10 Nisan 2014 Perşembe

Avrupa düşüncesinin sanat ve estetik kavrayışına dair

Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyan eğilimlerinin yeniden yorumlandığı Rönesans; felsefe, bilim ve sanatın Antikite ve Helen uygarlığında bulunacak köklerinin, liberalizmin alacakaranlığında yeniden diriltilmesidir. Aydınlanma düşüncesi ve sonrası için Ortaçağ, bu sebepten dolayı Avrupa’nın karanlık günleri olarak nitelenir. Rönesans, kapitalizmin sonraki aşamaları için geliştirici bir sonuç olduğu kadar aynı zamanda felsefî gelişimi farklı bir yöne çeken Hıristiyanlığın öncesine dönerek Avrupa’nın kolonyalist yönelimiyle de doğrudan ilişkilidir: Feodal düzenin sınırlarını aşmak çabasındaki burjuvazinin imkânlarını genişleten Rönesans, coğrafî keşifleri mümkün kılacak teknolojileri de doğurmuştur neticede. Temel motivasyonu iktisadî olan bu durum, dünyayı yeni bir algının nesnesi olarak görecek deneysel çalışmalara ve araştırmalara yol açmıştır.

Bir Ortaçağ uzmanı olarak araştırma, deneme ve romanlar yazan Umberto Eco, bu dönemin hemen öncesini ele aldığı Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik’te Rönesans ile tersyüz olan Avrupa düşüncesinin sanat ve estetik kavrayışını aktarıyor. Modern dünyanın felsefesini ister istemez deneyimlemiş ve içselleştirmeye zorlanmış okur için oldukça uzak olan Ortaçağ sanat kavrayışının temel meselelerini inceleyen Eco, kitabının önsözünde birbirinin kopyası gibi duran fikirler nedeniyle kimliksizlikle ve estetik duyarlılığın olmamasıyla suçlanan bu dönem hakkındaki yanlış izlenimleri düzeltmeyi amaç olarak belirliyor. Müteakiben estetik duyarlılığın XV. asra doğru kökten değişimini göstermeye çalışıyor.

Bugün dejenere bir değer hâlini alan güzellikten söz etmek, Ortaçağ’a damgasını vuran Skolastik felsefe için yalnızca soyut bir kavramdan söz etmek demek değildir Eco’ya göre. Ortaçağ filozofu için güzellik aynı zamanda somut deneyimlerle ilgilidir. Bunun en iyi izahatını sanata bakıştan bulabilmekteyiz: Postmodern dünyada sanat, her şeyden fazla olarak duygular ve estetik düzeyi öne alarak kavranılan bir şeyken güzel diye nitelenen nesneye sahip olabilmekle alınacak haz da temel işlev ve öncelik değeridir. Oysa varoluşsal/felsefî/kuramsal anlamını hem İslâm’la birlikte Doğu’da hem de Avrupa’da Ortaçağ’da bulan sanat; duygulardan ziyade akla (intelect) hitap etmekte, estetik değeri değil güzellik metafiziğini önemsemekte ve maddî düzeyde en aşağı bir vasıf olarak işlevselliği talep etmektedir.

Ortaçağ düşünürlerinin bu minvaldeki kavramlarını ele alarak tahkik eden Eco, modern dünyada sanatın altüst edilmişliğini bu temelde ifşa eder. Ortaçağ düşünürü; sanatın vereceği hazzın insanı hakikatten uzaklaştıracağı düşüncesiyle dışsal güzellik ile içsel güzellik arasındaki mütekabiliyeti zorunlu kılan uyum anlayışı içindedir. Bu sebeple, Antik filozoflara çok farklı bir biçimde bakmış ve uyum sorununu ontolojik ve fizikî oranlamada aramıştır. Platon’un varlık anlayışına yakın ama çokça Pisagor metafiziğiyle ilişkili uyumu, Hıristiyan Mistisizminin zâhir-bâtın farklılaşmasının uzanımı hâline getirmiştir. Diğer yönden sanat tarih boyunca endüstriyel bir üretim değeri taşımışken Rönesans’a kadar belirli zümreler için hizmet vasfıyla sunulmuştur. Ancak Rönesans’ın kapitalist yayılma potansiyeli zaman içinde sanatın kitleselleşmesine yol açarak, belirli bir estetik duyarlılıkla sınırlandırılmıştır.

Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik kitabında Eco, “Aşkınsal Olarak Güzellik”, “Oran Estetiği”, “Işık Estetiği”, “Estetik Görme Psikolojisi ve Gnoseolojisi” gibi başlıklar altında din ve felsefe ile sanat arasındaki ontolojik bağdaşımı gözler önüne sererken onun sadece güzelliğe ilişkin doğasının değil aynı zamanda sınaî manasının da farklılaşmasını idrak etmenin kapılarını aralıyor. Yakın veya benzer konuları yazan Coomaraswamy, Guénon, Lings, Burckhardt gibi yazarların eserlerinde İslâmî yönünü de gördüğümüz Ortaçağ incelemeleriyle birlikte Eco’nun çalışması, sanat tartışmalarına katkı sağlayacak bir potansiyele sahip. Bu çerçevede Eco’nun özellikle sembol ile alegori ve güzellik ile ilginçlik farklılıkları hakkında bazı perspektif hatalarına düşmüş olması da eleştirilebilecek bir husus olarak öne çıkıyor.

Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper

9 Nisan 2014 Çarşamba

Devlet ve ekonomiye dair

İnsan, ünsiyet sahibi olduğu gibi, unutan da bir varlıktır; unutması dolayısıyla da hatırlayan bir varlık... Peki ya unutturmak, yani siyasal ideoloji haline gelen unutulanın unutturulması... Türkiye'de "birtakım esrârengiz eller, 1930lardan sonraki Türk nesilleri ile geçmişlerinin tamamı arasında geçit vermez duvar örüp onları tekmil tarihî müktesebâtından yoksun kılmışlardır."[ii] Kaba kuvvete dayalı bir imparatorluk geçmişinden kurtuluyorduk. Bilhassa "17. ve 18. yüzyılları kimse hatırlamak bile istemiyordu. (...) Aynı kaderi 19. yüzyıl da paylaşmaya fazlası ile adaydı. Ancak modern Türkiye'yi hazırlamış olan reformlar dolayısı ile hafıza kaydı bütünü ile silinmiyor, içinden günümüz için anlamlı görünen reformcu girişimler itina ile ayıklanıp hatırda tutuluyor, gerisi unutkanlığa terk ediliyordu."[iii]

Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinin sonralarından başlayarak, -özellikle oryantalist kaynaklar devşirilerek- Osmanlı İmparatorluğu olumsuz bir mit haline sokulmuştu. Oryantalist söyleme göre: "Doğuşundan itibaren ilerici olduğu iddia edilen Avrupa uygarlığının tersine, öteki yüksek uygarlıklar kendi gelişim havzalarında donmuş olarak kalmış olmalıydılar..."[iv] Çağdaşlaşmayı kendine amaç edinmiş Türkiye, modernleşme yolunda Batıyı takip/taklit edecekti ve tabi ki de geçmişin belirli bir zaman diliminde donmuş bir ceset gibi kalmış Osmanlıyı terk edecekti, hatta ondan kurtulacaktı.

15.yüzyılda Batı Avrupa'da şekillenen modern dünya-sistemi, kapitalist üretim ilişkilerince domine edilmekteydi, yani sermaye birikimine dayalı üretim ve tüketim ilişkilerinin hakim olduğu sistem. Ahmet Tabakoğlu konuyla ilgili olarak: "Emin olunuz ki, Batı'da denizaşırı sömürgeleşme olmasaydı, proleterleşme olmasaydı sermaye birikimi olmazdı"[v] der. Böylesi maddiyatçı bir düzende "Osmanlıların esas günahı bize miras olarak zengin bir ekonomi bırakmamış olmaları idi."[vi]

Mehmet Genç, Osmanlı Sisteminin neden Batı Avrupa'daki iktisadî gelişmelere ayak uyduramayışı sorusunu merkeze alarak, Ömer Lütfi Barkan'ın yanında doktora tezini çalışmaya başladı. İlkin Fransız kaynaklarını, sonrasında İngilizce öğrenerek İngilizce kaynakları taradı; ama 18. ve 19.yüzyıl arası Osmanlı iktisadî sistemini analiz edebilecek bilgilere ulaşamadığı için arşivlere girmek zorunda kaldı. Arşiv incelemelerinde yüz elliye yakın vergi kaleminden hazineye ödenmekte olan kayıtları 18.yüzyıldan itibaren çıkarmaya başladığında, vergi rakamlarının değişmediğini gören Genç ümitsizliğe kapılsa da, çalışmalarına devam etti. Önündeki bilmece açık ve netti: "Yüzyıldan fazla bir süre ile Osmanlı bürokrasisi, reel iktisadî faaliyet hacmi ile hiçbir ilişkisi olmadığı anlaşılan bu değişmez rakamların kaydını yürütmek üzere binlerce sayfalık defteri neden hazırlayıp durmuştu."[vii]

Mehmet Genç, başladığı Osmanlı araştırmalarını en önemli iktisadi değişim aşamalarından Sanayi Devrimini ve yarattığı etkileri göz önüne alarak şekillendirir. Araştırmalarının neticesinde Osmanlı yönetim elitinin iktisadi hayata bakışında tespit ettiği zihni koordinat sistemini kendi terminolojisi içinde sistemleştirir. Bu koordinat sistemi, ekonomiye ait düzenlemelerde Osmanlı yönetim elitinin kararlarını alırken hareket noktasını belirlediği ilkelerdir. Genç’in klasik dönem olarak nitelendirdiği 19. yüzyıl öncesine kadar geçerli biçimde Osmanlı İktisadi Dünya Görüşünün İlkeleri, ‘iaşe’, ‘fiskalizm’ ve ‘gelenekçilik’tir.

I. İaşe (Provizyonizm) İlkesi
İaşe ilkesi, Osmanlı iktisadî dünya görüşünün en önemli politikasıdır ve ekonomik faaliyete tüketici açısından bakan görüşün dayandığı ilkedir. İnsanların ihtiyaçlarının karşılanması amaçlanmış, üretilen mal ve hizmetlerin mümkün olduğu kadar bol, kaliteli ve ucuz olması esas alınmıştır.

"İaşe ilkesine dayanan bu iktisat politikası, dış ticarette ihracatı zorlaştırıcı ve kısıtlayıcı, ithalâtı ise kolaylaştırıcı ve teşvik edici niteliği ile, günümüzün himayeci iktisat politikalarına hiç benzemeyen bir hüviyet göstermektedir."[viii]

II. Gelenekçilik İlkesi
Gelenekçilik, sosyal ve iktisadî ilişkilerde yavaş yavaş oluşan dengeleri, eğilimleri mümkün olduğu ölçüde muhafaza etme çabasıdır. Herhangi bir değişim halinde, tekrar eski dengeye dönmek üzere değişmeyi ortadan kaldırma iradesinin hakim olması şeklinde de tanımlanabilir.

"Ziraat, esnaflık ve ticarette iaşe ilkesinden kaynaklanan düzenlemelerin hedefi üretim ile tüketimin dengede tutulmasıdır. Dengenin bozulması halinde bunalıma düşme tehlikesi daima mevcuttur. Korkulan asıl tehlike kıtlıktır. (...) Üretimde küçük bir düşme veya tüketimde küçük bir artış, mevcut ulaşım imkânlarının yetersizliği karşısında kolayca kıtlığa dönüşebilirdi. Onun içindir ki, tüketimi arttıracak nitelikteki değişme eğilimleri sürekli kontrol altında tutulurdu. Men-i israfat (somptuary laws) diye bilinen ve amacı lüks tüketiminin sınırlandırılmasından ibaret görünen yasaklamaların önemli bir kaynağı budur."[ix]

Osmanlı yönetim anlayışında gelenekçilik, ‘kadim olana göre davranma’ şeklinde ifadesini bulur. Genç’in bir kanunname’den alıntıladığı gibi “kadim odur ki, onun öncesini kimse hatırlamaz." Kadim, bir kuşağın zihin muhtevasında var olandır. Bu ilke yerleşmiş, denenmiş 'iyiler sisteminin' sürdürülmesini esas almaktadır.

III. Fiskalizm
Fiskalizm, hazineye ait gelirleri mümkün olduğu kadar yüksek düzeye çıkarılmaya çalışılması ve ulaştığı düzeyin altına inmesinin de engellenmesidir. Hazine gelirlerinin esas fonksiyonu, devletin yapması gereken harcamaları karşılamak olduğu için, fiskalizmin dolaylı bir uzantısı olarak, harcamaları kısmaya yönelik çalışmalar da bu kapsamda değerlendirilebilir. Ana hedefi gelirleri mümkün olduğu kadar yükseltmek olan fiskalizm, bu hedefe ulaşmakta zorlukla karşılaştığı zaman, harcamaları kısma yönündeki faaliyetler de gelirlerin artırılmasına katkı sağlamaktadır.

Osmanlı iktisadî dünya görüşü bu üç ilkenin zamana, bölge ve sektörlere göre değişen oranlarda birleşmesinde meydana gelen bir nevi üçlü koordinat sistemi içinde kimliğini kazanmış ve bu kimliği ile iktisadî hayatı yönlendiren düzenlemeler ortaya koymuştur. Ancak bu üç ilkenin oluşturduğu referans sistemiyle Osmanlı iktisadî uygulamaları açıklanabilmekte ve anlam kazanmaktadır.

Tarih kurgusunu kişileri baz alarak soyut ve durağan bir anlatı yerine, olayları neden-sonuç ilişkisi içerisinde dinamik bir anlayışla analiz eden Mehmet Genç'in sunduğu çalışma, mevcut Osmanlı algısına ağır darbeler indirmektedir. O zamana değin Osmanlı, ekonomiden anlamayan, içe kapalı olduğundan dışarıdaki gelişmeleri anlayamamış ve bu sebeple gelişmelere karşı yetersiz kalmış kaba kuvvete dayalı bir düzen, dolayısıyla terk edilmesi hatta kurtulunması gereken bir geçmişti.

Genç pek çok noktada Osmanlı dünyası ile ilgili bilinen klişeleri yerle bir ederek gerçek vesikalara dayanan yeni ve orijinal bir anlam dünyasını kendi terminolojisi ile şekillendirmeyi başarmıştır. Böylece Osmanlıların ekonomiden anlamadıklarının aksine, en iyi bildikleri şeyin ekonomi olduğu anlaşılmış, ticareti küçümsedikleri, ona önem vermedikleri iddiası çürütülmüş, aslında ticaretin teşvik edilen ve korunan bir sektör olduğu, ticaret sektörünün vergilendirme sistemindeki ayrıcalıklı konumu ortaya konarak ispat edilmiştir.

Osmanlı dünyasının kapitalist bir mantıkla hareket etmediği, ekonomiyi toplumun ihtiyaçlarını karşılamak için bir araç saydığı, rekabet ve çatışma yerine işbirliği ve dayanışmayı teşvik ettiği, aşırılık yerine itidalli davranmayı seçtiği örneklerle ortaya konmuştur. Osmanlı sisteminde iktisadî gücün ciddiye alındığı ve önemsendiği, ancak siyasal güce dönüşmesinin titizlikle engellendiği vurgulanmıştır.

Mehmet Genç, çalışmaları ile Osmanlı iktisat tarihçiliğini dünya platformuna taşımıştır. Devletin ekonomi içindeki rolü ve sistemin anlaşılmasını kolaylaştıran teorik kurgusu ile bize Osmanlı ekonomisinin robot resmini sunmaktadır. Gücümüzü, kültürümüzü ve kimliğimizi dayandırabileceğimiz büyük bir devletin mirasına daha büyük bir istekle sahip çıkmamızı öğütler. Osmanlıların kendilerinden önceki devletlerin yaşadıkları tehlikeleri nasıl görüp tecrübelerinden ders çıkardıklarını ve yaşayacakları muhtemel tehlike unsurlarını dikkatle ayıklayarak yavaş yavaş, bir heykeltıraş sabrı ve titizliği ile ölümsüz bir düzen inşa etmeye doğru nasıl çalıştıklarını anlamaya çağırır.

[i] Genç, Mehmet, 2010, Osmanlı İmparatorluğu'nda Devlet ve Ekonomi, Ötüken Neşriyat A.Ş., İstanbul
[ii] Duralı, Şaban Teoman, 2010, Omurgasızlaştırılmış Türklük, Dergâh Yayınları, İstanbul, s.100
[iii] Genç, 2010, s.16
[iv] Wallerstein,Immanuel, 2007, Avrupa Evrenselciliği İktidarın Retoriği, Aram Yayıncılık, İstanbul, s.45
[v] Tabakoğlu, Ahmet, 2009, Almıla Dergisi, 2009/Yaz, s.73
[vi] Genç, 2010, s.17
[vii] a.e, s.29
[viii] a.e, s.49-50
[ix] a.e, s.64-65

Haydar Barış Aybakır
haydarbrs@gmail.com

7 Nisan 2014 Pazartesi

Kurşun gibi burukluk

Memlekette şiir kitaplarına olan düşkünlük(!) ortada. Tam bir düşüklük hâli. Buna rağmen İzdiham Yayınları müthiş bir cesaretle ve emekle bir haftada üç şiir kitabı yayımladı. Şairi Öldürdüler, Kırılınca Klarnet ve Çingene Sabahı. Maalesef ki insanlara şiir okumasını ve şiire mutlaka vakit ayırmasını sebepleriyle birlikte izah etmeye kalktığınızda "Biz de gençken ilgilenirdik" deyip geçerler. Şairin sadece şiirle ilgilenmesini icbar ettirmeye çalışan bu züppelik, "baş sıkışınca" yerini "Bu memleketin şairleri nerede!" çığlığına dönüşür. O zamanda şairler "Hangi dağda kurt öldü?" deyip susarlar.

Şair silahını dışarıya tuttuğu kadar kendine de doğrultan bir ademdir. 1988 doğumlu Onur Bayrak da bu ademoğullarından biri. Kendi kuşağı arasından çok belirgin bir şekilde ayrıldığını düşündüğüm için doğduğu yılı belirttim, yaşını açık etmek için değil. Onur'un şiirinde kendi üslubunu inşa ederken göründüğü kadarıyla kendi kuşağını da çok iyi takip etmiş, dergileri irdelemiş ve epeyce okumuş. Zira onun şiirlerinde ne sosyal medya kavramları, ne abartı boyutta uzatılmış modernizm karşıtı dizeler ne de sadece göz boyamak için yapılmış kelime oyunları var. Adam derdini, yaşıyla başıyla izah ediyor. Abartmıyor, sade ve etkili yazıyor.

"Hiç tanımadığım insanların yokluğunu hissederek
Tek bir mısra bile etmeyen bir ömrü bitirmek
Allah'ın fenerleri sönmeden, yıkılmadan heyulanın direkleri
Nasıl olur bir mağlubun kalbi gibi şeyleri unutup

Tüm başlangıç durumlarının çarpıtıldığını bilerek
Yanlış bir parantez bile olamadığımı iyi sezip, devam etmeliyim"

Onur Bayrak'ın şiirleri Dergâh, Edebiyat Ortamı, Karayazı ve Fayrap dergilerinde yayımlandı. Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. Ankara'da yaşayan bir Erzurumlu. Taşralı bir şair diyebilir miyiz? Elbette. Ne mutlu ona ki büyükşehir şairlerinin hatalarına düşmüyor. Başta da dediğim gibi o sırf "mizah yapacağım" diye kelimeyi yontup Türkçeyi berbat eden ve dolayısıyla "tweet" tipi dizeler düzenlerden değil Onur Bayrak. Bu işe verdiği ciddiyeti kitabın içindekiler bölümünden bile anlamak mümkün. Anneannesine ithaf ettiği kitapta 4 bölüm var. Bir şiir kitabına düzyazı ciddiyeti kazandırmış bölümler. Mesela "Önsöz" bölümünde "Sözleşme" adlı tek bir şiir var. Sonra "Hatırım İçin Kal" ve "Hatırası Var" bölümleri art arda geliyor. Kitap biterken "Kaynakça" adlı bölümde yine tek bir "Bakış Acısı" şiiri var.

Bazı dizelerinde ilham kaynaklarına işaret eden şairin "Konusu Kalmayan Karşılıklar" şiiri, en beğendiğim şiirleri arasında. Beş bölümlü şiirin bitişi ok gibi, cirit gibi, hokka gibi:

"Şimdi sözü aşka nasıl getirmeli
O kadar sevilmedim ki cioran'ın bir lafı olmak istiyorum
Belirsiz dehşet, son gözüpeklik ve mutsuzluğun bilinci
O kadar kötü sevildim ki içimde bazı laflar çürüdü."

Buradaki Cioran etkisini kitabın son şiirlerinden "Barbarı Öldürdüler"de de yakaladım diye düşünüyorum.

"Allah'ım
Sustuğun tuhaf dillerden anlamıyorum
Allah'ım
Yaşamak damgası olarak kalbim iğfal edildi
Allah'ım

Hayattan bir burukluktan başka ne anladım."

Yine kitabın son şiirlerinden "Barbar ve Allah", harika bir girişe sahip:

"Kardeşim yok benim, hiçbir nesebe benzemem
Zavallı gözlerimle bunca planın ortasında doğdum
Allah bana yükledi genç ölenin gömdüğü milatları
En baştan başlayarak defalarca başladım
Sonuçlara inanarak ve herkesi andırarak
Hiç delil yoktu, hiç anlam yoktu, hiç umut yoktu
Gıcırdamayan bir dal bulsam kendimi asacaktım
Kaldım ve boğularak çıktım çocukluğumdan."

Yayın yönetmenliğini şair Bülent Parlak'ın yaptığı "Şairi Öldürdüler" yılın en iyi şiir kitaplarından biri olacaktır. Çünkü şair herkesin bildiği silahlarla değil, kendi özel silahıyla yapıyor buruk savunmasını...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

20 Mart 2014 Perşembe

Kendini kaybet ki kendini bul

“Şair başkaldırır ve rahatsız eder. Eşya ile kavgası vardır. Dolayısıyla nesneyle sıkı fıkı olanlara karşı da şairin tavrı bellidir.”
- Hüseyin Akın

Kaybolmanın önemi üzerine konuşmak lazım. Kaybolmanın bir insanı feraha ve sıhhate nasıl kavuşturacağı üzerine kafa yormak lazım. Kaybolmak dendiğinde kaç farklı anlam aklımıza gelirse gelsin, Hüseyin Akın'ın "Kaybolmak, kimsenin tarif edemediği özlenen bir uzaklığa, hiç düşünmediğimiz bir anda kavuşmaktır" sözü tam gerçeği işaretliyor. Kaybolmak aslında kavuşmaktır, kaybolan insan kendine kavuşma hususunda bir şeyleri göze almış, göze aldığı şeylerin üstesinden gelip kendini bulmayı amaç edinmiştir. Hiç düşünmediği anda keşfeder insan kaybolmayı ve ardından kendini yakaladığında yapışır yakasına hiç şüphesiz: Neredeydin?

Şehir, kent, il. Ne dersek diyelim modern hayatın içinde biz ne kadar kaybolduğumuzu zannetsek de aslında kaybolmuyoruz. Kaybolmaya olan ihtiyacımızın her gün arttığını söylemek çok daha doğru olur. O kadar kalabalığız ki, bu kalabalıklık kendi içimizdeki gürültüyü, aceleciliği, kopyala yapıştır düşünceleri, dijital algıları birbirine karıştırıyor. Egede bir ihtiyarın her gün söylediği gibi, "kafa gidik" bir hal alıyor. Ruhsuzlaşıyoruz. Bu sürecin en tehlikeli yanı ise aslında her şeyin farkındayız. Bir ölü toprağı üzerimizde, belki asırlardır, belki dünden beridir ama hep vardır. "Hedefi ve kıblesi olan insan kaybolur" diyen şairin denemelerinin her birinde ne kadar hedefsiz ve kıblesiz olduğumuz tarif edilirken, bir umut kapısı daima açık bırakılıyor. Şair gayet iyi biliyor her karamsarlıkta bir umudun saklı olduğunu, saklı bulunması gerektiğini.

Edebi anlamda lezzetli, fikri anlamda akla yatkın, vicdani anlamda ise can sıkıcı metinler barındırıyor Hüseyin Akın'ın denemesi. İnsan, canını sıkan şeye daha çok kulak kabartıyor. Bildiğini zannedip aslında hiç bilmediğini, uğradığını zannedip aslında hiç yolundan geçmediğini, baktığını zannedip aslında hiç görmediğini anlıyor bu sıkıcılıkta. Nihayet sıkı can da kolay çıkmıyor bu kaybolma yolunda. Şair, denemelerinde hem kendini hem okuyucu kaybolmaya yönlendirirken, diğer kaybolanlardan da istifade ediyor. Mesela:

"Mustafa Kutlu hacca dair bir yazısında "Hac biraz da kaybolmaktır" diyordu. Bu sözü tuttum. Öyle ya, kaybolmazsan nasıl hacı olacaksın! Hacda kaybolmak yakın zaman, yakın mekân ve yakın insanı unutarak, tıpkı mahşerde gibi sadece kendine rucu edebilmeye vesiledir. Hedefi ve kıblesi olan insan kaybolur."

"Dünyada yolu çatallanan tek varlık insan. Onun için kendini insandan başka kaybeden varlık da yok. Bilincimiz olmasaydı olduğumuz ve bulunduğumuz yeri bize kim haber verebilirdi? Ya bütün yollar yürünebilir olsaydı? Bunun cevabını İsmet Özel veriyor: "Bir insanın önündeki bütün yollar yürünebilir ise o insan kaybolmuştur."

Kaybolma eylemini insan ne kadar gerçekleştirebilir ya da insan kaybolmanın neresindedir diye düşündüğümüzde hakikaten kaybolabiliriz. Bu yolda yürürken bastığımız yerlere bir iz bırakıp geri dönme fikri asla taşımamalıyız. Aklı dönüşte olanın fikri gidişte olabilir mi? Mümkün değil.

Hüseyin Akın'ın, denemelerinin başlıklarını özenle seçtiği belli. Bu başlık meselesi hem kolay iş değil, hem de metinle olan ilişkisiyle direkt bütünlük göstermesi çok önemli. Merak ettirmeli ama iddiasını da altındaki metinle doğrulamalı. "Gaybı olmayanın kaybı da olmaz", "Modern zamanlarda inziva verili dilden şiire yükselmektir", "Şiir, ölüme hazırlıktır", "Karne amel defterinden bir sayfadır", "Hayatınız ideal mi yoksa ideolojik mi?", "Tüccarlar neden şiir okumazlar?", "Sağlık neye yarar", "Korkunun ecele faydası vardır", "Evde var insan!", "Edebiyatı hayata alet edelim", "Ölüleri niçin severiz?", "Uykunuz gelirse ona iyi davranın", "İnsanda damping!", "Anlamak cesaret ister", "Korkma sönmez!", "Nazım Hikmet'in Dergâh'ı neden yıkıldı?", "Milli fukaralık" ve "Kem âlatla kemalat olmaz" oldukça ilginç konu başlıklarından bazıları. Üslup çok lezzetli, içerik sade ve öz.

Bu denemeyi okumadan evvel ellerimizi ve yüzümü yıkamamız gerekiyor. Elbette musluk ve suyun bu yıkamayla bir ilgisi yok. Zira:

"...Şair de böyledir, yapay ışıklarla karartılmış dünyayı elleriyle aydınlatmaya çalışır. İnsanın kalbindeki önce yüzüne oradan da ellerine sirayet eder. Kalbi temiz olanın elleri de temizdir."

Önce kendini kaybet ki kendini bul. Bulurken aradıklarının her birinde yeniden bul. Her buluşunda ise daha fazla kendin ol. Çabuk ol ama acele etme.

Şairin bir şiirindeki gibi: "Yüreğimi çabuk tutmalıyım sevgiye ve kine"...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Yalın bir yankı

Şeref Bilsel, ilk okuyuşta kolayca söylenivermiş intibaı uyandıran, kolayca da anlaşılabilirmiş zannı veren bir şiir yazıyor. Acaba öyle mi? Ben aksi fikirdeyim. Günlük hayattan kayda geçirilmiş izlemimi doğuran bu yalın şiir, o kadar da kolayca kendini ele vermiyor. Yalınlıkla basitlik hatta yavanlık çoğu zaman karıştırılır. Yalınlığı zor anlaşılır kılan da tam bu kafa karışıklığıdır esasen. Şeref Bilsel, yeni kitabı Dünyanın Külü’nde, yıllar boyu biriken tecrübelerin bir nehrin çarpa çarpa düzleştirdiği taşlardan duyabileceğimiz yalın bir yankısını duyuyoruz.

İki bölümden oluşuyor Dünyanın Külü. Dağdağa ve Uykuda. İlkinde sesiyle bile keşmekeşi çağırsa da ikinci bölümde de huzur ve sükûn telkin etse de görünüşe ve ilk çağrışıma aldanmamak gerek. Yanıp biten bir dünyadan kalan bir avuç kül. Keşke her şey bu kadar kolay özetlenebilseydi. Gerçi özete gelebilen bir metin de şiir ismini ne kadar hak edebilir ki?

Şeref Bilsel “söyledikleri” kadar “ima ettikleriyle” de özel bir şair. İnsanın kendi kuytusuna iltica etmeden okuyamayacağı bir şiiri var onun. Bundan onun şiirini, bir fildişi kule fantezisi olarak gördüğüm sonucu çıkmaz umarım. Zira hayatla bağları kopuk, asosyal bir şiir değil onun yazdığı. Mutassvıfların “kalabalıklar içindeki yalnızlık” olarak günümüz Türkçesine aktarabileceğimiz “halvet der encümen” haline yakın bir hal ile okudum Dünyanın Külü’nü.

Bundan Şeref Bilsel’i “mutasavvıf şair” olarak gördüğüm sonucu çıkmaz umarım. Benim meramım onun şiirinde şekli göstergelerin ötesindeki tınıyı ve manayı yakalamak için kullanabileceğim ifadenin tam olarak bu olması. Bilsel’in “hikmet” burcuna yaklaşan şiirini ifade edebilmek için doğrusu daha uygun başka bir ifade bulamıyorum. Dünyanın geçiciliğini, asli olana duyulan hasreti ve şiirde “yalınlaşa yalınlaşa” yaklaşılan hikmeti başka türlü ifade edemediğim için umarım beni affedersiniz. İlk bölüm olan Dağdağa’yı başka kelimelerle ifade edebilme becerim olsaydı emin olun o kelimeleri kullanmakta beis görmezdim.

İlk bölüme haksızlık etme pahasına sayfaları çeviriyorum ve Uykuda’ya ulaşıyorum. İkinci Bölüm “oğul” merkezli şiirleriyle kitabı daha bir özel kılıyor bence. Oğul esasen bıçak sırtı anlamlar içeren bir kelime. Hem bağlılığı hem kopuşu, hem sadakati hem de ihaneti potasında birleştiriyor oğul kelimesi Ebeveyn ile oğul arasındaki derin bağ bir kovanın “oğul” vermesinde olduğu gibi ter etmeyi, bağımsız kalmayı, ayrılmayı da içeren anlamlar taşıyor zira.

Dünya simurg gibi doğabilir mi bilinmez ama kıyamete kadar yanmaya ve kül olmaya devam edecek gibi görünüyor.

Şiir bunu söylemeyecekse neyi söyler ki?

Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal