10 Aralık 2024 Salı

Doğu Türkistan’ın uğradığı zulmün romanı

Bazı romanlar tarihidir bilirsiniz. Doğrudan tarihi bir olayı alır merkezine. Karakterler tarihtendir, yaşamış gerçek kişilerdir, olaylar temelde tarihtendir, yaşanmıştır ancak kurmacanın sunduğu imkânlar ile metin zenginleştirilir. Bir de merkezine yaşanmış olayın konulduğu ama karakterlerin ve olayların kurgulandığı tarihi romanlar vardır. Türkistan Geceleri tarihin içinden çıkmış gelmiş, çarpıcı, sarsıcı, can yakan bir roman. Olaylar hem gerçek hem kurgu. Karakterler hem gerçek (Hoca Niyaz, Osman Batur gibi) hem kurgu. Mısırlı yazar Necîb el-Kîlanî’nin epik romanı.

Çin ve Rusya’nın sömürgeleştirmeye çalıştığı Türkistan toprakları gerçek, bugün de maalesef devam etmekte. Yok edilen aileler, esir kamplarındaki Müslümanlar, idam edilen alimler, zorla Çinlilerle evlendirilen kadınlar, asimilasyon politikası… Hepsi gerçek ve hepsi de bugün halen devam etmekte.

Tarihi romanlar, aynı zamanda bir halkın yaşadıklarını ölümsüz kılmasıyla önem taşır. Doğu Türkistan’da Çin zulmü olduğunu bugün biz biliyoruz. Ayrıntılarına vakıf değiliz. Ama Türkistan Geceleri romanı bir defa yazıldığı için artık dünya döndüğü müddetçe insanlar, kaç nesil sonra yaşarsa yaşasın, Çin’in Doğu Türkistan’da soykırım, asimilasyon yaptığını bilecekler. Asırlar sonra bile onların yaptığı zulümler okunacak. İşte edebiyat bu yanıyla çok güçlü bir silah.

Romanımız, ana karakterin Mustafa Murad Hazret adlı bir ihtiyarla Mekke’de karşılaşması sahnesiyle açılıyor. Karakterimizin ilgisini çeker ihtiyar ve onunla sohbet etmeye başlar. Sonra ise hayatını anlatacaktır. “Ben Doğu Türkistanlıyım, bu anlatacaklarımın ilkidir” der ve roman başlar. Mustafa Murad Hazret aslında bütün Doğu Türkistanlıları temsil eder, biz onun ağzından Doğu Türkistan’ın uğradığı zulmü okuruz.

Yazarın ansiklopedik bilgilerle, gereksiz coğrafi betimlemelerle romanı boğmaması, asıl vurguyu uygulanan zulme çekmek istediğini gösteriyor. Ayrıca aforizmalara kaçmaması, süslü edebi cümleler kurmaması, estetikten ziyade hikâyeye önem vermesi de yine aynı sebepten olsa gerek. Yazar bir şahitlik peşinde, bize bir şey göstermeye, bizi de böylece şahit tutmaya çalışıyor, başarıyor da.

Keskin gerçeklik, hızlı anlatı ve ayrıntının fazla olmaması, ölçünün korunması; savaş sahnelerini de ağır dramatik sahneleri de gerçeklik çerçevesinde okura sunuyor. Okur bir an bile olaylardan kopmuyor, böylece orada uygulanan zulüm tüm netliğiyle gözler önüne seriliyor.

Türkistan Geceleri mevcut dünyanın durumunu anlamak ve gelecek nesillere aktarmak için mümkün. Sadece romanlarda olur diyebileceğimiz hayatların gerçekte de olduğunu göstermesi açısından mühim!

Yasin Taçar
x.com/muharrirbey_

2 Aralık 2024 Pazartesi

Kime dokunsan düzelmemiş yürek yarası

Çağdaş Tatar Edebiyatı’nın en önemli isimlerin biri ve Tataristan ve SSCB’den bol ödüllü bir yazar olan Ayaz Gıylecev’in (1928-2002) kitaplarının az bir kısmının dilimize çevrilmesi Türk okurlarının bu önemli yazarı tanımasını oldukça geciktirdi ve geciktirmeye devam ediyor. Çevrilen birkaç kitabının dağıtımı ve satışı da neredeyse hiç yapılmadı. Yara, Bir Avuç Toprak ve Cuma Günü, Akşam Gıylecev’in geçtiğimiz yıllarda dilimize çevrilen romanlarıdır ancak bu kitaplardan hiçbiri şu an ve uzun süredir satışta değil. Birçok okurun da hiçbir kitabına erişemediğine eminim. Bir de geçtiğimiz aylarda (Mart, 2024) Hece Yayınları’ndan Tek isimli bir kitabı yayımlandı yazarın. Sevindirici olan şu ki, en azından şimdilik Gıylecev büyük bir yayınevine geçmiş görünüyor. Bu da sonraki çevrilecek kitapları için umut etmemizi sağlıyor. Şu da bir gerçek: Gıylecev ülkemizde çevirmen Fatih Kutlu sayesinde yayımlanıyor. Şimdiye kadar Gıylecev’in çevrilen her metninde onun imzası var. Kendini bu işe adamış da diyebiliriz Fatih Kutlu için. İyi ki de böyle bir yola girmiş; çünkü dünya edebiyatının devlerinden hiç de aşağı kalır yanı olmayan bu büyük yazarı tanıtmak Türk Edebiyatı’na verilmiş büyük bir hediye demektir.

SSCB’de doğan yazarlar içinde yolu hapishaneye düşmeyen veya devletle, partiyle sorun yaşamayan kaç kişi vardır acaba? İşte Soljenitsin’in yazdıkları, Gorki’nin yaşadıkları, Bulgakov’un eserlerinin başına gelenler ortada. Gıylecev de bu yazarlardan biri. Fatih Kutlu’nun kitabın başında yazdığına göre o çileli yılları anlattığı otobiyografik eserinde şöyle diyor Gıylecev: “Aklı hapishane gibi zenginleştiren bir okul yoktur.” Tek adlı zengin romanını da altı yıl geçirdiği ağır çalışma kamplarından sonra yazıyor. Bu sözü okuyunca aklıma elbette hemen Kemal Tahir ve Dostoyevski’nin hapishane sonrası eserleri geldi. Ki nice yazarın hapishane sonrası verimi üst düzeydedir. Hapishane yazarların içlerinde saklı olan cevheri ortaya çıkarır, evet. Tabiî bir de o yazardan neler götürür? Bunu da o yazarların romanlarının satır aralarında arıyoruz.

Tek hacim olarak değil ama -şu ana kadar Türkçeye çevrilen eserleri içinde en hacimli olanı olsa da- nitelik olarak büyük bir roman. Romanın başkişisi İshak’ın Küktav Köyü’ndeki annesi Mahibeder Teyze’nin evinin yanmasıyla başlıyor metin. Başlardaki romanın güncel zamanı 1950’li yılların sonu diyebiliriz. İshak’ın şehirden köye, annesinin yanına geçici olarak gelmesiyle ise başka bir zamanı, zamanı geri sararak İshak’ın çocukluğundan annesinin yanına gelmesi arasındaki kısmı görüyoruz. Küçük İshak’ın Küktav Köyü’nde yaşadıkları, okuma maceraları, Almanların Ruslara saldırması, savaş zamanları, savaş sonrası zamanları, Saniye ile İshak’ın aşkı, Saniye’nin akıbeti, İshak’ın iş hayatı, köyüyle bağlantısının kesilmesi ve nedenleri, açlık, fakirlik, zorluklar… Bütün bunlar romanın ana konularını ve bölümlerini oluşturuyor. Tabiî burada iki ana temadan bahsedebiliriz: Biri Ayaz Gıylecev’in romanlarında genelde olan ve büyük bir kısmı kaplayan aşk ve elbette o dönem yazarlarını mutlaka etkileyen İkinci Dünya Savaşı. Kolhozlarda hayat, devletin sistematik baskısı ve fakirlik aşkla beraber harmanlanarak okurun önüne seriliyor. Ana konu aşkken bir anda savaşın korkunç yüzü de gösterilmeye başlanıyor. Gıylecev bunu daha yumuşak bir şekilde yapıyor. Örneğin Soljenitsin ya da Aytmatov’da -özellikle Toprak Ana- savaşın kıyıcılığı daha netken Gıylecev’de bu durum daha mutedil bir şekilde karşılanıyor. Ancak yazarın tasvir becerisi bizi o savaşın her şeyinden etkilenmiş fakir köye götürüp bırakıyor. Bir de dikkatsiz bir okur Gıylecev’in SSCB ve komünist rejim övgüsü yaptığını bile sanabilir ama hâlbuki Gıylecev örtü altından o dönem için yapılabilecek eleştirilerini yapabildiği kadar sert bir şekilde yapıyor. Yani direkt fikirleriyle eleştirmiyor ama öyle bir hayat ve kolhoz yönetimi tasvir ediyor ki o zor hayatın sorumlusunun kim olduğunu okur çok iyi seziyor: “İş gücü için para veren yok. Bir yüz gram çavdar düşmez mi diyorduk, o da olmayacak galiba… Ekili toprak az, vergilerse çok. Devedikeni büyüyen yerler için bile devlete tahıl teslim etmemiz lazım.
- Peki, nasıl yaşıyorsunuz siz?
- Ümitle Höseyin. Ümit yaşatıyor bizi! Düşmanı yendik, morallerimiz yükseldi… Yaşasın ümit!


Gıylecev’in parti ve devlet kıyıcılığını birinci elden yaşaması, romanlarında bu durumu işlemesini kolaylaştırmış diyebiliriz. Çünkü onun dedesi, bütün ailesi Türkiye’ye göçerken “gurbetin ne kadar zor olduğunu bildiği için” köyünde kalmış ve 1930’lu yıllarda Stalin’in Alabuğa zindanında yok edilmiştir. Aynı zamanda ailesinde bir göç hadisesi de olduğundan gurbet-vuslat gerilimini de romanlarında başarılı bir şekilde işlemiştir. Onun kahramanları köylüdür, köyden bir zaman çıksa da köye döner. Şehirde çok iyi bir hayatı olsa da ufak bir sebepten bile olsa köye bağlanır. İshak gibi Nurulla gibi Höseyin gibi. Köye döner ve maalesef Tatar halkına reva görülen şekilde yine devlet için, kolhoz için ölümüne çalışır, hiçbir değer görmeden bu dünyadan göçer: “Bir gün İshak da fakülteyi bitirir, eline diplomayı alır, diplomayı! Alır ve tekrar şu radyosuz, elektriksiz, karanlık Küktav Köyü’ne döner. Tırnakları kanayasıya, şakakları ağarasıya deve dikenleriyle savaşır. Tahıl yetiştirir. Sonra o tahılı kilometrelerce uzağa götürüp devlete teslim eder… Tekrar eker. Tekrar biçer… Salih, kafasına estikçe onu haşlar, ilçeye çağırtır, tehdit eder, korkutur… karşı gelirsen…” Tek evrensel değil, yerel bir roman. Bence başarılarından biri bu özelliğinden kaynaklanıyor. Kimliksiz, bütün dünya “değerlerine” hitap eden, ortak dili kullanmaya çalışan, “çok batılı” gibi yazmıyor Gıylecev. Biz okurken anlıyoruz ki temalar bazen ortak olsa da dil bizi Tataristan’ın Küktav Köyü’ne götürüyor. Folklorla da bunu bolca destekliyor yazar. Zaten Gıylecev’in en başarılı yönlerinden biri dili, kelimeleri ve folklorik ögeleri kullanma açısından diğer yazarlardan ayrışması. Buna Fatih Kutlu’nun titiz ve kitabın özünden çok bir şey götürmeyen çevirisi de eklenince Gıylecev’in ne kadar büyük bir yazar olduğunu anlayabiliyoruz.

Aytmatov’un ne kadar büyük bir yazar olduğunu kabul ediyor ve zevkle okuyorsak Gıylecev’i de o şekilde okumamız lazım. Tabiî önce kitaplarının çevrilmesi ve daha yoğun şekilde satılması gerekiyor. Yoksa, aynı yıl doğduğu Aytmatov’dan bir eksiği olduğunu düşünmüyorum yazarın. Biri dünyaca tanınırken Gıylecev niye çok da fazla bilinmiyor? Son olarak şunu ekleyebilirim: Gıylecev’in bir eserinin ülkemizde ilk defa büyük bir yayınevinden çıkması sevindirici. Hece Yayınları bu açıdan tebrik edilmeli. Ancak kitapta fazlaca editöryel hatalar ve baskı hataları mevcut. İnşallah kitabın ikinci baskısı da olur ve bu hatalar giderilir.

Mehmet Akif Öztürk
x.com/OzturkMakif13

30 Kasım 2024 Cumartesi

"Niçin aşkın delili olan muhabbeti tahsil etmezsin?"

Tasavvuf tarihimiz, insanlarla şehirler arasında bağ kurup, tarihten günümüze halatlar atabilmemizi zenginleştiren hikâyelerle dolu. Hikâye derken, elbette anlatılıp geçilecek hadiseler yumağından değil, insanın ilim ve marifetle donatması gereken hayatına dair damıtabileceği takım çantalarından bahsediyorum aslında. Mesela, son bir ay içinde hem İstanbul'daki yürüyüşlerimi yeni bakışlarla, görüşlerle zenginleştirmeye çalıştım hem de İstanbul dışı ziyaretlerime bu anlam rotasından uzanmaya gayret ettim. Kocamustafapaşa'da gördüklerimle Tokat'ta ve Amasya'da gördüklerim arasında küçük ya da büyük bağlar kurarken, zihnimde Bursa'yı ve Bosna'yı da gezdirdim. Cemâl-i Halvetî ismi de işte böyle, şehirleri ve insanları birbirine bağlayan erenlerden biri.

Cemâl-i Halvetî, 16. yüzyılın önemli veziriazamlarından Pirî Mehmed Paşa'nın babası. Yine aynı yüzyılın haşmetli âlimi ve müftüsü Zenbilli Ali Efendi'nin amcası. 14. yüzyılın meşhur tefsir, lugat, edebiyat ve tıp âlimi Cemâleddin Aksarâyî'nin torunu. Ne hikmetse bu akrabalık ve soy zenginliği, hazretin tasavvufî neşvesinde de tütmüş. Halvetiyye gibi pek çok kola ayrılan bir tasavvuf yolunun Cemâliyye kolunu kurmuş. Bu koldan, Türk tasavvuf tarihinin başka zengin şubeleri neşet ediyor: Sünbüliyye, Şâbâniyye, Assâliyye, Bahşiyye. Bir alt şubelere daha inersek: Karabaşiyye, Nasûhiyye, Bekriyye. Daha altına da meraklılar dalıversin diyelim.

Sefîne-i Evliyâ yazarı Hüseyin Vassaf'a göre İstanbul'daki ilk Halvetî âyinini icra eden isim, Cemâl-i Halvetî. Bu ayinin icra edildiği yer de Kocamustafapaşa Camii'dir. Zira II. Bayezid, henüz Amasya'daki şehzadelik döneminde Cemâl-i Halvetî ile görüşmüş, kuvvetli bir muhabbet tesis etmiş, tahta oturduktan sonra da onu İstanbul'a davet etmiştir. İrşad faaliyetinin başladığı yer, vezir Koca Mustafa Paşa'nın kendi adına yaptırdığı caminin civarındaki dergâh. Bir rivayete göre de Koca Mustafa Paşa, kendisinin dervişi. Kısacası vaktiyle Halvetiyye’nin ikinci pîri Seyyid Yahyâ Şirvânî’ye intisap etmek için yola çıkan, onun vefatı neticesinde halifesi Muhammed Bahâeddin Erzincânî'ye intisap eden, icazetnamesini aldıktan sonra da Amasya'da irşad faaliyetine başlayan Cemâl-i Halvetî'nin Yahya Kemal'in "Dört asırdır inerek câmie nûr üstüne nûr / yerde bulmuş yaşıyanlar da, ölenler de huzûr" dediği Kocamustafapaşa semtinde iki 'yıldız' parlattığını da ekleyelim ki bu isimler, kendisinin halifeleridir: Sünbül Sinan ve Hayreddin Tokadî.

Cemâl-i Halvetî, ilm-i marifet meraklıları için fevkalade önemli eserler kaleme almıştır. Özellikle ayetlere getirdiği işârî izahlar çok zengindir. Tasavvufi mertebelere, atvâr-ı seb'a bahsine ayetlerle ve hadislerle delil getirmiştir. Çalışmalarında Gazzâlî, Muhyiddîn İbn Arabî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Ferîdüddin Attâr, Molla Câmî gibi zirveyi temsil eden isimlerin bazı risalelerini, beyitlerini de şerh etmiştir. Sufi Kitap tarafından neşredilen Marifet Kapısı adlı kitapta pek çok risale şerhi bir araya geliyor: Şerh-i Ba'zı ebyât ve rubâiyat, Beyyinetü'l-esrar, Risâletun fî hadisi 'İnnallâhe teâlâ jaşela ademe alâ sûretihî", Risâle-i Hubbî, Risâle-i Ma'lûliyye, Risâletü'l-i-vuzûiyye, Risale-i İslâmiyye.

Kitabın içeriğindeki zenginliğini ifade etmek adına sadece ilk risaleden biraz bahsetmek istiyorum. İlk risalede İmam Gazzâlî'ye ait bir beyit, Ebû Sâid Ebü'l-Hayr'a ait üç rubai, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye ait iki rubai ile iki beyit ve Sa'dî'nin Gülistan'ının mukaddimesinde geçen bir rubaisi şerh ediliyor. Cemâl-i Halvetî'nin seçtiği bu rubailer ve beyitler, daha önce karşılaştığımız ve bugün popüler olarak görülen, herkesin bildiği metinler değil. Diğer yandan bu risalede İsrâ suresinin 85. ayetiyle birlikte, "Bir anlık tefekkür bir senelik ibadetten daha hayırlıdır", "Allah'ın ilk yarattığı şey, benim nurumdur", "Allah'ın ilk yarattığı şey, benim ruhumdur", "Allah'ın ilk yarattığı şey, kalemdir", "Allah'ın ilk yarattığı şey, akıldır", "Ben Rahman'ın nefesini Yemen tarafında buluyorum" hadisleri de işarî olarak şerh ediliyor. Cemâl-i Halvetî, yaptığı izahlarda ve şerhlerde marifet kapısına yanaşmak isteyen tüm talipleri gönlünden yakalıyor. Söze olan hâkimiyetini, tüm tasavvuf yollarınca kabul edilmiş nasihatlerle taçlandırıyor. Bu anlamda ilk risaleden birkaç misal aktarıp yazıyı bitirmek istiyorum.

- "Ey talip! Nefsine iyi bak ki onda ezel ve ebedin sırrını görebilesin. Nitekim Allah Teâlâ hadis-i kutside geçen 'Ey insan! Nefsini bil ki Rabbini bilesin' kavli ile buna işaret etmiştir. Salik buna ancak tevhid vasıtasıyla ulaşabilir. Zira celal ve cemalin mazharı 'La ilahe illallah' kelimesidir. Allah'a sükuk de ancak bu ikisi ile (celal ve cemal ile) olur ki salik O'na vasıl olabilsin ve bekânın ta kendisi olan ahadiyet nuru ile fani olabilsin."

- "Şüphesiz her şey arif-i billah olmaya dönüşür. Çünkü her şey Hazreti Muhammed'in uzvudur. Nitekim Allah Teâlâ 'O'nu ham ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur' kavli ile buna işaret etmiştir. Bu mutlak hüviyet salike tecelli ettiğinde varlığının fenası vacip olur."

- "Ey talip! Niçin aşkın delili olan muhabbeti tahsil etmezsin? Nitekim Allah Teâlâ 'Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler' buyurmuştur. Aşk en mukaddes maksattır."

- "Talibin manevi köpeklerden sakınması gerekir ki kalbinde tevhid sırrı, tevhid ilmi ve aşk zahir olabilsin. Nitekim Nebi, 'İçerisinde köpek veya suret bulunan eve melekler girmez' kavli ile buna işaret etmiştir. Bunların zahir olması da ancak aşkın tahkikiyle olur. Bu da irfanı gerektirir."

- "Ey talip! Nimetlere ve ihsanlara karşı şükür vaciptir ki, bu şükür onları artırsın. Nitekim Allah Teâlâ 'Eğer şükrederseniz size (nimetimi) daha çok vereceğim' buyurmuştur. Bu ayette büyük bir sır vardır: Zahir ehlinin nezdinde nimetler ve ihsanlar zahirdir. Bizim nezdimizde ise fiillerin, sıfatların ve isimlerin tecellileridir. Şayet salik bunlardan her birine şükrederse; renklerden, şekillerden, mekânlardan ve mümkünatın semalarından münezzeh olan mukaddes zat ona tecelli eder."

- "Avamın sabrı, ölüm, fakirlik, dünyevi zarar ve gayrısı gibi âdemoğluna isabet eden belalara sabırdır. Bu, Allah için olan sabırdır. Havassın sabrı, Allah'tan firaka sabırdır. Ehassın sabrı ise Allah ile beraber sabırdır. Allah Teâlâ 'Şüphesiz Allah sabredenlerin yanındadır' kavli ile buna işaret etmiştir. Bu şiddetli bir sabırdır. Her durumda belalara karşı sabır göstermek mutlaka gereklidir. Zira sabrın sonu rahatlıktır."

- "Ey talip! İyi bil ki ilahi sırlar salikin eline ancak tevacüd, vecd ve vücud ile geçer."*

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf
*"Vecd, vâcid, vücûd. Gerisi dedikodudur evlâdım." (Kuşadalı İbrahim Halvetî)

29 Kasım 2024 Cuma

Şiir kimi kimden, neyi neyden ayırır?

Dünyada olup biten türlü olumsuz olaylar veya olumlu gibi duran ancak bir ‘bit yeniği’ olduğunu hissettiğim durumlarda genelde şairlerin ne dediğine bakmaya çalışırım. Tabii has şairlerden bahsediyorum. Namuslu ve mevki peşinde dalkavukluk yapmayan şairlerden. Şairlerin dediğine bakma sebebim onların her zaman doğru bakışı ve yorumu gösterebildiklerinden değil. Şairler de fazla fazla yanılır ama en azından namusluca, Kemal Tahir gibi “yine yanıldık yahu” diyebilir, demelidir. Benim şairlere olan güvenim onların içlerinden gelerek, korkmadan haksızlığa karşı gelebilme cesaretlerinden geliyor. Evet, şair belki çok yerinde siyasi tespitler yapamayabilir, dünyanın gidişatını okuyamayabilir ancak bilirim ki bir yerde haksızlık, onursuzluk, zulüm varsa şair oradadır. Belki mantıklı yerde duramayabilir şair ama daima doğru, haklı ve adaletli yerde olmalıdır. Tabii belli bir şair imgesinden bahsediyorum. Elbette dünya üzerinde muhteşem şiirler yazan berbat adamlar da var. Neruda mesela, belki Pound. Herkesten Rimbaud’nun gösterdiği tutarlı davranışı bekleyemeyiz ama en azından Türk şairler açısından ben umutluyum ve kötünün bulunduğu yerde onun bulunmayacağını/bulunmaması gerektiğini düşünüyorum. Tüm bu girişi şair Atakan Yavuz’un da benim nezdimde doğrunun yanında yer aldığını düşündüğümden yazdım.

Şairlerin denemelerini okumak ayrı zevktir. Tabii düşünce metinlerini de. Örneğin Hilmi Yavuz ve Ali Ayçil bunun iyi örneklerindendir, Atakan Yavuz da. İki kitabını okumuştum daha önce Atakan Yavuz’un. İyiler Asla Özür Dilemez ve Dünyanın Rengi. Ama bu kısacık, incecik, küçücük Şiir Birleştirmez Ayırır bence düz yazıları arasında en iyisi olmuş. Bir manifesto niteliğinde ve sertliğinde.

Atakan Yavuz’un kitabı Orlando Art Yayınevi’nden ocak ayında çıktı ve sadece 39 sayfadan oluşuyor. Metin kısmı 33 sayfa civarı. 72 adet basıldı ve numaralandırıldı. Satışı hâlâ varsa mutlaka almalı şairi sevenler. Dokuz ana başlık altında kısa kısa denemelerden oluşuyor. Kitabın adı okuru yanıltmasın, sadece şiirle ilgili denemeler yok bu kitapta. Bir şairin ‘rahatsızlıkları’ demek doğru olabilir. Şairler bazen oturur ve böyle yazılar/kitaplar yazarlar. Süleyman Çobanoğlu’nun Kökekin'i böyledir örneğin. İsmet Özel Bey ciltler yazmıştır. Keza Sezai Karakoç merhum da. Atakan Yavuz’un da bu kitabı bazı rahatsızlıkları işaret ediyor ve protest bir tavra bürünüyor. Protest ve onurlu. Neye karşı? En basit şekilde söylersem, dünyanın ve özellikle ülkemizin getirilip teslim edildiği varoşluğa ve duyarsızlığa karşı. Her alanda, gerek şiir gerek mimari. Yavuz’un eleştiri ve itirazları oldukça geniş bir alanı içine alıyor. Kendine göre ve haklı olarak yaptığı şair tanımının merceğinden okları bir bir fırlatıyor, hayata, sanatı/şiiri/edebiyatı çiçek böcek görenlere, kapitalizme, kan emicilere, tutunduğu her tuğlayı Rab belleyenlere, semiz eşkiyalara: “Şiir insanları ayırır. Edebiyatı ve şiiri bir güzel ve etkili söz söyleme sanatı sayan okurla, kelimeleri konfeti olarak gören yazarla yolumuzu ayırır ve yükümüzün hafifliğiyle yol alırız. Şiirin tarihten farkı buradadır. Ne diyordu Aristo: Tarih olanı, şiir olabilecek olanı yazar, demek ki şiir olana itiraz eder. Dünyayı ve hayatı olduğu gibi kabul etmemizi bizden isteyen, şiiri de bir dekor olarak gören dünyanın efendilerinden ayrılarak tekrardan bir itiraz olarak edebiyat yapma hakkımızı geri almış oluruz. Böylece zulmün ortağı olan söz söyleme sanatından da yolumuzu ayırırız.

Atakan Yavuz kitabını aynı zamanda soylu bir yalnızlıkla yazıyor. Çünkü biliyor ve bize gösteriyor ki bazı şeyleri reddetmek cesaret ister ve bu cesaret insanı toplumdan dışlar. Dışlanmamak için, Byung Chul-Han’ın dediği gibi ‘aynının cehennemi’ne dâhil olabiliriz ya da soylu bir yalnızlığa çekilebiliriz ki doğrusu da budur. Çünkü ‘anlam’ buradadır.

Yavuz, bir insanın yaşamını anlamlı kılabilecek ya da anlamsızlığın, varoşluğun, herkesleşmenin içine atacak birbiriyle ilgili konuları denemelerinde eritmiş. Somutlaştırarak ‘mekân’ı da denemelerinin esas konularından yapmış. Çünkü bir şehirde yaşıyoruz, bir evde oturuyoruz ve bu durumun bizim psikolojimizden tutun da hayata bakışımıza kadar etkilemeyeceği alan yok. Şair bir denemesini ve itirazını buna ayırmış ve elbette İstanbul üzerinden (Nuruosmaniye ve Galataport meselesi) eleştirilerini ve fikirlerini sıralamış: “Her bina kendi psikolojisini telkin eder insana, o hâl ile dokunur. Modern insanların bir müşteriye indirgenerek ruhen alt üst oluşunun bir sebebi de anılarını kaydettikleri, sosyalleştikleri mekânların yerini insanı ezen, küçümseyen, haysiyetini zedeleyerek onu sürekli dibe doğru iten, sayılara vuran, sınıflandıran, bu şiirsiz, arsız, mürâî ve içtenliksiz yok-yerlere terk etmesinde aranmalı. Hızla değişen ve sürekli çelişen sinirsel uyarıcılar karşısında bezgin bir kişilik geliştirmekten başka çare var mı? Bezginlik belki de piyasaların dayattığı herkesleşmeye karşı ruhun verdiği bir mesaj, bir tepkidir.

Atakan Yavuz’un bu kısacık kitaptaki başarısının sebeplerinden biri sadece felsefi/şiirsel durum ve problemlerden değil toplumsal olaylardan da yola çıkarak isabetli sosyolojik tespitler yapması ve yazılarını kuru birer deneme olmaktan çıkarıp verdiği ilgi çekici örneklerle zenginleştirmesi. Ve elbette birçok yazarın söylemekten korktuğu, daha da kötüsü düşünmediği bir alan olan turizm konusundaki gibi net bir tavır alması. İsmet Özel’den sonra birinin turizmin, daha doğru ifadeyle kitlesel turizmin (seyyahlık değil) saçmalık olduğunu söylemesi gerekiyordu ve Yavuz bunu söyledi. Çok da iyi oldu. Çünkü bir ruh kaybından bahsediyorsak (özellikle mekân konusunda) kitlesel turizm bunun büyük sebeplerindendir. Çünkü her yer turist çekmek için aynılaştı, kimliksizleşti, evcilleşti ve rengini kaybetti. Yerellik ise öldü: “Tarihî mekânların ‘turist bakışını’ rahatsız etmeyecek şekilde ehlîleştirilmesi, yerelliklerini ve insanî ilişkilerin tasfiye edilmesi ve içinde soluk alınmayacak kartpostallara dönüştürülmesi bir çölleşmeyi de beraberinde getirdi. Mesele turistlerin kaba olmasından ziyâde, âzâmî müşteri memnuniyeti kaygusuyla mekânları bir film platosuna çevirerek tahrip eden yerlilerin vurdumduymazlığıydı da. Mesele bu yeni işgal türünün tüm dünyada bir başarı hikâyesi olarak sunulmasıydı. Bu modern işgale itiraz eden seslerin giderek daha gür çıkıyor olması tahribatın görünür biçimde geri döndürülemez boyutlara gelmesinden kaynaklanıyor.” Evet, benim de aklıma bu bölümleri okuyunca otellerine Türk turist kabul etmeyen veya Türklerden fazla ücret alan işletmeler, Ayasofya’nın üst katına Türk’lerin girememesi, pandemi dönemindeki, kendi insanını turiste karşı daha ne kadar küçük düşüreceğini tahmin edemediğim “Enjoy I’m Vaccinated” şarlatanlığı ve yine pandemi döneminde aynı denize giren Türk ve yabancı insanlardan yabancıların yüzmeye devam ederken Türklerin çıkarılıp ceza kesilmesi geldi. Baudrillard haklı mı? Kocaman bir simülasyonda mı yaşıyoruz? Bizim payımıza düşen kısım bu kadar trajikomik mi olmalıydı? Henry James turistler kabadır derken çok haklı. Ya devletler? Biz Atakan Yavuz gibi her zaman kitlesel turizm yerine bağımsız seyyahları, gezginleri, abdalları savunmaya devam edeceğiz.

Bu kısacık kitaptan daha uzun uzun bahsedebilirim ama alınıp okunması daha kıymetli. Alt başlığı bu çağ yazıları olan Şiir Birleştirmez Ayırır dünyanın ve Türkiye’nin ve özel olarak insanlığın peşinden gittiği şeylerden rahatsız olanlar için çok iyi bir kitap. Ancak mesela tek amaçları kısa yoldan köşeyi dönmek isteyenlere, kitap okumamakla övünenlere, bilgiye/öğrenmeye düşman olanlara, eleştiri yapmayı hainlik olarak görenlere bu kitap pek de bir şey ifade etmeyecektir.

Not: Bu yazının kitap hakkında bir eleştiriden ziyade övgü yazısı olduğunun farkındayım ama metinlerdeki fikirlere itiraz ettiğim çok da fazla bir nokta yok. Yani hemen hemen şair Atakan Yavuz gibi düşünüyorum bahsedilen konularda. Ve bir süredir de birilerinin bu konuları bu şekilde dile getirmesini bekliyordum.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

Tarihin hikâye anlatıcıları: kitabeler

Televizyon dizilerinin, tarih kitaplarının, çevrimiçi atölyelerin ve rehberlik faaliyetlerinin önemli farkındalıklar kazandırdığını görmezden gelemeyiz. Kimileri bu farkındalıklar vesilesiyle artık yaşadıkları şehirlerdeki tarihi eserlere daha hassas yaklaşıyorlar. Kimileri dedim, çünkü bazıları var ki onlar için ne yaşadıkları şehrin bir kıymeti var ne de o şehrin sunduğu hazinelerin.

Bugün belki dünya hayatının zorlukları, yaşam gailesi ve maişet meseleleri sebebiyle kültür-sanat etkinliklerine yeterince ilgi gösterilmediğinden bahsedilebilir. Bunu anlayışla karşılamak mümkün. Ancak entelektüel bir derinlik kazanmak, kendi ruh iklimini donatmak için pek çok fedakârlığı göze alan tabiatlar da var. Bütçe ve zaman ayırıyorlar, merak ettikleri konular için mesai harcıyorlar, tüm bunlar için de aşk, şevk ve gayret gösteriyorlar. İşin güzel taraflarından biri de artık bu işler belirli bir yaşın üstüne çıkmış kimselerle de yürümüyor sadece. İstanbul’un, Bursa’nın, Konya’nın, Edirne’nin pitoresk köşelerine giden, sahada ciddi zaman geçiren, yaz-kış, yağmur-çamur dinlemeden taşları okuyan, onların anlattıkları hikâyelere kulak veren, duyduklarını anlatan ve yazan kalemlerin sayısı son yıllarda giderek artıyor. Bu kalemlerden biri de Ömer Kaptan. Kendisini rehberlik faaliyetleriyle tanıyoruz. Adım attığı her coğrafyada Türk-İslâm eserlerinin ruhunu kavramaya, misafirleriyle birlikte geçmişi geleceğe bağlamaya devam ediyor. Timaş Yayınları tarafından neşredilen Kitabelerin Renkli Dünyası, bu çabalarının bir neticesi.

Ömer Kaptan’ın lise yılları, Ulu Camii’nin hat yazılarını hayranlıkla seyretmekle geçmiş. Bursa’nın her köşesinde karşılaştığı çeşmeler, türbeler ve diğer tarihi yapılar, onda kitabe okuma merakı uyandırmış. Böylece turist rehberliğini de bir imkâna çevirip gezilerde karşısına çıkan kitabeleri çözümlemeye başlamış. Anlattıkça daha çok çalışmış, bazı yanlışlarla karşılaşmış, doğruları daha anlaşılır kılmış, birinci elden bilgi veren bu kaynakların insanları farklı yüzyıllar arasında seyahate çıkardığını idrak etmiş. Kitabelerin Renkli Dünyası öncelikle kitabelerin ne olduğunu, Arap yazısının gelişimini, Osmanlılarla birlikte bu yazının geçirdiği dönüşümü, tarih düşürme tekniğini anlatarak okura bir nevi hazırlık yaptırıyor. Kitabelerimizdeki İran mitolojisi, bu alanda çok fazla volta atmamış meraklı okurları epey şaşırtacaktır. Görülen o ki Şâhnâme’deki pek çok kahraman, kitabelerimizde yoğun biçimde işleniyor. Bir Sasanî kralının ismiyle Osmanlı padişahının ismi, bir kitabede bir araya gelebiliyor. Mesela, büyük bir yönetici olarak kabul edilen I. Hüsrev’in adı, Bursa’da Emir Sultan Hazretlerinin türbe penceresinin üstünde şöyle geçiyor: “Şâhenşeh-i deryâ nevâl sultân-ı Memdûhu’l-hisâl / Abdü’l azîz-i zü’l-kemâl âlemlere dâd eyledi / ol Hüsrev ü hâkân-ı dîn ol kâm-kâr-ü kâm-bîn / ol mükrim-i ehl-i yakîn tekrîm-i dâmâd eyledi.” (Övgüye değer sultan, bağışı ve ihsanı denizler kadar çok olan kemal sahibi Sultan Abdülaziz Han, âlemlere adaletle hükmetti. Dinin hakanı olan büyük yönetici [Hüsrev], Allah dostlarına ikramda bulunan o bahtiyar padişah, hanedanın damadı Emir Sultan’a da saygı gösterdi.)

Osman Hamdi Bey’in tablolarındaki kitabelerin incelendiği bölüm sanat tarihine meraklı tüm okurlar için keyif verici nitelikte. Kaplumbağa Terbiyecisi resminde zeminden başlayan bir pencere görürüz. Uzun, kırmızı giysi giymiş olan sakallı bir adam, yerdeki yaprakları yiyen kaplumbağalara bakmaktadır. Resimde görülen bu pencere, gerçekte var olan bir mekândır ve Bursa’da, Yeşil Camii’dedir. Ömer Kaptan, Yeşil Camii girişinin hemen üst katında bulunan hünkâr mahfelinin, Kaplumbağa Terbiyecisi resmine ilham verdiğini söylüyor ve fotoğraflarla delillerini sunuyor. Hemen o pencerenin üstündeki yazıya gözlerimizi çeviriyor: “Şifau’l-kulûb likau’l-Mahbûb.” (Sevgiliyle buluşmak kalplerin şifasıdır.)

Kitabelerimizde, İslâm tarihinde ve gönüllerde yeri başka olan mekânlarla da karşılaşıyoruz, Beyt-i Ma’mûr ve Mescid-i Aksa gibi. Ancak ulu şahsiyetlerin isimlerinin geçtiği kitabeler, bilhassa İstanbul’da oldukça fazla bulunuyor. Sebe Melikesi Belkıs, Ümmü Safiye, Hz. Fâtıma Zehra, Râbiatü’l-Adeviyye, Harun Reşid’in hanımı Zübeyde Hanım ve Fahr-i Âlem Efendimiz Hz. Muhammed, Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. Yusuf, Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. İsa, Hz. Hızır ve İskender, Hulefâ-yi Râşidîn, Hz. Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz. Ayrıca Sokrates, Platon, Aristoteles, Sa’d bin Ebî Vakkas, Sâ’deddin Taftazânî gibi bilgeler, âlimler, kumandanlar. Hemen bir misal verelim. Hekimoğlu Ali Paşa’nın babası olan Nuh Efendi, 18. yüzyılda sarayda hekimbaşılık yapmış bir bilge cerrah. Kocamustafapaşa’da yaptırdığı medresenin girişinde şu ifadelerle anılmış: “Hekim-i şehriyâri Nuh Efendi hâzık-ı kâmil / ki odur dârü’ş-şifâ-yı hikmete Sokrat-ı bi-hemtâ / bekâ-yı bî-sebâtın anlayıp dünya-yı fâninin / murâd etdi ki tertib eyleye zâd-ı reh-i ukbâ.” (Padişahın hekimi olan Nuh Efendi ki işinin ehli bir zattır, bilgeliğin şifa yurduna eşsiz bir Sokrat olarak gelmiştir. Dünyanın faniliğini ve sebatsız bir beka yurdu olmadığını anlatınca ahiret yolculuğunun azığının hazırlayıp öte dünyaya göçtü.)

Tarihî metinler arasında karşımıza çıkan Zıllullah (Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi) ifadesi, İstanbul kitabelerinde de kendine yer buluyor kimi zaman. Bu ifadenin farklı biçimleriyle karşılaştığımız kitabelerden biri Sultan III. Ahmed Çeşmesi’nde yer alıyor: “Oldur imâmü’l-müslimîn, zıll-i Hudâvend-i mu’în / bâ nass-ı Kur’ân-ı mübîn emrine vâcib iktidâ.” (Müslümanların önderi, sahip çıkan ve yardımını esirgemeyen Allah’ın yeryüzündeki gölgesi odur. Kur’an-ı Kerim’in ayetine göre onun emrine uymak vaciptir.)

Kitabın devamında Ayasofyalarımızdaki nazîreleri, Kudüs’te bulunan şaşırtıcı Türkçe kitabeleri, Kur’an’dan yapılan iktibasları, Elhamrâ’dan kitabe örneklerini görseller eşliğinde seyrediyoruz ve büyük keyif alıyoruz. Kitabelerin Renkli Dünyası, tarihin bu çok kıymetli hikâye anlatıcılarına bir kere daha kulak vermek için belgesel tadında akan bir emek…

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Sırtınızda tarih, bohçanızda Türkçe ile Üsküdar!

Ali Sürmelioğlu’nun yeni kitabı Üsküdarlı Falanca ve Feşmekanları kitabını elime aldığımda, daha ilk sayfasını okuyunca çok farklı bir kitapla karşılaştığımı, okurken çok keyif alacağımı anlamıştım. Nitekim öyle de oldu. Kaldı ki kitabın adı dahi içinde numaralar barındırdığını açık ediyor.

Sürmelioğlu polisiye romanla tanıdığımız bir yazar, ki o alanda da çok başarılı olduğunu biliyoruz. Bu kez polisiye romanla çıkmadı okurun karşısına. Bu kez yine bir romanla çıktı ama türü sadece ona ait bir roman yazdı. Temelde Üsküdarlı Falanca’nın Üsküdar gezisinden ibaret gibi görünen roman okuruna hem edebi ve şaşkına çeviren bir dil şöleni sunuyor hem de tarihin sayfalarına ara ara misafir olarak alıyor.

Sürmelioğlu o kadar titiz çalışmış ki kitabın her yerinde kendine haslığı, apayrılığı belirgin. Rotayı çizmesinden, harita sunmasından bağımsız olarak söylüyorum. Örneğin dipnotları kitaptan çıkarsak ve ayrı bir sayfaya yazsak çoğu birer küçürek öykü olur. Hiçbir cümle olması gerektiği için veya olsun diye yazılmamış, her cümle tarzdan kopmadan, ritmi kaçırmayacak şekilde ve biricikliğine zarar vermeyecek halde kurulmuş, kurgulanmış.

Şair Ahmet Murat bir söyleşisinde “Biz ya yeni bir şey söylemek için ya da bir şeyi yeni bir şekilde söylemek için yazarız” demişti. Ali Sürmelioğlu’nun bu romanı bir şeyin gerçekten yeni bir şekilde söylenişini temsil ediyor ve başarıyor da. Yazar dilin içinden yeni bir dil türetir gibi ustaca anlatıyor meramı, karakterin dünyasına okuru başköşeye oturacak şekilde çekiyor, kendine özgü tamlamaları ve betimlemeleri ile dilin gücünü olabildiğince yükseltiyor.

Şöyle diyelim: Sırtınızda kadim tarihimiz ve bohçanızda Türkçe ile Üsküdar’ı geziyorsunuz!

Yazar önceki romanlarında da Türkçe’ye ne kadar hâkim olduğunu göstermişti. Onun zihni sadece bugünden bakmıyor, o geçmişin bütün birikimini bugüne getiriyor. Dilimizi ve kültürümüzü kapsayıcı bir şekilde özümsemiş. Bu toprakların meselelerine vakıf olarak entelektüel sorumluluğunu yerine getiriyor. Ve bütün bunları kurmaca imkânıyla okuruna sunuyor. Kurduğu atmosfer bugüne sığacak kadar dar değil. Yaptığı işe de seslendiği okura da son derece saygı duyduğunu, bu saygının beraberinde de sıkı çalıştığını ortaya koyduğu eserden rahatlıkla anlayabiliyoruz.

Kurmaca, sunduğu imkânlarla büyüleyici bir hüviyet kazanır. O büyüleyiciliktir bizi çeken. Kurmaca, kurgu ile gerçeği öylesine harmanlar ki okuyucu ile karakter bazen yer değiştirir ve bu yer değiştirme eylemi okurun iradi olarak giriştiği bir eylem değildir, okur kendini buluverir sayfaların içinde. Belki de o yüzden ana karakterimizin adı yoktur, Üsküdarlı Falancadır o, aslında Üsküdarlı herkestir, Üsküdar’ı dolaşan herkestir. Yazar seslenmektedir okura: Gezip geçme, sohbete dalma, arada bir kaldır kafanı da bak, tarihin yanından geçiyorsun, çok zengin bir beldedesin, farkına var, tefekkür et.

Aynı şekilde kurmacada ana karakter, bazen de yazarın kendisidir. Her sayfada kendini koymaz yazar ama nedir, kendini ele vermekten de kaçınamaz. Üsküdarlı Falanca, aynı zamanda Ali Sürmelioğlu’dur. Tam da yazar gibi keskindir bakışları, attığı ok isabetlidir her zaman, baktığı yerde neyi gördüğünün farkındadır, zihni hemen kıpraşır, bilgileri yığar üst üste, soluklanmadan idrak ile tefekkür ele geçirir onu.

Yani deme o ki sevgili okur, elindeki roman alelade bir roman değil. Yazarı ne yazdığını bilen, kasıtlı bir şekilde bir hedefi gözüne kestirmiş biri. Roman, kendine özgü bir roman. Üsküdar ise… Üsküdar’ı öğrenmek için de kitabı okumamız gerekiyor. Bir zahmet…

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

25 Kasım 2024 Pazartesi

Biraz hayat biraz edebiyat

Sözlük, mihrican fırtınası için, yaza veda ederek sonbaharın başladığı fırtınadır, sıcak havaların serinlemeye başladığının işaretidir diyor. Bu tanımı alıp Nazan Bekiroğlu’nun hayatına yerleştirdiğimizde tam mana veremeyebiliriz ama onun bu kitapta yazdıklarını (özellikle ilk bölümde) okuduğumuzda kitabın ve Nazan Hanım’ın hayatında neye tekabül ettiğini anlayabiliriz. Nazan Bekiroğlu ünlü bir romancı olmasının yanında üniversitedeki görevinden yakın zamanda emekli olan bir profesör aynı zamanda. Bu elbette insan hayatı için önemli bir dönümdür. Yazar da bu durumda yaşadıklarını, daha çok da hissettiklerini Mihrican Fırtınası bölümünde anlatıyor. Klasik bir deneme değildir bu bölüm. Zaten kitabın geneli klasik denemeye çok yakın değil. Özellikle ilk bölümlerde anlatı, daha sonra deneme, sonra edebî inceleme/deneme tarzlarını görüyoruz. Genellikle bu ilk bölümdeki gibi metinlerde anlatının olmazsa olmazlarından anılar/hatırlayışlar da öne çıkar. Duygusal bir bölümdür bu. Zordur yılların (38 yıl) verildiği işten ve binalardan ayrılmak: “Başımı kaldırıp benimle hiç ilgisi olmayan bir sahneye bakar gibi bakıyorum olup bitene. Odam toplanıyor, otuz dekiz yıllık yığın ayaklanıyor. Bağ bozumu. Ekim de değil ki!” Yazar da geçmişi yâd etmeyi sevdiği için ortaya şiirsel cümlelerin de yoğun olduğu, anı salıncağında sallanan bir bölüm çıkmış: “Kurup kaldırdığı teorilerle oyalanan ben ilk kez zamanın ânda değil anılarda olduğunu düşünüyorum.”

Altı ana bölümden oluşuyor Nazan Bekiroğlu’nun yeni kitabı: Mihrican Fırtınası, Kalem Eşiği, Fasl-ı Zor, Göğe Yükselen Mor Fok Balığı, Platon’un Mağarası ve Anna Karenia’ya Dair Notlar. İlk bölüm sadece yazarın emekliliğinin getirdiklerinden oluşmuyor. Zaman zaman öyküye dönen kısa metinler de mevcut. Hayalî bir yaşantı çıkarmakta zorlanmıyor yazar. Örneğin Şair Nigâr Hanım’la ilgili yazdığı metin mükemmel bir öykü örneği bence. Kendini merkeze alarak 1915 yılında Nigâr Hanım’a konuk oluşunu şöyle niteliyor:

İkinci kata çıktığımızda kimse yol göstermeseydi bile yönümü tayin edebilirdim. Şurası kütüphane, şurası yüksek tavanlı, geniş, aydınlık salon. Bir köşedeki piyano kadar sağı solu dolduran imzalı fotoğraflar, abajurlar, biblolar, halılar, hatta perdeler tanıdıktı ve âh, şu porselen takımın bir fincanında ben de 1994 yılında, bir kış ikindisinde çay içmiştim. Şu tablodaki yaşmak-feraceli Hanımefendi’nin göğsünü bağlayan iki sedef düğmenin teki bir avuntu olarak şairenin torunu tarafından o gün bana armağan edilmişti. Elim gayriihtiyarî boynumdaki kolyeye gitti. Orada. Ben de buradayım. 1915 kışının tam ortasında, Nigâr Hanım’ın salonunda, işte, onun huzurun¬dayım. Düşmemek için bir koltuğun kenarına tutundum.

Bundan başka, yine ilk bölümde Nazan Hanım’ın diğer romanlarının karakterleriyle etkileşime girdiğini de görmek mümkün. Birçok denemede birçok türü harmanlamış diyebiliriz yazar için. Zaman zaman anlatı zaman zaman tek bir nesneden yola çıkarak yapılan kurgulamalar ve zaman zaman klasik deneme üslûbu… Kitabın aynı zamanda en uzun bölümü olan Mihrican Fırtınası okuru kitaba çekip çekmeme konusunda belirleyici bir bölüm bence. Benim en sevdiğim bölüm olmadı ama konuları ve üslûbuyla beni çok keyifli bir şekilde kitapta tuttu. Bu bölümde zaman, bazen silikleşiyor. Hayalî ve silikleşmiş zamanla bazen bir şehri geziyoruz bazen ölümünün üzerinden yüz yıl geçmiş bir şaire konuk oluyoruz. Elbette Nazan Hanım’ın adımlarıyla.

Bu tür kitaplarda okurlar yazarın zamanı günümüze getirip biraz da olsa eleştiri/tespit yapıp toplumsal aksaklıklara değinmesini bekleyebilir. Bu, genelde modern dünya eleştirisi olur. Nazan Hanım az da olsa bu yöne sapmış ve toplumsal eleştirilerde bulunmuş. Bunu da “duyarsızlaşma” üzerinden yapmış. Gelibolu üzerinden geçmişe bakarken şimdinin vurdumduymazlığını kâğıda dökmüş. Kitabın ikinci bölümünde yer alan bu yazı, bu bölümün klasik denemeye yaklaşıp anlatı üslûbundan biraz sıyrılmasıyla daha rahat işlenmiş. Fasl-ı Zor bölümünde de bu üslûbun ve zaman zaman bu eleştirilerin devam ettiğini söylemek mümkün:

Oysa bu, eşyanın tabiatına, -bildiğim doğruysa- insani¬yetin doğasına aykırı. Kırılmamız gerek bizim, bir bir değil, topyekûn kırılmamız. Ama bir bakıyoruz ki, A-aa! Futbol takımları, derbi sonuçları ânında arzıendam edivermiş. Şunun bunun aşkı, dizi kahramanları, ölümcül kapışmalı yarışmalar alıp başını gitmiş. Bu böyleyse batsak yeridir. Yine de tepeden tırnağa çiçek açmış bir ağacın önünde bir an durup ‘selfie’mizi çekiyoruz.

Son üç bölüm ilk bölümlerden biraz ayrılıp içinden sanat, edebiyat, tarih ve biraz da hüzün geçen denemelerden oluşuyor. Bu bölümler, alt başlık olarak biraz dağınık bir yapı arz etse de “okuma üzerine okuma” yapmayı sevip “kitaplar üzerine yazılmış yazılar” okumayı sevenlere bir şölen sunuyor. Enis Batur, Umberto Eco, Nurdan Gürbilek, Tim Parks vs. sevenler bu bölümleri de çok sevecektir. Öykülemenin de ağır bastığı bu bölümleri okumak oldukça keyif verici. Ayrıca bu kısımlarda edebiyat camiası için popüler bir tartışma olan “Tolstoy mu Dostoyevski mi?” gibi başlıklar da mevcut. Yazar burada farklılıklar ve benzerlikler üzerinden güzel bir metin kurmuş.

Yazıyı burada sonlandırmak istiyordum çünkü yeterince detay verdim ama son bölüme özel olarak değinmek istiyorum. Çünkü bu bölüm bana göre dünya üzerinde yazılmış en kusursuz roman olan (en iyi, en akıcı vs. demiyorum) Anna Karenina hakkında yazılmış spesifik denemelerden oluşuyor. Yedi tane alt denemeden oluşan bu kısmı okumak için öncesinde romanı okumak daha iyi olacaktır. Daha sonra Nazan Hanım’ın roman hakkındaki incelemelerini okuyabiliriz. Evet, denemeden ziyade incelemeye yakın bu bölüm. Tıpkı bir Nurdan Gürbilek metni okur gibi keyif aldım bu bölümden. Hatta yazarın zaman zaman farklı detaylara inmesi daha da ilginçleştiriyor metinleri. Örnek mi? Mesela Anna’nın Gardırobu: “Birkaç yıl önce Anna Karenina’nın gardırobunu merak ederek romanı yeniden okumuştum. O gardıroptan sadece Anna’nın giysileri değil aşkın lâneti de çıktı.” Üstüne bir de Nazan Hanım’dan (Anna ve Vronski özelinde) ilişkiler üzerine nefis bir tespit gelince bu bölümün benim açımdan en iyi kısım olduğuna karar verdim ve okunacak/okunması yazılması gereken onlarca kitap arasına, hatta en başlara Anna Karenina’yı tekrar ekledim.

Mihrican Fırtınası, kasım ayında Timaş Yayınları’ndan neşredildi ve benim okuduğum ilk Nazan Bekiroğlu kitabı oldu. Rahat bir şekilde, deneme okumayı seven herkese tavsiye edebilirim. Hele ki kitaplar üzerine okuma yapmayı sevenlere daha ciddi şekilde tavsiye ederim. Çünkü bu metinlerde sadece bir romancının değil bir edebiyat profesörünün birikimi de var.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13