18 Mart 2012 Pazar

Yüzleşmekten korkanlara

Oyunlar gerçeğin en güzel yorumlarıdır. Bizim gerçek dediğimiz şey de bazı güçlükler yüzünden iyi oynanamayan oyunlardır.” diyor Oğuz Atay Tehlikeli Oyunlar kitabında. Hikmet geride bıraktığı evliliğini, geçmişindeki kadınları, gecekondudaki yeni hayatını sorguluyor. Bir oyun yazmak istiyor; izlenecek, sevilecek bir oyun. Ama hayatındaki oyunlardan arınamıyor, o içine düştükçe okuyucu da oyunların farkına varıyor.

Hayat bir oyun, tek gerçek diye bir şey yok. Hepimiz tehlikeli oyunlar oynamak istiyoruz aslında, ertesi gün uyanabilmek için minik oyunlar yaratıyoruz kendimize. Çünkü “gerçek, başkalarının bize dayatmaya çalıştığı bir ölçüdür. Birimi insandır.

Zaman hiçbir şeyi tek başına halledemez, bazı dönemlerde sorgulamak, yüzleşmek gerekir. Bu yüzleşmeye göğüs germenize yardımcı olacak sadık bir dost ararsanız Tehlikeli Oyunlar tam da size göre.

Hem bu süreçte yalnız olmadığınızı görüp fazla yaralanmadan çıkarsınız, hem de “Ben buradayım sevgili okur, sen neredesin?” diyen Oğuz Atay’a ölümünün 35. yılında da olsa “Biz de buradayız Usta” demiş olursunuz.

15 Mart 2012 Perşembe

Zarif şiir severlere

Şiir yazarken her "şiir yazan"ın feyz aldığı yahut idol benimsediği şairler vardır. Mesela benim için Necip Fazıl Kısakürek, Cahit Zarifoğlu, Sezai Karakoç, İsmet Özel ve İbrahim Tenekeci idol olmuştur. Şiirlerimin birçoğunda onların etkisi görülmektedir. Bundan da her zaman için mutluluk duymaktayım. Her yazar, idol benimsediği isimleri yaşatmakla da görevlidir aynı zamanda. Saydığım bu 5 büyük isimden özellikle Zarifoğlu, Özel ve Tenekeci'nin şiirlerinde aforizmaları, ürkütecek boyuttaki benzetmeleri görmek mümkün. Şiirlerinde soyutlaştırmalar dikkat çeker, akıllarda kalır ve "ilgili anlarda" mutlaka hatırlanır.

Özellikle Zarifoğlu'nun şiirleri bu konuda belki bir ilk temsil ediyor. Beyan Yayınları'ndan çıkan "Şiirler" kitabının ilk sayfalarında, onun hakkında yorumlar mevcut.

"Kendinden sonra yazmaya başlayan genç Müslüman şairlere hangi özellikleriyle yol göstermiş olursa olsun, ondan sonrakiler onda ders alınacak bir taraf bulacaklardır. Hem şiirin kendine mahsus kaliteleri bakımından, hem Müslüman bir şairin dünya hayatındaki temayülleri bakımından."
İsmet Özel

"Zarifoğlu'nun şiiri başlangıçta benimkiyle Sezai Karakoç'unki arasında kendine yer arar. O ara bana daha da yakın olduğunu söyleyebilirim. Giderek kendini buldu.. Evet bir "Kabala" var Zarifoğlu'nun şiirinde. Ama cinlerle içli dışlı olmayan bir kabala, bir çeşit yazgı pokerine yönelmiş. Ece Ayhan'a sordum, ona göre "Cahit Zarifoğlu" şiirde yapı sorununu en iyi kavramış bu konuda örnekler gösterilebilecek sanatçılardan biri."
Cemal Süreya

"Türkçe'de hem ahenge ulaşmak hem de duygu iletişimini sağlamanın belki de en çetin bir şairlik görevi olduğu günümüzde, bir de buna "Avucunda kor tutmayı" eklemişti. "Hâl"ini iyiye doğru sürekli yüceltirken, "şiirini" de yeni "hâl"ine uydurma savaşımında idi."
Prof.Dr.Hüseyin Hatemi

İşte bu yorumları okuduktan sonra artık sadece Cahit Zarifoğlu'nun şiirlerine dikkat kesilmek gerekiyor. Önceleri -ki bu konuda birçok yorum sabittir- anlaşılması biraz güç, sonraları ise parıldayan dizelere bırakılıyor zihin.

"Aklımdan çıkmıyorsun dedim / Başka türlüsünü yorgunum anlatmaya.."

"Suyu biz böyle geçeriz / Bizi afet sanırlar.."

"O sabah ezan sesi gelmedi camimizden / Korktum bütün insanlar, bütün insanlık adına.."

"Ne çok acı var.."

İplik gibi ince dizeler, inci gibi zarif şiirler okunmalı. Okundukça tekrar okunmalı..

Yağız Gönüler

13 Mart 2012 Salı

Canetti'nin gizli olmayan yüreği

Elias Canetti'nin kitabını anlatmanın tek yolu, mikrofonu sayfaların arasına yerleştirmek. "Saatin Gizli Yüreği"ndeki hayalgücü atışlarını dinlemek.

"Saatin Gizli Yüreği"nden:

- Bütün figürlerin nasıl gençliğine sızdıklarını seyretti.

- Bir arkadaş oluşturmak.

- Saati kurban ediyor ve gelecekten kurtuluyor.

- Günlük gazeteler yüzünden solmak.

- Hükümdar olarak bellek akrobatı.

- Kaybedenlerin hep haklı çıkacağı bir tarihçilik.

- Ünleri rehin alanlar.

- Adalardan oluşma bir yıl.

- Avrupa büyüklüğünde ve yalnızca dört insanın yaşadığı bir bölge.

- Son korkuyu da üstünden çıkardı.

- Eve geldi. Her şey yerindeydi.Masa eriyip gitmişti. Oturdu ve havaya yazdı.

- Yapmacık öfke nöbetleri tarihöncesine ait.

- Çökmekte olan bilgi onu bir arada tutuyor.

- Kaldıralım sonsuzluğu ondan sonra kim yaşamak ister ki?

- Vicdan girişimleri.

- Sanatı mesafesizliğinde yatan yazar: Dostoyevski

- Gökyüzü pahalı bilgilerle gürlüyor.

- Filozofların iskambil kağıdı biçiminde kısaltılması.

- Konuşma parçalarından oluşma bir adam.

- Hiçbir şiir dünyamızın gerçek resmi olamaz. Dünyamızın gerçek ve korkunç resmi gazetedir.

- Sözcüklere ilişkin doyumsuzluk. Bu mudur ölümsüzlük?

Özgür Kayım

8 Mart 2012 Perşembe

"0.5 ucu olup da vermeyenin!" diye bağırmak isteyenlere

Adnan Algın'ın bu kıymetli kitabını öncelikle yazın dünyasında herhangi bir şekilde yer alan tüm insanlığa takdim ve hiç çekinmeden tavsiye ederim. Okurken elde edeceklerinizi burada yazıp iştahınızı kapatmak istemiyorum lakin sıkıntılarım var, anlatmam lazım. Bu kıymetli kitabın neden etrafta ziyadesiyle ilgi görmediğini, edebiyatla yatıp kalkan gençleri geçtim de reklam sektöründe farklı ünvanlarla çalışan güzel insanların bu kitap hakkında "küçücük de olsa" bir şeyler konuşmaması benim çok canımı sıktı.

Çok bilinir ki, "sektörel" kitaplar insanı yorar. Okurken bir an evvel bitsin diye bakarsınız sayfaların numaralarına. Çok az kitap vardır bittiğinde verim alabildiğiniz, not tutabildiğiniz. Oysa bu kitabı okurken, kendisine zarar vermemeniz, yırtıp aşındırmamanız ve evin, ofisin, halk otobüsünün içinde "0.5 ucu olup da vermeyenin!" diye bağırmamanız imkansızdır.

Tüm gerçekçiliği ve en önemlisiyse "yazma" adına, yazarın tabiriyle "yazan" olmak adına her şey bu kitapta mevcut. Hayır Adnan Algın kapı komşum değil. Kendisini, kitabını okuduktan sonra bana attığı son derece mütevazı mesajı ve kitap hakkındaki sohbetlerimizle tanıdım; nev-i şahsına münhasır bir "yazan" olduğunu düşünüyorum.

Bazı kitaplar size bakar ve "Neden bu kadar geç kaldın?" diye her sayfasında tokatlar. Kitabı bitirdiğimden beri nemlendirici sürüyorum kirli sakalı gömlek edinmiş yanaklarıma, uçuk da çıktı ki hiç sorma. Sıkıntı büyük.

Türkçeyi babasının takım çantasındaki pense gibi ardiyeye atan, paçavra gibi kullanan sürüye inat, FTS'nin genişletilmiş, coşturulmuş ve yenilenmiş bir baskısını raflarda görmek çok ister bu gönül.

Son olarak, kitabın içerisindeki "Mrk" parantezleri bile ayrı birer kitap konusudur. Muhtemelen benim için bu kitabın özel olma sebeplerinden biri de budur. Zira Adnan Algın ile pek çok ortak yönümüz mevcutmuş. En başta Anouar Brahem elbette.

Bu harikulade eser; diline sahip çıkmak isterken, bunun yanında bol kahkaha atıp çok miktarda yeni kültür pencereleri açmak isteyen tüm ruhlar için önerimdir.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

6 Mart 2012 Salı

Canı sıkılanlara

Psikoloji dedikleri garip bir şey, sağı solu belli olmuyor. Bir bakmışsınız çok mutlusunuz, bir bakmışsınız hiç neden yokken kendinizi bunalıma sokmuşsunuz. Malum, insan mutsuz olmak isterse mutlaka bir yolunu bulur. Bazen de olaylar psikolojinizi şekilden şekle sokmak için kendiliğinden gelişir.

Mesela bir sabah uyandığınızda  Hayatımı satıyorum! 25 yaşında, iyi eğitimli, iki yabancı dil bilen sağlıklı genç, geri kalanını temin edebilmek amacıyla hayatının bir bölümünü satıyor. İlgilenenler aşağıdaki telefon numarasına başvurarak randevu alabilirler.  ilanıyla karşılaşsaydınız ne yapardınız? Hector Berlioz başvuruyor ve hayatı değişiyor. Onun hayatıyla birlikte sizin de ruh haliniz değişiyor.

Son zamanlarda durduk yere canınız sıkılıyorsa, hayatın monotonluğuna kafa yormaya başladıysanız kendinizi Alper Canıgüz’ün kelimelerine teslim edin, muhakkak iyi gelecektir.

Herkese Tatlı Rüyalar.

5 Mart 2012 Pazartesi

Duygularını direkt ifade etmeyi sevenlere

Yapı Kredi Yayınları'nın Doğan Kardeş kategorisinde birbirinden kıymetli seçme şiir kitapları mevcut. Bunlardan biri de Cevap Çapan'ın derlediği, Oktay Rifat'ın şiirlerinden oluşan "Bir Aşka Vuran Güneş".

Cevap Çapan, kitabı şöyle özetliyor: "Bu kitapta Oktay Rifat’ın ilk şiirlerinden son dönem şiirlerine kadar nasıl bir gelişme ve olgunlaşma gösterdiğini kanıtlayan pek çok örnek bulacaksınız. Ancak onun on beş kitabından seçebileceğimiz daha o kadar çok parlak örnekler vardı ki, bu kitaba hangi şiirleri alıp hangilerini dışarda bırakacağım konusunda epeyce zorlandım. Bu yüzden okurların onu daha iyi tanımak için bu sınırlı sayıdaki şiirlerle yetinmemelerini öneriyorum. Çünkü bu şiirlerden yola çıkarak birçok okurun tek tek onun bütün şiir kitaplarına yöneleceğine ve böylece “Şiirin Aşınmaz Zamanı”na Oktay Rifat’ın bütün şiirleriyle ulaşmanın kolaylaşacağına inanıyorum."

Bazen duygularımızı fazla bekletmeden, varolan coşkusuyla direkt ifade etmek isteriz. Oktay Rifat da şiirlerinde laf dolambaçlarından kaçınan, duygularını direkt ifade etmeyi tarz olarak seçen ve abartıdan uzak duran bir şairimiz.

Şiirlerinde yalın anlatımı seçen, tek bir dizesiyle bile okuyucusunun kafasında bir hikaye oluşturabilen Oktay Rifat'ın tarzını görmek için "Karıma" adlı şiirine bakılabilir:

Sofalar seninle serin
Odalar seninle ferah
Günüm sevinçle uzun
Yatağında kalktığım sabah.

Elmanın yarısı sen yarısı ben

Günümüz gecemiz evimiz barkımız bir
Mutluluk bir çimendir bastığın yerde biter
Yalnızlık gittiğin yoldan gelir.

Duygularını aşınmadan ve gizli saklı tutmadan dile getirmek isteyen ruhlar için en ideal şiir seçmelerinden biri "Bir Aşka Vuran Güneş"..

Yağız Gönüler

29 Şubat 2012 Çarşamba

"Huzur"a kavuşturacak "iç nizam" arayanlara


“Hayır! Burada her şeye bu kadar basit bir gözle bakan insanların arasında yaşamak bana güç gelecek. Bunlar için ölüm, hayat, günün her hadisesi, saadetler ve felaketler o kadar tabii şeylerdi ki… Hâlbuki ben bir masalı olan adamdım.” (Evin Sahibi)(1)

Ne bir zamana, ne bir mekâna ne de bir kimseye aitti oldukça uzun bir süredir. Zaman akıyor, mekânlar değişiyor, insanlar içinden geçiyordu ama o aynı olduğu yerdeydi; hep geriye bakar vaziyette.

“Yalnız insanoğlunda idi ki yekpare ve mutlak zaman, iki hadde ayrılıyor, içimizde bu küçük idare lambası, bu isli aydınlık çırpındığı, çok basit şeylere kendi mudil riyaziyesini soktuğu için, süreyi toprağa düşen gölgemizle ölçtüğümüz için, ölüm ve hayatı birbirinden ayırıyor ve kendi yarattığımız bu iki kutbun arasında düşüncemiz bir saat rakkası gibi gidip geliyordu. İnsanoğlu, zamanın bu mahpusu, onun dışına fırlamağa çalışan bir biçare idi. Onun içinde kaybolacağı geniş ve biteviye akan nehrinde her şeyle beraber akacağı yerde, onu dışarıdan seyre çalışıyordu. Onun için bir ıstırap makinesi olmuştu. Bir itiliş, haydi ölümün ucundayız; her şey bitti. Mademki sıfırın bütününü kırdık, adet olmağa razı olduk, bunu kabul etmek lazım. Fakat hız bizi kendiliğinden öbür hadde götürüyor; hayatın ortasındayız, onunla doluyuz, tekrar hızımızın oyuncağıyız; fakat bu sefer, bu sefer terazi mutlak surette ölüme doğru eğiliyordu. Bütün ıstıraplar kendi misilleriyle artacaklardı”(1) diye aktarmış ya Mümtaz’ın bilincinden Tanpınar; o da “içinde yaşanılmayan bir zaman arayışındaydı; geçmişe iniş, köklere yönelme, eski değerlere eğilme”. Tasavvuf ehlinin zamanı, “kendisi zamana uyan değil, zamanı kendisi kullanan, zamanı idare eden manasında ebu’l vakt; anının ve halinin, vakti hâkimi manasında ibn-ül vakt” (5)olarak değerlendirmesi gibi kendi zamanının hâkimi olma eğilimindeydi. Bu eğilimin yarattığı aidiyetsizlik hissi… “Vücudum düşüncemin eviydi”. (1) Bir hayal ve umut olarak var olsa da bütünlüğe ulaşma çabası…

Bu kalabalık insan gölgelerinin arasında yapayalnızdı fakat o gölgelerden biri de olmak istemiyordu. İhsan, Mümtaz ve Suat’ın aralarında yaptıkları gibi sürekli “insanlık” kavramını sorguluyordu; “insan olmayı”. “İnsan nedir, insan olmak neyi gerektirir?” gibi sorularla bulandırıyordu durmadan kafasını.
“Hakikaten insanlıktan yeni bir şey ümit etmiyor musunuz ?”(1) diye sormuştu Suat, İhsan’a.
İhsan’ın:
“İnsanlıktan ümit kesmedim, fakat insana güvenmiyorum. Bir kere bağları çözüldü mü; o kadar değişiyor, o kadar kurulmuş makine oluyor ki… bir de bakıyorsun ki, o sağır ve duygusuz tabiat kuvvetlerine benzemiş… Harbin, ihtilalin korkunç tarafı, asırlarca gayretle, terbiye ile, kültürle yendik sandığımız bu kaba kudreti birdenbire başı boş bırakmasıdır” (1) cevabı onun bir nevi iç sesi gibiydi. Oysa Mümtaz ne kadar da naifti bu hususta.

Peki ya aşk??? “Aşkın çekiciliğine doğru koşmayan biri hiçbir şeyin yaşamadığı yoldan yürür”(2) der Mevlana. O da hep o yolda yürümeyi diledi; hakikate giden yolda yürür gibi gerçek aşka doğru gitmeyi. “Dizlerime kadar çamura batsam da aşka dönmeyi, aşka secde etmeyi”. (2)

“Her bakımdan ateş kesilendir âşık; hararetle koşup giden, yanıp yakılan ve alev gibi yücelip başı çekendir. Bir an bile işin sonunu düşünesi değildir âşık, hiçbir şeyi umursamaz sevgiliden başka ne şüphe tanır, ne gerçek” (5). Tıpkı Mümtaz’la Nuran gibi. Onların aşkları da böyle başlamamış mıydı?! Gerçi bu hissiyat Mümtaz’da çok daha yoğundu. Yalnızca aşkın huzurunda olmak istiyordu; o derinliği asla bilinmeyecek olan okyanusta. İşte onun da içinde boğulmayı umut ettiği okyanus buydu. Mümtaz’la beraber umarsızca kulaç atıyor gibiydi o okyanusta. Bir keresinde Nuran, Mümtaz’a: “Vücutlarımız birbirimize en kolay vereceğimiz şeydir; asıl mesele, hayatımızı verebilmektir. Baştan aşağı bir aşkın olabilmek, bir aynanın içine iki kişi girip, oradan tek bir ruh olarak çıkmaktır!”(1) demişti. Bu söz üzerine silkindi Mümtaz, beraberinde o da. Bir aynanın içinden tek bir ruh olarak çıkamayacak olma düşüncesinin derin hüznüyle; musiki, şiir, sanat, tasavvufta arar oldu yolumu. Fuzuli, Nedim, Mevlana, Yunus Emre, Baki… Aziz Dede, Zekai Dede, Hafız Post, Itri…Ney, mahur, taksim…

“Çünkü ney mevcut olmayanın yerine geçerek, onun izinden yürüyerek konuşur. Niçin ruhi hayatımızın büyük kısmını bu hasret yapar? Bir katresi olarak yaratıldığımız ummanı mı arıyoruz? Maddenin sükûnunun peşinde miyiz? Yoksa zamanın çocuğu, onun potasında pişmiş bir terkip ve onun mazlumu olduğumuz için geçen ve kaybolan tarafımıza mı ağlıyoruz? Hakikaten bir kemalin arkasından mı gidiyoruz? Yoksa zalim zaman nizamından mı şikâyet ediyoruz? Herhalde musiki yaptığını bir anda bozan, hal dediğimiz o zaman platformunu, asgari bir gözle dokunup geçme anına indiren nizamiyle bizde bu hasreti en çok konuşturan sanattır; ve ney bunun en belagatli aletidir”.(1)

“Sanman ki taleb-i devlet-ü cah etmeğe geldik
Biz âleme bir yar için ah etmeğe geldik”
 
Dünyaya gelişimiz ne mevki ve makam, ne de mal ve mülk peşinde koşmak için
Biz buraya bir sevgili için ah etmeye geldik, o kadar…(4)
(Yenişehirli Avni-19.yy)

İşte bu ebedi aşkı, huzuru arayışındaki huzursuzluk, sıkışmışlık, bunalmışlık, melankoli, çatışma… denizinde boğuşurken kendi kendisiyle, Tanpınar’ın “Huzur”unu aldı eline.
O’nun rüya, musiki, masal, şiir ve zaman kavramlarının içinde eriyip gitti. Kimi zaman Mümtaz, kimi zaman Nuran, kimi zaman da İhsan oldu. Kendi ruhunun derinliklerine indi, romanla arasında hiç kopmayacak bir bağ kurdu.

“Gerçekleşmeyen hayallerin gerçek mutluluğu oluşturduğunu anladım. Yine de olmayacak hayallerin peşinden koşmak, gözlerimi kapadığımda bunlar gerçekmiş gibi sevinmek, insana bağışlanan yeteneklerle farklılıkların tadını çıkarmak güzeldi benim için” (3) diye geçirirken içinden “Huzur Palas”ın önünde bir aynaya bakar vaziyette buldu kendini birden.

“Sanman ki taleb-i devlet-ü cah etmeğe geldik
Biz âleme bir yar için ah etmeğe geldik”

Ah!

Kaynaklar:
Ahmet Hamdi Tanpınar- Huzur
Mevlana- Mesnevi
Coleman Barks-Mevlana Aşkın Kitabı
Gül İrepoğlu- Gölgemi Bıraktım Lale Bahçelerinde
www.divan.name.com