22 Şubat 2012 Çarşamba

Geçmişle duygusal bağlantı kurmak isteyenlere

"Bu sayfalarda, hayatımın bütünü, yani bütün sevgilerim, bütün tecrübelerim var. Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülakata bu kitabı yazmak için geldim."

Cemil Meriç böyle başlıyor en kıymet verdiği eserine. Bütünden bahsediyor oysa kitapta bir konu bütünlüğü yok. Konular parça parça ele alınıyor ama bu parçalardan bütüne selam gönderen fevkalade fikirler ve düşünceler ortaya çıkartıyor. "Bir çağın, daha doğrusu bir ülkenin vicdanı olma"yı arzu eden Cemil Meriç; eserinde, ülkemizin geçmişinden yola çıkarak bol molalı bir yolculuk yapıyor. Her döneme, her fikre ve her mücadeleye değinmeden geçmeyen yazar, çok ciddi bir siyasi boşluk görüyor. Bu boşluğa ise aksiyonsuzluğun sebep olduğunu okuyucunun gözüne soka soka aktarıyor.

Aksiyon, Necip Fazıl Kısakürek'in de sıkça ele aldığı bir konu. Belli dönemlerimizde görülen bezginlik hali ve bu halin hiç geçmeyecekmiş gibi etkiler göstermesi dönemin aydınını korkutuyor. Bu korkuya "Bu Ülke" gibi eserler karşı koymaya çabalıyor. Üstelik sadece o dönem için değil, gelecek belki de 50 ya da 100 yıl için.

"Bu Ülke", okuyucusunda eseri bitirdikten sonra bazı "hallerin" meydana gelmesine de sebep olmuyor değil. Mesela bir süre siyaset üzerine konuşmamak, çevreyle girilen diyaloglarda ülke gündeminden, geçmişinden hızlıca kaçmak ve hatta bir süre kitap okumamak gibi. Yine bu "keskin son"da, eserde adı geçen yazarları ve kitaplarını okumamak için kendinizi zor tutabiliyor, iştahlanıyor ama o okuma cesaretini kendinizde bulmak konusunda zorlanabiliyorsunuz. Tüm bunların sonunda ortaya siyasetle tarihin, sosyolojiyle felsefenin birleştiği, okuyucu psikolojisini derinden etkileyen, kimi zaman kılavuz kimi zamansa ansiklopedi görevi alacak bir eser ortaya çıkıyor.

"Bu Ülke", yaşadığımız coğrafyanın bilhassa geçmişiyle duygusal bağlantı kurmaya düşkün, ciddi çıkarımlar yapmak isteyen ruhları için hiç şüphesiz bir klasik ve hatta bir danışman.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

Hayalinin derinliklerine yolculuk yapmak isteyenlere

“İstersen konuşalım. Fakat konuşmaktan ne çıkar ki! Kim bilir şimdiye kadar kaç merkep yükü kitap okudun. Fakat bunlardan ne anladın? Hiç, değil mi? İnsanlar neyi bilirler? Zevk ve bencilliklerinin arzuladığı sanatsal bir takım şeyleri… Fakat hak ve hakikat hususunda ne bilirler? Hiç! Akıl yoluyla hakkı bulmak mümkündür. Fakat bilmek, anlamak mümkün mü? Ne konuşalım? Harfleri bir araya getirerek hikmet bilinebilir mi?..”

Hakikati bulma yolunda sonsuz sancı, bitmek bilmeyen arayış, aşka susama, akılla kavranamayacak olana ulaşma… Ve o uğurda “Hayalin Derinliklerinde Yolculuk”. Ah o izah edilmesi mümkün olmayan, dur durak bilmeyen ezeli ve ebedi yolculuk. Yaşarken bilinemeyecek, bu dünyada bulunamayacak olanın peşine düşüşün hikâyesi A’mak-ı Hayal.

Karanlık ve nur, nefs ve arzu, varlık ve yokluk, akıl ve gönül ikilemleri arasında yaşadığı ruhi deneyimlerde; Hintli bir çocuk, İstanbullu bir müezzin, Çinli bir öğrenci olan Raci’nin serüvenlerinin kitabı.

Raci modern hayatın içinde yetişmiş, iyi bir aile terbiyesi almış ve eğitim görmüş fakat ruhunu gün be gün kemiren manevi boşluktan dolayı kendini içki ve eğlence ortamlarında uyuşturmaya çalışan avare bir gençtir. “Küfür ile iman, inkâr ile ikrar, tasdik ile şüphe arasında bir durumdadır.” Şüphe denilen ejderha tüm bedenini sarmıştır. İçine düştüğü bu bunalımdan çıkmanın yollarını ararken bir gün yolu; varoluş gerçeğini kavramış, kendini toplumdan soyutlamış, meczup görünümlü bir bilge olan Aynalı Baba’yla kesişir bir mezarlıkta. Ve onun aracılığıyla gerçeküstü ruhi deneyimler yaşamaya başlar.

“O sırada aklıma birdenbire parlak bir fikir geldi. Deli kıyafetlerine bürünmüş bir filozof olma ihtimali bulunan Aynalı Baba ile ciddi meseleler hakkında konuşmak istedim ve dedim ki: Sultanım! Sen, viranede gömülü bir hazinesin, ben ise felsefeye susamış bir avareyim. Lütfen, ilminizden istifade etmeme izin verin. Verin elinizi öpeyim.”

Tasavvuf, felsefe ve düşünce tarihinin düş gücüyle harmanlanışının müthiş örneği A’mak-ı Hayal. Derin, uçsuz bucaksız bir kuyuda yuvarlanmak gibi. Hayal ile gerçeğin, bilim ile dinin, ilim ile irfanın, fantezi ile bilimkurgunun tüm renklerinin bir araya toplandığı bir gökkuşağı sanki. Her okunduğunda hafızadan silinmesini ve tekrar tekrar aynı heyecan ve şevkle okumayı isteyecek bir masal sunuyor Filibeli Ahmet Hilmi bizlere ve kitabın içine şöyle çağırıyor:

“Yarı derviş yarı deli ama her gördüğünü hikmet gözüyle gören bir düşbazın düşleri sizi çağırıyor. Hayat belki de sekr anında görülen bir düş değil midir?”


Ahu Akkaya

21 Şubat 2012 Salı

Oyunlara hapsolanlar için

Bazen insan başka işlerle uğraşırken de okuduğu kitabın karakterleri ne yapıyor merak eder. Zaten bir yazarın ustalığı burada gizlidir.

Oğuz Atay, “Kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor.” dese de aslında onun kelimeleri birçok boşluğu doldurabilecek kadar anlamlıdır. Her kitabında oyun oynar, her kelimeye tenezzül etmez. 

Tutunamayanlar, Tehlikeli Oyunlar gibi kitaplarını bildiğimiz Atay, aynı zamanda çok iyi bir oyun yazarı. Başrolde yine bir tutunamayan: Coşkun. Aslında herkes mutluluğu oynuyor, herkes yalan söylüyor.

Oyunlarla Yaşayanlar kitabını alın, okuyun, okumadığınız zamanlarda Coşkun’u sorgularken, merak ederken bulacaksınız kendinizi. Eylemsizlikle geçen bir hayatın insanı nasıl gülünç bir hale dönüştürdüğüne tanık olacaksınız.

Hayatta istediğiniz yerde değilseniz, yaptığınız iş size uygun değilse, etrafınızdakileri siz seçmediyseniz bu kitap tam size göre. Ama dikkat edin, Oğuz Atay kitapları insana haddini bildirir.

Adsız sansız karakterler

Yusuf Atılgan da diğer '50 kuşağı yazarları gibi hikâyelerinin merkezine bireyi oturtur. Tek bir bireyden yola çıkarak insan doğasını, kimliksizliği, yersiz yurtsuzluğu işler. “Zebercet” de Yusuf Atılgan’ın bu anlamda en dikkat çekici bireyidir. Düşlemeleriyle hayata tutunan Zebercet, yıkıcılıkla yıkıma uğramayı aynı anda yaşayan, insanken “kişi” olamamanın eşiğindeki karakterdir. Varoluşu görünebilen bir nesneden ibarettir o yüzden hep belli bir mesafede ve umursamazlıkta bir nesne gibi davranır diğer tüm varlıklara da. Ayrıntılara takılıp sürekli dibe iner, öfkeli ama çaresizdir. Takıntılı, saplantılı ve tutunamayandır. İçine doğduğu sınıfa katılamaz. Yarımdır ve tamamlanma olanağı da yoktur. Hep kırıntılarla idare etmiştir. Sonu belli olan kaderinin pençesindedir ve onu değiştirmesi mümkün değildir. Yazgısıyla baş edemez.

Yusuf Atılgan’ın “Zebercet”ine dünya edebiyatından örnek vermek isteyecek olursak; Thomas Hardy’nin Jude Fawley’ini gösterebiliriz. Jude da tutunamayandır, yersiz yurtsuzdur, dünyanın kustuğu, kendi evinin dilini yitirmiş bir karakterdir Zebercet gibi. Ama bir farkla; Jude erdemli, akıllı ve inatçıdır. Sürekli gelişme ve öğrenme arzusu içerisinde kaderi üzerinde egemen olmaya çalışır. Kendisini yargılayan toplumla mücadelesi aslında yazgısıyla mücadelesidir. Ama kozmik kader ağlarını öyle bir örmüştür ki Jude tek kelimeyle sınıfının en bahtsız insanıdır. O ağdan kurtulmaya çalıştıkça daha çok dolanır. Kendini kendi içine hapseder.

“Doğanın amacı, doğanın kuralı varoluş nedeni, bize verdiği bir kaç içgüdüden ötürü sevinçli olmamızı mı buyuruyor? Uygarlığın kökünü kazımak istediği içgüdüler. Kader doğanın sözüne kanacak kadar budala olduğumuz için bizi böyle arkamızdan vurdu!”

İki karakter arasındaki en büyük fark ise; kaderleri karşısında takındıkları tutumdur. Zebercet bütün beklediklerini/beklentilerini zihninde öldürür. Sonunda “hepsinin canı cehenneme der” ve intihara karar verir. Belki de öteki insanlardan onu ayıran en büyük kahramanlığı payına düşen yazgıyı reddedip kendi hayatına kendisinin son vermesidir. İçine katılamadığı hayattan kendi kararıyla çeker gider. Oysa Jude bir idealin temsilcisi olarak yaşamanın olanaksızlığını bir türlü kabul etmek istemez ve kendi çocukları ona ayna tutar. Zaman Baba, anne ve babasının dünyaya karşı verdiği bu bitmek bilmeyen savaşı önce kardeşlerini sonra da kendini asarak sonlandırır. İntiharın nedeni açıktır: Bu dünyada onlara yer yoktur.

Sizin de bu dünyada kendinize bir yer olmadığını düşündüğünüz, aidiyetsizlik boşluğuna düştüğünüz, hiç kimsenin sizi anlayamadığı bir yeryüzüne doğduğunuz hissiyatına kapıldığınız zamanlar oluyorsa; bu karakterleri ve hikâyelerini okuyunca hem kendinizle özdeşleştirecek hem de zaman zaman eminim kendinizi çok şanslı hissedeceksiniz.

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

Bu Bir Hayal Kırıklığının Hikâyesi

Freud’dan başlayıp günümüze kadar gelen bir “çocukluk bunalımı” sendromumuz var. Hareketlerimizde bir bozukluk olduğu an nedense hatayı kendimizde değil, çocukken yaşadıklarımızda arıyoruz. Kötü bir çocukluk mutsuz bireylerin yetişmesine mi neden oluyor? Ya da kötü çocukluktan kasıt illa da dövülmek, fakir bir ailede büyümek midir? İnsan iyi bir ailede kötü bir çocukluk geçiremez mi?

“İnsanın mutsuz bir çocukluğun etkisinden kurtulabilmesi zordur, ama korumalı bir çocukluğun etkisinden kurtulması imkânsız olabilir.” diyor Frédéric Beigbeder. Hatırlamadığı çocukluğunu ünlü bir yazarken girdiği kodeste anımsayıp anlatıyor. Okuyucuyu anıya boğmamak için de araya edebiyata dair, adalet sisteminin sorunlarına dair ufak notlar serpiştiriyor.

Dramatik ya da değil, nasıl bir çocukluk geçirmiş olursanız olun muhakkak hatırladığınız mutsuz fotoğraf kareleri vardır. Onların eşliğinde güzel bir roman okumak istiyorsanız kitap listenize mutlaka Bir Fransız Romanı’nı eklemenizi öneririm. 

Ümran Kio