Oğuz Kağan yeni topraklar edinmek için yola çıkar. Tan ağarırken çadırına bir ışık hüzmesi içinde gök yeleli kurt gelir ve ona rehberlik edeceğini söyler. O günden beri Türk’e önderlik eden ak yeleliler, aksakallılar var olur. Aksakal, bilgeliği ve aklı temsil eder. Türk’ün akıl anlayışı salt görünen değil görünmeyeni idrak edip hakikati bulmak, onu tanımaktır. İşte Aksakallılar bize hakîkatleri gösteren er kişilerdir. Devleti devlet yapan, töreyi kuran bilgelerdir. Onlar ezel âleminin içinde yer alır, fânî dünyada elbise giyer, çıkarırlar. Türk’ün bilgesi er kişidir, onun cinsiyetine hüviyetine bakılmaz. Hakkın divanında belli olan, takvaya sarılan, kem nazarla bakmayan, gāfil olmayan, Mevlâ’ya erişen kişi demektir. İşte bu erler biz Türklere, “Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi’ni”, anlatan, öğreten, uğrunda yok olmayı belleten Kâmil İnsanlardır. İslâm’la tanışan Türk, yaradılış gāyesini çok iyi kavramış, bunu hayatın her evresine ve devlet yapılanmasına da yansıtmayı başarmıştır. Kızılelma’sı olan İl’â’yi kelimetullah’ı, Gök yeleli kurtlar önderliğinde gerçekleştirmeye devam ederler. Kadim Türk tarihinde, değişen devirler çağlar boyunca Gök yeleli, görk gözlüler var ola gelmiş gelecektir. Onlar sadece elbise değiştirirler. (Eski dil don değiştirme) 20.asrın Müslüman Türklerine önderlik eden, gök yeleli ve gözlü isimlerinden biri de Sâmiha Ayverdi’dir.
Sâmiha Ayverdi, sadece bir edebiyatçı değildir. Sadece mütefekkir ve yazar da değildir. O yazısını yazıp elinde kahve fincanıyla boğaz manzarasını izleyip, sokakta gördüklerini kâğıda dökmez. Bizâtihi sahteciliğine aldanmadan fânî dünyanın içindedir. Hayal dünyası yahut inzivâ halinde yaşamaz. Kendi yurdunu, insanını beş duyusu ile tetkik eder. O, anâsır-ı erbaa’yı hakîkatiyle vücudunda cemetmiş olduğundan, beşeri, yurdunu, İslâm âleminin vaziyetini, gidişatını doğru tespit etmiştir. Tetkik neticelerini kaleminden çıkan derunî harflerle bize aktarır. O, kalemi tutanın kendi eli olmadığını her dem yeniler. Bu yüzdendir ki kaleminden damlayan kelimeler insanın idrakine nüfuz eder. Bize aktardığı her çıplak hakîkatin sonunda nasıl feraha çıkacağımızı da, kırmadan incitmeden, yeise düşürmeden nasihat eder. Şaşalı, entrikalı hikâyeler aktarmaz, yanı başımızda gördüğümüz, küçük, sıradan görünenler üstünden, bizi biz yapan değerlerimizi anlatır.
Bu yüzdendir ki sadece yazar değildir, çünkü o insan yetiştirmeye kendini vakfetmiş, Müslüman Türk toplumunun toprak altında kalmış ‘Yada’ taşını yeryüzüne çıkarmaya adamıştır. Müslüman Türk’ün, yada taşının gücünün,aşkta yani Allah ve peygamber aşkında olduğunu sohbetlerinde, yazılarında, konferanslarında söyleyip durmuştur. Gönül çerağımızı yakıp, nefs mağaramızdaki yedi başlı ejderden kurtarmak için yorulmadan mücadele eden yiğittir. Beşeri insan yapmak için mücâdele verirken aynı zamanda milleti millet yapan değerleri muhâfaza eder. Muhâfazakârlıktan anladığı; olduğu gibi korumak değil, çağa uygun yeniden dirilişi sağlamaktır. Diline, tarihine, sanatına sâhip çıkmayan toplumların âkıbetinin yok olmak olduğunu söyler. Mimarimizin, musîkîmizin, san’atımızın, , şiirimizin ve Türk’ün Türk olan değerlerinin her birini korur kollar. O, Osmanlı’da kuzey yıldızı olmuş, Türk İslam medeniyetinin yeniden diriltmek; yeniçağa uygun, yüksek, dünyaya yön veren medeniyet sevdasının peşindedir. Bu yolda “
kim benimle?” demez, silahını kuşanıp, Yunus gibi heybesini yüklenir, sırtını Allah’a dayayıp yola çıkar. Peki, onu bu kadar yiğit, korkusuz bir er kişiye döndüren kuvvet ne idi? Bu kuvvet sırrını nerede aramak lazımdır?
Onun bu sırrı peygamber efendimizin şu kıssasında gizli olsa gerektir.
Peygamber efendimizi öldürmek üzere gelen
Gaves “
Ey Muhammed benden nasıl korkmazsın elimde kılıç var, seni kim koruyacak?" der. İki cihan serveri tarafından “
Allah” cevabı verilir, bunun üzerine Zü’l-celâl ve’l-ikrâm tarafından yardımına gönderilen Cebrail düşman elindeki kılıcı düşürür, kılıç peygamberimizin eline geçer. Adı güzel
Hz. Muhammed (
s.a.v), Gaves’e “
Peki seni şimdi kim koruyacak?” der. İşte, milleti millet yapan değerleri koruyan, onu yaşatan Sâmiha Ayverdi Hanımefendi, peygamber efendimiz Hz. Muhammed’i kendisine şiar edinmiş, sırtını Allah’a dayamıştır. Onun tek güvencesi, mülkümüzün sâhibidir. Medeniyet kuruculuğunda baş saflarda yer alan Mücahide Hatun, vaktin sâhiplerindendir. Onun, Yunus Emre için ezel anasının doğurmuş olduğu ulû kişi demesini bizler de kendisi için kullanabiliriz. Hayatının her aşamasında aksiyoner olarak yer alır, salt düşüncelerle, kalem ile aktarmaz, yetiştirmez, önderlik etmekle kalmaz. Olmasını istediği ne varsa, onu yapmak için harekete geçer. Bu yüzdendir ki fikrini aksiyona çeviren nadir kişilerdendir.
Kölelikten Efendiliğe kitabını Hicri Takviminin 1400 yılında İslâm âlemine yazmıştır. İçinde devlet reislerine yazılmış mektuplar da bulunur. Bu küçük risâle bir kılavuz niteliği taşır. Siyâsetten arınmış, onun mazgalından bakmayan, ilim ve îmanı hareket noktası kabul eden bir İslâm Birliği ister.
Kölelikten Efendiliğe kitabı Müslüman milletleri Îl’â-yi Kelimetullah’a davettir. Yazmış olduğu bu risâleyi, fantezi ve hevese kapılarak aceleyle yazmadığını, İslâm âleminin içinde bulunduğu horlanış ve ıztırabın gün yüzüne çıkmasını istemiştir. Ve çamura saplanmış bir halde uyuyakalan Müslümanların uyanıp çamurdan çıkması için yazmıştır. Bu mektuplara gelecek olan eleştirilere, özellikle kim oluyor da yazıyor diyenlere kendisinin cevabı nettir. “
Müslüman Türk Kadınıdır” .
Bozkurt ana olan Sâmiha Ayverdi, bu risâlede dikkati başka bir yere çeker. Batı dünyası, bâtıl inanışlarını, yakıştırma naslarını kendi hüviyetine ait ne varsa her zaman diri tutarak, şâşalı kutlamalar yaparak kitleleri etkilemeyi başararak, onları her dâim Doğu dünyasına özellikle Müslüman Türk’e karşı ayakta tutmayı başarmıştır. Peki, Müslüman Türk ve Tüm İslâm âlemi ne kadar uyanıktır? Ve kendisine hain tuzaklar kuranlar karşında ne yapmaktadır? Bunların cevabını da yine kendisi verir. Hicrî takvim kutlamalarının da yaptığı bu mektuplar bir öncülük örneğidir ve önemli günler içinde geçerliliğini de korur. Yine aynı şekilde eski güzel âdetlerimizi yaşatmak için harekete geçer. Ad koyma, çocuk iftarı (
1957 yılında ilk kez kendileri yeniden bu âdeti başlatmıştır.) âmin alayı, semâ çıkarması; usulüne uygun şekilde semâzenlik öğrenme konusunda yine öncü kişidir. O her dâim Müslüman Türk’ün derûnî ve ledunnî kıymetlerini ayakta tutmayı kendisine vâzife bilmiştir. Bu mevzûlarda uyarıcılığını her platformda sürdürmüştür. İşte O, dağılmış İslâm âleminin kenetlenmesi gerektiğini bunu yapacak olanların da gönülleri kararmamış, îman ateşiyle yanıp tutuşmuş, vatan ve millet aşkıyla dolu, şuurlu, şahsî ihtirastan uzak, siyâsî kaygı gütmeyen devlet adamları, bürokratlar, münevverler ve âlimler tarafından olacaktır.
Koca
Mehmet Akif Ersoy,
“Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.”
Mısrâsındaki, îmanı ve vatanı için her şeyden vazgeçmiş olan Türk’ün son devirlerde, bu ihtişamlı târihî vazîfesinden, Allah’ın Türk milletine bahşetmiş olduğu İslâm’ın sancaktarlığından ayağının kaymış olduğunu, Îl’a’yi kelimetullah gāyesinden uzaklaştığını üzülerek bizlere söyler.
Kölelikten Efendiliğe'de, tüm İslam âlemini dâvet eder. Kültür emperyalizmi ve ithal düşüncelerle Türk’ün ve tüm İslâm âleminin, diş bileyen düşmanlar tarafından boğazına takılmış köle zincirlerinden kurtulması gerektiğini, sadece Anadolu’ya değil tüm dünyaya haykırmıştır.
Mensubu olmaktan Allah’a hamd ettiği Türk milletine ise, siyâsî ve medeniyetin belkemiği olan, Osmanlı, Selçuklu Devletlerinin sırrını iki kelimeyle açıklar. Tevhide dayalı devletçilik anlayışı.
Sâmiha Ayverdi için İslam, dünyanın direğidir. Onun için Müslüman dünyasının uyanışı kâinatın salahıdır. Müslümanın gaflet uykusunda gördüğü rüyalar kâinatın kargaşalığının ve fesadının işaretidir.
“
Misyonerlik karşısında Türkiye” kitabında ise, Hristiyan dünyasının Müslüman ve Türklere bakış açısını, gāyelerini gözler önüne serer. Misyonerlerin kol gezdiği, Türk İslâm coğrafyasındaki faaliyetlerin amacı; Türk’ü Türk yapan aslî unsurdan yani İslâmdan uzaklaştırmak ve emperyalizme köle yapmaktır. Misyonerlere gönderdiği mektuplar onun tek başına açtığı mücadeleye şâhitlik eder. Her iki dünyayı birbiriyle kıyaslarken bizlere o kadim, ulvî değerlerimizin asıl kaynağının îmanımız olduğunu gösterir.
Bilge Kağan’ın “
Ey Türk titre ve kendine dön” sözünü 1400 yıl sonra postunu giymiş, yeniden diriltmiştir.
Batının sunduğu düşüncelere kapı açan, onları baş tacı eden her ferde uyarı yapmayı ihmal etmez.
“
Peygamberimizin kıyâmete kadar sürecek bir hak ve hakikat direktifi olan veda Hutbesi,632 senesinde söylendi. Gözlerini uyuşturarak gafletlerinden uyanmaya çalışan garplı devletlerin İnsan Hakları Beyannamesi ise, 1789’da yayımlandı. Görülüyor ki, haçlı garbın emekleyerek elde etmeye uğraştığı ferdî hürriyet ve istiklâl, İslâmiyet’in zuhuru ile beraber doğmuş; her geçtiği yere de tesirlerini beraber götürmüştür.” (
Misyonerlik Karşısında Türkiye)
Hangi millet olursa olsun din ve îmanı boş kalmış ise onun bu boşluğundan faydalanmasını bilen zümrelerin faaliyetleri alıp yürüyecektir. Sâmiha Ayverdi, gittikçe îman noktasından uzaklaşan Türk milletinin yürüdüğü yolda karşısına çıkıp yanlıştan dönmesi için uyarmıştır. Uyarmakla kalmamış, her doğanı kendi evlâdı gören bir anne olarak tek dişli canavarın karşısında sed olmuştur. Onun bu tür faaliyetlere verecek, heba edecek bir vatan evlâdı yoktur. Gençlere el uzatan, onların gönüllerini karartan her oluşumun karşısında durmuş, elini taşın değil ateşin içine sokmuştur. Ateşe atılmaktan, sindirilmekten korkmamıştır. Türk milletinin üstüne atılan lavları îman aşkıyla söndürmek için ön saflarda yer alan cihad eridir.
Kaybolan Anahtar,
Ne İdik Ne Olduk,
Dünden Bugüne Ne Kalmıştır,
Arkamızda Dönen Dolaplar,
Türk Rus Münasebetleri ve Muhabereleri,
Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, millî gāye ve hafızamızı canlandırmak, bizleri uyarmak üzere yazılmış eserlerdir.
Millî Kültür ve Meseleleri ve Maârif Davamız, öğretmen, bürokrat ve kültür insanlarının okuması zarûrî olan rehber kitaplarının arasında saymak yeridir. Burada ele aldığı konular kanayan her yaramızın merhemini anlattığı gibi medeniyeti nasıl kuracağımızı da tek tek açıklar. Ona göre, aydınlarımızın temel sorunlarından birisinin millî hafızadan, gāyeden ve kendi değerlerinden uzaklaştıran düşüncelere kapılıp gitmesidir. Sâmiha Ayverdi’ye göre, aydınlarımız, fikir dünyasının millî maârif süzgecinden geçmeden, batı menşeli her değere yatkın ruh haleti içinde olduklarına, halkın batıya kuşkuya bakmasına rağmen münevverlerin ona koşmakta, özbenliğinden kaçmaktadır. Kaybolan Anahtar kitabında bu düşüncelerini rastlarız. Halk ve münevver arasındaki bağın kopuk oluş nedenlerin başında, kendini araç olarak gören bürokrat ve siyasîlere güvenmemesi, aydınlarımızın Türk irfan ve îmanını yıkmak, küçük düşürmek isteyenlerle kol kola olması neticesi kafalarına bu tohumların ekilmesidir. Bunun sonucunda da halkın inanç ve töresinden uzak yaşayışı vardır. Bir diğer etken ise, devletin her dâim bu hâkim zümre aydınların saflarında yer alması, onu devletine olan güvenini de sarsmıştır. Sâmiha Ayverdi halkın tek güvendiği zümrenin din adamları olduğunu söyler. İşte Halk ve münevver arasındaki düğümü çözüp birleştirecek olan din adamlarıdır. Bu önemli zümreyi cehâlete teslim edilmemesi, bilgi ve irfandan uzak tutan merdiven altı din tüccarların elinden kurtarılması elzemdir. Bilgi ve irfan sofralarında yetişen, memleket aşkıyla dolu, ilerici bir rûh ve kafa yapısına sahip mücâhit ruhlu münevver din adamlarının yetişmesi mühim bir konudur. Çünkü vatanperver, ilerici münevver hocalar kütleyi dış saldırılara karşı uyaracak en önemli kuvvettir. (Bknz, Millî Kültür Meseleleri ve Maârif Davamız).
“
Hatta ve belki köyden de evvel, gafletlere bürünmüş ve târihi gerçeklere sırt çevirmiş şehirli münevveri uyandırmak îcap etmektedir. Zîra münevveri câhil olan bir memleket, düşman orduları ile yaka yakaya cenk eden herhangi bir memleketten daha büyük tehlikelere mâruzdur.” (
Millî Kültür Meseleleri ve Maârif Davamız)
Bozkurt ananın rehberliğinde, Türk milletinin millî şuuru nasıl inşa edilecektir?
Medeniyet ve millî şuur inşâsında, sanat’a çok mühim bir vazîfe verir. Sağa hizmet eden sanatçıların, saz şairlerinin âşıklarının en ücra köylere giderek cer hocaları gibi “Millî şuuru “ oluşturmaları gerektiğini söyler. Sivil toplum Kuruluşları kurarak Türk sanatının yaşaması sağlanmalıdır. Bizâtihi kendisi birçok dernek ve vâkfın kurulmasına öncülük etmiştir.
Sadece münevver din adamları ve sanatkârlara da iş düşmez, gençlere de aynı şekilde vazife vermiştir. Sol görüşlerin misyonlarına karşı şuurlu, münevver ve vatanperver gençlerden oluşan ekiplerin, vatan aşkıyla bunların karşıların da saf tutması gerektiğini, mücâdele vermesi gerektiğini söyler. Yanında yetiştirdiği birçok talebesi onun bu sözlerinden hareket ederek vatanın her ücra köşesine gönüllü olarak gider.
Göründüğü gibi sadece tetkik değil Türk milletine de tedavisini sunan biridir. O bu görüşlerini, insanda da tatbik etmiş, bugün Türk kültürünü, irfanını yaşatan, hareket noktası îmanı olan, vatan aşkını kendisine vird edinmiş münevverler, bürokratlar, doktorlar vs yetiştirmiştir.
Evet, o neden “
Bozkurt Anadır?” denildiğinde, Oğuz Kağan’ın karşısına çıkıp beni takip et diyen, ona yol yordamı gösteren Gökbörü’nün yaptığını yapmamışta ne yapmıştır? O, Hani Gök Börü nerede? diyen evlâdlarına “buradayım” demiş, onun sıkışıp kaldığı, gerek gönül dağını gerek dış yurdunu ithal düşünce işgalinden kurtarmak için eritmiştir. Türk’e bilgelik eden öncülerden olmuştur.
Türk milleti ve Müslümanlık için kendini adayan bu aziz insan , usanmayacağımız, her dem doğan, yaşayanlardan olmuştur. O ezel anasının doğurduğu ulû kişilerdendir.
İşte Bozkurt Ana, vatan ana, alperen ana… Anne olan Sâmiha Ayverdi, kendisine kimsin sen? Diyenlere şöyle seslenmiştir.
“
Kim olduğumu söyledim. Müslüman ve Türk’üm elhamdüllah. Sıfatımın da sıfatszılık olduğunu tekrar edebiliri. Esâsen cesaretim de, yokluğun verdiği bu huzurlu varlıktan ileri gelmektedir vesselâm.”
Elçin Ödemiş
x.com/elindemis