27 Ocak 2014 Pazartesi

Yalnız ruhta umut daima vardır

"Hastayım, yalnızım, seni yanımda
Sanıp da bahtiyar ölmek isterim
Mahmûr-ı hülyâyım, câm-ı lebinden
Kanıp da bahtiyar ölmek isterim."
- Rızâ Tevfik Bölükbaşı (Lemî Atlı, Hicaz)

Maggiore Hastanesi'nde Psikiyatri Başhekimi, Milano Üniversitesi'nde ise Sinir Hastalıkları ve Zihinsel Hastalıklar Kliniği Öğretim Üyesi olan Eugenio Borgna, "Ruhun Yalnızlığı" üzerine bir kitap yazdı. Yapı Kredi Yayınları da Meryem Mine Çilingiroğlu'nun çevirisiyle şubat 2013'te raflara sundu. Okudunuz mu? Hayır. Ne gerek var. Bir ergen duvar yazısı ismine sahip olsa da yalnızlığın çeşitlerini, çözümlemelerini ve hatta tedavi yöntemlerini, yalnızlığın içinde olup biten her şeyi okuyabilmek bu kitapla mümkün. "Bunalım, batılınındır" sözünü unutmadan okumalı. Zira bu "moderen ve lüküs" arkadaşlar her fırsatta bunalıma girmeye hazırlar. Werther'in acılarını okuduktan sonra yüzlercesi intihar etti, unutmamak lâzım. Kolay değil. Henüz Murat Kekilli dinlemedi hiçbiri ya da Ferdi Tayfur. Ah ne güzeldir: "Huzurum kalmadı fani dünyada / yapıştı canıma bir kara sevda..."

İki türlü yalnızlık ortaya koymuş Borgna. Biri içsel yalnızlık, diğer adıyla yaratıcı yalnızlık. Kişinin biraz da kendi tercihi. Diğeri ise acılı yalnızlık, yani tecrit yalnızlığı. İşte bu ikincisi, kişinin akıl ve ruh sağlığını tehlikeye düşüren yalnızlık çeşidi. Elbette Borgna'ya göre. Hayatımızın hangi yaşında, yerinde ve mekânında olursak olalım yalnız olacağız. Yalnızlık, kaçılması mümkün olmayan bir şey. Ama her yalnızlıkta umut da var. Bunun ispatını yapabiliyor Borgna. En çaresiz bir hastada bile umut var. Dilinde yoksa gözlerinde var. Yüzünde yoksa ellerinde var. Ama var.

Kısaca Borgna'dan bahsetmek gerek. Kendisi melankoli, delilik, bilmek ve delilik üzerine önemli çalışmalar yapmış, 1930 doğumlu bir İtalyan. Halen yaşamakta ve dolayısıyla çoktan delirmiş olmalı. Şu çağda akıllı kalmayı başarabilen biri varsa ona da delirmeyi öneriyoruz. En azından arada bir kendiyle dalga geçmeli. İyi geliyor. İtalyan amcanın yaralı duygular, bekleyiş-umut ve yüreğin duraklamaları gibi korkunç isimlere sahip kitapları henüz Türkçeye çevrilmedi. Muhtemelen ilk okuyucusu ben olurum. Güzel konular. Bu tip kitapları bir kuşun ötüşündeki "hayret"i ve bir çiçeğin açışındaki "hasret"i yakalayabilenler okumalı. Telefonunun şarjını bitirmeden uyuyamayanlar ve "param seni nere verem?" diye mağaza gezmekten düz tabanlaşanlar değil.

"Hayatımız kendi içselliğimizin sessizliğinde ve gizinde ilerlediğinde, yalnızlıkla damgalandığında bile, alacakaranlığı ve gün ışığını yakalamayı bilen kişide tekrar tekrar parlayıveren, varoluşumuzun eşlikçisi bu sabahyıldızına, umuda ihtiyacımız vardır."

Eugenio Borgna'nın kitabı hakkında daha teferruatlı bilgi vermekten imtina ediyorum. Zira yukarıda da dediğim gibi bu kitabı merak edenlerden çok, hak edenler okumalı. Ancak kitapta şiirle alakalı bölümü de anmak adına birkaç bilgi daha vermek isterim. Kitabın "İçinden Geçmiş Olduğumuz Karaltılar" adlı üçüncü bölümü, kendi içinde 4 alt başlığa ayrılıyor. Elbette bu alt başlıkların da altında konular mevcut. İlk alt başlık "Şiirsel İmgelemin Yalnızlığı" adına sahip. Şiire sevdalı bir ruh yoğun ilgiyle okuyacaktır hiç şüphesiz. "Büyük İçsel Yalnızlık", "Yalnız ve Düşünceli", "Kadim Kulenin Tepesinden", "İnmeye Cüret Edilemeyen Yalnızlık", "Biz Yalnızız, Korku Yalnızıyız", "Akşam Olunca", "Şiir ve Psikiyatri", "Şiir ve Felsefe" ve "Yalnız Yaşandığında" bu alt başlığın konuları. Müthiş ilgi çekici öyle değil mi? Burada Borgna özellikle 5 şair üzerinde duruyor. Hem yalnızlığın hem de umudun şairleri: Francesco Petrarca, Giacomo Leopardi, Emily Dickinson, Rainer Maria Rilke ve Antonia Pozzi. Madem yalnızlık ve umuttan söz ettik, Paul Celan'ın şu sözünü de hatırlatmak lâzım: "Şairler: Yalnızlığın son koruyucuları."

Rilke'nin -kim sevmez onu!- "Genç Bir Şaire Mektuplar" adlı eseri muazzam bir yalnızlık ve şiirsellik sandığıdır. Açmaya cesaretiniz varsa onda çok şey bulmanız mümkündür: "Herkesin yaşamında öyle saatler vardır ki, insan yalnızlığını verip ne denli yavan ve ucuz olursa olsun bir beraberliği almak ister karşılığında; iyi kötü ilk rastlayacağı kişiyle, en sıradan bir kişiyle sözde birazcık bir anlaşma uğruna yalnızlığı elden çıkarmak ister… Ama belki de yalnızlığın büyüdüğü saatlerdir bunlar, çünkü onun büyüyüşü de tıpkı oğlanların büyümesi gibi birtakım acı ve sancılarla gerçekleşir ve baharın ilk günü gibi hüzünle dolup taşar. Ancak, şaşırtmasın bu sizi. Bizlere gereken yalnızlıktır, büyük, içsel bir yalnızlık. Kendi içine yürümek ve saatler boyu kimselere rastlamamak…"

Sona gelirken, bahsettiğim bölümün içindeki "Yalnız Yaşandığında" konusunda değinilen bir Nietzsche alıntısını buraya da almak ve öyle gitmek isterim huzurlarınızdan. Zira bu sözler, "Niçe"nin "Hiçe" söylediği ve yalnızlığın "gerçekten" ne olduğunu aktaran yegane sözlerdir benim için:

"Yalnızlığın bittiği yerde başlar pazaryeri; ve pazaryerinin başladığı yerde başlar büyük oyuncuların gürültüsü ve zehirli sineklerin vızıltısı."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Kendi sesindeki eksikliği arayanlara

Şairin söylemi gibi; ne yazılırsa yazılsın ve ne yaşanırsa yaşansın söyleyeceklerimizin daima hep biraz eksik kalacak yanına seslenişi gibi her şey...

Şiir belki de bu eksik yanımızın mabedine o en anlatılamaz yalınayaklığıyla ve sonsuzluk alfabesiyle dokunmamızı sağlayan en güzel yaşam ayracı oldu hep. İçimden Hiçime’nin hayata dokunuş ayraçlığı da böyle bir ayraç olsa gerek ki ; daha kapağını aralarken karşılıyor hayatın o eksik yanına dokunmanın gizemini gözleriniz.

"İnsan elinin değdiği her şey bozulurmuş’culara inat dokun bana" değişiyle de aralandıkça parmak ucunuz, kendi iç tanıklığınızda buluşur artık harflerinin yolculuğu ve mırıldanıverir şairin dili içinize o tanıdık ezgiyi.

"Eski bir mızıkanın dudağımda tanıklığı gibisin
Dost,
Sırdaş,
Yoldaş,
Yeri belli olmayanlarız ahret inancında
Sen, yeri iyisin…"

Yazar Emrullah Alp’in yazın hayatına ilk eser ürünü olan İçimden Hiçime kendi içinde kendi söylemlerinin harfleriyle sesini duyurmayı başarmış bir eser olarak çıkıyor karşımıza ve okundukça da okuyucunun parmak uçlarına dokuna dokuna kendini okutturacak bir ırmağa dönüşüyor.

Bir dostun dudak izidir alnına bıraktığı
iyi bir dileğin direkten dönüşü
-bir cümlenin gülüşüdür.
"Gözlerine uçurtma ipi bağlasam da eğilmese hiç başın"
diyememektir göz göze gelip...

"Bir film sahnesinin ortasında seni hatırlamak
Bir şarkının nakaratında seni anmak
Bana benzetmek
sana benzemek
her şeyde
her şeyi..."

Fatoş Zafer
fatocrn@gmail.com

22 Ocak 2014 Çarşamba

Şiir, şâirin yoğunlaşmasıyla ilgilidir

Işık Yanar’ın üçüncü romanı, merkez olarak geldiği İstanbul’un san’atsal birikimi içinde kendine bir rol bulamadığı için en sadık ve içten bulduğu dünyasına, taşraya yeniden sığınan bir şâiri anlatarak sadece bugünün entelektüalizmini değil, daha yüksek bir duyarlılığın izlerini de barındırıp yansıtması vesilesiyle bu imkâna sahip bir eser. Romanı alelâde bir kurmaca olarak okumanın ötesine geçtiğimizde bu imkânın kapıları da aralanmakta ve Yanar’ın da işaret ettiği gibi (İtibar, Şubat 2013, S:17) coğrafî bir taşralılıktan söz edilmediği ve onunla gösterilen taşranın ya da –merkez-çevre karşıtlığı açısından- çevrenin, bir koza olarak değerlendirilebileceği görülmektedir. Orada edebiyatçı en özgün, doğal halini bulur ve onunla yaşar, üretir. Uzakta kaldığı müddetçe merkezin sadece imleri, izlenimleri söz konusudur. Kendini san’atın kuvvesi haricinde bir zorlama ve baskı altında hissetmeden eserini olabildiğine doğal ve içtenlikle üretir. Böylece Yanar’ın vurguladığı yüksek ya da temiz akla daha çok yaklaşır. Kozasında kendi hâlesini bağımsızca, müstakil olarak örer. Özsel, kendine has “değer”ler san’atını anlamlandırır.

Taşra Şairi romanında şiirin merkezde bir dili olduğunu düşünerek İstanbul’a gelen Yakup’un da çelişkisinin olduğu söylenebilir. Çünkü o da modernizmi ve onun uzanımlarını san’at için bir merkez kabul etmiş tüm san’atçılar gibi, bu merkezi kendinden hareketle inşâ etmek gayretindedir. Örneğin şiirden bahsederken aşk, ölüm gibi temel saiklerin harekete geçireceği bir mekanizma olarak güzellikten bahseden Yakup bu güzelliğin anlaşılır olmasını da gerekli görmez bir yerde. Şiir, şâirin yoğunlaşmasıyla ilgilidir. (s.302)

Taşra Şairi’nde Yakup, yıllar önce ayrıldığı İstanbul’a dönerken orada şiirin ve kültürün merkezine döndüğü tahayyülü ile hareket etmektedir. Daha önce gelmiş, kötü şiirler yazmış ve sonrasında metropolü terk ederek taşraya sığınmıştır. Ancak emekliliğiyle birlikte gündelik hayatı taşıyamayarak yeniden İstanbul’a gelmiştir. İlk gelişinde bir şiirini –değiştirerek- yayımlamış olan ve şiir dünyasında benzerleri tespit edilebilecek olan “üstad” Ali Gani ile ilgili bir dosya hazırlamıştır. Ancak dosyası geri çevrilir. Bunun verdiği karamsarlıkla Yakup da romanın sonunda taşraya tekrar döner. Yakup bir şâir olmasına rağmen şiirin nabzının attığını düşündüğü “mekân” ve onu temsil eden iktidar tarafından reddedildiği için kendini öyle vasfedemez dönerken ve şiirin dışında olduğunu düşündüğü “sıradan hayat”ına yeniden müracaat eder ki bu şiirin aslıyla değil onun hâlesiyle ilgili bir bakışı olduğunu gösterir. Yani şâir, şiiri bir atmosferin ürünü olarak –daha önce sözü edilen yoğunlaşma gibi- kabul ettiği için aile hayatı, iş vs. onun şiir anlayışına uygun bir atmosferden onu mahrum etmiştir. Boşanma sebebi de zaten bu mahrumiyet duygusudur. En sonda yine oraya dönmesi –ki sebeplerden birisi yine mekânın atmosferine ait taciz olayındaki absürtlüktür- bir teslim olma ritüeli gibidir. Şiire ilişkin işlediği “suç”u taşıyamaz ve kendini yine taşraya hapseder. Ailesinin evini görmesini istememesi de bu suçun, şiirin mekânından ayrı bir atmosfere ait olan taşraya bulaşmasından korkmasıdır.

Roman san’atının kaynağı, diğer olay anlatılarından farklı olarak Batı’nın ferdiyetçi ideolojisinin bilgi kuramına dayanmaktadır. Metnin yaslandığı olay ve muhtevadaki diğer unsurlarla birlikte anlatı, çok zaman bir karakterle temsil edilen romancının dünyaya bakışından bir kesittir. Bu yönden romanın perspektif algısından uzak durabilmesi ve Aydınlanma değeri olarak nesnel yaklaşımdan berî kalması imkânları daha geniştir. Öyle ki bu durum romanın Batı’yla sınırlı bir san’at olarak algılanmasındaki sağ yorumlamayı geçersiz kılmaktadır. Roman içerisinde Batılı olmayan bir yazarın bu yönünü ortaya koyabilmesinin en özel imkânı ise mekân algısı üzerindeki tasarrufundadır: Nihayetinde okur için romansal mekân, yazarın imlemeleriyle ve onun muhayyel hammaddesiyle sınırlıdır. Taşra Şairi’nde Işık Yanar, bunun farkında olduğunu gösteren bir anlatımla romanını bir mekân diyalektiği üzerine kurmuş, karakterin anlam dünyasını da taşra ile merkez arasında yarattığı bir gerilimle açığa çıkarmıştır. Bu gerilim mekâna bağlı olarak zamanda da geçmiş ve gelecek arasındaki bir başka gerilimi besleyerek meselenin, okuyucuya başka bir katmanda tekrar sunulması sağlanmıştır. Başkarakter olan Yakup’un bakış açısında en muteber diğer karakterler olan Ali Gani ile evlilik imgesi ardındaki eşi de aynı gerilimin bir üretimiyle mekânsal diyalektikten beslenerek var olmuşlardır. Merkezdeki mekânsal iktidar sahibi –şiirini değiştirme gücüne sahip- Ali Gani, Yakup’un san’atı için biçimlendirici bir hedefken, taşraya dönerek yeniden ailesiyle birlikte olmayı seçen Yakup, aynı zamanda san’atından vazgeçerek kendi –eril- iktidarını tercih etmiştir ki bunlar romanın tüm katmanlarıyla bütünleşik yapısını okura başarıyla sunmaktadır. Romanın sürekliliğini sağlayan bir doku olmaktan ziyade Yakup’un meselesinin farklı bağlamda bir yansıması olan Şefik de san’at-mekân düzlemindeki meselenin duygu-mekân düzleminde ele alınmasını ve burada yeniden okunmasını sağlayarak, Yanar’ın romanı farklı düzlemlerde kurmuşluğunu gösterir.

Ne var ki bu başarının dil ve anlatım düzleminde aynı düzeye ulaştığını söylemek zordur. Romandaki çokkatmanlı kurguyu taşıyamayacak derecede basit bir üslûp seçilmiştir. Bu seçimde bireysel bir yönelişten ziyade, okur ve yayın dünyasının tercihleri sebebiyle yazarların kanalize edilmelerinin ağırlığı hissedilmektedir. Bu yönden Yanar’ın da karakteri gibi iktidarın alansal baskısı altında bulunmasının, romandaki güçlü arkaplanın bir izahatını içerdiği söylenebilir. Roman bu bağlamda, hiç değerlendirilmediği eleştirel bir söylem kazanmaktadır. Ne var ki tüm bu kazanımları törpüleyen dil kullanımı, beğeniyle okunabilecek bu eserin son sayfasıyla birlikte yükselen eksiklik duygusunun da müsebbibidir. Romanın hemen başlangıç paragrafında yer alan şu cümleler, söz konusu baskıdan ötürü yazarın başvurduğu kolay okumanın birer örneğidir:

“Sanki göğsünün içinde başka bir varlık onunla birlikte nefes alıyordu. Patlamış bir topun son nefesi gibi, derinden. Gömleğinin düğme boşlukları açılıp kapanırken o, tiz bir ses çıkarıyordu.” (s.5)

Ya da şu örnekte görülebilecek olan aynı durum, yazarın “zorlandığı” anlatımın kötü bir sonucu gibi durmaktadır:

“Şefik, poğaçasından bir parça aldıktan sonra düşünceli düşünceli yemeğe başladı. Çayını bitirdikten sonra yemeye devam etti.” (s.132)

Bir başka örnek ise şudur:

“Parfüm, losyon ve kremlerin bulunduğu dolabın önündeki plastik sandalyede Mübeccel Hanım oturuyordu. Plastik sandalyeye oturtulmuş oyuncak bir bebek gibi sabit gözlerle tezgâhın arkasındaki Yücel’in karton kulesini izliyordu.” (s.51)

Cımbızla seçilmiş gibi görülebilecek bu örneklerde vurgulamak istediğimizin romanın geneline hâkim bir anlatım tarzı olduğu belirtilmelidir. Öneklerin hepsinde görülen tatsızlığın, imlâya ya da anlatım bozukluğuna değil, nesir san’atının güzelliğine dair olduğu da zikredilmelidir. Diğer taraftan romanın bir şâir etrafında kurulmuş olmasının da dilde tercih edilen kolaylığı bir kat daha kötü gösterdiği söylenmelidir. Karakterin anlam dünyasının bütünü açısından yazarın tercih ettiği durağan anlatı, zamanın parçalanması, çağrışımların etkin işlevselliği romanı ne kadar dolduruyorsa, ifadelerdeki basitleştirmeler de bir o kadar metni yıpratıyor, yavanlaştırıyor:

“Telefonun sesi, insansız eşyaların arasında yankılanıyordu. Ses birden kesildi; sonra yeniden duyuldu. Eşyalar bir insanın ona doğru koşacağını hayal ediyorlardı belki de. Zemin, topukların ağırlığını hissetmek, koltuk ise kaçamak bir dokunuş bekliyordu. Telefonun yanındaki kalem, ahize kalktıktan sonra, parmakların onu kavramasını. Sonra artık çok iyi tanıdıkları o erkek sesinin duvarda yankılanmasını. Yaklaşık yarım dakika süren ses çınlama bırakarak kesildi.” (s.349)

Romanın temel çatısını oluşturan mekânsal algıya uygun bir biçimde çevrenin ayrıntılarını sunmaya dikkat eden yazarın, bu sunumunda cümleleri sıralayışı, düşünsel olarak tasarladıklarından çok farklı bir yola başvurmuş olması, büyük bir eksiklik olarak göze çarpıyor. Özetle, şâir Yakup Gündoğdu’nun algısındaki Arâf hâlini yansıtabilecek bir söylem inşâ edilebilseydi, bu eksiklik yerini sadece akıcı değil okuru besleyecek güçlü bir anlatıma da bırakabilirdi. Yukarıda denildiği gibi bu eksikliğin yazarın tercihlerinden ziyade, eserleri ve genel olarak edebiyatı endüstriyel metalaşmanın etkisiyle oluştuğu değerlendirilebilir. Fakat taşralı bir şâir üzerinden san’atın merkezi ve hâlesini işleyen Yanar’ın üslûbunun bu açıdan bir çelişki yarattığı da söylenmek zorundadır.

Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper

18 Ocak 2014 Cumartesi

Ahlâkla gel, çünkü insan yalnız ekmekle yaşamaz

Ankara’da ikamet etmekte olanlar bilir. Kış başladığından bu yana Kızılay ve civarında Suriye’den geldiğini söyleyerek dilenen insan sayısında muazzam bir artış var. Suriye’de yaşanan zulüm ve Türkiye’ye iltica etmiş olan insan sayısı mâlumunuzdur. Bu insanların kentin pis caddelerinde dilencilik yapması ise ayrı bir vicdan yaralayıcı mesele. İnsanların bu kişileri, farz edelim öyle olsun, Suriyeliyiz diyerek bizleri aldatıyorlar diye yaftalaması ise kentteki insanların vicdanlarının sızlamasının yaşanan trajedinin popülerliği ile orantılı olduğunu gösteriyor. İnsan vicdanının sızlaması ile “popüler, orantı” gibi ayıp ifadelerin yan yana gelmesi ne kadar üzücü.

Modernleşme aynı zamanda bir ahlâk problemidir. Örnek vermek gerekirse, kuşlar konar da oraları pisletir diye saçaklara ve tabela üstlerine yapılan demirden iğneler modernleşmenin insanlığımıza yönelttiği büyük bir hakarettir. Oysaki biz en muazzam binalarının duvarlarına kuşlara barınak yapan, kuş evleri yapan bir ecdadımız olduğunu biliyoruz. Tabi geçmişe özlem duyarken nostalji fetişizmi yapıp bunu bir ticarî meta haline getirmemek gerekir. Yahut edebiyat parçalamak olarak addettiğimiz, geçmiş üzerinden romantizm devşirme modasına kapılmamalıyız.

Az veya çok hepimizde geçmişe duyulan bir özlem vardır. Siz de takdir edersiniz ki geçmişe duyulan özlem toplumun daha çok muhafazakâr/mütedeyyin dediğimiz kitlesinde görülür. Ancak gel görelim ki geçmişten (gelenekten) en çabuk uzaklaşan ve modern olanı (bid’atı) en çabuk içselleştiren de bu kitle olmuştur. Modernizm bu kitleleri daha çabuk dönüştürmüştür. Ali Bulaç’ın şu ifadeleri bu durumu özetler niteliktedir: ”Türkiye’yi asıl modernleştirecek olan toplumsal kesimler Müslümanlardan başkası değil. Hangi Müslüman, toplumun tarım toplumuna dönmesini istiyor, fabrika kullanımını, modern üretim tekniklerini reddediyor? Anadolu sermayesi ve küçük işletmelerde yavaş varlık gösteren bütün İslâmî gruplar istisnasız en modern üretim tekniklerini kullanmaktadır. Kim şehirlerinin arabalardan ve modern ulaşımdan arındırılıp yerine merkep, at veya deveyle taşımacılığı öneriyor? Araştırma yapılacak olursa, hiç kimsenin kuşkusu olmasın; araba, uçak, vb. ulaşım araçları bir yana; bilgisayar, cep telefonu, televizyon vb. alet kullanımının en çok dindar kesimler arasında yaygın olduğu görülür. Herkesten çok Müslümanlar ‘modern kültür’ü tüketmek istiyor. Onlar… şeylerin içini modernleştirirken dışının geleneksel yapısını muhafaza etme stratejisine dayanıyor.” (Sözleşme Dergisi, Mayıs 1998). Müslümanların düştüğü bu can yakıcı ikilem modernleşmeden kaçarken modernist bir zihin yapısına tutulmakta kendini gösterir.

Muhafazakârların her şeye muadil oluşturma çabası onları ister istemez modernin içine çekiyor. Yani bikiniye alternatif olarak haşema üreterek Müslüman kadını daha çok laik/seküler kişilerin rağbet gösterdiği Akdeniz plajlarına sürmek elbette modern bir tavırdır. Örneklerini çoğaltmak mümkün. Tesettürü kadının sosyal hayatta var olması için bir araç olarak gören modern zihniyet, onu normal hâliyle girmekte zorlanacağı birçok yere muadil kisveler/sıfatlar oluşturarak sokmayı başarmıştır. Bu zihniyet bunalımına en önce Müslümanların dûçâr olmasını azınlıkta kalma korkusuna bağlıyorum. Nureddin Yıldız’ın dediği gibi, “iki korkuyu atmadıktan sonra sabretmek mümkün değil: Ecel korkusu ve azınlık olma korkusu.” Kamusal alanı oluşturan laik/seküler yapı Müslümanları ister istemez o alanın dışına itiyor. Müslümanlar ise bu alana dâhil olabilmek için, ben de buradayım diyebilmek için, istemeyerek de olsa modern bir hâle bürünmek zorunda kalıyorlar. İmamlarımızın müftünün huzuruna çıkarken kravat takıp takım elbise giymesi sanırım bunun en ironik örneklerinden birisini oluşturuyor. Ya da ülkenin gündemini şaşılacak derecede belirleyen meclise başörtüsünün girmesi meselesi. Kanımca meclise başörtülü milletvekillerinin girebilmesi Müslümanların değil sistem içinde dönüşmüş bir zihniyetin zaferiydi.

Sözünü ettiğimiz kitabın ana eksen konusu Müslüman toplumu bir arada tutacak olan ahlâkın lokal olmadığı, bütün insanlığın en temel yaşama/ilişkide bulunma vasıtası olduğudur. Yazarın, “Ahlâkla gel, çünkü insan yalnız ekmekle yaşamaz” sözü ahlâkın kıymetini açıklamaya yetecektir.

Etik ile ahlâkı birbirine karıştırmamak gerekir. Çünkü kavramlarımız nasıl düşüneceğimizi de gösteren metodolojik birer donedir aslında. “Etik”i kabaca pozitif hukuka (o an yürürlükte olan hukuk) aykırı olan eylemler olarak tanımlayabiliriz. Ahlâk ise insana yüklü gelen bir haslettir. Fıtrîdir. Mezkûr kitaptan bir örnekle konuyu daha iyi anlatabiliriz: Yüklü bir bağışı hiçbir kayıt olmadan (fatura, makbuz vs.) yaparsak bu devlet nezdinde vergi kaçırmak anlamına gelecek ve etik bir davranış olmayacaktır. Ancak biz ahlâken “sağ elin verdiğini sol el görmesin” düsturuna bağlıyız ve yaptığımız bağışın da ahlâkî bir değer kazanabilmesi için böyle olması gerekir. Bir başka örnek de biz verelim: Müslüman bir patronun sayesinde servetine servet kattığı işçisini asgari ücret ile çalıştırması evet etiktir çünkü kanunen işçi en az asgari ücret almalıdır. Ancak bu durum ahlâkî değildir. Hele bir de Müslüman patron, işçilerinin maaşlarını düzenli ve zamanında ödediği için mâlum hadis gereği iyi olanı yaptığını düşünüyorsa bu ahlâk istismarıdır. Bu hazin durumu o patrona izah etseniz size piyasa ekonomisinden yakınacaktır. İşte moderne ittibâ etmek tam da bu oluyor. Yaptığın işlerin ahlâk çerçevesine dâhil olamayacağını bildiğin hâlde sanki öyleymiş gibi yapmak ve bu durum yüzüne vurulduğu zaman çağın şartlarından yakınmak. Çağın şartları dediğimiz mefhum spontane gelişmiyor. O şartları katılaştıran da bizleriz. Bunun arkasına saklanmak kendi yalanına inanmak demektir.

Eser Lütfi Bergen’in "Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabından sonra gelen ikinci kitabını oluşturuyor. Bu serinin üçüncü ve son kitabı ise “Kozmosta Yerlilik – Evlerimizi Kaybediyoruz”. Bu üç eser de moderne karşı zihnî bir uyanışa vesile olmaya muktedir. Nitekim kişi içinde bulunduğu durumu eleştiremez. Hele zihnen içinde olduğumuz durumu eleştirebilmek ve tanımak için o zihnî hengâmeden çıkmak gerekir. Tahmin ediyorum ki bu eserler bizi kıskacı altına alan ve zihnimizi işgal için hazır hâle getiren modernizmi daha iyi tanımamıza vesile olacaktır.

Muhammed Faruk Özcan

14 Ocak 2014 Salı

Ömür bir bahçeliktir

"Bahçada yeşil hıyar, boyun boyuma uyar
Ben seni gizli sevdim, bilmedim âlem duyar."
- Diyarbakır Türküsü (Bkz: Celal Güzelses)

"Modern insan kafirdir. Tabiatı-bitkileri-hayvanları katletmektedir; Güneşe-aya-yıldızlara kör kalmıştır. Ruhu kaçmıştır. İnsan tabiata karşı terörist kesilmiştir. Karıncaların ve toprağın canlılığı üzerine erimiş asfalt dökmesi bundandır."
- Lütfi Bergen

Gribin tüm "haşmetü ve kudretü" ile üzerime yürüdüğü bir sabah vakti, kahvaltıdan hemen sonra kendime bir bitki çayı hazırladım. İçinde türlü türlü bitkiler. Şifa niyetine. Hikmet-i Hüda. Çözümü antibiyotikte, hapta, şurupta, iğnede aradıkça bir yere varamıyoruz. İyileştiğimizi zannediyoruz içimiz çürürken. Bunu yeniden ve yeniden fark etmek insanı yaralıyor çoğu kez. Üzüyor. Doğanın hikmetleri karşısında mahcup düşürüyor. Tam da böyle bir zamanda ilaç gibi bir okuma yapmak isterken kütüphanemde bekleyeduran "Beyhude Ömrüm"ü çıkarıp girdim yatağımın serin kıvrımlarına. Yanımda bitki çayım, çevirdim sayfaları.

"Ben en iyisi şuradan hatun ile kıza birer çift çorap alayım, birer de yazma. Ya oğlanlar. Alaman çakısı diye tutturmuş büyük. Kaç paradır acaba? Köylük yerde çakı şart. Heleki yaşın ufak ise. Bize de yeni yetmeliğimizde bir araya gelince çakıları çıkarırdık. Hadi bakalım kimin çakısı kiminkini yiyecek. Ağızlarını birbirine dayar, bastırıp sürterdik. Hangisi zedelenirse onu at gitsin, yaramaz. Alaman çakısının üstüne yoktur. İlla ki Solingen marka olacak. Küçüğe de halkalı şeker. Anlaşılan biraz mesarif edeceğiz: gaz, tuz, lamba şişesi. Sat anasını; ne de olsa ucunda koca bahçe duruyor."

Eylül 2001'de görücüye çıkan "Beyhude Ömrüm", Mustafa Kutlu hikâyeleri arasında en sevilenlerden. Düşünün ki aradan 11 yıl geçtikten sonra ocak 2012'de 19. baskısını yapmış. Günümüzün popüler, 2 ayda bir baskı yapan kitaplarını sallayın çöpe. Bu kitapta bir bahçeye verilen gönül, bir bahçenin peşinden geçen ömür var. Sonrasında modernizm geliyor köye. Yol geliyor, elektrik geliyor. Ama herkes gidiyor. Şehre. Köyde kimse kalmıyor. Kalanlar yalnız, gidenler gurbetle evlenmiş gibi.

"Ulan şu suyu bulalım benden sana bir yeni fistan söz. Aha şuraya yazıyom, diye işaret parmağım ile yere bir çizgi çektim. Gülüştük. Nedir yani; bir karı-kocanın dağ başında bir köylü de olsa, birbirini sevip sayması bahtiyarlık değil midir. O sıra her ikisi de birbirine bakıp: "Cenab-ı Hak seni bana, çoluk-çocuğuma bağışlasın" diye içinden geçirmesi çok mudur. Her derdin ilacı; bir tatlı tebessüm, iki güzel söz."

Dayı, Hacı Abi, Muhtar Halil, Deli Derviş, Tahsildar Atıf, Çerçi Cemil, Emrullah Hoca, köylü kadınlar, türkü tutturanlar, diline mani dolayanlar, birbirine takılmadan duramayanlar, aşağı köyün serseri oğlanları, serpilip evlenme yaşı gelen kızlar, biraz büyüdü mü İstanbul yolunu tutturmak isteyenler, gidip de dönmeyenler, dönüp de bulamayanlar, bahçeler, tarlalar, ağaçlar, meyveler, geçim sıkıntısı, elektrik, yol, su, devlet... İnsan kitabı bitirince "keşke dizisi çekilse" diyor, sonra da hemen utanıyor. Ne olurmuş dizisi çekilirse? Çekirdek çitlemeye meşgale. Televizyon denen kutu önce anlamayı, sonra da anlatmayı söktü aldı ruhlardan. Okuyup da anlamak en güzeli, lezzetlisi olarak kaldı, kalıyor.

"Gidin bakalım. Her güz kurulur bu kervan. Köy kendini geçindiremiyor. Gurbetin geliri olmasa halimiz harap. Güzün gidecek, bahara yonca biçimde dönecekler. Bazıları artık dönmüyor. İstanbul gurbetinde yerleşip kalanlar var. Köyün nüfusu gide gide azalıyor. Onlar da oraya bir bahçe kurmaya gidiyorlar. İnsanoğlu dünyaya niçin gelir? Herhalde bir bahçe kurmaya gelir. Bu düşünce ile gülümsüyorum. Dünya dediğimiz de bir gurbet değil mi?"

Nurettin Topçu insanı ve var olmayı, Cengiz Aytmatov da insan ile toprağı kimselerin anlatamayacağı kadar anlatmış, aktarmıştır. Mustafa Kutlu da bu mirasa sahip çıkmış, insanı ve çiçeği, fidanı, meyveyi; beyhude geçen bir ömürle dile getirmiştir. Maksadı hep aynıdır: bir ağaç gölgesinde cıgara yakmak. Yoksa yazmakla nereye kadar. Yaşamak daha güzeli. Peki bir bahçe hayaliyle yaşamak, bahçe diriliğiyle ölmek? En güzeli.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler