5 Temmuz 2012 Perşembe

Her yerden kaçanlara

Aleksandar Hemon ismi Türk okurlar için alışıldık bir isim değildir. Bu yüzden de “araştırmacı gazeteci” okurlar tarafından bulunup ortaya çıkartılacak gizli kalmış (bırakılmış?) bir yazardır kendisi. “Hiçbir Yerdeki Adam” adlı romanı yazarın ülkemizde basılan ikinci romanıdır. İlki 2001’de Everest tarafından basılan (Çeviren, Mehmet Harmancı) “Bruno’nun Sorusu”dur. 2003’te Agora tarafından da “Pronek Fantezileri” alt-başlığını verdiği “Hiçbir Yerdeki Adam” (Çeviren, Begüm Kovulmaz) yayımlanır.

Yazarın gizli bırakılmış olmasına atıfta bulunurken kastettiğim şey biraz da şudur: Hemon 1964’te Bosna’da doğduğu için, Bosna’nın savaş öncesini ve sonrasını çok iyi bilmektedir. Savaş nedir bilmeyen bizim neslimize göre daha şanssız olması bir yana, tıpkı “Hiçbir Yerdeki Adam” romanında yarattığı Josef Pronek gibi Bosna’daki savaşın arifesinde ABD’ye gider ve ülkesinde savaş patladığı için geri dönemez, orada kalmaya mecbur olur. Savaşın ve onun açtığı tahribatların etkisini yalın ve cafcaflamadan anlatabilmeyi başardığı, bu sırada savaş boyunca diğer ülkelerin dış politikalarına da göndermeler yaptığı için bu yazar bizde ilgi görememiş, gizli bırakılmış? olabilir. Romandaki Pronek’in de başına neler gelir: Tabi bu durumda acı ve şiddetin bir numaralı halkı olarak bildiğimiz Amerikanlar onun aksanıyla dalga geçerler, kültürsüzlüğünü yüzüne vururlar, iş vermek istemezler, zaten neredeyse hiçbiri Bosna’nın yerini bilmeyi bırakın adını dahi duymamışlardır.

Hemon ise 1992’de gittiği ABD’den ülkesinde savaş çıktığı için geri dönemedi. Halen yaşadığı Chicago’ya yerleşti. 1995’te İngilizce yazmaya başladı. Öyküleri ve yazıları New Yorker, Granta ve Esquire gibi dergilerde yayımlandı. Pek çok ödül kazanan ve 18 ülkede yayımlanan “Bruno’nun Sorusu”yla büyük sükse yaptı ve eleştirmenlerin dikkatini çekti. Kırık dökük bir İngilizceyle ABD’ye yerleşmiş birisi için gerçek bir başarı hikâyesidir.

285 sayfalık roman bir çırpıda bitiveriyor. Dilimize de oldukça akıcı bir şekilde kazandırılmıştır. (Birkaç sayfada bir görülen yazım yanlışları ya da harf eksikliklerini saymazsak) Hemon’un roman boyunca koruduğu anlatım tarzından bir cümleyle sizleri yazarın üslûbuyla baş başa bırakacağım: "Pronek, belli belirsiz, hafif bir ereksiyonla ve kendisine ait hayatı başka bir yerde, başka birinin yaşadığı hissiyle uyandı."

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Polisiyede sıradışı sevenlere

“Sefilliğimi ayrıntılarıyla dökmenin, üzüntümü haykırmanın, uçurumun dibine dokunmanın, gerçek rövanşlar olmayan rövanşlarımdan bahsetmenin ve nihayet bu kadar berbat bir hayatta yaşadığım sürekli yenilgi halinin üstesinden gelmenin zevkini çıkarıyordum… ”

Kara Üçleme'nin ilk kitabı olan “Hayat BerbatJean, Albert ve Paul’ün yaşamlarından suça bulanmış bir kesiti anlatıyor.

Maden işçilerinin paralarını ödemeyen fabrikanın üst düzey yöneticilerine silahlı bir saldırı düzenleyerek paraları ele geçiren üçlümüz, paraları o sıralar mensubu oldukları illegal bir örgüte ulaştırırlar. Fakat böyle kanlı bir parayı madenciler kabul etmezler. Bunun üzerine Jean ve çetesi bir soygunlar serisine girişirler. Polisin onları aramasına rağmen bulamaması çetenin ekmeğine yağ sürer. Eylemler devam ederken Jean’in evli olan ama hala sevdiği Gloria takıntısının artması ve işin içine bir kadının girmesi işleri karıştırır. Kadınlar yönünden takıntılı olan jean, cinsel ve duygusal açıdan kadınları mutlu edemediğine öylesine inanmaktadır ki aslında kendi mutsuzluk evreninde boğulmuştur. Yani, hayat berbattır.

Jean’in, annesi o dört yaşındayken ölmüştür. Ergenlik çağına kadar dedesinin yanında kalmış ve sonra başkentte yaşama arzusuyla dedesini terk ederek yanından kaçmıştır. Annesinin ölümü, içinde derin yaralara neden olan Jean, yaşamını kendi de farkında olmadan bir mateme dönüştürmüştür. Yıllardır yaşadığı bu matem kadınlara olan bakışını değiştirmiş, farkında olmadığı matemine sığınarak sürekli bir yokluk içinde olduğuna kendini inandırmıştır. Ona göre kadınları mutlu edemeyen bir adamdır o; mutlu olduklarını söyleyen kadınları ise hep yalancılık ve alaycılıkla suçlamıştır. Bu sahte yoksunluk dünyası ile o, bir suç makinesi dönüşmüştür.

Okuyanların özellikle dikkat etmesi gereken bölüm, yazarın Freudvari bir duruşla suç mekanizmasının bilinçaltı dünyasına ışık tutması ve suç denen şeyin, adeta bir hastalığın son evresinde nasıl ortaya çıktığını ustalıkla anlatmasıdır. Her satırıyla bizleri, insanın karanlık dünyasında gezdiren kitap, bu yönüyle birçok polisiyeden ayrı bir yerdedir.

Ozan Şen

1 Temmuz 2012 Pazar

Şarkı gibi, roman gibi şiirler okumak isteyenlere

Rainer Maria Rilke; hüznün, roman gibi şiirin, derinliklerin şairi. 1898'de Rusya seyahatinden hemen sonra 23 yaşındayken bu kitabı yazmaya başlıyor. Kitap 1905 yılında yayınlanıyor. Türkçe'ye "Dua Saatleri Kitabı" adıyla, 2008 yılında çeviriliyor. "Şiir varlığın kendisidir" diyen Rilke, şiirlerini bazen bir şarkı gibi, bazen de kısa bir roman gibi sunuyor okuyucusuna. Zaten Stefan Zweig, Rilke'nin ölümünden sonra yaptığı veda konuşmasında şöyle demiş: "Bir müzikle geldi Rilke, müziği gidişinden sonra da kalacak.". Hiç şüphesiz ki kaldı, kalmaya da devam edecek.

"Tamamlanmaz hiçbir şey, ben bakmadan,
durur tüm oluşumlar kıpırdamadan."

"Seviyorum benliğimin karanlık saatlerini,
içinde duyularımın derinleşip gittiği;
bulunur orda eski mektuplardaki gibi
günlük yaşamının yaşanıp bitmiş bir hikayesi,
Uzaklaşılmış ve aşılmış bir efsane gibi."


Kitabı Türkçeye kazandıran Yüksel Özoğuz, muazzam da bir giriş yazısı eklemiş. Bu yazıda Rilke'nin hayatını, şiire yaklaşımını, nasıl bir karaktere sahip olduğunu, gezgin ruhunda ona en çok etki eden şeyleri ve aşklarını bulabilirsiniz. Hiç şüphe yok ki bu kitabın ardından Rilke'nin diğer şiir kitapları; "Orpheus'a Soneler" ve "Duino Ağıtları"nı da okumak isteyeceksiniz. Ancak dün yaptığım YKY ziyaretinden sonra duydum ki, "Dua Saatleri Kitabı" dışındaki Rilke kitaplarının baskısı şu anda yok. Yaptığım kısa bir internet araştırması, Cem Yayınevi'nin Rilke'nin bazı şiirlerini bastığını gösterdi. Bilgilerinize.

"İlk defa yalnız kaldım seninle,
sen, duygularım.
Sen bir genç kız gibisin."

"Baba bizim için değil mi geçmişte kalan biri;

geçmiş yıllar, gitgide bize yabancılaşan
eskimiş tavırlar, modası geçmiş giyim,
buruşmuş eller ve rengi uçmuş saçlar?
Aslında kendi zamanı için o bir kahraman,
bir yaprak o, biz büyüyünce kopan."


Çok kısa bir son yapmak istiyorum; ruhunuz için, Rilke okuyunuz.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

26 Haziran 2012 Salı

Gerçekliğe bir davetiye

"Croisset’nin münzevisi. İlk modern romancı. Gerçekçiliğin babası. Romantizmin kasabı. Balzac’ı  Joyce’a bağlayan dubalı köprü. Proust’un habercisi. İnindeki ayı. Burjuvalardan korkan burjuva… Bütün bu unvanlar soyluluk unvanlarına kayıtsız kalan biri tarafından edinilmiştir. Onurlar onursuzlaştırır, unvanlar insanın değerini düşürür, görev insanı aptallaştırır."
          
Gustave Flaubert üzerine yazılmış bir deneme-roman diyebiliriz “Flaubert’in Papağanı” için. Aslında biyografinin, kitabın tamamına hakim olduğunu söylemenin mümkün olması ile beraber kitap, birçok farklı konuyu ve üslubu da içinde barındırıyor. Usta yazar Flaubert’in yaşamına, düşünce dünyasına ve kitaplarına dair her şeyi sıra dışı bir üslup ile işlemesinin yanında, farklı zamanlarda geçen iki hikâye ile de kitaba romansallık katıyor.  Normal bir yaşam öyküsünden bu yönüyle çok farklı olan kitabın, bir diğer yönü ise okuyucuyu pasiflikten kurtararak kitabın içinde, genelde kitap sonuna saklanan ya da kitabı özümseyerek bir müddet sonra herkesin kitaptan yapacağı kişisel çıkarımları için okura zaman tanımayarak, okura her sayfada aktif bir düşünce atmosferi yaratmasıdır.

Yazar adeta Flaubert’e dair her ne varsa didik etmiştir. Flaubert’in yaşamındaki olayları detaylı olarak işlerken de Geoffrey Braithwaite’in hikâyesi kitabın farklı bölümlerinde devreye girerek Flaubet’in yaşamına eklemlenmiş ve ilgi çekici bir yazın ortaya çıkarmıştır. Ayrıca belirtmek gerekir ki yazar, okuru dev bir sarmaşığa korkarak tırmandırırken, aşağının yüksekliğini göstermeyerek de okuru yüreklendirmiştir.  

Julian Barnes, kitapta iki öykü arasında yer yer gidip gelmiştir. Aslında ana öykü olan Flaubert’in yaşamı ve birincisine göre daha az yer teşkil eden emekli doktor ve Flaubert uzmanı Geoffrey Braithwaite’in hayatta olmayan karısı Ellen’in ilginç yaşam hikayesini anlatmıştır. Burada ilginç olan nokta: J. Barnes, okuru Ellen’in yaşamı ile Flaubert’in yaşamı üzerine kafa yormaya zorlayarak, farklı zamanlarda yaşayan, evli bir kadın olan Ellen ile ünlü bir yazar olan Flaubert’in yaşamı arasında büyütecimizi gezdirmemizi istiyor gibi duruyor.  
          
 Kitabın başından sonuna kadar Geofrey Braithwaite, Gustave Flaubert’in “Saf Bir Kalp” adlı hikâyesini yazarken kullandığı ve iki tane olan papağanlardan hangisinin onun gerçek papağanı olduğunun ve hangisinin sahte olduğunun araştırmasını konu ediniyor. Julian Barnes burada “gerçeklik” olgusu üzerinde durup bizleri gerçeklik üzerine düşünmeye davet ediyor.

Ozan Şen

24 Haziran 2012 Pazar

Yazı sanatları dersi almak isteyenlere

Eğer siz de hayatınızda okumak üzere olduğunuz ilk Cortazar kitabı seçiminizi “Ayakizlerinde Adımlar”dan yana kullanırsanız, benim gibi bu yazarın bağımlısı olabilirsiniz.

Cortazar, 1914 Brüksel doğumludur. 1919’da ailesiyle birlikte ülkesi Arjantin’e dönmüştür. 1938’de ilk şiir kitabı Presencia’yı (Varlık) yayımlamıştır. Fransız edebiyatı dersi vermiştir ve Cuyo Üniversitesi’nde John Keats üzerine bir seminer düzenlemiştir. 1945’te üniversitelere faşist müdahalenin başlaması üzerine Buenos Aires’e dönmüştür. 1951’de ilk öykü kitabı Bestiario’yu (Hayvan Hikâyeleri), 1960’ta ilk romanı Los Premios’u (Ödüller) yayımlamıştır. 1963’te bugün en önemli romanı sayılan Rayuela’yı (Seksek) yayımlamıştır.

Ayakizlerinde Adımlar” Cortazar’ın ince işçilik ürünü olan öykülerinin bir toplamıdır. Bu kitabın özelliği ise Metis Yayınları’nın kendi toplaması olmasıdır. Yani Cortazar’ın aslında böyle bir kitabı yoktur.

Kitaptaki hikâyeler sırasıyla; Yaz, Silvia, Kindberg Diye Bir Yer, Öğle Yemeğinden Sonra, Kızıl Çember İçinde Birleşme (Borges’e ithaf edilmiştir), Işık Değişikliği, Ayakizlerinde Adımlar, Liliana’nın Gözyaşları, Cennetin Kapıları ve Arayış’tır. (Charlie Parker’a adanmıştır).

Cortazar’ın farklı dönemlerinin farklı yapılardaki öyküleri olmaları dikkat çeker. Şahsi fikrimin bu ince hikâyelerin en etkileyicilerinin Yaz ve Silvia olduğudur. Bundan sonra benim için Cortazar demek, Emile Ajar, Borges, Hesse, Fuentes standartlarında bir yazar demektir. Silvia’nın girişinden bir alıntı yapalım ki, Cortazar’ın yazı sanatları dersinden bir hikâyeye nasıl giriş yapılırmış görelim...

"Kimbilir nasıl bitebilirdi başı bile olmayan bir olay, ortalarda başlamıştı ansızın ve belli bir sınırla çevrelenmeden bitiverdi, başka sislerin başladığı bir noktada; her neyse, konuya girmek için şunları söylemek gerekiyor: Pek çok Arjantinli, yazı Luberon vadisinde geçirir, bu bölgenin en eski sakinleri olan bizler onların uzaklarda yankılanan seslerini sık sık duyarız, büyüklerle birlikte çocuklar da gelir, bu da Silvia demektir zaten, çiğnenmiş bahçeler, çatalla et yenilen öğle yemekleri, çocukların al yanakları, korkunç ağlamaları izleyen İtalyanvari bağrışmalar..."

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar