23 Haziran 2012 Cumartesi

Yaşam şeklini değiştirmekten çekinenlere

87 yaşında, Alman asıllı olduğu halde Alman tarafını reddetmiş ünlü bir profesör, 36 yaşında bir kadının hayatını değiştirebilir mi? Bir aşk uğruna insan neler yapabilir? 60 sene süren bir aşk mümkün mü?

Zülfü Livaneli, Serenad kitabında bu soruların cevabını sunarken bir yandan da yakın Türkiye tarihinden çok da konuşulmayan gerçeklerle kavrıyor okuyucusunu. Hikâye Maya Duran tarafından bir uçak yolculuğu esnasında yazılıyor, başından geçenleri edebî kaygı duymadan olduğu gibi anlatan Maya’nın Profesör Maximilian’ın yaşamına dair söylediği her kelime sizi alıp o zamanların Pera Palas’ına, Beyoğlu sokaklarına, Max’ın umutsuzluğuna götürüyor. Livaneli, iç içe geçmiş hikâyelerle bezediği roman tekniğiyle okuyucuyu adeta kahramanlarının gezdiği sokaklarda yürütüyor.

Nazi Almanyasında tanınan bir profesörken evlendiği Yahudi karısına duyduğu aşkla ülkeyi terk eden ve umutsuz bir yaşam sürmek zorunda kalan Max’ın unuttuğu anılara ve acılara dönüş hikâyesi bu. İsimlerini bile geride bırakmış insanların yaşayacak bir yer bulma hikâyesi. Bir kadının monoton hayatından zorla çekilip çıkarılma hikâyesi. Yakın tarihte topraklarımızda yaşanan ölümlerin, ayrılıkların ve değiştirilen yaşamların hikâyesi.

Serenad  kitabını yalnızca okuyamazsınız, bir noktada bir kelime sizi daha fazla araştırmaya, unutup gidilen gerçekleri yeniden hatırlamaya yönlendirecektir. Sanırım kitabın en güzel tarafı da bu. İşin tarih kısmıyla ilgilenmiyor olsanız bile Max’ın 60 yıl süren aşkı ve o aşk için her şeyden vazgeçişine kapılmamanız imkânsız. Sözün kısası, uzun zamandır çok etkileyici, sarsıcı bir kitap okumadım diyorsanız Serenad sizin için biçilmiş kaftan.

Ümran Kio
twitter.com/umrankio

Hayat endişesini sorun etmeyen bohemlere

Okuma yelpazeminizi geniş tutmak adına kendimizi geliştirmeye devam ediyoruz. Türkiye’de ilk basımı 1988’de, elimizdeki 3. basımı 2012’de Ayrıntı Yayınları tarafından yapılan, Almanca aslından Tevfik Turan tarafından çevrilen kısa ama ağır romanla tanıştırayım sizleri: Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi. Tanıştığınıza memnun olacaksınız.

Bu zamana kadar adını pek duymadığımız yazarımız Peter Handke’dir. 1942 Griffen doğumludur, Graz Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur. Öğrenciliği sırasında Forum Stadtpark adıyla bir araya gelen genç edebiyatçılar topluluğuna katılmıştır. Üniveristeyi bitirdiği yıl Amerika’ya gitmiştir. Orada “yerleşik” edebiyata yönelttiği eleştirilerle büyük ilgi toplamıştır. İkinci Dünya Savaşı sorası deneysel edebiyat yaklaşımının önemli adlarından biri olmuştur. Dilin yapmacıklığını, insanlar arasında ilişki kurmadaki yetersizliğini ve giderek insana yabancılaşmasını romanlarında sık sık işlemiştir.

Roman “Kaleci topun yuvarlanıp çizgiyi geçişine baktı...” cümlesiyle açılıp tam ters bir eylemle bitmektedir. Burada yazarın derdi kesinlikle “dil”in doğru kullanımıdır. İnsanlar arasındaki bütün iletişimsizliklerin kaynağı da dil olgusu olduğu için, yazar kurguya yer bırakmayacak şekilde “olay”ı anlatmıştır. Bu olayı da eskiden çok tanınmış bir kaleci olan, şimdilerin işsiz güçsüzü, geçimsizi Josef Bloch üzerinden anlatmaktadır.

Handke’ye göre, “Edebiyatın görevi toplumsal koşullandırmayı yıkmak ve kültürün insan ve doğa üstündeki baskısını kaldırmaktır. Ama edebiyatın kendisi de her zaman için kültürün bir parçasıdır ve dolayısıyla kendi içine dönük ve kendine yeniktir. Yazmak, kendi kendini hapsetmek, kendini yaşamdan uzaklaştırmaktır ve bu da bir tür şizofrenidir aslında.

Yalnızlık”, “boşluk”, “ilişkisizlik”, “dilin ilişki gücü” gibi temalarla örülü, iyi edebiyatın “zor” metinlerine ilgi duyan okurların büyük zevk alacakları bir yapıt.

Tuna Bahar

22 Haziran 2012 Cuma

Melankolik bir dost arayanlara

Manik-depresif teşhisi konulduktan sonra hayatının büyük bir kısmı psikiyatri kliniklerinde geçmiş, her şeye rağmen, onlar gibi olmamak adına elektroşoklara dayanmış, ölümden korktuğu halde intihara kalkışmış yalnız bir kadın: Tezer Özlü.

Gerçek kişi ve kuruluşlarla ilgisi olmayan kitaplardan hoşlanmadığını söyleyen, her kitabında kendi yaşamını anlatan Tezer Özlü’nün "Kalanlar" kitabı belki de yazarın en mahrem alanı. Ölümünden sonra kardeşi Sezer Duru tarafından yazarın evindeki notlar ve günlüğünden derlenip yayınlanmış.

Sürekli gitmek isteyen, “içine bir kere girilip sonra çıkılan ve geri dönülmeyen” evleri seven, kalabalık dünyaya çıkmadan yaşamak isteyen, sadece tren raylarında kendini iyi hisseden bir kadının hikâyesi.

"İşte burada istediğimi yapabiliyorum. Işık var. Kitaplar var. Ben varım. Dünyam var."

Mutsuz olduğunuz zaman etrafınızdaki insanların sizi teselli etmek için yapabilecekleri pek fazla bir şey yoktur. Onlar kendilerine düşeni yaptıktan sonra çekilirler ve aslında siz sorunlarınızı hep kendiniz çözmek zorunda kalırsınız. Bu yalnızlık saatlerinde melankolinizi paylaşacak sizden daha çok acı çekmiş, daha fazlasına katlanmak zoruna kalmış bir dosta ihtiyaç duyarsanız Tezer Özlü’nün sizinle paylaşacağı çok şey olduğundan emin olabilirsiniz.

"Burada ölecek yer yok.  Sonra siz beni yakarsınız. Ya küller arasında uyanıp, gövdemi arayıp, yalnız külleri görürsem? Oysa toprak içinde bir süre daha kollarım, bacaklarım ve tüm bedenimle birlikte olabileceğim. Belki ölüme alışana dek. Ölüm içinde ölümü unutana dek."

Ümran Kio

Karanlık bir aşk hikayesi okumak isteyenlere

“Hep aynı şeyleri okumaktan sıkıldım, hep aynı yazarların kitapları gündeme getiriliyor” diye dert yanıyorsanız sizi böyle alalım. Zira elimizdeki Joseph Incardona kitabı hepimiz için iyi bir seçenek olma özelliğini taşıyor.

Önce yazarı mercek altına alalım: Joseph Incardona, 1969 Lozan doğumlu. Cenevre’ye yerleşmeden önce Paris ve Bordeaux’da yaşadı. Sanat Sosyolojisi profesörü olan Incardona, halen Cenevre Etnografi Müzesi’nde danışmandır ve 2003’ten beri Bordeaux, Paris ve Cenevre’de kurduğu yazı atölyelerinde dersler vermektedir. Oyun ve film senaristliği de yapmaktadır.

Gelelim 220 Volt’a... İlk romanıyla kimsenin ilgisini çekmeyen yazar Ramon Hill, son iki romanıyla meşhur olmuştur. Dolayısıyla onun bu popülaritesi ilk romanının da tekrar gün yüzüne çıkmasının, yeni ve büyük boyutlarda basımının yapılması demektir. Üç romanı olan meşhur yazar iki çocuk sahibidir. 4. romanı için yakın dostu ve menajeri onu sürekli sıkıştırmaktadır ve Ramon’un karısı Margot bu duruma müdahale edecektir. Margot, Ramon’u yanına alarak evlerinden ve iki çocuklarından kilometrelerce uzakta bir çiftlik evinde sessiz sakin 15 gün geçirmeyi amaçlamaktadır. Hem dünya tarihinin en eski ve karmaşık ilişkisi olan kadın – erkek (karı – koca) sorunlarına çözüm arayacaklar, hemde Ramon’un 4. romanını bitirmesini sağlayacaklardır. Ramon gitmemek için her şeyi dener ama sonunda zamanı geldiğinde çok inatçı olabilen karısına boyun eğmek zorunda kalır.

Bu kısa roman arka kapakta dendiği gibi “karanlık bir aşk hikayesi”ni anlatmaktadır. Modern kent hayatında insanların önceliklerinin farklılıklar gösterebilmesini, aynı insandan sıkılıp başka biriyle birlikte olmanın normal karşılanabilmesini, kadın erkek ilişkilerinin gözden geçirilip yoluna sokulabilecek bir durumken iş yüzünden bazen aksamaların yaşanabilmesini ve tüm bunların sonunda klasik bir nevrotik yazar imajının çizilebilmesini salık veriyoruz.

Romandaki ironi de burada yatıyor bence: Modern hayata ait bu olaylar Ramon ve karısı Margot’yu neden kilometrelerce ötedeki bir çiftlik evinde ilgilendirsin ki? İşte Ramon’un yazmaya çalıştığını romanın, karanlık bir aşk hikayesinin, geride iki çocuk olmasının, dakikliğiyle tanınan çiftçi Charlot’un varlığının bilincine varınca, romandaki resmin bütününü yakalamış oluyoruz. Zaten çiftçi Charlot olmasaymış eğer, bu roman eksik kalırmış.

“Hiç mutlu olmazsın, derdi Margot. İster esinlenerek, ister esinlenmeden olsun, yazmak her zaman çözümlenecek bir sorun, ardından gelecek cümleyle telafi edilen bir dengesizlik olarak kalır.”

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

20 Haziran 2012 Çarşamba

Çayınızı alın ve medeniyet yolculuğuna çıkın

Yaşı 60'ın üzerine varıp da kitap, kalem, kültür ve tarih üzerine konuşmalar yapan tüm büyüklerimden daima ilham almışımdır. Onların sohbetlerini dinlemek, yazılarını okumak, hem okuyup yazmaya hem de yaşamaya dair olan iştahımı daima artırmıştır. Dursun Gürlek, gerek televizyonda yaptığı tarihi miras programlarıyla gerek Timaş Yayınları'ndan çıkan kitaplarıyla insana işte bu iştahı aşılayan nadir gönül erlerinden biri.

"Matbaanın bulunmadığı ve kitapların büyük zorluklar içinde çoğaltıldığı çağlarda kitabon, ilmin ve ilim adamının gördüğü itibar aranır hale gelmişse; kitaplar çoğaldıkça, matbaalar arttıkta okuma oranı düşüyorsa ve artık "medeniyet" sahnesinde bize bir rol verilmiyorsa, kitaba yeniden dönmenin vakti gelmiştir."

3 bölümden oluşan "Çınaraltı Kitap Sohbetleri"nde bizlere ağırlıklı olarak kitap, hafifletilmiş olarak da tarih feneri yakıyor. 300'e yakın sayfalık kültür gezintisinde zerre kadar yorulmuyor, aksine her konu başlığında müthiş bir enerji depolaması yaşıyorsunuz.

"Başların ayak, ayakların baş olduğu bir toplumda ilimden, irfandan eser kalmaz. Para mâbut, banka mâbet haline geldiği için kütüphanelerin duvarlarında sessiz çığlıklar yankılanıyor."

Cemil Meriç'in yaşamının son yıllarında ona yaptığı kitap okumalarıyla kitap iştahı zirveye ulaşan, çevresindeki kalem erbablarıyla diyaloğunu daima sıcak tutan ve üslubuyla size zenginlik katacak olan Dursun Gürlek, hafızasıyla da beni kendisine hayran bırakmıştır.

"Eğer okuduklarını hafızanda saklayamazsan, kitap toplamanın hiçbir faydası yoktur. İlmin evdeyken, bir mecliste bulunmayı ister misin?"

Yaz sıcaklarında zihnini dinlendirmek ve bir çay eşliğinde medeniyet yolculuğu yapmak isteyen tüm ruhları bu sohbete davet ediyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler