15 Ağustos 2012 Çarşamba

Masal dinleyerek dinlenenlere

Şiir yazmaktan daha çok şiir okuyan biri olarak şunu söyleyebilirim ki; İsmet Özel şiirinde "son darbe" olması, kendisini baştacı yapmıştır. Son darbe, şiirin son dizelerinde İsmet Özel'in bizi perişan etmesidir. Bu perişanlık duygusal anlamda kalbimizi büker, dilimizi suskunlaştırır. İsmet Özel, özel bir şairimizdir. Eskiler, "mümtaz bir şahsiyet" ya da "nev-i şahsına münhasır" derlerdi bu tip durumlarda.

"Belki dilimi çözer, aşkımı başlatırım
Aşk yazılmamış olsa bile adımın üzerine
Adımı aşkın üstüne kendim yazarım."

"Bir Yusuf Masalı"nın ilk baskısı 1999'da yapılmış ve bu ilk baskıdaki 1000 kitap numaralandırmıştır. Kısmetiniz varsa zor bir ihtimal de olsa sahaflarda rastlayabilirsiniz. Kitap şu sıralar 15. baskısını yapmıştır. Her baskıda içi sızlayan şiirler yeniden hareketlendirmiş duygularımızı.

"Sızıyı gideren su
Suyun sızladığını kimseler bilmez."

Kitaptaki bölüm isimler şöyledir; Münacaat, Naat, Sebeb-i Telif, Dibace. Bu da bize Divan Edebiyatı'nı hem edebi hem de musiki anlamındaki güzel eserlerini anımsatır. Kitap bazen tasavvufi anlamda ruh iklimimize bahar ayları yaşatır, bazen de kışın soğukluğunu alnımıza yapıştırır.

"Başkalarının aşklarıyla başlıyor hayatımız
Ve devam ediyor başkalarının hınçlarıyla."

"Halbuki aşk, başka ne olsundu hayatın mazereti
Demedim dilimin ucuna gelen her ne ise
Vay ki gençtim
Ölümle paslanmış buldum sesimi."


Baştan sona bir masal anlatır İsmet Özel bize. Dinlemezseniz, ruhunuzu dinlendiremezsiniz.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

12 Ağustos 2012 Pazar

Kendini didiklemek isteyenlere

Ender ve Çetin. Birbirine son derece bağlı ve birbirini daima anlamak üzerine kurulmuş sıkı bir dostluğa sahipler. Bu sıkı dostluğu bozabilecek ya da aralarına gölge düşürme ihtimali yüksek olacak bir şey oluyor. Nihal giriyor hayatlarına. Bu genç kızın girmesiyle birlikte artık olanları daha çok düşünmeye, geçmişi daha çok hatırlamaya ve dolayısıyla birbirlerini daha çok didiklemeye başlıyorlar.

"Nihal'e başından beri olduğumuzdan farklı göründük. Böyle gerekmişti. Koruyucu, kollayıcı, soğukkanlı, ne yapması gerektiğini bilen, Nihal düzgün yürüsün, üniversiteyi uzatmadan bitirsin, yaşadığı felaketten makul adımlarla uzaklaşsın diye asfalt döşeyen iki orta yaşlı, deneyimli erkek. Biri göbekli, diğeri kel."

Barış Bıçakçı'nın daha önce 2 kitabını tanıtmıştık Ruhuna Kitap'ta. Laf kalabalığı yapmaktan çok uzakta, kelimeleri ip gibi dizen, ırmak gibi akan romanlarla aklımızda ve gönlümüzde yer edindi kitaplarıyla. Bu vesileyle kitap tanıtımlarına devam edeceğimiz muhakkak. Yazarın da daima yazmasını diliyoruz.

"Gençlik sancılarının hayatı anlamsız kılan ani ölümlerle birleştiğinde neler olabileceğini ikimiz de seziyorduk."

"Çok şey konuşmak istiyor, konuşamıyorduk."

"Bütün sıkı ilişkiler bir azınlıktır çünkü. Sırtlarını "dışarıya" bir güzel dönmüş iki insanın oluşturduğu azınlık."


2011 yılında sinemada da izleme fırsatı bulduk okuduklarımızı. Seyfi Teoman'ın kitaba bağlı kalmak suretiyle yönettiği filmde İlker Aksum, Fatih Al ve Güneş Sayın iyi rol oynamışlardı. Ancak bazı kitapların yerini maalesef o kitapların filmleri tutmuyor. Bizim Büyük Çaresizliğimiz de böyle kitaplardan.

Kendinizi didiklerken sağlıklı kalmaya da özen gösteriyorsanız mutlaka okuyun. Yaza veda edeceğimiz Ağustos ayında çok iyi gidecektir.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

9 Ağustos 2012 Perşembe

Uzun bir yolculuk hayali kuranlara

Ruhuna Kitap, bu yazıyla birlikte farklı bir formata da el sallıyor. Şöyle ki, daha önce bir yazar tarafından önerilmiş kitabı, diğer bir yazar da önerebilecek. Böylece okuyucularımız farklı önerilerle iyi bir değerlendirme yapabilecek. Temmuz ayında yazarlarımızdan Tuna Bahar'ın önerdiği Italo Calvio kitabı olan "Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu", bu kez de Ahu Akkaya'nın kaleminden sizlerle buluşuyor.

*** 


"Okumak yeni oluşmaya başlayan 
bir şeye yaklaşmak demektir..."

Post-modernizm akımının en başarılı temsilcisi İtalyan yazar İtalo Calvino’nun  hem yazar, hem kahraman ve hatta kendi okuru olduğu ; kurgusunun orjinalliği, geometrisinin kusursuzluğu ve içeriğinin yarattığı anlamla bir başyapıttır.

Okur kendini, kahramanının yine kendi olduğu bir öykünün, yolculuğun içinde bulur. Varış değil, yolculuktur asıl amaç.

"Okuduğum şeylerin öyle ayan beyan ortada olmasından hoşlanmam, kim bilir neyin işareti olan, şimdilik ne olduğu bilinmeyen şeylerin varlığının belli belirsiz hissedildiği konuları yeğlerim."
Klasik bir kurguya sahip diğer romanlardan çok farklı, okurla muhabbet ediyormuşcasına yazarının sesinin duyulabildiği, içinde on bir farklı romanı matruşka misali barındıran, roman nasıl okunurun romanıdır Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu. Zaman zaman yorucu ama oldukça keyifli bir yolculuğun kitabı.

Sözcüklerle yap-boz oynar gibi oynayan, üstün gözlem yeteneğine sahip Calvino’nun, bu romanını iki temel üzerine oturttuğu görülür:

Her şey başladığı yere geri döner.
Her hikaye başladığı yerde biter.

Yazar karmaşık ve zengin diline karşılık oldukça samimidir. Hayalgücü çok yüksektir ve insanın varolan durumunu hiç varolmamış hikayelerle betimler. Çok tanıdık gelen olguları, sıra dışı durumların arkasına gizler.

Siz de bu sıcak yaz günlerinde kışa hasret kalıp uzun bir yolculuk hayali kuranlardansanız Calvino’nun bindiği trene bir bilet almalısınız.

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

7 Ağustos 2012 Salı

Sait Faik’le daha yakından tanışmak isteyenlere

Sait Faik, Türk öykücülüğünün en bilinen isimlerinden biri. Yazmazsa çıldıracağını dile getiren, meselesi hep yazıyla ve hep insanla olan bir güçlü kalem. Bu kıymetli kalemin sözcüklerinin peşi sıra gitmek isteyenlere tavsiye: Lüzumsuz Adam.

Lüzumsuz Adam, Sait Faik’in dördüncü hikaye kitabı. Bu kitapla birlikte Sait Faik öykücülüğünün ikinci döneminin başladığı söylenir. Lüzumsuz Adam’daki on dört öyküde, evvel öyküleriyle kıyaslandığında, klasik cümle yapısının yerini devrik cümleler ve insan sevgisinin yerini hafif bir umutsuzluk almış  olsa da Sait Faik sahiciliği ve yalınlığı yine olanca gücüyle sizi içine alıyor.

Ben hikâyeciyim diye sizlerden ayrı şeyler düşünecek değilim. Sizin düşündüklerinizden başka bir şey de düşünemem. O halde bu adamın hikâyesi ne olabilir? Sakın benden büyük vakalar beklemeyin, n'olur?

Gerçek insanların hikayelerini anlatıyor Sait Faik. Yedi sene sonra sokağa ilk kez çıkan adamların, her gün aynı işi hiç aksatmadan yapanların, her şeyi bırakıp gitmek isteyenlerin ama hep kalanların ve yanımızdan geçip gidenlerin, mahallemizdekilerin, tanıdıklarımızın hikayelerini…

Sokakta, bir dükkânda, kalabalık bir yerde durup herhangi bir adamın yüzüne bakarak hayatının hiç olmazsa bir kısmını hikâye etmek mümkündür, hülyasına kapıldım."
Öykülerindeki gerçeklik ve yalınlık çarpıyor okuyucuyu. Günlük telaşların, hayat gailesinin fotoğrafını çekiyor sanki Sait Faik… Sokakların, yalnızlığın, insanların, ekmek kavgasının, umudun ve ince ince sevdaların yer aldığı kocaman bir insanlık fotoğrafı çekip sözcüklerle,  başucumuza koyuyor usulca.

Sevgilimin etrafını kalabalık gördüğüm zamanki gibi bir yalnızlığa kapılıyorum."

Sait Faik’le daha yakından tanışmak isteyenlere, Türk öykücülüğünün naif ve güçlü kaleminin peşi sıra gitmek isteyenlere iyi gelecek bir kitap Lüzumsuz Adam; ve öykü severlere, Sait Faik deryasına dalmak isteyenlere, iyi bir kitap okumak isteyenlere…

Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor. Birbirini küçük görmeye, boğazlaşmaya, kandırmaya mı? Nasıl birbirinden bu kadar ayrı, birbirini bu kadar tanımayan insanlar bir şehirde yaşıyor?

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Soru-cevap oyunlarını sevenlere

Temmuz 2012’nin başlarında günlük takip ettiğim blog olan Sirenin Sesi’nde iki kitap naçizane tavsiye ediliyordu. Birisi Juan Pablo Villalobos’un Tavşan Deliğinde Fiesta’sı, diğeri Paul Auster’ın Timbuktu’su. Ertesi gün gittiğim kitap dükkanında Villalobos’u görüp hemen aldım (Paul Auster’ın kitabını bulamayınca Thomas Bernhard’tan yana tercihimi kullandım).

Eve geldim ve şok: Kitap gerçekten de çok iyiydi! Bu kadar iyi bir kitap beklemiyordum doğrusu. Tavşan Deliğinde Fiesta, novella denilebilecek türde kısa bir eser. Üstelik sayfa düzeninde satır aralarına mesafe konularak okumanın ritmi rahatlatılmış. Kitabın kapağında ise farklı bir karton malzemesi kullanılarak özenli basıldığı açıklanmaya çalışılmış. (Daha önce böyle bir karton kapak malzemesini, Orhan Pamuk’un İngilizce kitaplarının basımında görmüştüm).

Tavşan Deliğinde Fiesta, 1973 yılında doğan Villalobos’un ilk romanıdır. Portekizce, Almanca, Fransızca, İngilizce gibi birçok dile çevrilmiştir. Meksikalı karakterlerimiz alışageldiğimiz Meksika mafyasının bir kısmını sunuyor bizlere. Hiikâyeyi Meksika’nın en büyük mafya babalarından birinin oğlunun ağzından okuyoruz. Bir nevi, çocuk ağzından anlatılan ve içine masumiyet serpiştirilen narko-terör edebiyatına göndermedir.

Hikâyeyi mafya babasının oğlu Tochtli’nin ağzından dinlerken, babasının mafya işlerini merak edebilirsiniz ya da işin polisiye kısmını. Ancak Tochtli bunların hiçbirine değinmiyor, çünkü babasının gerçek hayattaki dünyasını tam anlamıyla bilmiyor. Babası onu duvarları sağlam bir şatoda yaşatıyor ve Tochtli dışarıyı sadece özel öğretmeni tarafından kendisine anlatıldığı kadarıyla biliyor. Tochtli’nin bu hayatta en çok istediği şey ise Liberyalı bir cüce suaygırına sahip olmak. (Bu istek hikâyenin ana iskeletini oluşturuyor). Ayrıca şapkadan tavşan çıkarır gibi sözlükten kelime çıkarıyor, bu yüzden her gece yatmadan önce sözlük okuyor. Küçük yaşına rağmen zor kelimelerin anlamını bilebiliyor. Dünyanın her köşesinden gelen devasa şapka koleksiyonu ise onun için ayrı bir önem taşıyor.

Tochtli’nin üslübuna dair bu cümleyle bitirelim o vakit: “İşte burada hikâyenin sefil kısmı başlıyor: Biri milyonlarca peso kazansın ve sonra da aslında yazar olmak istediği için mutsuz olsun. İşte bu sefil bir durum.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

31 Temmuz 2012 Salı

Şiirlerin peşi sıra gitmek isteyenlere

"Şair burada ne anlatmak istemiş?" cümlesi bir edebiyat dersi sıkıcılığı taşır; zorlamadır, afakidir, sahicilikten uzak gelir. Muhtemelen çoğumuz bu soru yanıtlanırken sıkıldık, cevapları da unuttuk; ama şairlerin nasıl olup da o dizeleri oluşturabildiklerine, neler yaşayıp da böylesi cümleler yazabildiklerine dair meraklarımızı hiç yitirmedik. Çoğunun yanıtını bulamadık, kimini kulaktan dolma ‘edebiyat dedikoduları’ ile geçiştirdik.

Haluk Oral ise bu soruların yanıtlarını bir tarihçi titizliğiyle araştırmış ve mısraların peşi sıra aklımıza düşen soruları bir edebiyatsever gibi yanıtlamış.

Haluk Oral, bir matematik profesörü. Bir İmzanın Peşinden ve Arıburnu 1915 kitaplarını anımsayanlar olabilir. Şiir Hikayeleri’nde, Haluk Oral, bir edebiyat arkeoloğu gibi şiirlerin neden yazıldığını, şairlerin o dizeleri yazarken nelerden etkilendiklerini, neler yaşadıklarını anlatıyor. On bir hikaye yer alıyor kitapta.

"Sana gitme demeyeceğim / ama gitme Lavinia / yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim / incinirsin yine de sen bilirsin." dizelerini Özdemir Asaf’a yazdıran kadını anlatıyor, aralarındaki ilişkiyi, dönemin ünlü isimlerini, yaşayışlarını…

Necip Fazıl’ın, "Kaldırımlar"ı hangi sokaklarda, neler düşünerek yazdığına değiniyor:

"Ona Kaldırımlar’ı yazdıran bir arayıştır, kumarı bu arayışta bir araç olarak kullanır. Ama Paris onun için artık bitmiştir zorunlu olarak yurda döner."

"Saflığın ve sadeliğin huzuru yerine, zoru aramanın çilesini tercih etti Necip Fazıl, varoluşunu ancak acı çekerek hissedebilen bütün insanlar gibi..."

Ve Nazım’ın "Kurtuluş Savaşı Destanı" şiiri üzerindeki çalışmalarını…

Ahmed Arif’in "Hasretinden prangalar çürüttüm" mısrasını “Hasretinden prangalar eskittim” şeklinde değiştirmesi... "Çürüttüm kelimesindeki "ü" ler önce kulağımı sonra gönlümü tırmaladı.” dediğini okuyunca, bir şairin her bir dizeye nasıl da gönül verdiğini hissediyor insan.

Ve Şiir Hikayeleri, daha başka hikayelere, Ahmet Haşim’e, Melih Cevdet’e, Yahya Kemal’e, Oğuz Atay’a, Orhan Kemal’e rastlıyorsunuz.

Şairlerin, yazarların ve dizelerin peşi sıra bir yolculuğa çıkıyorsunuz…

Şiir Hikayeleri, okuduklarının peşinden gitmek isteyenlere iyi gelecek bir kitap. Ve her kütüphanede olması gereken, kıymetli bir eser.

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Can sıkıcı her şeyden uzaklaşmanın tam zamanı

Trabzon’da sırtını denize dönmüş bir deli hastanesi, doktorundan hastasına içerideki tüm insanların şaşırtıcı yaşam öyküleri. Okundukça çoğalan, çoğaldıkça Türkiye panoramasına dönüşen keyifli, eğlence dolu bir roman.

Suzan Defter’de anlattığı aşk hikâyesi ile okuyucuyu derinden sarsan Ayfer Tunç, Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi kitabında herkesi kahkahalara boğuyor. Bir hastane hem Trabzon’da hem de deli hastanesi olunca okuyucuya sadece bu keyfi çıkarmak, nerede olursa olsun kendini tutamayıp kahkaha atmak kalıyor. Doktorların hastalardan daha sorunlu olduğu, herkesin ne ektiyse onu biçtiği, intikamları kişilerin değil hayatın ta kendisinin aldığı bu hastaneye hepiniz davetlisiniz.

Karakterlerin, mekânın ve bir ucu on dokuzuncu yüzyıla dayanan, bir ucu günümüzde olan zamanın ustalıkla kullanıldığı kitap edebiyata yeni başlayanlar için de bir roman tekniği dersi niteliğinde. Kısacası bu kitabın yazarının tanrısallıkla bir ilgisi var ve okuyucular da kitap bittikten sonra bu tanrısallıktan nasibini alıyor. Bu aralar canınızı sıkan bir şeyler varsa daha fazla üzerine gitmeyin, keyfinizin yerine gelmesi için Ayfer Tunç güzel bir reçete hazırlamış, tadını çıkarın.

Ümran Kio

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Türkü gibi içten şiirler

"Ah kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya."


Gülten Akın'ın ilk şiirleri, İkinci Yeni akımının yaygınlık kazandığı döneme rastlar. 1970'lerdeki toplumsal sıkıntılar, aşk, ayrılık ve yalnızlık temaları bu şiirlerde yoğundur. Kadın sorunlarından felsefi sorunlara uzanan geniş bir perspektifte, çok keskin bir yalnızlık duygusuyla kaplı karamsar bir şiir üslubuna sahiptir Gülten Akın.

"Tutulmuş dağ yolları oklar ve tuzaklar
Biri dostluk adına bağışlar çirkinliğimizi
Düz yollara düşeriz yeniden oksuz ve tavşansız
Yılgın savaşçılarız, sevgiler ürküttü bizi."


Okurken bu tip dizelerden çıkarılacak sonuç genelde sevgisizlik, kıymet bilmeme ve hüzün olacaktır hiç şüphesiz. Nadir de olsa yergilerle karşılaşmak mümkündür. Bu yergilerde baskıcı katı yasaklar, çifte standartlı insanlar ve tutkularından uzakta yaşamaya zorlanmış karakter görebiliriz.

"Sana büyük caddelerin birinde rastlasam
Elimi uzatsam tutsam götürsem
Gözlerine baksam gözlerine konuşmasak
Anlasan."


Oyun, anlatı ve deneme türünde de eserleri olan, bazı şarkılara şiirleri karışmış, yaşayan büyük şairlerimizden Gülten Akın'ın şiirlerinden seçme yapılarak hazırlanan bu kitap; özellikle şairi tanımak için güzel bir başlangıç olacaktır. Deli Kızın Türküsü, bir anadolu türküsü kadar içtendir.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

22 Temmuz 2012 Pazar

Kendi dehlizlerinde dolaşmak isteyenlere

Murat Gülsoy, çağdaş Türk edebiyatının en güçlü kalemlerinden biri bence. Özellikle öyküleri, kurmacanın sınırlarını zorlar ve hem derinliği hem de üslubuyla insanı fazlasıyla etkiler. Murat Gülsoy'un son kitabı Baba, Oğul ve Kutsal Roman ise yazarın öyküde olduğu kadar romanda da güçlü bir kalem olduğunun bir ispatı. Roman kahramanı bir yazar ve zaman kavramıyla meselesi var. Bu yüzden pek çok yerde Tanpınar'a ve Borges'e ve başka güzel kalemlere selam çakıyor.

"Geçmiş ne kadar geçmişte kalır? Şimdi dediğimiz zamanın ne kadarı geçmişe aittir? Kim bilir? Tanpınar bilir. Borges de bilebilir."

Yazarımızın her sabah Aşiyan'da yaptıgı yürüyüşler ve Tanpınar'ın mezarının da ayrı bir yeri var hikayede. Ve rüyaların... İnsanın bilinçaltının hayatına yansıttıklarından dem vuruyor Murat Gülsoy. Aşka, evliliğe, yazıya ve hayata dair pekçok şeyi sarsıcı bir bakış acısıyla ele alıyor. Baba, Oğul ve Kutsal Roman'ı okurken insan kendi icinde bir gezintiye çıkıyor adeta...

"Herkesin kıyameti kendine..."

Ve belki de en yalnız, en yalın hallerimizi yüzümüze vuruyor:

"Maalesef kendimizi en masum saydığımız zamanlarda bile sadece kendimizi düşünürüz; kendi zavallı arzularımızın tatminiyle alakadar oluruz. Siz de dostum, başkalarından farklı değilsiniz."

Tanpınar, Borges, Nabokov, Oğuz AtayKafka derken bu topraklara da selam vermeden geçmiyor yazarımız:

“Oysa bu ülkede düşünce suçu diye bir şey var. Düşünen kafanın taşla ezildiği bir coğrafyadan söz ediyoruz. Sabahattin Ali. Ve diğerleri. Yıllar yılı işkencehanelerde, hapishanelerde çürütülen aydınlar. Suçları, doğru bildiklerini söylemek…”

Velhasılı kelam, Baba, Oğul ve Kutsal Roman, kendi dehlizlerinde dolaşmak isteyenlere, zamana ve rüyalara dair meselesi olanlara iyi gelecek bir kitap.

Ve belki de Murat Gülsoy, çok haklı...

"Öleceğimiz fikri bizi yazmaya yaklaştırıyor."

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

Kalpleri açan bir anahtara dair

"1 Ocak... Bu tarihten itibaren, eskiden günlüğüme aktarmakta tereddüt ettiğim bir konuyu çekinmeden yazmaya karar verdim. Kendi cinsel yaşamım, karımla olan ilişkimle ilgili ayrıntılara girmekten kaçınırdım. Elbette, karım bu günlüğü gizlice okuyuverir, öfkelenir, diye korkardım."

Cuniçiro Tanizaki, 1886’da Tokyo’da doğdu. En iyi romanlarından biri kabul edilen Bazıları Isırgan Sever (1929) kendi değerlerindeki değişimi yansıtıyor, geleneklerine bağlı Osakalı bir ailenin öyküsünü anlatıyordu. 1932’de klasik Japon edebiyatının başyapıtlarından sayılan Genci’nin Öyküsü’nü çağdaş Japoncaya çevirmeye başladı ve kendi üslubu üzerinde de etkisi oldu. 1940’larda yayımlanan “Hafif Kar Yağışı” adlı romanında, çağdaş dünyanın geleneksel topluma yönelik saldırılarını klasik Japon edebiyatına özgü bir üslupla anlattı. 1956’da Anahtar, 1961’de Çılgın Bir İhtiyarın Güncesi adlı romanları yayımlandı. 1965’te Yugavara kentinde öldü.

Anahtar” da söyleyemediği, yıllarca hep içine attığı duygularını artık çekinmeden ve de utanmadan günlüğüne yazmaya başlar kahramanımız. Ancak sadece kendisi değildir günlük tutan; karısı da en gizli duygularını kendi günlüğüne yazar. Kahramanımız ve karısı günlüklerini evin muhtelif yerlerine saklamakla beraber, günlüklerini kilitli tutacak olan anahtarları, eşlerinin bulabilecekleri bir yere de koymayı ihmal etmezler. Duyguları hem sır olsun hem de olmasın isterler. Bu anahtarlar, sadece günlüklerinin değil, kalplerinin içindeki ortaya çıkaran anahtardır da aynı zamanda. Orta yaşı geçmiş bu karı koca arasındaki tek köprü bu günlükler olacaktır artık. Günlük hayatta pek anlaşamazlar. Kocanın cinsel isteklerini karısı bir türlü onun istediği gibi karşılamamaktadır. İki farklı dünyanın insanlarıdırlar; ancak geleneksel Japon geleneği onları bir arada tutmaya devam etmektedir. Kocanın yazdıkları ise, o yazılanları gizli gizli okuyan karısını her gün bir miktar uzağa doğru götürecek olan yoldur aynı zamanda; hazin bir hikâyedir bir bakıma...

"19 Mart... Şafak sökene kadar gözümü bile kırpmadım. Dün akşam neler olduğunu düşünmek, korkuyla karışık bir keyif veriyordu. Henüz ne Kimura, ne Toşiko, ne de karım bir şey söylemişti. Elbette, bir şey söylemelerine de fırsat olmamıştı, ama hemen duymak da istemiyordum."

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar