20 Aralık 2012 Perşembe

Gölgesinin sesine kulak verenlere

Gölgemizin sesi olur mu hiç? Oluyormuş. Stephen King ve Neil Gaiman gibi “ayarsız” yazarlardan övgü alması Jonathan Carroll’ı gözümüzde büyütmemize yeter aslında. Bir de Türkçeye çevrilen son kitabı "Gölgemizin Sesi"ni okuyun. Sıkı anlatımıyla Joe Lennox’un karmakarışık dünyasına girin...

Joe Lennox pısırık bir çocukluk geçirir. Büyük kardeşi Ross’a hayrandır, aynı zamanda da düşmandır. Ross ise eşkıyanın önde gidenidir. Derken Ross yaşadıkları kasabanın en belalı tipiyle kanka olur. Joe ise bu ikisinin işkencelerine maruz kalır.

Joe’nun hayatındaki önemli değişiklik ise büyük kardeşi Ross’un ani ölümüyle gerçekleşir. Ross’un trajik ölümü annelerinin hastaneye kapatılmasına neden olur. Aradan yıllar geçer, Joe kısa hikâyeler yazmaya başlar. Ross’un şeytani hayatını konu alan bir hikâyesi ise tiyatro oyununa çevrilerek, Joe’nun daha genç bir yazarken tanınmasını ve para kazanmasını sağlar.

Annesi de öldükten sonra babası başka biriyle evlenir. Joe, yaratıcı yazarlık dersleri için eşyalarını toplar Viyana’ya gelir. Viyana sessiz sokakları, romantizmi, lapa lapa yağan karları ve entelektüel birikimli insanlarıyla Joe’nun kaçmaya çalıştığı geçmişine çok iyi gelir. Tam da bu sırada gizemli bir çiftle tanışır: India ve Paul.

Kendisinden yaşça büyük olan ancak hiç de yaşlıymış gibi görünmeyen bu çiftle sıkı fıkı olur; ve onlar Joe’ya hayatında hiç kimseden görmediği bir sevgi verirler. Joe, çok geçmeden India’ya aşık olur ve bu aşk karşılıksız kalmaz. Özel sihirbazlık yeteneklerine sahip Paul’un ani ve şüpheli ölümü üzerine kitaptaki gerilimli dakikalar başlar. Paul de zaten karısı ve en yakın arkadaşının arasındaki ilişkiyi ölmeden hemen önce öğrenmiştir. Ve çok sinirlenmiştir.

Jonathan Carroll, insanın içindeki “gölgelere” yani karanlık anılara kafayı takmış bu kitapta. Hepimizde var olan karanlığı ve herkesten sakladığımız taraflarımızı gözler önüne seriyor. İnsanın geçmişinden kaçmasının mümkün olmadığını dile getiriyor. Tabii kitapta genç yazarımız Joe, geçmişinden kaçmaya çalışırken beyhude çabalarının da sonucunu çok ağır bir şekilde yaşıyor.

İyi yazar, iyi kitap... Gölgesinin sesine kulak verenlere...

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

18 Aralık 2012 Salı

Kaygı ve tebessüm bir arada

"Hagi, kaleye baktı. Bir çalım nefis bir hareket, Hagi, Hagi, Hagi, Hagi, Hagi, Hagi..."
- Ercan Taner, R.Wien - Galatasaray, 11.08.1999.

Balkanlardan o kadar farklı karakterler çıktı ki, doğdukları ülkelerin yeniden merak edilmesini sağladılar. Emil Michel Cioran mesela. Okuduktan sonra şunu fark etmek mümkün; keşke Gheorghe Hagi'den önce Cioran'ı tanısaydık. O zaman belki Hagi'nin gollerine daha felsefi yorumlar yapardık.

"İnsanları günler ve günler boyunca uzanık kalmaya mecbur edin: Savaşların ve sloganların başaramadığını sedirler başarırdı. Zira Sıkıntı'nın harekâtları, işgörürlük açısından, silah ve ideolojilerinkini aşar."

Yazar 1934'de -yani 23 yaşındayken- Bükreş'te yayınlanan ilk kitabı "Ümitsizliğin Doruklarında"yı, Rumence ve Fransızca yazdığı her şeyin temeli kabul eder. Eserlerini çoğunu da Fransızca yazmıştır. Metis Yayınları sağ olsun, birçok eserini dilimize kazandırmıştır. Özellikle "Çürümenin Kitabı", "Burukluk", "Tarih ve Ütopya" en sevilen kitapları. Cioran bu kitaplarını sevdiğimizi bilse eminim bize de "bir iki çift söz" ederdi. Çakılır kalırdık.

"Bir yazarın sustuklarının, söylemiş olabileceklerinin, dilsiz derinliklerinin üzerine eğiliriz. Bir eser bırakırsa, kendini izah ederse, tarafımızdan unutulmayı teminat altına almış olur."

İlk baskısını Eylül 1993'te yapan "Burukluk"ta, kimi zaman çok ciddi kimi zamansa gülmekten göbek hoplatan aforizmalar mevcut. Aforizma nedir, ne değildir için "Burukluk" okunabilir. Cioran'dan sonra yazılmış hiçbir şey de asla aforizma olamaz. Kitabı okuduktan sonra benimle aynı fikri düşünüp tebrik telefonları açacak, adıma çelenkler yaptıracaksınız. Zahmet etmeyin.

"Melankolisiz bir dünyada bülbüller geğirmeye başlardı."

Kitapta müzikten aşka, tarihten boşluğa, dinden batıya ve yalnızlıktan kansızlığa kadar birçok konuda özel bölümler var. Okuduktan sonra tek bir kelimeyle özetlemek isterseniz o da kitabın adı olur: Burukluk.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

17 Aralık 2012 Pazartesi

Peşinden gidecek bir amacı olanlara

Jonathan Safran Foer’in “Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın” romanı beni tek kelimeyle “çarptı”. Gerek çığır açan yazı tekniği, gerek çevirisi okura unutulmaz bir deneyim yaşatıyor.

Oskar Schellözel” bir çocuk. Babası gibi gülüyor, konuşuyor, akıl yürütüyor; babasının yaşayan en büyük hayranı. Yaşının küçük olmasını önemsemeden babasının ardından bulduğu bir anahtarın hangi kilidi açtığının peşine düşüyor. Hem de New York gibi bir şehirde…

11 Eylül saldırılarında babasını kaybeden, annesi ve babannesiyle hayata devam etmeye çalışan saplantılı bir ruh hali içindedir Oskar. Takıntıları ve alışkanlıkları vardır. Toplu taşıma araçlarına binemez örneğin. Zekâ oyunlarına karşı büyük bir ilgisi vardır. Küfretmesi yasak olduğu için kelimelerin fonetik kullanımıyla oynar ve “Goethe’mi ye, dalyanak!” der.

Oskar hazır cevaptır, kurnazdır, üzüldüğünde vücudunu morartır, pek arkadaşı yoktur, kavgayı sevmez. Babasının trajik gidişinden sonra bir vazodan çıkan anahtarın, hangi kilidi açtığını öğrenmek aynı zamanda, babasının nasıl öldüğünü de aydınlatmasını sağlayacaktır. Bunun peşinden gider.

Foer, büyük bir romancı. Gerçek bir labirent dahisi. Kitabı okumaya başladıktan sonra harikulâde cümlelerle okuru Oskar’ın peşinden sürüklüyor. Kitabın Oskar’ın gözünden görsellerle süslenmesi ise çarpıcı özellikler taşıyor.

Bu kitap özellikle “peşinden gidecek bir amacı olan” ruhlara çok; ama çok iyi gelecektir. Mutlaka edinin.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

9 Aralık 2012 Pazar

Unutmak ve hatırlamak arasında kalanlara

Unutmak, zor bir kelime. Anlam olarak da öyle. Neleri unutabiliriz, ne kadar unutabiliriz veya ne zaman unuttuğumuzu anlarız? İşte burada da hatırlamak girer işin içine. Unuttuğumuz her şeyi birbir hatırlamaya başladığımızda durum sıkıcı bir noktaya ulaşır. Canımız sıkılır. Friedrich Schiller'e göre "Affettmek ve unutmak iyi insanların işidir", Pablo Neruda'ya göre "Aşk ne kadar kısa ve unutmak ne kadar uzun"dur. Bu paragrafı ve unutmakla hatırlamak arasındaki tüm didişmeleri noktalayacak söz ise Albert Camus'ya aittir: "Hatırlamak için yavaşlar, unutmak için hızlanırız.". Şimdi lütfen sakince dağılalım, toparlandıktan sonra okumaya devam edelim.

"Unutacağımız hiçbir şey kalmayana dek her şeyi unutabilsek tanrıyla karşılaşacağız ama oraya kadar unutmayı beceremiyoruz bir türlü..."

Latife Tekin'i ilk kez "Unutma Bahçesi" ile okudum. Ruhuna Kitap yazarlarından kıymetli dostum Tuna Bahar'ın "bu kitap tam senlik" sloganıyla elime tutuşturduğu kitapla, bugüne kadar anla(ya)madığım bir çok şeyi anladım. En azından anlamaya çalıştım. Bu sıradan bir insanı anlamak olduğu gibi gerek iş gerekse ev yaşantımda tavırları ve duruşları daha iyi anlamama imkan tanıdı. Huzurlarınızda Latife Tekin'e bu önemli romanı için ve Tuna Bahar'a bu romanı bana hediye ettiği için teşekkür ediyorum.

"İnsanları mutlu bir sessizliğin sarmasına dayanamayıp bir sözle gerginlik yaratan kişiler vardır."

Kitabın hikayesine asla değinmeyeceğim. Çünkü tek bir cümle merakınızı tekme tokat dövebilir. 1980 sonrasında gerek değişik üslubu gerekse farklı anlatım tarzlarıyla takdirleri toplayan Latife Tekin ile siz de bu kitapla tanışın. Hem unutmaya dair yeni şeyler keşfedeceksiniz, hem de insanlar arasında garipsediğiniz tavırları daha iyi anlayabileceksiniz.

"Neyin peşinde olduğumuzu anlayanlar kendi düşleriyle kanatlanıp üstümüze üstümüze uçuyorlar, olay bu kadar basit, görebilene… Onları geri püskürtmenin çaresine bakmalıyız, hayatlarında isteyip de gerçekleştiremedikleri ne varsa hesabını bizden sormaya kalkıyorlar."

Unutmayı ve unutulmayı hak eden her şeyi ve herkesi unutun. Bu roman bir başlangıç olabilir sizin için...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

8 Aralık 2012 Cumartesi

Geçen zamanın biriktirdiklerini toplamak

"Her şey daha çok zaman olsun diye hızlandı.
Zaman ise gittikçe azalmakta."

- Elias Canetti

Başlığı düşünürken epey zorlandım. Çünkü Şükrü Erbaş'ın şiirleri zamanda yolculuğa çıkartırken, bu yolculuktan bir şeylerin de toplanmasını sağlıyor.

Şükrü Erbaş'ın şiirlerini okurken her ne kadar kafanızı toplamakta zorluk yaşasanız da, "manevi getirisi yüksek" dizeler kitap bittiğinde size içli bir şarkı söylettiriyor. Birbirinden farklı makamlara sahip bu şarkıların türleri, geçen zamanda izi kalan her şeye dokunuyor.

Bu bazen bir sevgisizlik şarkısı:

"Sokak köpeklerinden öğreniyordum
Sevgisizliğin açık yarasını."


Bazen yoksulluk şarkısı:

"Sevgilim
Yoksulluktur biraz da
Yüzünde gamzelenip duran sözlerim..."


Bazen de bir keder şarkısı olabiliyor:

"Ey gönül haresi keder,
İnsan kendinden ne kadar uzağa gider..."


İlk şiiri 1978 yılında Varlık Dergisi'nde yayınlanan Yozgat şairi Şükrü Erbaş, bir şehrin sesi olup yeni kaldırımlar yapabiliyor zihnimize:

"Kentler de insanlar gibi mizah duygusuyla birlikte kederini de yitiriyor sanırım. Geriye, belleksiz sokaklarda bir yeni zaman politikacısı ile plastik şarkılar kalıyor. Yozgat, bundan ne kadar uzak durabilirdi ki..."

Şiirde sevdiğim şeylerden biri de, diğer şairlerin dizeleriyle karşılaşmak. Onlara "gönderilen selamı" okurken daha önce, aynı dizeyi daha önce okumuş olmanın tadı ise fırından yeni çıkmış zeytinli açma gibi. Gülten Akın, Ece Ayhan, Metin Eloğlu ve Behçet Necatigil bu selam verilen şairlerden bazıları.

Ne diyordu ince şeylerin annesi
"Ötekini oku, derinde dipte duranı."
...
Biliyor musun, hoyratlık değil de
İncelik yakıyor canımı..."


Geçen zamanın biriktirdiklerini toplamak isteyenler. Sıradaki şarkı, Şükrü Erbaş'tan sizin için geliyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

Her şeyden önce sakin ol

Sevgili okurlar, yazının başında kişisel bir düşüncemi açıklamamdan umarım rahatsız olmazsınız. Olay şu: Zaten yarım akıllıyımdır, bir de kalan yarısını havaya uçurmamı sağlayan bu kitapları nereden bulup çıkarıyorum hiçbir fikrim yok.

Steven Hall’un bu kitabı, yani “Köpekbalığı Metinleri”, "The Raw Shark Texts" adıyla 2007’de İngiltere’de çıktığında patlama etkisi yaratmış. Kült bir eser haline gelmiş. 2011’de Alef Yayınevi sayesinde Türkçeye de çevrilip yayımlandı. Kitabı okuyan herkes Türkçe çevirisi konusunda fikir birliğine varmış durumda: Aylin Ülçer’in bu çevirisi kesinlikle harikulâde! Böyle zor bir bilim kurgu metninin bu kadar ustaca çevrilmesi herkese nasip olmaz. Kitabı resmen mutluluktan havalara uçarak okuyorsunuz.

Gelelim kitaba… İsimde psikiyatrideki ünlü mürekkep testleriyle ilgili bir sözcük oyunu var: The Rorschach Tests – The Raw Shark Texts. Kitabı birinci ağızdan, yani başkarakterimiz Eric Sanderson’ın ağzından okuyoruz. Eric, bir sabah uyanır; kim olduğunu, nerede olduğunu, niye orada olduğunu, başına neler geldiğini, hatta adını bile hatırlamaz. Kendine gelmeye çalışırken bir zarf bulur ve üstünde “Bu mektup sana, hemen şimdi aç” yazdığını görür. Mektubun ilk cümlesi çarpıcıdır: “Eric, her şeyden önce, sakin ol.” Bu kısa mektubun bitişindeki imza ise okuru havaya uçuran ilk dinamit olur: İlk Eric Sanderson!

Eric hafızasını yitirmiş bir erkektir ve peşinde onun anılarını tüketerek hayatta kalan çok tehlikeli, hatta en tehlikeli sanal köpekbalığı vardır: Ludovician. Evine gelen zarflarda İlk Eric Sanderson, onu Doktor Randle’a yönlendirir, çok geçmeden Randle’ın yardımcı olamayacağını bu yüzden Eric’in kurtuluşunun kesin çözümü için Doktor Trey Fidorous’u bulmasını ister. Ve Eric yollara düşer.

Tabi bu arada gelen zarflarda Eric’in Ludovician’dan nasıl saklanması ve korunması gerektiği de ayrıntılı olarak anlatılır. Eric zamanla bu hayata alışmaya başlar; ancak hazmetmek hiç de kolay değildir. Alışma döneminde Ludovician’ın birkaç kere saldırısına uğrar ve resmen aklını yitirme noktasına gelir. Tereddütlü bir ruh hali, sürekli tetikte olma durumu, kimseye güvenememe duvarı Eric’i yavaş yavaş yormaya başlar.

Açıkça söylemek gerekirse “Köpekbalığı Metinleri” için söylenecek çok fazla şey var, buraya sığdırmak mümkün değil. 520 sayfalık bir kitap olması gözünüzü sakın korkutmasın, sayfalar öyle bir çırpıda geçiyor ki, Eric’in Trey Fidorous’u bulmak için çıktığı yolculukta siz de ona eşlik ediyorsunuz.

Steven Hall’un hayal gücüne hayran olmamak elde değil. Eric’in başına gelen olaylarda Ludovician’ı iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Ve her bölümün sonunda kendinize şunu tekrarlıyorsunuz: Her şeyden önce, sakin ol. Bütün bunların üstüne kitabın beklenmedik sürprizi sonunda ise Steven Hall’u ayakta alkışlıyorsunuz. Başyapıt!

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

7 Aralık 2012 Cuma

Kin'in Yas'ının portresi

23 yaşında bir üniversite öğrencisi. Bir sabah, okuduğu okulun kapısına geldiğinde bir an için durur. Fakültenin giriş kapısından içeri giren diğer öğrencilere bıkkınlıkta bakar. Canı sıkılıyordur. Hatta canı çok sıkılıyordur. Hepimizin durduk yere bir çılgınlık yapmayı düşündüğü bazı zamanlar olmuştur. Onun çılgınlığı ise en yakın kırtasiyeden sekiz ortalı bir defter alıp fakültenin yakınındaki bir kahvehaneye girip, aldığı defterin ilk satırına ilk cümleyi yazmak olur:

“Asansör dördüncü katta durdu.”

Genç yazar, kitabını yazmaya başladığında şu hayattaki temel iddiası olan “Hiçbir şey yok”u destekleyen olaylar anlatır, diyaloglar yaratır. Kitabının sonuna geldiğindeyse hayatla ilgili bazı görüşlerinde değişiklikler olur, son cümleyi “Her şey var” olarak kaydeder.

Yazarımız, kendi zihninden defalarca kez kaçmıştır. Ailesinin evinde Hakan adında bir et yığınını bırakıp gitmeyi kaç kez arzulamıştır! Kimi zaman bunu başarmıştır ya da başardığına inanmıştır. Neticenin değişmediğini görünce, başarılı olup olmamayı da umursamamaya başlamıştır.

Dışarıya karşı açık bir genç insan olup, başkalarıyla çok fazla ortak noktada buluşacağına maalesef herkes gibi bir zamanlar o da inanmıştır. Müzik bilgisi muazzamdır. Edebiyata neden inansın ki, yazılmış sanatsal eserler onun için tuvalette okunmak için yazılmıştır. Hayatında çoğu şeyi zorunluluktan veya meraktan yapmıştır. Üniversitede okumak gibi örneğin… Üniversitede okumak onun için beyhude bir çabadır. Yine de gidip bakmakta fayda vardır. Bu yüzden Ankara’da Fransızca eğitimine başlamış, yarıda bırakarak Brüksel’e gitmiş, sonra geri dönerek bir Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin zeminine botlarının izini bırakmıştır.

Romanını tamamladıktan sonra bir kitabevine girip eline rastgele kitaplar alıp, içindeki yayınevi bilgilerini not etmiştir. Yedi tane yayınevi adresini yazınca bu kadarın yeteceğini düşünmüş, sıkıcı kitap raflarını terk ederek yazdığı romanın yedi tane çıktısını almıştır. Bu yedi yayınevinin üçü çalışmayı reddetmiştir, üçü cevap bile vermemiştir, bir tanesi ise “gel basalım” demiştir.

23 yaşındayken yazdığı romanı 24 yaşındayken elinde tutan bu delikanlı, Türkçede daha önce yan yana gelmemiş kelimeleri bir araya getirdiğinin farkındadır. Kelimelerin ve harflerin kavuşmasına, sınırları aşmasına daha o zamanlar kafa yormaya başlamıştır; ancak o zamanlar bilmediği şey, ilk romanının çıkmasından tam 11 sene sonra alfabenin ilk ve son harfini bir araya getirip “AZ” romanını yazacak olmasıdır. Kalıcılık gibi bir derdimiz vardır.

Bu dert’e hemdert olacak çareler bulma arayışındayızdır. Bizim bu genç yazarımız da bir düşünceyi, bir yaşayışı kendisinden önce yazanlara rağmen, hâlâ orijinal bir şekilde kendince ifade etmekteyse, yedi yıl sonra yazacağı “Azil” de “Her şey söylenmiş olabilir, ama ben daha söylemedim. Ve eğer ben söylememişsem, henüz her şey söylenmemiştir” görüşünde olduğu içindir.

Hayatın acımasız olduğunu bilmeyen var mı aramızda? Hayat, sandığımızın aksine “şanslı” diye damgaladığımız insanlara da acımasızlığını yapar. Hayat bu, güven olmaz; yapacağını herkese, her yerde ve her şekilde yapar. Pekiyi hayat, bu genç yazarımıza ne yapacaktır?

Genç yazarımız şu günlerde 37. yaşında doğru dörtnala ilerlemektedir. Ürkek bakışlarla girdiği kahvehaneyi, 23 yaşında bir gencin kuyruklu yalanlı hayalleriyle bilmektedir. Biz karakterlere takılmadan şunu söyleyelim, Kin’in Yas’ının Portresi hep genç kalacaktır. Dorian Gray gibi. Ve elbette Kinyas ve Kayra da…

Kayra, zihnini ölüme terk ettiği o evde; Kinyas, ailesinin yanında, yaratıldıkları yaşta ebediyen yaşayacaklardır. Nerede mi yaşayacaklardır? Tabii ki bizim henüz ölmeyen zihinlerimizde!..

Hakan Günday kitapları seni de yaraladı, biliyorum. Ancak hâlâ hayattasın öyle değil mi? Henüz ölmeyeceğini söyleyebilirim şimdilik sana. Ne de olsa Kinyas ve Kayra’nın mottosunu artık hepimiz biliyoruz. O yüzden Hakan Günday son kitabını yazana kadar hayattayız!

“Omnes Vulnerant Ultima Necat!”
-Hepsi yaralar, sonuncusu öldürür!–


Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar