyorum ondan, hayallerinden, acılarından. Şimdi ölen hiçbir çocuktan özür dilemeye hangimizin yüzü var?

“Sevgili Amine,
Ben Feyza, 26 yaşında. 92-95 arasındaki dönemi anlattığın yıllar, senin akranın.
Sen portakalı gördüğünde onu top zannederken, evinde tüm ailesinin ilgi odağı, yediği önünde yemediği ardında olmuş akranın.
Sen ıslak süngerlerde, bomba sesleri eşliğinde korkarken, gece sadece kabus gördüğü için annesinin yanında uyuyan akranın.
Sen, Sinan’ının ardından yas tutarken, abisinin getirdiği çikolataları zevkle yiyen akranın.
Sen, bomba parçalarından, şarapnellerden oyunlar icat ederken, Barbie bebeklerle, Cindy’lerle oynayan akranın.
Sen, çatısına bomba düşmüş yuvanın ardından ağlarken, sıcacık yuvasında güvenle yaşayan akranın.
Sen, annen kısmi bir soba yapsın diye yardım kuyruğunda yağ dolu teneke beklerken, sobasında mandalina kabuklarını yakan akranın.
Haberim yoktu Amine, olsaydı senin için de ağlardım, senin için de incinirdim.
Senin için de dua ederdim geceleri uyumadan önce.
Affet Amine.”

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler

24 Nisan 2014 Perşembe

Acı acı gülümsemek

"Mizah soğuk zekanın bir faciayı gülünç bir halde göstermesidir."
- Peyami Safa

"Ölümler çıplak gelir."
- Düş Sokağı Sakinleri

Türk edebiyatında ciddi bir mizah boşluğu olduğu, hepimizin bildiği bir gerçek. Mizah yapılırken de gerçekçiliğin ne kadar olduğu, fantastik/bilim/kurgu üçlemesiyle yapılmaya çalışılan mizahın ne kadar kof olduğu, kelime oyunuyla mizahın karıştırıldığı ortada. Bu kadar çok şey aşikârken birinin hesap sorması, intikam alması gerekiyordu. Bahadır Cüneyt Yalçın da bunu yaptı. Edebiyatla içli dışlı olanlar, kendisini önce Dergâh dergisinden ve daha sonra da Afilifilintalar kadrosundan tanıyacaktır. Tanımıyorlarsa muhtemelen Cosmopolitan dergisi okuyup freshome'da fink atıyorlardır. Kolay gelsin.

Kitabın kapağından başlayayım. Yaptığı tasarımları aşağı yukarı 10 yıldır takip ettiğim sevgili dostum Kutan Ural'ın el emeği, göz nuru. Kitap kapaklarında fırfırlı cafcaflı kıllı tüylü şeyler yapmaya hiç gerek yok. Sadelikte güzellik vardır, bu da okuyucunun kitaba heyecanla başlamasını sağlıyor. Kutan bunu zaten yaptığı kitap tasarımlarıyla ispatladı, üstelik Türkiye'de hiç uygulanmayan tekniklerin de uygulanmasında emeği oldu. Kitap önce ve "tabii ki" anne babaya ithafla, ardından da Fikret Kızılok'un Yadigar albümünün Başbaşa şarkısından "Oysa şimdi kalbindeki ateşi söndür, öldür, unut gitsin diyorsun" sözleri ile açılıyor. Sonra da akıyor.

"Annem Kur’an okurdu, babam ansiklopedi. Ahlakımı annemden, bilimimi babamdan almışım. Çocukluğum sefertası gibi bir apartmanda geçti. Üç katlıydı, kızartma kokardı."

Aslında "Kuş Lokumu" ile birlikte Bahadır Cüneyt Yalçın'ın mizahı yakalanmış ve sevilmişti. Okuyucuda bir kitap beklentisi oluşmuştu haliyle. Bu kitap da, "tam zamanında" denilecek bir zamanda yetişti. Malum, ülke gündemi yoğun. Kendimizden başka, herkesi düşünüyoruz. "Kuş Lokumu" demişken, birkaç örnek:

- Bacak bacak üstüne atan insan savunmasızdır. ya size güvenmiştir ya da kendine. birini tokatlamayı düşünüyorsanız bacak bacak üstüne atmasını bekleyin. kaçamayacaktır.
- “Pirincin içindeki taş gibi hissediyorum” dedi Aleksi Pavloviç, "Beni arıyorlar ama dışlamak için."

- “Niçin böyle üzgünsün?” dedi nüfus memuru, “Adın neydi?” “Gaårchtak” dedi İsveçli, “Kapılar yüzüme kapanıyorken beni çağırdıklarını sanıyorum.”
- Limon ile ağız sulanması arasındaki ilişki korniş ile kol ağrısı ilişkisiyle açıklanabilir.
- Zeki Müren, Barış Manço ve Neşet Ertaş kahvehaneye girmiş. Dünyanın geri kalanı onlar çıkana kadar çok sıkılmış.

- Merhem deyince türkü, pomat deyince tıp.
- "Seviyorum” dedim, “Örnek ver” dedi. Eşantiyonsuz yapamazdı."

- ''Sni svyrm'' dedi, "yorma kendini" dedim.

Bunlar kitap için fragman olmuştur diye düşünüyorum. Zira böyle zekice cümlelerden bol miktarda var Mütevazı Bir İntikam'da. Sürekli kuş kafesi kokan, mizah ağırlıklı spor yazıları yazan anarşist Ali, yeni taşındığı evinde deli saçması mektuplar almaya başlar. Selin'in uğruna hapisten kaçılır. Şevval'in uğruna hapse düşülür. Asker Muhterem ve mafyadan hallice Tanju ile birlikte ortalık intikam gölüne dönüşür.

"Dünyada satırların gücünü idrak edebilmiş kaç kişiyiz? Damarlarında beşeri aşk kadar edebi aşk dolaşan kimler kaldı?"

"Birinin beni anlamasını özledim. Annemin mutfakta çay koyarken bardaklara attığı kaşıkların çıkardığı sesi özledim."


"İnsanların yüzde doksan dokuzu ilk aşklarıyla birlikte değildirler."

Hiç de mütevazı olmayan bir intikam, bir roman, bir kitap. Acı acı gülümsetiyor. Acımasız, gerçekçi ve rahatsız edici. Kuş kafesi kokusu gibi.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

17 Nisan 2014 Perşembe

Kırgın bir mektup

Sevgili Kardeşim Yağız,

Sana kırgınım. Böyle başlanmaz biliyorum ama yazmadan edemedim, affet. Kırgınım. Kitabını elime aldığım an başlayan bu kırgınlık, okudukça katlanarak büyüdü, büyüdü, büyüdü… Her bilmek, sonrasındaki pek çok şeyi yerle bir eder, hiç eder ya. İşte kitabını bitirmeme rağmen elimden bırakamayıp öylece kalakaldığım anda da öyle oldu. Dünya “hiç” oldu. Neydi, ne oldu! Bak, dinle:

Geçim derdi, kira derdi, fatura derdi, -yarına çıkmaya senedim var sanki- doğmamış çocuklarımın senelik 12.000 liradan başlayan özel okul masraflarının şimdiden zihnime ve omzuma yüklediği dertler… Dünyaya gelme sebebimi unutmuş, 9-5 yuvarlanıp gidiyordum işte mesaili mesaili, ne güzel!

Nihavent ile başladım, hicaz ile yürüdüm, sonum hüzzam oldu.

Okurken… Ne zaman dünyalıklardan bahsetsen güleceğim tutuyor. Bakıyorum, sen de aynı yerde gülmüşsün. Şair, okuyucusuna en çok bunu öğretiyor bazen. “Birlikte” gülmeyi.

Devam ediyorum…

Beyaz yakalılar, mavi kravatlar, plazalar, asansör düğmeleri, parlak papuçlar; kendimi görüp eğlenmeler… Tam alıştım derken “Burası mı acıyor?” diye parmağını yarama bastıran sevgili gibi bakan dizelerine denk geliyorum. Aşk olsun!

Alacağım cevaplardan sonra hâl ve hareketlerim eskisi gibi olmayacaktı. Biliyordum. Bundan sebep hep erteledim bazı soruları sormayı. Erteleye erteleye de unuttum. İyi mi! Şimdi gelmiş kitabında o soruları soruyorsun. Senin kalbin güzel ve cömert kardeşim, elbet cevaplarını da hatırlatıyorsun.

Dedim ya her bilmek, sonrasındaki pek çok şeyi hiç ediyor. Şimdi rengine kandığım dünya cehaletime bakıp bakıp gülüyor. (Gözümdeki perdeyi araladı bu kitap. Artık daha net görüyorum.) Sanma ki vazifen bitti. Bu kitap yetmez. Devamını beklemek, istemek, lazım gelirse ısrar etmek de benim vazifemdir artık. Şimdiden affet.

Adının hakkını veren gönlü er kişi,

Yazdıkların akbil sesini, kulaklıktaki müziği, hesap kitap yaptığım defteri, telefondaki toplantı alarmını… kapattı. İçime döndürdü yüzümü. Perdeleri kapatıp odanın ışığını açtı. Kendi evimde bir yabancı gibi dolaştım ilkin. Sonra aynaya baktım. Sonra? Sonrasını anlatacak değilim ama bil ki payıma düşeni gördüm. Değilse de göreceğim.

Gönlünün kıblesine iman ettim -ki sözcüklerin o kıbleden doğar, o kıbleye döner yüzünü yine ve öyle yürür adımıza. Bakmasını bilene işaret ettiğin başka bir cennetin kapısıdır. Allah girmeyi nasip etsin.

Kitabı okumaya başladığımda neredeydim, şimdi neredeyim. Bir şairin en mühim vazifelerinden biri de muhatabını aldığı yerden başka bir yere terk etmek değil midir?

Allah uzun ömür ve kuvvet versin, daha çok yaz. Yaz ki; ne vakit bir yol ayrımına gelsek ‘uykumuzda’, hatrımıza bir dizen gülümsesin.

Şimdi bu masanın başından kalkıp kitabını almaya gideceğim tekrar. Ve dostlarıma armağan etmeden evvel ilk sayfaya şunları yazacağım:

Sevdiceğim,
Bir dostun en mühim vazifelerinden biri de sevdiceği, bir şairle ilk kez tanışacağı sırada orada hazır bulunmaktır. Tıpkı şu an yaptığım gibi.

Ve ardından ertelediğim mektupları yazmak için tekrar masamın başına döneceğim. Çünkü haklısın:

"Çok iyiyiz, çok mahcubuz, çok alınganız şundan bundan
Mektup yazmıyoruz, tüm bu iç sıkıntılarımız ondan."

Kal sağlıcakla.

Başak Buğday
twitter.com/snbugday