22 Haziran 2012 Cuma

Karanlık bir aşk hikayesi okumak isteyenlere

“Hep aynı şeyleri okumaktan sıkıldım, hep aynı yazarların kitapları gündeme getiriliyor” diye dert yanıyorsanız sizi böyle alalım. Zira elimizdeki Joseph Incardona kitabı hepimiz için iyi bir seçenek olma özelliğini taşıyor.

Önce yazarı mercek altına alalım: Joseph Incardona, 1969 Lozan doğumlu. Cenevre’ye yerleşmeden önce Paris ve Bordeaux’da yaşadı. Sanat Sosyolojisi profesörü olan Incardona, halen Cenevre Etnografi Müzesi’nde danışmandır ve 2003’ten beri Bordeaux, Paris ve Cenevre’de kurduğu yazı atölyelerinde dersler vermektedir. Oyun ve film senaristliği de yapmaktadır.

Gelelim 220 Volt’a... İlk romanıyla kimsenin ilgisini çekmeyen yazar Ramon Hill, son iki romanıyla meşhur olmuştur. Dolayısıyla onun bu popülaritesi ilk romanının da tekrar gün yüzüne çıkmasının, yeni ve büyük boyutlarda basımının yapılması demektir. Üç romanı olan meşhur yazar iki çocuk sahibidir. 4. romanı için yakın dostu ve menajeri onu sürekli sıkıştırmaktadır ve Ramon’un karısı Margot bu duruma müdahale edecektir. Margot, Ramon’u yanına alarak evlerinden ve iki çocuklarından kilometrelerce uzakta bir çiftlik evinde sessiz sakin 15 gün geçirmeyi amaçlamaktadır. Hem dünya tarihinin en eski ve karmaşık ilişkisi olan kadın – erkek (karı – koca) sorunlarına çözüm arayacaklar, hemde Ramon’un 4. romanını bitirmesini sağlayacaklardır. Ramon gitmemek için her şeyi dener ama sonunda zamanı geldiğinde çok inatçı olabilen karısına boyun eğmek zorunda kalır.

Bu kısa roman arka kapakta dendiği gibi “karanlık bir aşk hikayesi”ni anlatmaktadır. Modern kent hayatında insanların önceliklerinin farklılıklar gösterebilmesini, aynı insandan sıkılıp başka biriyle birlikte olmanın normal karşılanabilmesini, kadın erkek ilişkilerinin gözden geçirilip yoluna sokulabilecek bir durumken iş yüzünden bazen aksamaların yaşanabilmesini ve tüm bunların sonunda klasik bir nevrotik yazar imajının çizilebilmesini salık veriyoruz.

Romandaki ironi de burada yatıyor bence: Modern hayata ait bu olaylar Ramon ve karısı Margot’yu neden kilometrelerce ötedeki bir çiftlik evinde ilgilendirsin ki? İşte Ramon’un yazmaya çalıştığını romanın, karanlık bir aşk hikayesinin, geride iki çocuk olmasının, dakikliğiyle tanınan çiftçi Charlot’un varlığının bilincine varınca, romandaki resmin bütününü yakalamış oluyoruz. Zaten çiftçi Charlot olmasaymış eğer, bu roman eksik kalırmış.

“Hiç mutlu olmazsın, derdi Margot. İster esinlenerek, ister esinlenmeden olsun, yazmak her zaman çözümlenecek bir sorun, ardından gelecek cümleyle telafi edilen bir dengesizlik olarak kalır.”

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

20 Haziran 2012 Çarşamba

Çayınızı alın ve medeniyet yolculuğuna çıkın

Yaşı 60'ın üzerine varıp da kitap, kalem, kültür ve tarih üzerine konuşmalar yapan tüm büyüklerimden daima ilham almışımdır. Onların sohbetlerini dinlemek, yazılarını okumak, hem okuyup yazmaya hem de yaşamaya dair olan iştahımı daima artırmıştır. Dursun Gürlek, gerek televizyonda yaptığı tarihi miras programlarıyla gerek Timaş Yayınları'ndan çıkan kitaplarıyla insana işte bu iştahı aşılayan nadir gönül erlerinden biri.

"Matbaanın bulunmadığı ve kitapların büyük zorluklar içinde çoğaltıldığı çağlarda kitabon, ilmin ve ilim adamının gördüğü itibar aranır hale gelmişse; kitaplar çoğaldıkça, matbaalar arttıkta okuma oranı düşüyorsa ve artık "medeniyet" sahnesinde bize bir rol verilmiyorsa, kitaba yeniden dönmenin vakti gelmiştir."

3 bölümden oluşan "Çınaraltı Kitap Sohbetleri"nde bizlere ağırlıklı olarak kitap, hafifletilmiş olarak da tarih feneri yakıyor. 300'e yakın sayfalık kültür gezintisinde zerre kadar yorulmuyor, aksine her konu başlığında müthiş bir enerji depolaması yaşıyorsunuz.

"Başların ayak, ayakların baş olduğu bir toplumda ilimden, irfandan eser kalmaz. Para mâbut, banka mâbet haline geldiği için kütüphanelerin duvarlarında sessiz çığlıklar yankılanıyor."

Cemil Meriç'in yaşamının son yıllarında ona yaptığı kitap okumalarıyla kitap iştahı zirveye ulaşan, çevresindeki kalem erbablarıyla diyaloğunu daima sıcak tutan ve üslubuyla size zenginlik katacak olan Dursun Gürlek, hafızasıyla da beni kendisine hayran bırakmıştır.

"Eğer okuduklarını hafızanda saklayamazsan, kitap toplamanın hiçbir faydası yoktur. İlmin evdeyken, bir mecliste bulunmayı ister misin?"

Yaz sıcaklarında zihnini dinlendirmek ve bir çay eşliğinde medeniyet yolculuğu yapmak isteyen tüm ruhları bu sohbete davet ediyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

13 Haziran 2012 Çarşamba

Eskiye özlem duyan, seyyah ruhlara

Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve "Dersaadet" İstanbul. Ahmet Hamdi Tanpınar bu eserinde bizi bu beş şehirde yolculuğa çıkarıyor. Bu şehirlerin geçmişlerine değiniyor ve en güzeli de onun zamanıyla kıyaslama yapıyor. Bu tip kıyaslamaların, okuyucuların kültür sandığını tıklım tıklım dolduracağına inanmışımdır her zaman. "Beş Şehir'in asıl konusu, hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır" diye özetliyor kitabını Tanpınar. Eskiye özlem, kaybolan değerler ve inceliği esas almış insanların bu durumlara karşı reflekslerini kitapta görebiliyoruz.

"İstanbul ya hiç sevilmez; yahut çok sevilmiş bir kadın gibi sevilir; yani her haline, her hususiyetine ayrı bir dikkatle çıldırararak."

Tanpınar'ın gerçekten leziz bir üslubu var. Şu konuda benim gibi düşünen çok sayıda okuyucu olduğunu düşünüyorum; bazı yazarların kitaplarını belli yaşlarda okumak, gençlikte veya çocuklukta okumaktan daha faydalıdır. Zira Tanpınar'ın üslubu, liseden yeni mezun olmuş bir gencin (kitaplar içinde kaybolmamış biri olduğunu düşünürsek) çok hoşuna gitmeyecek ve hatta sıkılacaktır. Bu durumda Tanpınar'ın leziz üslubundan nasibini alamayacaktır.

"Bütün hilkat, geniş ve eşsiz kudretinde canı sıkılan bir tanrının kendi kendini eğlendirmek için icat ettiği bir oyundur. Hayat nimetlerinin değişikliği içinde bize, yaratıcı işaretten kalan en büyük miras bu can sıkıntısıdır."

"Hiçbir şey kendi alınteri kadar bir insanı tatmin edemez. Çalışan insan, kendi varlığında hüküm süren bir ahengi bütün kainata nakleder. Hayatın biricik nizamı bu ahengin kendisi olmalıdır."

Şunu da söylemek gerekiyor ki Dergah Yayınları, son yıllarda eskiye duyduğumuz edebi özlemi o kadar samimi bir şekilde gideriyor ki hem klasikleri okuyabiliyoruz hem de yeni basılan kitaplarla kütüphanemizi renklendirebiliyor, başlarda da dediğim gibi kültür sandığımızı doldurabiliyoruz.

"Sanat da aşk gibidir; kandırmaz, susatır. Ben serabtan seraba koşuyorum."

Özellikle Bursa ve İstanbul sayfalarında huzur bulduğum, Konya ve Erzurum sayfalarından yeni şeyler öğrendiğim ve Ankara sayfasından notlar çıkardığım bu kitabı hem yolculuk yapmayı çok seven hem de eskiye özlem duyan tüm ruhlara öneriyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

8 Haziran 2012 Cuma

Hayal kurmaktan hiç vazgeçmeyenlere

Öyle bir kitap düşünün ki, “Hep bir kitap yazacağımı hayal etmişimdir; kısacık da olsa, insanı kendi dünyasından çekip alacak, ölçülüp biçilemeyen, hatta sonradan hatırlanamayan bir diyara taşıyacaktı” diye başlayıp, ilk cümleden samimiyet dolu olacağının sinyalini versin, okuma boyunca yüzünüzde hep bir tebessüm sağlasın...

İşte Patti Smith’in Hayalperestler’i tam da böyle bir kitap. Çoluk Çocuk’la Türkiye’de de hatırı sayılır bir okur kitlesine ulaşan Smith’in, punk-rock’ın doğuşunda özellikle Horses albümünün etkili olduğu da söylenilir. Smith, kendi doğrularını başkalarına dayatmadan, başkalarının dayattığı her şeye karşı çıkan, şair ve şarkıcıdır.

Hayalperestler’de kardeşleriyle ve arkadaşlarıyla olan ilişkilerini, çalıların hayatındaki yerini, önemini ve gizemini, babasıyla olan bağını, ondan beklentisini, alçak gönüllülük içinde, abartmadan, hemen tükendirmeden, sabırla işlemiş sayfalara. Sayfalar Smith’in kendisi yerine, bahsettiği nesneler, doğa güzellikleriyle fotoğraflanmış.

Kitabı anlatmak epey zor; ancak hayal etmekten hiç vazgeçmeyen ruhlara ısrarla önerileceği de bir o kadar açık... Smith’in kaleminin tadını ve şiirsel anlatımı örneklendirerek sizleri daha fazla meraka sokmak ise en iyi seçenek:

"Dikkat et, ruhunu sergilerken
Dikkat et, neyin varsa ortalığa dökme."

"İnce bir dalı, mürekkepten bir havuza sokup üzerine yazma isteğine kapıldım; yayı kemana dokundurmadan duramazsınız ya..."

"Uzaklarda bir yerin, ya da terk edilmiş bir kafenin boş duvarlarını süsleyecek, beyaz bir çizim."

"Ne kadar hastalık varsa alsın götürsün, hepsini önemsiz dipnotlara önüştürsün diye."

"Esrarlı yaram, giriş biletimdi."

Tuna Bahar

7 Haziran 2012 Perşembe

Bir gün bile yaşamayı tehlikeli bulanlara

“Ne kızgın güneşten kork artık,
Ne de azgın kışın hışmından.”

Mrs. Dalloway”de bir günün 10-12 saatlik zaman diliminin geri dönüşlerle anlatılışına şahit oluruz. Bu kısa zaman diliminde karakterin bütün geçmişini, iç hesaplaşmasını ve koskoca bir tarihi verir Woolf. Bir nevi yazarın da kendiyle iç hesaplaşmasıdır. Ve bütün roman kişilerinin yaşamlarında bir dönüm noktasıdır. Bilinçakışı tekniğinin en başarılı örneğidir.

Romanda iki farklı karakter (Septimus ve Dalloway) aynı düşüncede birleşir ve bütünleşir. Algıları bozulmuş karakterlerdir. Bu kadar aynı oldukları için bir türlü bir araya gelemeyen karakterlerdir. Clarissa akşam vereceği partinin hazırlıkları için düşünceleriyle başbaşa Londra sokaklarında dolaşırken Septimus da ondan habersiz yine aynı sokaklarda farklı bir hedefe doğru yol alır. Dalloway aşktan yoksun olarak evlendiği kocası Richard’a hayatta kalabilmek için tutunurken, Septimus da aynı sebeple Lucrezia ile birliktedir.

Romanda zaman algısı deniz dalgalarının hareketiyle özdeştir. Zihin ve duygular da bir sarkaç gibidir. Yaşam ve ölüm iç içedir. Karakterler arası geçişte sinemasal teknikler dikkat çeker. Toplumsal eleştiri vardır.

Virginia Woolf’ta 20. yüzyıl aydınının bütün özlem ve tedirginliği görülebilir. İnsanı yalnızca madde yoluyla algılamaz. Bir arama içindedir o yüzden. Söz diliminin en küçük öğelerine indirilmiş dolaysız cümleler kullanır. Bütün İngiliz toplumunu yansıtır. Gerçekliğin imgesini Proustvari bir şekilde kavrar.

“Bir gün bile yaşamak çok tehlikeliydi onca.”

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

5 Haziran 2012 Salı

Hazin bir hikaye arayanlara

Kanat Kitap çok sevdiğim yayınevlerinden biridir. Tim Parks, Paul Nizan, Howard Norman gibi birbirinden değerli yazarların kitaplarını birbirinden değerli çevirmenler sayesinde Türkçe’ye kazandırmaktadır. Son işleri ise cümlenin tam anlamıyla ülkemizde “Bilinmeyen bir klasik” tir.

Yazarımız 1844 ve 1897 yılları arasında yaşamış olan, kadınların toplumdaki sorunlarını ele alan ilk kadın Fin yazar olma özelliğine sahip Minna Canth’tır. Kendisi daha ortada Finlandiya diye bir ülke yokken Fince yazabilen ve Fin edebiyatının kurucuları arasında gösterilen, şüphesiz döneminin en çok öne çıkan isimlerinden biri olan güçlü bir kadındır. İyi bir öğrenim göre yazar öğretmeniyle evlenmiş, 7 çocuğuyla genç yaşta dul kalmış. Bu dönemde iş hayatına atılarak dükkân işletmiş. Yazdıklarını yayımlatmayı başarmış. Sosyal bir aktivist olan Canth, kadın hareketi konusundaki tutumuyla döneminde büyük tartışmalara yol açan, etkili bir edebi figür olarak tanımlanıyor.

Zola’nın etkisinde kalarak da yazdığı bu roman “Sığlıklar”, az sayfa sayısına rağmen kocaman bir hayatı, Alma’nın hazin hikâyesini etkileyici tasvirlerle açıklıyor. Hikâyedeki kurgunun devamı ise fena derecede Anna Karennina’yı çağrıştıyor; ancak aynı hikâye diyemeyiz elbette. Alma’nın hikâyesini okurken düşünüyorsunuz: 1860’lı 70’li yıllarda kadın erkek ilişkisi, bugünkü Türkiye’de de üç aşağı beş yukarı aynı şekilde tekrarlanıyorsa, medeni anlamda ilerlemeden ve değişmeden nasıl bahsedebiliriz ki?

1964 yılında Jyvaskyla’da doğan, Stockholm Üniversitesi’nde İskandinav Dilleri ve Roma Üniversitesi’nde modern İtalyan edebiyatı üzerine eğitim alan, 1997 yılında eşiyle birlikte Türkiye’ye yerleşen; şair ve heykeltıraş olan çevirmen Riitta Cankoçak’ın orijinal Fince basımından yapılan çeviriyi klasikleri okumayı seven biriyseniz epey beğeneceksiniz. Çünkü bu tecrübe, görülmeye değer doğrusu.

Tuna Bahar

4 Haziran 2012 Pazartesi

Hassas bünyelere

Uzun zamandır bir Emile Ajar kitabı okumayı arzuluyordum. Bilindik üşengeçlik nedenlerinden ötürü bu arzumu sürekli erteliyordum. En sonunda geçen hafta gerekli işlemi yaptım ve bu büyük yazarın önemli eserlerinden biri olan Onca Yoksulluk Varken’in sayfaları içinde birkaç gün yaşadım.

Yaşadım diyorum çünkü nedeni basit: Kitap o kadar gerçek ki, içinde yaşadığımız, an be an nefes alıp verdiğimiz bu dünya yalan / sahte kalıyor yanında. Şatafattan uzak, sadelikten merkezli, sözünü esirgemeden bağıran, gerektiğinde fısıldaşan cümleler, paragraflar...

Biraz yazardan bahsedelim. Romain Gary, asıl adıyla Roman Kacew olan yazardır. Fransa’da yazarların sadece bir kez alabildikleri Goncourt Ödülü’nü iki kere kazanmıştır. Ödülü bir kez kullandığı isim olan Romain Gary, bir kez de herkesten sakladığı Émile Ajar adıyla kazanmıştır. Takma ismi olan E. Ajar’ı da, 1979’da karısının şüpheli ölümünden bir yıl sonra kendisini tabancayla vurmadan yazdığı intihar mektubuyla açıklamıştır. Özellikle intihar mektubunun son iki cümlesi Hakan Günday’ın da Piç kitabında geçmektedir. “Çok eğlendim, teşekkür ederim. Hoşçakalın.

Paris’te geçen roman Onca Yoksulluk Varken’in baş karakteri 10 yaşında, annesinin ve babasının kim olduğunu bilmeyen Arap milletinden Momo’dur. Babası zamanında Momo’yu, bir zamanlar çok iyi hayat kadınlığı yapan şimdilerde ise hayat kadınlarının çocuklarına bakan Madam Rosa’ya bırakmış. Hikâye Momo’nun ağzından anlatılarak savaş dönemi tahribatını, insan psikolojisinin karmakarışıklığını, Batı’nın dayattığı mutsuzlukları, ötekileştirilenleri, ve hepsinden de önemlisi “ötekileştirilenleri yoksulluğu” üzerinden hayat yoksulluğunu anlatıyor. Hayat yokulluğu; birlikte yaşadığımız insanlara ne kadar değer verdiğimizi, onları bırakmak zorunda kalsak bile seçimimizi yapıp sorumluluğu üstlenmemizi ahşap bir kazıkla kalbimize sokuyor! Yazarımız Momo’yu öyle güzel konuşturuyor ki, böyle cevaplar verebilen biri olmayı dahi arzuluyorsunuz. O zaman Momo’nun ağzından bir paragrafla kitabın ne kadar hassas bünyelere iyi gelebileceğini özetleyelim:

“Madam Rosa’nın sadece ay sonunda gelen bir havale için bana baktığını önceleri bilmiyordum. Bunu öğrendiğim zaman artık altı ya da yedi yaşımı doldurmuştum, parayla bakıldığımı bilmek beni iyice sarstı. Madam Rosa’nın beni bedavaya sevdiğini, birbirimiz için bir anlam taşıdığımızı sanıyordum. Bütün bir gece ağladım; ilk büyük kederimdi bu.”

Tuna Bahar

31 Mayıs 2012 Perşembe

Hem tarihe hem de sırlara vakıf olmak isteyenlere

Türkçeye şu ana kadar sadece "Gölün Sırrı" romanıyla çevrilen 1967 Doğu Berlin doğumlu yazar ve yönetmen Jenny Erpenbeck, işini hakkıyla yapan insanlardan. 

Kendisi hakkında hiçbir Türkçe kaynağa ulaşamadım. Ayfer Tunç'un "Jenny Erpenbeck - Gölün Sırrı son on yılların romanı" tweeti dışında...

Gölün Sırrı, yayım yönetmeni Levent Yılmaz'ın da dediği gibi 20. yüzyılın sürekli gelişen ve yeni şeyler denenen roman dünyasındaki deneysel çabaların bir ürünü. Kitabın adı her ne kadar "Gölün Sırrı" olsa da, aslında Berlin yakınlarındaki bir ormanın içindeki evin hikâyesidir okuduğumuz. Bu ev elbette bahsi geçen gölün kıyısındadır. Bu özel ve öyküsü bol evde yaşanmışlıklar ardı ardına gelmektedir, gelecektir, kitabın sonuna kadar değişmeyen tek kişi evin "Bahçıvan"ıdır. 

Erpenbeck, sadece bir ev hikâyesi anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda 3. Reich, Nazizm, Doğu Almanya tecrübesini de sayfalara satır satır yediriyor. Uzun araştırmaların sonucu olan kitap bazı olayların anlatımı sonlanırken sarsıcı bilgileri de içeriyor: 

"Hava savaşının ilk kuralı saldırırken güneşi her zaman arkana almaktır." 

"Macera dediğimiz şey, her zaman insanın cesaretle bir bilinmezin içine atılmasıdır." 

"Mizah, insanın her şeye rağmen gülebilmesidir." 

"Kelimeler sahipsiz kalıp, yalnız bir tesadüf eseri mi buraya, onun kafasının içine düştüler yoksa hakikaten ona mı aitler?"

"Anıları artık kimin anıları? Kapkara zaman hep böyle akıp gider mi, insan hiçbir şey yapmadan, öylesine otururken, zaman akıp gider ve taşlaşmış bir çocuğu bile çekip götürür mü elinden tutup?" 

"Doris  şimdi bu pürüzsüz sessizliğin ve boşluğun ortasında, her şeyin var olduğu bir zamandan kalan anılara çarpıyor başını." 

Erpenbeck'in bu romanı modern dünya yazınıyla geleneksel değerleri bir araya getirdiği için ayrıca dikkat çekmiştir. Böyle iyi edebiyat bizde satmadığı(!) için korkumuz bu kitabın da baskılarının depolarda çürümesidir.

Tuna Bahar

29 Mayıs 2012 Salı

Arayışın kitabı

Baudolino, zekası, yaratıcılığı ve uslanmaz yalancılığı olan bir çocuk. İtalyan’ın güneyindeki bir köyde yaşarken, atıyla o sırada savaş halinde olduğu italya’nın, bir kasabasının çevresinde gezen Alman imparatoru Friedrich Barbarossa’nın gözüne girer ve onun manevi oğlu olur. Yaşı biraz büyüdüğünde Baudolino’nun, imparatorun eşi, manevi annesi, Betarix’e aşık olması saraydaki yaşamını değiştirir ve asla ulaşamayacağı aşkından uzaklaşmak için babasını, Paris’te eğitim alması yönünde ikna eder. Zaten olaylar da Paris’te eğitim aldığı yıllarda başlar. İmparatorluğun başrahibinin, ölürken Baudolinoya, vasiyet ettiği Rahip Johannes’in kayıp krallığını bulması isteği, Baudolino büyüdükçe onunla büyür ve yaşamının anlamı olur. Paris’te kendisi gibi maceraperest birkaç arkadaşı ile İmparator Friedrich Barbarossayı 3.Haçlı seferi için ikna ederler. İmparator, kutsal şehir Kudüs’ü alacak; Baudolino ve dostları ise doğuya, kimsenin yerini tam olarak bilmediği, rahibin “Cennet Ülkesine” doğru yola çıkacaklardır.

Avrupa’nın içlerinden başlayıp Bizans surlarında devam eden ve Asya bozkırlarına kadar süren bu yolculuk, bir yolculuk olmaktan öte içinde barındırdıklarıyla başlı başına yaşamın kendisi aslında. Eco, bizlere anlattıklarıyla da bir anlamda tarihin resmi ve gayri resmi yönünü vurgular, “tarih nasıl oluştu?” sorusunu sordurur her birimize. Ortaçağ öncesi Avrupasında, papalık ile imparatorluklar arasındaki iktidar mücadelesiyle, aynı dönem Bizans İmparatorluğundaki taht mücadelelerini ve yağmalanan Kosntantinapolis’i anlatır.

Kitaptaki karakterlerin her biri yolculuğun başında bir hayal ile yola çıkar. Bir arayıştır onların bu yolculuğu. Abdül’ün, adına şiirler yazdığı ve bilinmeyen çok uzak diyarlarda yaşayan sevdiğinin orada olduğunu düşünmesi; Solomon’un on iki kayıp kabileyi orda bulacağına inanması; Baudolino’nun yeryüzü cenneti…

Kitap, bir arayış içindeki bu dostların serüvenlerini anlatırken, aynı zamanda değişimi de çaktırmadan kulağımıza fısıldar. Yıllarca süren yolculuk, her birini başlangıçtaki hallerinden daha farklı yapmıştır ve hepsi bu yolculuğun sonunda değişmiştir. Arayış, aranan şey bulunduğunda veya bulunamadığında oluşan bir boşluğu ima ederken, Umberto Eco, aslında insanın içindeki arayışın hep yenileneceğini, insanın kendisine her zaman ulaşacak bir hedef koyacağını da söylemekten geri durmaz.

Ozan Şen

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Kaderini kim merak etmez ki?

Soluk soluğa okunan ve aynı şekildeki kurgusuyla okuru oturduğu yere mıhlayan bir kitaptır “Kader”.

Kanat Kitap tarafından Türkçe’ye değerli çevirmen Roza Hakmen sayesinde kazandırılan bu kitabı geçtiğimiz yıl Ayfer Tunç, “Edebiyatın Ölmediğini Kanıtlayan 5 Roman” arasında göstermişti. (Diğer 4 roman: Uwe Timm – Morenga / Milan Kundera – Ölümsüzlük / Vladimir Makanin – Underground / Arnon Grunberg – Tirza)

10 bölüm ve 232 sayfadan oluşan kitabın ilk cümlesi yazarın Thomas Bernhard hayranı olduğu ve nasıl bir kitapla karşı karşıya kaldığımız hakkında önemli bir ipucu içeriyor:

"İngiltere’ye döndükten üç ay kadar sonra, kitap halinde bir araya getirildiğinde saygın bir meslek hayatını bir şahasere dönüştürecek olan –itiraza katiyen yer bırakmayacak kadar kapsamlı ve nihai bir kitap yazmayı planlıyordum- malzemeyi toplamayı nihayet toparlamışken –tek can sıkıcı eksik, Andreotti’yle yapılacak röportajdı- tesadüf bu ya, Knightsbridge’de, Rembrandt Oteli’nin resepsiyonunda, bir bakıma hem bir alandaki başarılarımı hem de bir diğerindeki başarısızlıklarımı simgeleyen bir yerde durduğum sırada, oğlumun intihar ettiğini telefonla haber aldım."

Kader” deki kaos ortamı da bu ilk cümleden sonra başlıyor. Ancak yazarın bir anda yüklenmeyip de, beklete beklete, sindire sindire ilerlemesi heyecanımızın daha da uzamasını ve kitabın sonraki sayfalarını daha da merak etmemizi sağlıyor. Bu tarz hem zor ve uzun cümleler kurabilmek hem de bilinç akışı tekniğiyle yazılan (İngiliz gazeteci Chris Burton’ın kendi ağzından anlatılan hikâye) cümleler metnin akıcılığını güçlendirmekle beraber, kaliteli bir roman ve kaliteli bir çeviriyle karşı karşıya geldiğimizi ispatlıyor.

İyi bir okuyucunun istediği her özelliği sağlayabilen kitapların yazarı olmayı başarmış Tim Parks'ın “Kader”i bitince, "Europa”, “Sevgili Mimi”, “Mimi’nin Hayaleti” sırada sizleri bekleyen diğer Parks kitapları olacaktır.

Tuna Bahar