Saat ustalarında ve terzilerde rastladığımız bir hâl vardır. Onlar, sürecin talebeleridir. Dükkâna giren kimseyi doğrudan müşteri gibi görmeyen, kendisine teslim edilen malzemeyi bir tecelli olarak kabul eden, istenenle verilebilecek olan arasındaki dengeyi kısa sürede kurabilecek idraki olan kimselerdir bunlar. Hâlâ varlar, burası bir gerçek. İlle de hepsini sanki bir ârif gibi kabul etmeyebiliriz, bu da bir gerçek. Her şeye rağmen yaşama katılma aşkı, sessizliğin haşyeti, varoluşun nur ve zulmet arasındaki sancıları bazı kimselerde cem oluyor ve ortaya ârifleri hatırlatan bir karakter çıkıveriyor. Belki de biz böyle kabul etmek istiyoruz. Gözlerimiz, sakladığı bu isteği kahvehane köşelerine de çevirebiliyor kimi zaman. Oradan da bir ârif çıkıverir elbet diye düşünüyoruz, zannediyoruz.
Mihail Nuayme, 19. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte Amerika’ya göç eden Araplarca geliştirilen mehcer edebiyatının (edebü’l-mehcer) en önemli isimlerinden biri. Hayatına kısaca göz atıldığında zahirde ve batında göçle meşgul olduğu apaçık. Çocukluğunu geride bırakırken meşguliyet sahasını varlık ve yokluk sorunları, insanın metafizik gerilimi ve nihayet vahdet-i vücud sistemi oluşturmuş. Böylece mizacını da görebiliyoruz: kendi iç dünyasıyla meşgul, dış dünyaya karşı sessiz. Bu tip bir mizacın yegâne mesaisi Allah-âlem-insan meselesi üzerinedir şüphesiz. İşte böylesi bir mesai neticesinde ortaya çıkan kitaplarından biri de Kendini Arayan Adam. Yazıya başlarken gözlerimizi zaman zaman “acaba oralardan bir ârif çıkar mı?” diye çevirdiğimiz kahvehane köşelerinden bahsetmiştim. Arkaş’ın hikâyesi bu soruya bir cevap olarak doğuyor. Mihail Nuayme kendi iç yolculuğunu ve sorgulamalarını Arkaş üzerinden sunuyor okura. Okurun kitabın başından itibaren yazarı da karakteri de unutup kendini hikâyenin merkezine oturtması hiç de şaşırtıcı olmuyor. Tıpkı bazı romanlarda, filmlerde ve şarkılarda olduğu gibi: anlatılan “bazılarımızın” hikâyesi.
Arkaş, New York’taki bir Arap kahvehanesinde çalışıyor. İlk başta hayata küsmüşçesine sessiz, alıngan ve kırılgan bir karaktere sahipmiş gibi insanlardan uzak, kopkoyu bir yalnızlığı hırka diye giymiş biri. İşi gereğince insanlarla ne kadar iç içeyse, tabiatı gereği de o kadar uzak. Bu uzaklık bize bir kendini beğenme olarak yansımıyor. Aksine, sufilerin her şeyin sadece çalışmayla olmayacağını anlatmak için kullandıkları “bidayeti parlak olanın nihayeti de parlak olur” sözünü hatırlatıyor. Ona doğuştan verilen bu iç hazine, aslında bütün insanlığın taşıdığı bir hazine. Sandığın kapağını açmak için gerekli olanlar tasavvuf tarihi boyunca kavramlaşmış meseleler üstelik: aşk, sükûnet, hüzün. Sufilerin düşünceyi daima varlık âleminin zirvesine çevirmeleri, her şeyin geçici oluşunu idrak etmeye özellikle çaba göstermeleri, daima “gözetilen” bir konumda olduğunu unutmama gayretleri, davranışlarını her zaman ve aksatmadan kul süzgecinden geçirmeleri… Arkaş’ın hikâyesinde tüm bunları en doğal biçimde görüyoruz. O, susmanın tadını çok erken denebilecek yaşlarda almış ve kavramış, hilenin ve yalanın olmadığı bu diyardan kendine en büyük yoldaş olarak da sabrı seçmiş. Gökyüzünden, topraktan, yaşamdan bir anlam çıkacaksa eğer, bunun ancak sessizlikle, derin düşünceyle olacağını bilmiş. Bu bilgi onu evvela kendine, saniyen Hakk’ı bilmeye götürüyor: “Çok konuşmak fikri dağıtır. İnsanlar sessizlikten ve düşünmekten kaçarlar. Bu durumda Allah’ı nasıl idrak edecekler? Allah’ın adını derin düşünme ve sessizlik içinde idrak etmeden, içlerinde onu bulamadan ananlar, ancak isimsiz bir şeye seslenmiş olurlar.”
Sessizlik bahsinin içini farklı kavramlarla dolduruyor Arkaş. Böylece miskinliğe ve keşişliğe davetiye çıkarmadan, derviş olmadan ama dervişmeşrep olarak bir yaşam öneriyor. Bu yaşamda alışveriş bir tuzak, aldığını vermek ise bir kurtuluş anahtarı. Başkasını kınamak musibetin kendisi, kendini kınamak hakikat bilgisi. Âlemde ve insan vücudunda her şeyin mükemmel, yani merkezinde olduğunu görememek büyük cehalet. Sürekli başkalarıyla itişip kakışmak, her şeyden şikâyet etmek, arzulara boyun eğmek nefsin yakıtları. Arkaş’a göre tüm bunları takva sahibi gibi ortalıkta boy gösterenler üzerinde görmek de yeni zamanların bir garabeti: “Bu dünyada takva sahibi olduklarını iddia edip başlarına bir musibet geldiği vakit, ‘O, Allah’ın bir sınamasıdır’ diyenler de var. Oysa bütün insanlar gibi onlar da Allah’ın sınamacı değil de öğretici olduğunu unutmuşlardır. O, ancak sınamanın neticesini bilmeyenleri sınar.”
Arkaş, Allah’ın bazen elemle bazen lütufla bazen de mahrum bırakarak irşad ettiğini fısıldıyor. Hakk katında sevilen, sevilmeyen, iyi, kötü, güzel, çirkin gibi bir sınıflandırma yok. Ehil ya da ehil olmayan, asil ya da asil olmayan yok. Dolayısıyla Hakk’ın ‘her an yeni bir işte’ oluşu, insan hayatında farklı anlatım biçimleriyle yer alıyor. Tecellide örnekler, çeşitler, zamanlar ve mekanlar sonsuz. Bilgi basamaklarını yavaş yavaş tırmanmak için bu sonsuzluk bilincini edeple, şükürle, sabırla ve en önemlisi de sessizlikle süslemek gerekiyor. Süs demişken, konuşmanın bütün niyetleri gölgelediğinin farkında Arkaş. Bütün güzel ve iyi niyetlerin ifadesizlikte kıymet kazandığını söylüyor. Bu da Fahr-i Kâinat Efendimizin “Allah sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. Ama o sizin kalplerinize ve işlerinize bakar” hadis-i şerifini akıllara getiriyor. Arkaş, tüm bu hâliyle insanlar içinde nasıl mevki alıyor? Hiçbir mevkiye göz koymuyor. Melami gibi bir tavır takınıyor, melametten bahis açmadan. Sadece çalıştığı kahvehanede değil, başına her ne gelirse gelsin düşünceyi bir omzuna, sessizliği diğer omzuna konduruyor. Haksızlığa, çaresizliğe ve hatta zulme uğradığı zamanlarda bile. Bunlar da akla başka bir hadis-i şerifi getiriyor: "Haklı olduğu hâlde münakaşayı terk eden kimsenin cennetine kefilim."
Arkaş, hayatı kendi akışında kabul etmenin ardındaki sırrı da paylaşıyor bizlerle. Bu sırrın içinde hüznün ve mutluluğun geçiciliği var, üzülmenin ve sevilmenin sabit kalmayacağı gerçeği var. O, hayatı bütünüyle kabul etmenin insana huzur getireceğini, bu huzurla yaşamanın tüm kavgalardan, yarışlardan, nefs oyunlarından insanı koruyacağını söylüyor. Zaten Arkaş’ın en ârif yanı da bu. İdrak ettiklerini kendine saklamıyor, herkese açıyor. Bizi Fettah ve Rezzak isimlerini yeniden düşünmeye çağırıyor böylece. İnsana, kendi azizliğini fısıldıyor: “Büyük bir kral, ülkeyi ziyarete gelmişti. Biraz sonra da konvoyuyla oradan geçecekti. İşte bütün mesele buydu. İnsanları bir an bile olsa bir kralı görmek için evlerinden çıkaran, hayatlarının akışını durduran buydu. Oysa onların her biri birer kral değil miydi? İlahi tacı başlarının üstünde, ilahi izleri bedenlerinde, ilahi sırları kalplerinde ve içlerinde taşıyan onlar değil miydi? Bir kralı, kahramanı, pehlivanı seyretmeden önce, gece gündüz kendilerini seyretmeleri daha uygun değil miydi? Fakat bu akıllarına bile gelmez.”
Arkaş’ın Günlüğü’nü bitirirken, kişinin kendi kıyametini koparmasına tanıklık ediyoruz. Hemen akabinde Nuayme’nin Arkaş’a yazdığı bir mektup var, kendisine yazdığı bir mektup gibi. Nuayme’nin tercümanı olan Arkaş, kitap bittikten sonra bizim de “uzağımızdaki yakın” oluveriyor. Onun aşka, sessizliğe, varoluşa yaktığı ağıtı kırık bir tebessümle kabul ediyoruz. Kitabı rafa yerleştirirken kendi kendimize söylüyoruz: “Ey olgunluk! Tökezleyişlerimi başıma kakma!”
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder