27 Aralık 2023 Çarşamba

Alman-Yahudi oryantalizminde Kur'an'a bakış

Yahudi ve Hıristiyan din alimleri yüzyıllar boyunca İslam aleyhinde çalışmalar yürütürken Hz. Muhammed’i ve Kuran’ı Kerim’i başat mesele olarak ele almışlardır. Onlar çalışmalarında İslam’ın uydurma bir din olduğunu iddia etmeye çalışmışlar, bunu yaparken de Kuran’ı, Hz. Muhammed’in yazdığı bir kitap olarak doğal olarak da vahye dayalı olmayan bir kitap olarak sunmaya, göstermeye gayret etmişlerdir.

İşte Oryantalizm ve Kuran, Necmettin Salih Ekiz’in titiz, hassas ve muazzam bir araştırması. Yüksek Lisans tezi olduğunu düşününce doğrusu insan Necmettin Salih Ekiz’in doktora çalışmasının ne denli büyüleyici olacağını düşünmeden edemiyor. Ekiz çalışmasında temele Yahudi din alimi Abraham Geiger’i ve onun Yahudi köken iddiasını oturtuyor fakat öncesinde Rasulullah (sav) zamanından itibaren İslam aleyhindeki iddiaları, çalışmaları tek tek önümüze seriyor. Geiger’in çalışmasını ve iddiasını sunduktan sonra onun tüm iddialarına cevap veriyor. Oryantalizm ve Kuran kapsayıcılığı ile muhtemelen bundan sonra asla seviyesinde bir eserin çıkamayacağı kadar orijinal ve yetkin bir çalışma.

Rasulullah’ın (sav) yaşadığı zamanda Yahudilerle ve Hıristiyanlarla arasında birtakım diyalogların geçtiğini biliyoruz. Nitekim Kuran’da da bu diyaloglara değinilir. Aslında Kuran’ın ilahi bir kitap olmadığı iddiası, Kuran’ın iniş döneminde kendini göstermiştir. Sonrasında da çalışmalar hep ivme artırılarak devam ettirilmiştir. Ekiz’in çalışmasında Geiger’i başa koymasının nedeni bu alanda ilk sistemli ve akademik tezin Abraham Geiger’e ait olması. Ayrıca yine Ekiz’den öğreniyoruz ki Geiger çalışmasını ortaya sürerken aslında karşısına aldığı din İslam değil, Hıristiyanlık idi. O İslam ile Yahudiliğin benzerliğini anlatırken Hıristiyanlığın teslis gibi düşünceleri bünyesinde barındırması sebebiyle asıl tehlikeli olan inanaca işaret etmiş oluyordu. İslam, Geiger için tehlike arz etmiyordu çünkü İslam, Hz. Muhammed’in Yahudilikten aldıklarıyla şekillenmişti, dolayısıyla da esas din olan Yahudiliğe yakındı. Hıristiyanlık ise tevhid inancını saptırmıştı.

Geiger’e göre Yahudilikteki güç ve bilgi Hz. Muhammed’i etkilemişti ve Hz. Muhammed, Yahudilerle gerçekleştirdiği sohbetlerden şifahi olarak Yahudiliği öğrenmiş, bazen doğrudan alarak bazen de küçük değişikliklerle Kuran’a eklemiş ve kendine yeni bir din oluşturmuştu. Geiger’in ilk tezi, Kuran’ın özgün ve vahye dayalı bir kitap olmaması olduğu için o bütün düşüncelerini ve iddialarını buna yarayacak şekilde geliştirmişti. Hz. Muhammed şifahi olarak öğrenmişti çünkü Kuran’da kıssalar düzensizdi, tarihi olarak hatalar barındırıyordu, eğer yazılı kaynaklardan öğrenseydi Kuran hatalar barındıran bir eser olmazdı.

Geiger çalışmasında tek tek Hz. Muhammed’in Yahudilikten neleri aldığını yazıyor, anlatıyor. Örneğin Geiger’e göre Tâbût kelimesi Arapça olamaz. Çünkü ona göre Arapça’da “ût” şeklinde hiçbir kelime yoktur. Bu İbranice’ye ait bir özelliktir, dolayısıyla Hz. Muhammed bu kelimeyi İbranice’den almıştır. Yine tevhid inancı da Geiger’e göre kesinlikle Yahudilikten alınmıştır. Delili de Hz. Muhammed’in yaşadığı ve İslam’ı tebliğ ettiği dönemde Yahudilikten başka tevhid inancına sahip bir dinin olmamasıdır. Hıristiyanlıkta da belli bir tevhid inancı vardı elbet ama Geiger’e göre Hıristiyanlık da tevhid inancını Yahudilikten almıştı.

Cennet ve cehennem, insanların organlarının mahşer günü hesap vereceği, Allah’tan başka tapılan şeylerin onlara tapanlarla birlikte azap göreceği gibi inançlar kesinlikle Yahudilikten alınmıştır. Yine Geiger, Yahudi kaynaklarında geçen “Herkes anne ve babasına hürmet etsin, ancak benim Şabat günüm hepinizin üstündedir” ifadesi ile Kuran’da geçen “Biz insana, ana babasına iyi davranmasını tavsiye ettik. Eğer onlar, seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme” ayetini karşılaştırmış, benzerlikten dolayı ayetin Yahudi kaynaklarından alındığını iddia etmiştir. Bu örnek önemlidir çünkü Geiger’in tezini temellendirirken nasıl bir düşünce altyapısına, nasıl bir reflekse, nasıl bir yönteme sahip olduğunu en iyi gösteren örnektir.

Dünya sahnesi her zaman tarafların çekişmesine şahit olmuştur. Kişi sadece kendi bulunduğu tarafı bilmekle yetinirse, çekişmede isabetli davranamaz. Onun bir tarafta bulunması, karşı tarafın mahiyeti ile doğrudan alakalıdır. Peygamberimiz (sav) müşrikler sakallarını kestiğinde, kendi sakallarını kesmez ve uzatırdı. Karşı tarafa görünüş olarak dahi benzememeyi telkin ederdi. Bu da en basitinden karşı tarafın gözlenmesinin, tanınmasının önemini gözler önüne sermektedir. Oryantalizm karşı tarafın en güçlü silahlarından birisidir. Çünkü oryantalistler, az önce bahsettiğimiz tanıma rolüne soyunmuş kişilerdir, İslam’ı tanımışlar fakat tanıdıkları gibi sunmamışlar, kendi istedikleri gibi sunmuşlar, böylece mücadeleye farklı bir hamle getirmişlerdir.

Kuran’ın askeri olmak için sadece Kuran’ı bilmek ve tutmak yetmeyecektir. Kuran düşmanlarının Kuran’a yaklaşımlarını ve Kuran’ı nasıl sunmaya çalıştıklarını bilmek, en az Kuran’ı bilmek kadar önemlidir. Savaşta taraflar hamlelerini, birbirlerinin hamlelerine göre belirlerler. Satranç oynamak gibidir. Rakip oyuncunun hamlesini doğru kestiremeyen yanlış hamle yapacaktır ve sonunda da mat olmaktan kurtulamayacaktır.

İşte Necmettin Salih Ekiz, biz Müslümanlara rakip takımın hamlelerini ifşa ederek nasıl hamle yapmamız gerektiğini gösteriyor.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

26 Aralık 2023 Salı

Bilmem bu yol nereye çıkar

“Yürü yürü yürü, yollar senindir…”

Yürümek eyleme geçmektir. Durağanlığı, sıradanlığı bırakıp kendine bir yol çizmek ve adımlarını belli bir ritimde tutmaktır. İstikrardır yürümek. Bir menzile varmak niyeti olsun ya da olmasın hayatı yavaşlatıp, işleri düzene koymaktır. Aklı selim, ruhu dingin kılmaktır.

İnsan yürürken aradığı duyguya yaklaşır. Öfkeliyse sakinleşir, halsizse canlanır, kırgınsa kabullenir. Bu yönüyle ücretsiz bir terapi niteliğindedir her yürüyüş…

Henry David Thoreau'nun Yürümek adlı kitabı, yürüyüşü fiziksel bir eylemden ziyade içsel bir yolculuk ve hatta sanat olarak nitelendiriyor. Birbirini tamamlayan üç denemeden oluşuyor. “Yürümek”, “Bir Kış Yürüyüşü”, “Gece ve Ay Işığı”. İlk denemede bir rota oluşturmadan çıkmayı, iç güdülerin insanı ihtiyacı olan yere götüreceğinden bahsederek konuyu doğa yürüyüşlerine getiriyor. Ve şöyle söylüyor; “…tabiatın bir sahibi yok ve dolayısıyla yürüyüşçü de göreli özgürlüğün tadını çıkarabilir. Ancak muhtemelen, öyle günler gelecek ki doğa, üç beş seçkinin ayrıcalıklı vakit geçirebileceği sözüm ona keyif alanlarına bölünecek; çitler artacak ve insanları umumi yollara hapsedecek başka mekanizmalar geliştirilecek, sonra bir de bakmışız ki Tanrı’nın toprakları üzerinde yürümek beyefendilerin hanelerini işgal etmek anlamına gelmiş. Halbuki bir şeyden münhasıran keyif almak demek, kendini asıl hazdan mahrum bırakmak demektir. O halde kötü günler henüz gelmemişken elimizdeki olanakları değerlendirelim.

Yürüyüş insana farklı perspektifler kazandırması açısından da mühim. Kainatla insan ikiz kardeştir denir. Öyleyse her yürüyüş kendini tanıma yolunda birer eşik diyebiliriz. Yürürken göğe bakarız ve düşüncemiz berraklaşır. Denize bakarız derinleşiriz. Adımlarımız bir ormana vardığında kalbimiz aradığı sükunu bulur. Her nimetin şükrü kendi cinsindendir. Hayata ne gözle bakıyorsak onu gördüğümüz aşikâr. Yürüyüşün sağlığımıza, gözümüze ve gönlümüze hitap ettiğini fark ettiğimiz andan itibaren sanıyorum ki her adım bir şükür mahiyeti kazanır. Aynı zamanda yazarın dediği üzre doğanın tadına da varabiliriz. Modern zaman dilinde “farkındalık” denilen şey aslında burada bahsettiğimiz ve kadim kültürümüzün de bir parçası olan “halk içinde Hakla olma” halidir. Elbette kitap bu minvalde anlatmıyor yürüyüşü, ama okuduklarımız da dahil değil mi hayata nasıl bakıyorsak öyle anlaşılmaya? “Ormana, kırlara ve tahılın büyüyüp serpildiği geceye inanıyorum.” diyor yazar. Bu ifadeyi aslında tüm kitabı özetleyen cümle olarak tanımlayabiliriz. Devamında ekliyor ve içsel bir bakışla bakıldığında neler görülebileceğini şöyle ifade ediyor: “İnsanın tarlası nasıl gübreye muhtaçsa, sağlığı için de kırlar, çayırlar bir ihtiyaçtır. Onu besleyecek güçlü besinler oradadır. Bir kasabayı koruyan, içinde yaşayan erdemli insanlardan ziyade onu çevreleyen ormanlar ve bataklıklardır. Bir kasabanın topraklarının üstünde yabani bir orman dalga dalga salınıp altında başka bir yabani orman çürüyorsa, o topraklarda sadece mısır ve patates değil gelecek çağların şairleri ve filozofları da yetişir.

Kitap yürümeyi sadece anlatmıyor, yaşatıyor da. Yazarla birlikte ormanın derinine giriyor, göl kenarında kuşları dinliyor güneşin doğuşu yahut batışında gözümüzü alan ışık satırlardan gelip bizi yakalıyor. Betimlemeler, insanı “ben yeterince yürüyor muyum?” ya da “yürüdüğümde etrafımdaki güzellikleri böyle görebiliyor muyum?” diye kendini sorgulatacak kadar güzel. Misal vermek gerekirse; “İşte bir tanesi, kuru bir kayın yaprağı demin çakıl taşının birine takılmış, kurtulmaya çalışıyor; her şeye yeniden başlamak ister gibi bir hali var. Bana kalırsa yetenekli bir mühendis bu yaprağın, dalından düştükten sonra izlediği rotayı çizebilmeli. Bu hesaplama için gerekli tüm unsurlar hazır. Mevcut pozisyonu, rüzgârın yönü, göletin su seviyesi ve daha bir sürü şey verilidir. Yara bere içindeki kenarlarında ve damarlarında seyir defteri yazılıdır.” Ya da “Güneş şehirlerde israf ettiği ihtişamını ve ışıltısını yanına alarak, bu kez tek bir evin bile görülmediği, gözlerden ırak bir çayırın üzerinde, belki de daha önce hiç olmadığı kadar güzel batıyordu.” Biz şehirlerde her gün başka bir güzellikle doğan ve batan güneşin farkında bile olmuyoruz çoğu zaman.

Yazar üç denemede de doğayı bir öğretmen tasavvurunda anlatıp, yürümenin o öğretmenden alınabilecek güzelliklerini detaylı ve insanı yürümeye şevklendirecek şekilde anlatıyor. Kış sabahına uyandıran satırlardan, ormanın içinden donmuş nehirlere götüren satırlara, gecenin sessizliğinde yürümenin dinginliğinden, doğanın seslerinden onun dilini anlamaya, muhtelif güzellikleri yürümeyi ihmal etmekle kaybettiğimiz ne varsa kapital dünyadan kopamayan bizlerin gözüne sokuyor tabiri caizse. Doğa aktivisti olarak tanınan yazar, “medeni” dünyanın aksine doğadan kopmuş olmanın kaybettirdiklerine dikkat çekip, kendi deyimiyle “ilkel çağın saflığına” çağırıyor kalemiyle.

Okurken de bitirdikten sonra da kendi muhayyilemde doğaya ne kadar yabancı olduğumu fark ettirdi. Yürüyüş hayatımın parçası olsa da asfaltta yürümeyi kitapta kokusunu duyduğum ormanda yürümeyle elbette karşılaştıramam. Toprakla yakın temas kurmak, belki de kendisinden yaratıldığımızdan, zihni de kalbi de dinginleştirip ehlîleştiriyor. Aklı selim ve kalbi selim insanların doğayla bağını koparmamış insanlar olması tesadüf değil yani. Modern zamanın düzeninde kaybettiğimiz çoğu şeyin doğayla aramıza giren yollar olduğu konusunda bu kitaptan sonra şüphem kalmadı.

Kitap yürümenin felsefesini yürümeye güzelleme şeklinde kaleme alındığından okuma lezzeti yüksek. Sayfa sayısı az fakat muhtevası zengin bir klasik diyebiliriz. Yazarın da alıntı yaptığı Ebu Musa’nın da dediği gibi; “Evde sakince oturmak göğün; dışarı çıkmaksa dünyanın kapısını aralar.

Sevdenur Yazıcı
twitter.com/yazicisevde

25 Aralık 2023 Pazartesi

Tanpınar romanlarında kadın

Nuran, Sabiha, Atiye, LeylaBu kadınların ortak bir özelliği var. O da hepsinin Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kaleminden dökülmüş olmaları. Onlar usta yazarın parıl parıl parlayan kadın karakterlerinden yalnızca dördü…

Onları tapınılacak birer varlık olarak betimleyen Tanpınar günlüklerinde “kadın nasıl da toprak gibi bereket dolu… kadın insan olmamalı” diyerek onları sadece kendi hayatında nereye konumlandıracağını anlatmakla kalmamış aynı zamanda romanlarında ne gibi roller atfedeceğinin de ipucunu vermiştir.

Tanpınar için kadın olağanüstü bir varlık ve haz öğesidir. Güzel, bakımlı, alımlı olmasının yanı sıra kültürlü ve entelektüeldir. Erkekler ise bu güzel kadınların aşklarını kazanarak var olmaya çalışır. Biraz daha derin inceleme yapıldığında bu “rüya gibi” tasvir edilen kadınların, erkeklerin sanatsal var oluşlarına hizmet ettikleri ve aslında ateş böceği gibi parlayıp söndükleri fark edilir.

Kadın karakterler genelde ya Atiye gibi başkasıyla evli ya Nuran gibi evliliği yeni bitmiş ya da Leyla gibi evliliğini bitirmek üzeredir. Erkeklerin ise çoğu evlilikten kaçar çünkü Tanpınar için de evlilik makûl bir olgu değildir. Ölümüne kadar Narmanlı Han’da tek başına yaşamış olan yazar bütün evli erkekleri mutsuz tasvir ederken, önemli olanın aşk ve estetizm olduğunu vurgular. Estetizm dediğimiz şey ise aşk ve sanatı kapsayan bir olgudur ki bu da yazara ölüm gerçeğine katlanma gücü veren yegane güdüdür.

Handan İnci’nin Orpheus’un Şarkısı isimli kitabında da bahsettiği üzere; Tanpınar romanlarında, erkek kadını görür, çarpılır ve sanatsal yaratımlara başlar. Yine ilginçtir ki bu dört kadın da terk edilir. Romandaki ipuçlarını takip ettiğimizde aşkı araç olarak kullandıktan sonra onu kasıtlı olarak bitirdiklerine şahit oluruz. Ortaya çıkan “acı” ise yazılmayı hak eden en önemli duygu olarak öne çıkar. Aşk biter, acı çekilmeye başlanır, acı sanata dönüşür. Sevilen kadın da erkeğin tahayyülünde var olmaya - ve hatta yaşamaya devam eder. Bir nevi Proust’un Albertine Kayıp vakasıdır bu…

Nuran bu karakterler içinde en baskını ve en olgun olanıdır. Huzur romanı boyunca çok az cümle sarf eder, güçlü ama sessizdir. Biz de Nuran’ı Mümtaz’ın kamerasından izlerken bir yandan da erkeğin çektiği ızdıraba şahit oluruz. Nuran perdelerin ardına çekildikçe o artık kadın değil Mümtaz’ın sevdiği kadındır. Çocuğuyla birlikte gündelik yaşamına devam eden Nuran, Mümtaz’ın gözünde bir ilah, bir Tanrıçadır. Onun için aşk ilahidir, cinsellik ibadet gibidir. Huzur romanında şöyle der. “Hakikatte Nuran’ın aşkı Mümtaz için bir nevi dindi. Mümtaz bu dinin tek abidi, mabedin en mukaddes yerine bekleyen ve ocağı daima uyanık tutan başrahibi, büyük mabudenin sırrın yerini bulması için insanlar içinden seçtiği fani idi.” Ve bir diğer sayfada devam eder “Daha o günden en büyük sırrı sadelikte olan kadına karşı içinde garip, her türlü duygunun üstünde bir tapınma hissi başladı. Onu bir kıt’a gibi yavaş yavaş keşfediyor ve ettikçe hayranlığı ve bu tapınma hissi değişiyordu”. Nuran asla sıradan bir roman karakteri değildir, o aynı zamanda şehirdir, İstanbul’dur. Tanpınar, 1953 yılında Paris’ten Adalet Cimcöz’e yazdığı bir mektupta “Dünyada iki hasretim vardı, biri Paris biri de güzel kadın. Burada ikisini de kaybettim” der. İşte bu mektubu yazan Mümtaz’ın ta kendisidir. İstanbul’u Nuran’da, Nuran’ı İstanbul’da bulan, şehir ve kadın özlemi çeken bir adamdır. İşte bu sebepten dolayı da kadın yüce bir mahluktur, estetiktir, güzeldir, göz zevkine hitap eder ve onu aşk mertebesine yükseltir. Der ki “Mümtaz için kadın güzelliğinin iki büyük şartı vardı: Biri İstanbullu olmak, öbürü de Boğaz’da yetişmek”. Nuran, Mevlevi ilahileri, Bektaşi nefeslerini, Doğu Türkülerini bilen hem alaturka hem de Boğaz’da yetişmiş olmasından mütevellit modern bir kadındır. Tanpınar’ın onun karşısına yerleştirdiği Emma ise değersiz ve basit bir kadındır çünkü Tanpınar ufuk açan, güçlü kadınları sever. Sabiha sahneye çıkar, Atiye musiki sever, Nuran’ın davudi sesi vardır. Leyla bu kadınların arasında biraz daha pervasız gözükse de Selim onun için şu cümleleri sarf eder "Leyla arkamda iken ne kadar mesut ve kuvvetliydim. Kendimi bir dev bile sanabilirdim."

Geçmiş Zaman Elbiseleri isimli öyküsünde betimlediği Alman Keti sarışın, mavi gözlüdür ve harikulade vücudunu sergileyecek dar tül elbiseler giyer, hazzı ve batıyı temsil eder, güneş gibi parıldar. İşte bu kadınlarda Tanpınar yaşayamadığı hayallerini saklamaktadır. Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde ise aşk hakkında şunları yazar “Ben aşktan daima kaçtım. Hiç sevmedim. Belki bir eksiğim oldu. Fakat rahatım. Aşkın kötü tarafı insanlara verdiği zevki eninde sonunda ödetmesidir. Hiçbir şey olmasa, bir insanın hayatına lüzumundan fazla girersiniz ki bundan daha korkunç bir şey olamaz”.

Kadınların bir diğer özelliği de erkekleri yenilgiye uğratmalarıdır. Marazi aşk yüzünden acı çeken erkekler aslında Tanpınar’ın yalnızlığını yansıtan bir ayna görevini görürler. Yazar, annesini erken yaşta kaybedişini bu kadınlar uğruna akıtılan gözyaşlarına gizlemiş olabilir. Psikanalitik okuma yapıldığında tüm bu imkansız aşklarda, sanatsal açlığında, var oluş sıkıntılarında, yalnızlığında, şiirlerinde ve tüm diğer eserlerinde annesini aradığını görebiliriz. Geçmiş özlemi, anne özlemi olarak yorumlanırken, ona ulaşamamanın verdiği acıyla kadınlara büyüklük ve yücelik atfetmiş bir yazarla karşı karşıya kalırız. Sevilen kadının aslında var olmayan kadın olması annesinin var olmayışıyla ilintili olabileceği gibi tahayyülde estetize edilmiş bir ırka duyulan hayranlık olarak da yorumlanabilir.

Tüm bu yorumlar eşliğinde rahatça şu kanıya varılabilir ki Tanpınar, Türk Edebiyatı’nda kadını, aşkı ve ıstırabı en iyi anlatan romancıdır.

İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz

23 Aralık 2023 Cumartesi

İnsan aradığı anlam kadardır

“Ölmeden önce ölmek için doğduktan sonra doğmak gerek.”

Kendini bilmeye başladığında arayışı da başlar insanın. Bir ayna ister kendine, bir nefes, sesinin yankısını duyacağı bir “öteki”. Önceleri ne kadar “ben” olmanın hevesinde olsa da arayışın yolları hep “biz” çıkışı verir. Öyledir çünkü; “İnsan insana gelmezse başka bir şey gelecektir muhakkak. Kıyamet? Büyük felaket? Dünyanın sonu? Bir şey gelecektir muhakkak.

Ana karakterimiz Yazar, muhitinden ve hatta kendinden bunalmış olmanın bahanesiyle yeni bir hikayenin peşine düşer “Doğmuşlar mahallesine”. Genel kanaate göre burası izbe ve tekinsiz diye nitelendirilse de Yazara göre insanların “biz” olmaya hala ve ısrarla devam ettikleri yerdir. Kendi muhiti olan “Birlik mahallesi” isminin aksine bir savaş meydanıdır Yazar için. Herkes aşırı önemlidir ve herkes aşırı yalnızdır. Birbirine değmeden yaşayan insanlar zümresi için oldukça ironik bir isimdir muhitinin ismi. Ayşegül Genç, benlik ve bizlik kavramlarını irdelediği romanda Yazara söylettiği şu sözle okuru kendi anlam dünyasını gözden geçirmeye de davet eder; “BENin ömrü en fazla yüzyıldır, BİZin ömrü birbirine ulanır.

Yazar karakterinin yolculuğuyla iki ayrı dünyanın aslında ne kadar aynı sorunlarla boğuştuğunu, arayışın, buluşun, bulamayışın, kayboluşun sosyal statüleri aşan ve herkesi eşitleyen problemler olduğunu nitelikli bir kalemden okuyoruz. Klasik roman metinleri gibi değil Doğmuşlar kitabı. Kısa, birbirinden bağımsız metinler gibi duran, okuyucuyu sürekli uyanık tutacak şekilde kaleme alınmış bir mizanpaja sahip. Yazarın kendi iç hesaplaşmaları ve sorgulamaları, okuru da kendi dünyasında yeni sorular ve cevaplar bulmaya yönlendiriyor usta bir dille. Arada ses kaydı olarak adlandırılan bölümler insanın kendi içindeki o susmayan ve birbiriyle çelişen diyalogları yalın ve gerçek bir şekilde yansıtmış.

Yazar Doğmuşlar Mahallesini, ilk anda gönlünü kaptırdığı Arzu’yu, Arzu’nun ve Abi Melek’in aşkını anlatmak istiyor. Herkes o mahalledeki kötülüğü ve suçu görürken o başka bir gözle bakmanın niyetinde. Yeni muhitteki dostu muhtar, aslında Yazarın ruhunun aç olduğunu, onu buraya getirenin ruhundaki o açlığı doyurmak hevesi olduğunu söylediğinde içten içe kendini aklamanın bir yolunu arasa da muhtarın haklı olduğunun farkındadır. İnsanın kendini bir başkasının sözleriyle bulması bir yandan tatlı gelse de diğer yandan çıplak ve savunmasız hissettirir. Ama yalan değildir muhtarın söylediği, ruhu açtır ve olanı olduğu gibi değil dolaylı şekilde anlatmak, kendisini de okuru da yorarken doyurur diye ümit etmektedir. Aslında tüm yolculuklar da bunun içindir, ruhunu doyurmak ister insan. Çünkü dünyaya sürgününden önceki yeri cennettir. Oradaki sonsuzluğun, oradaki nurun eksikliğini çekmektedir dünyada. Arayışı, adımları kendi içindeki o tamamlanmayan boşluğu kapatmak içindir. Genç, Yazar karakteri üzerinden okura kendi hakikatini de sorgulatır. Yazar bir hakikat yolcusu olarak nitelendirilemez belki direkt olarak, fakat her kayboluş bir hakikatin de izini sürmektir aynı zamanda. Genç şöyle ifade ediyor kitapta bu açmazı; “…var olmak ayrı, inanmak ayrı. Doğmuş olmak ayrı, yaşıyor olmak ayrı.

Yazar bu ayrımı idrak ettiğinden beri yaşamanın peşindedir. Yaşamak yaralanmaktır. İnsan yaşadığını hissetmenin bir yolunu bulmak ister. Ölmeden önce anlamlı bir hikaye inşa etmek, varım ve buradayım diyebilmek ister. Bunun için yaralanmayı göze almak lazımdır. Yazar kurmak istediği hikayenin kahramanı olmayı yakıştırır kendine için için. Doğmuşlar mahallesine yaptığı ziyaretler, oradaki yüzler, hayatlar, Yazarın mütemadiyen geçmişinden sahnelerle yüzleşmesine neleri aşıp nerelerde yalpaladığını görmesine vesile olur. İnsan tahmin etmeyeceği yüzlerde ve hayatlarda kendisinden parçalar bulduğunda, o güne kadar kurduğu anlam tasavvuru da sarsılır. Yazarın tamamlanacağını sandığı ve “öteki” gördüğü bu insanlara aşinalığı yüzleşmenin boyutunu da arttırır. Ve vardığı kanıyı şöyle ifade eder; “Bir hikayeyi koşarak, akarak, eserek anlatmak artık geride kaldı, çağımızda ancak düşerek parçalanarak anlatabiliriz.” Yazar artık ne kendi mahallesine aittir ne de Doğmuşlar mahallesine. Araftadır, kaybolmuştur.

Roman boyunca yazarın düşüşleri, kalkışları, yeniden başlama çabası, iki mahalle arasında ve kendi içinde büyüyen boşluk, aidiyet ve aşkın peşindeki derin sorgulamaları kitabın slogan cümlesi olan, epigraf olarak da seçtiğim cümleye götürüyor okuru; “Ölmeden önce ölmek için, doğduktan sonra doğmak gerek.” İnsanın kendini yeniden doğurması için önce öldürmesi gerek. Peki insan kendine kıyabilir, toz kondurabilir mi? Yazar ne kadar “bizi” aradığını söylese de her tökezlediğinde benliği öne çıkıp, ölüme direnen ve ötekileri suçlayan birine dönüşür. Böylelikle insanın uslanmaz yanına şahit oluruz. İnsan aradığı anlam kadardır aslında. Ve o anlama giden yol her zaman dikenli olacaktır.

Bir bütün olarak baktığımızda romanın alt metinleri yoğun ve yapıcı bir rahatsız edicilik söz konusu. Ayşegül Genç’in diğer kitaplarında da gördüğümüz iç sesler, hesaplaşmalar okuru aynalar nitelikte. Alışılmadık bir düzene sahip olsa da hikâye ve üslup bağlamında doyuran ve doğuran bir roman diyebiliriz. Birkaç alıntıyla bitirelim.

“Aşk iki insanın birbirini sürekli eksiltip tamamlaması demek. O zaman aşk da farklı değil. Sadece dostluk farklı. Dostlukta ne emir ne itaat ne eksiltme ne tamamlama var. İki insanı bir arada tutan bir giz var. Karşısındaki insanın iyiliğini güzelliğini kendisi için değil ‘onun kendisi için’ istemek var.”

“Varsın bize kötü desinler bizim niyetimiz iyi niyet ile tamam olmaktır.”

“İnsan sadece nefret ettiği güçlüyü değil alt edemediği güçsüzü de günah keçisi ilan eder.”

“Adil olana teşekkür edersen adilce, şefkatli olana teşekkür edersen müşfikçe, cömert olana teşekkür edersen cömertçe, aptallık edene teşekkür edersen aptalca bir iş yapmış olursun. Şükür anlamı anmak demek çünkü.”

“Sevmek, düzeltmek, haksızlıkları gidermek için bile neden insanın rızası gerekiyordu. İnsan aksaklıklar çıkmasın diye uğraşırken, neden her seferinde aksaklığın ta kendisi oluyordu.”

“İnsan son söyleyeceğini ilk söylediğinde yeni bir son söz icat etmesi gerekir.”

Sevdenur Yazıcı

21 Aralık 2023 Perşembe

Halk içinde Hakk ile yaşayanların mektupları

Halk İçre Bir Ayine, "Allah Dostlarından Mektuplar" alt başlığını taşıyor. Tarık Velioğlu, Peygamber Efendimiz’in (sav) bir mektubuyla derlemeyi başlatıyor, ehlullahın mektuplarını derliyor ve ortaya hikmet pınarı çıkıyor.

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde “Ümmetimin alimleri Ben-i İsrail’in peygamberleri gibidir” buyuruyor. Böyle olması, Rasulullah’ın marifeti temsil etmesinden ve Hakikat-ı Muhammediye olmasındandır. O, kapsayıcıdır. Diğer her nebi, geldiği kavmin derecesine göre vücut bulmuştur. Her arif alimdir ama her alim, arif değildir. Arifler, Peygamberimiz’in velayetinin takipçisidirler. Onlar, velayeti Peygamberimizden miras almışlar ve “Ben ilmin şehriyim” hadisi şerifinin sırrına ererek, marifet ilminin şehrine girmişlerdir. Marifet ilmine vakıf olduktan sonra da onlar artık Hakk ile Hakk olmanın zevkini tatmakla yaşamaktadırlar. Onlar nefislerini tahakkümleri altına almışlardır, benliklerinden soyutlanmışlardır, mutlak manada Allah’a teslim olmuşlar ve taklidi imandan tahkiki imana ulaşmışlardır. Kuran’ı Kerim’de belirtilen “yakin” mertebesine vasıl olmuşlardır. Allah’ın bir kudsi hadiste belirttiği “Kulum bana öyle yaklaşır ki ben onun gören gözü olurum, o benimle görür, ben onun işiten kulağı olurum o benimle işitir…” makamının sultanı olmuşlardır. Dolayısıyla onlardan işleyen Hakk’tır.

Onlar benliklerinden öylesine soyutlanmışlardır ki iradelerini dahi külli iradede eritmişlerdir. Sonucunda da kendi heva ve heveslerinden konuşamamışlardır, heva ve heves kalmamıştır onlarda. Böylece onların dilinden ilahi kelam sadır olmuştur. Onlar Hakk’ı anlatmış, Hakk’ı işaret etmiştir. Ariflerin sözlerini dinlemek, kişiyi Allah’a yaklaştırıcı bir vasıta işlevi görmüştür. Onların sözleri Kuran ve Sünnet kaynaklıdır, nasıl Allah’a yaklaştırıcı olmazlar ki? İşte o nedenle Halk İçre Bir Ayine bir kitaptan daha fazlası. Her sayfasında bir arifin marifet makamından sudur etmiş sözleri mevcut ve kalbimize işliyor. Arifler, Allah’ın kudsi hadisinde belirttiği “Yere göğe sığamadım, mümin kulumun kalbine sığdım” şeklinde buyurduğu hal üzere olduklarından onların sözleri doğrudan kalbe tesir eder. Onlar beşeri aklın tahakkümünden kurtulmuş, kalbî aklın esiridirler. Baş gözüyle görüntüyü görmenin ötesine geçmiş, kalp gözüyle görüntünün ardındaki tecelliye şahitlik etmişlerdir.

Eser böyle bir bilinç ile okunduğunda bir mürşidin önünde diz çöküp de talim etme işlevi görecektir. Nasıl görmesin ki barındırdığı her cümle doğrudan hakikat ağacının meyvesidir.

Örneğin Hasan Kabâdûz (ks) Hazretleri’nin kelamına kulak verelim ve işitelim:

Canınızı kendinizin bilmeyin, Hakk’ındır, Hakk’ın varlığındandır, belki varlığından değil, kendidir. Vücudunuza nazar edesiniz. Kendi vücudunuzdan gönlünüzü ayırmayasınız. Muhkem bekasını istediğiniz kimse kendi gönlünüzdedir. Kesrette ve vahdette kendi vücuduna bakıp hiç münfek olmayasınız, hep karındaşlar böyle edesiniz.

Hazret, dervişlerine kendilerine bakmalarını, gönüllerini kendilerinden ayırmamalarını tavsiye etmekte. Çünkü az önce bahsettiğimiz kudsi hadisin sırrına ermişlerden. Taşrada arayanın yanılacağını, Allah’ın onların gönüllerinde olduğunu belirtmekte. İnsan, dünyaya geldiğinde beşer kisvesine bürünür. Beşerlik, nefsi olmasındandır. Beşeri bilinci ve nefsi ile dünyevi arzuların, kaygıların avucundadır. Ve dünya ona perde olmuştur. Sadece dünya mı? Hayır. Beşeri bilinci de onun perdesidir. Perdeden sıyrılamayan için kalp sadece işlevsel bir organ hükmünde olacaktır. Gönle temas edenler, perdeden sıyrılanlardır. Perdeden azade olmuş aşıklar, gönüllerinde Hakk’ın sonsuz veshesini temaşa edeceklerdir. Vücudundan nazar etmekten kasıt, işte bu temaşa halidir. Mücahede makamının devamında müşahede makamı vardır. Müşahede makamı, bahsettiğimiz temaşanın gerçekleştiği makamdır. Oraya beşeri bilinç sahipleri ve nefis sahipleri giremeyecektir. Oraya girmenin yolu nefsine tahakküm etmekten geçer. Kişi beşeri bilinçten ve nefsinden sıyrıldığında benliğinden kurtulmuş olur. Benlik aradan kalktığında da geriye sadece Hakk kalır. Kesret, çokluk; vahdet, birliktir. Salik benliğinden kurtulup vahdete erecektir fakat halk içinde Hakk ile olacağından kesretten zahiren sıyrılamayacaktır. O zahirde kesret içinde olacak fakat manada vahdet denizinde yüzecektir.

İşte tüm bu nedenlerden dolayı Hüsâmeddin Ankaravî (ks) Hazretleri mektubunda şöyle diyor:

O sultanın zuhurunu kendi zuhurunuz zannetmeyesiniz. Elhasıl Hak gayreti ve erlik budur ki, Hakk’ın varlığını isbat edip, kendi varlığınızı ve Hakk’tan gayri ne varlık var ise, reddedip belki lanet edesiniz.” 

Zuhur, açığa çıkmaktır. Müşahede makamında açığa çıkan nur, temaşa edilir. Zahiri görüntülerin hepsi aslında Hakk’ın tecellisidir. Perdeli olanlar perdeyi yani görüntüyü görür, tecelliyi göremez. Hakk’ın dışındaki cümle mahluktan kurtulan, benliğinden azade olanlar ise Hakk’ın tecellilerini seyir ile zevkten zevke ererler. Mutasavvıfların dilindeki şarap, işte bu zevkin verdiği sarhoşluktur.

Onlar halk içindedir fakat Hakk iledirler. O nedenle onların nazarına erebilen, o nazardan Hakk’ı görür. Ayna, karşısındaki görüntüyü aksettirir. Onlar baktıkları her yerde Hakk’ın tecellisini gördüklerinden, onların gönül aynasından da Hakk akseder. Halk İçre Bir Ayine, halk içinde Hakk ile yaşayanların gönül aynasından Hakk’ın aksedişi sonucu zuhura gelen kelamların biz fakirlere aktarılmasıdır.

Allah cümle müminleri Hakk’ın temaşasına erdirsin.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

Hammer’in İstanbul anıları

İstanbul, tarih boyunca Doğu’dan ve Batı’dan gelen birçok seyyahı büyüleyen benzersiz bir şehir olmuştur. Boğaziçi kıyıları, Üsküdar, Fatih, tarihi yarımada ve surlar başta olmak üzere daha pek çok yer seyyahlara ilham vermiş, bu kadim şehre dair anlatımları seyahatnamelere konu olmuştur.

Doğu’nun kapılarını Batı’ya açan Alman şarkiyatçı Joseph Von Hammer Purgstall’in (1774-1856) İstanbul’da diplomatik görevle bulunduğu yılları konu alan hatıraları Ömer Faruk Demirkan tarafından titizlikle çevrilerek ilk kez Türkçe olarak okuyucuyla buluştu.

Hammer kaleme aldığı telif ve tercüme eserleriyle Doğu’nun kültürünü, edebiyatını ve tarihini Batı’ya tanıtmıştır. Doğu’yu keşfetmek arzusuyla bir ömür harcayan ünlü şarkiyatçının İstanbul yılları yaşamı ve ilmî çalışmalarını önemli ölçüde etkilemiştir. İstanbul’a diplomatik bir görevle tercüman olarak Temmuz 1799’da gelir. Yaklaşık altı ay İstanbul’da kaldıktan yine diplomatik bir vazifeyle Mısır’a gönderilir. Mayıs 1802’de elçilik sekreteri olarak yeniden İstanbul’da görevlendirilir ve 1806 yılının ortalarına kadar payitahtta bulunur.

İstanbul’daki yaşam tarzı, sosyal hayat ve günlük rutinler hakkında elde ettiği benzersiz deneyim ve dönemin atmosferi Hammer’in hatıratına yansımıştır. Hammer, İstanbul anılarını buradaki ikametinden neredeyse kırk yıl sonra yazıya geçirmiştir. Hatıralarını yazarken yalnızca hafızasında kalanlardan değil o tarihte tuttuğu ve bugün meçhul olan günlüklerden ve mektuplardan istifade etmiş, şark dünyasına özellikle İstanbul’a olan merakını ve özlemini dile getirmiştir.

Meşakkatli bir yolculuğun ardından Varna’dan deniz yoluyla 5 Temmuz 1799’da Hammer İstanbul’a ulaşır. Ertesi gün Büyükdere’den Pera’ya kayıkla giderken şahit olduğu manzarayı ve hissiyatını şu satırlarla ifade etmişti: “Renkli veya altınla kaplanmış kafeslerle denize doğru uzanan cumbalı pencereler, gök mavisi zemin üzerindeki yaldızlı kitabeler, uzun servi ağaçları ve aynı ölçüde yüksek ve narin bacalar minarelerle karışmış, sihirli bir fenerden geçer gibi denizin ucundaki manzara ve arkasındaki yedi tepeye yayılmış imparatorun şehri, limandan açılan mimari fantezinin düzensiz bir görüntüsü Binbir Gece’den hayal edilmiş tasvir gibiydi. Kubbelerin ve minarelerin karışımı, surlar ve sultanın sarayının servileri ve kubbeleri, limandaki direkler ile minareler korusu, ilk bakışta farkına varılamayacak kadar muazzam ve heybetli idi. Kendimi doğu dünyasının yeni intibalar denizine atıverdim ve büyük bir gönül rahatlığı ile karşıma gelen her dalga ile yeni bir hayata kulaç attım.

Hammer’in İstanbul anılarında en çok bahsettiği konular sosyal hayat ve çevresidir. Bir elçilik çalışanı olması hasebiyle sosyal çevresi elçilik ve diplomatik misyonlardaki kimselerden oluşuyordu. Anılarında Pera’daki cemiyet hayatı ve katıldığı davetlerde söz etmektedir. Pera’daki yaşamın yanında İstanbul’da şahit olduğu helva cemiyetleri, Karagöz eğlenceleri, Sultan I. Abdülhamid’in kızı Hibetullah Sultan’ın düğün alayı ve Hasköy’de bir Yahudi düğünü hakkında gözlemlerini anlatır. Hammer’in hatıratında İstanbul günlerinde yaşadığı gönül ilişkilerinden bahsetmekten geri durmaması da ilgi çekicidir.

Yabancı diplomatlarla yakın ilişkisinin yanı sıra sadrazam Yusuf Ziya Paşa, kaptan-ı derya Küçük Hüseyin Paşa, vakanüvis Vâsıf Efendi gibi yüksek Osmanlı bürokrasisinden isimlerle tanışmış ve dostluk kurmuştur.

Hammer, İstanbul’daki ikametinde en önemli sosyalleşme faaliyeti düzenli bir şekilde gerçekleştirdiği gezintiler olmuştur. Bu gezintilerle Boğaziçi ve Heybeliada’nın yanı sıra Bakırköy, Yeşilköy gibi İstanbul’un batı yakasındaki uzak bölgelerine giderken bir yandan da şehrin kuzeyinde bulunan Levent, Belgrat, Bahçeköy’ü dolaşır. Sokak satıcılarından helva, kaymak, şerbet, kebap ve dönerin tadına bakar.

İstanbul’da görevinden kalan vakitlerde Hammer şehri gezerek, Türkçe ve Arapça özel ders alarak, Hafız Divanı gibi klasik kitapları ve sahaflardan edindiği el yazmalarını okuyarak, çevirerek geçirir. Oryantalist çalışmaları dolayısıyla Hammer diğer elçiliklerde benzer faaliyetlerde bulunanlarla temas kurmuş ve onlarla kütüphane, sahaf, matbaa gibi kültür ortamlarını görme imkânı yakalamıştır. Özellikle İstanbul’a ikinci gelişinde sahaflar sık sık uğrak yerlerinden biri olmuş ve şahsi kütüphanesi için pek çok yazma kitap temin etmiştir. İstanbul’daki gezintilerinde kütüphaneler, matbaalar ve sahaflarla birlikte saraylar, Babıali, Tersane, Tophane, çarşılar, hamamlar, sarnıçlar, şadırvanlar, kışlalar, kervansaraylar, medreseler, tekkeler ve Tekfur Sarayı’nın oldukça ilgisini çektiğini söylemektedir.

Sultan I. Abdülhamid’in Bahçekapı’da inşa ettirdiği külliye içinde yer alan Hamidiye Kütüphanesi’ni Hammer pek çok defa ziyaret etmiş ve araştırmalarda bulunmuştur. Kütüphanede çalışırken şahit olduklarını ve kütüphanenin işleyişini ayrıntılı olarak anlatırken “Viyana’da Saray Kütüphanesi’nde çalıştım, o günden bugüne Berlin, Dresden, Paris, Bodleian, San Marco, Bologna Bourbonico ve Vatikan Müzelerinin kütüphanelerinde okudum ve özetler yaptım, fakat hiçbir yerde Abdülhamid Kütüphanesi’ndeki gibi hevesli ve mutlu çalışmamıştım.” diyerek burada çalışmaktan duyduğu memnuniyeti dile getirmiştir.

Hammer’in başkentlerin en muhteşemi olarak nitelendirdiği İstanbul’daki günleri Mayıs 1806’da Boğdan Prensliğinin Yaş şehrine Avusturya konsolosu olarak tayiniyle son buldu. 6 Temmuz 1806’da çok istemesine rağmen bir daha göremeyeceği manevi vatanım dediği topraklara veda ederek ayrılır.

Doğu’nun kâşifi olarak nitelendirilen Hammer’in İstanbul anıları payitahttaki sosyal, siyasi ve gündelik hayatı bir şarkiyatçının gözüyle anlatması bakımından dikkate değerdir.

Rüveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus

19 Aralık 2023 Salı

İnsanın ezeli yarası: kökünü aramak

"Yunus Emre ya da Süleyman Çelebi" dedi, "eserlerini vermemiş olsa bugün burada olmayacağımızı düşünürüm hep bu yüzden. Biri çıkıp o anımsatan hikâyeyi anlatmak zorunda. Nasıl ve ne şekilde yapacak, ben nereden bilebilirim, ben sana zorunda olduğunu söylüyorum."

2019 yılında Ketebe’den çıkan Dünyayı Başlarına Yıkacağız adlı kitabının daha ikinci sayfasında dikkat çeken bu cümlelere yer vermişti Silvan Alpoğuz. Ya da benim çok dikkatimi çekmişti bu cümleler. 173 sayfadan oluşan kitaptaki bu cümleleri adeta ezberlemiş, derslerimde öğrencilerimle paylaşmıştım. Yazarımız İç Anadolu’lu olması hasebiyle Yunus Emre’nin, Hacı Bektaş-ı Veli’nin hemşerisi idi. Süleyman Çelebi Bursalı olsa bile Süleyman Çelebi’nin Mevlid-i Şerif’i yazarken ilham aldığı Aşık Paşa, Anadolu’nun bir bozkır şehrinde medfun. Türkistan bozkırında yanan ateş bir dut dalı ile Anadolu’ya ulaşmış ve burada da bir bozkır bulmuştu kendine. Tam da o dut dalının düştüğü yerlerin bir çocuğu Silvan Alpoğuz. Ve havasını soluduğu, suyunu içtiği toprakların bin yıldır yaşattığı geleneğin farkında. Yukarıdaki cümlelerinde de bin yıl önceki hikâyeyi bugüne taşımanın derdi ile yandığını ifade etmiş zaten. Nasıl ve ne şekilde olacak, bilmiyor ama o hikâyenin anlatılmak zorunda olduğunun farkında. Çünkü burada bulunuşumuz, buraları yurt tutuşumuz, yar sevişimiz o hikâye sayesinde. Yazarın birkaç ay evvel Ketebe’den çıkan ve Kimse Kalmadığında Bunu Hatırla adlı kitabı 'o anımsatan hikâye'yi anlatma gayretinin bir ürünü. Bozkırın kadim hikâye etme geleneğini modern teknikler ile devam ettiriyor yazar. Yakın tarihten bir hikâye anlatıyor fakat hem hikaye etme geleneğini sürdürüyor hem de kadim anlatılar ile modern hikâyeyi harmanlıyor kitabın içerisinde böylece iki katmanlı bir olay örgüsü ile karşılaşıyor okur. Bir yanda yüz yıllık bir hikaye fakat hem onun içerisinde hem de onu çepeçevre kuşatan kadim bir anlatı. Bu çift katmanlılık zaman zaman okuru yorsa da ‘külfetsiz nimet olmaz’ diyerek okumakta ısrar ediyorum kitabı. Bir arkadaşım kolaylıkla okunan içi boş kitaplar için ‘plaj kitabı’ derdi. Alpoğuz’unki ise bir bozkır kitabı. "Bozkır tedbirden ibarettir. Şehir hayatının yosma güvenliğine ihtiyaç hasıl olmaz orada" diyerek veciz bir şekilde ifade ediyor ya şehir ve bozkır farkını. Bozkır öyledir; zahmetli, hassas ama bereketli.

Akademik metinlerde anahtar kelimeler olur ya hani. Bu hikaye için anahtar kelimeler belirlesem bunlardan ikisi yar sevmek ile yurt tutmak olurdu herhalde. Buradan hemen asker ocağına götüreyim sizi. Bedelli askerlik bahsini ayrı tutalım fakat bu topraklarda uzun yıllar boyunca askerlik yapmayana kız verilmemiş, askerlik yapmayan adamdan bile sayılmamış. Oğlan askere gidecek orada yurt tutmayı öğrenecek nişanlı ya da sözlü olarak gittiği askerden dönünce de sevdiğini hak edecek. Bugün bizlere ne kadar anlamsız gelse de birkaç yüzyılını açlık, yokluk ve savaşlar içerisinde geçiren bir milletin bu tecrübeler neticesinde ortaya çıkardığı bu tavrın elbette bir hikmeti vardır. Yazar da hikâyeye böyle başlıyor. Beldesinden hiç çıkmamış, hiç toprak sahibi olmamış anasız babası bir Anadolu delikanlısının hizmetini gördüğü ağanın oğlunun yerine askere alınması ile başlıyor hikâye: rütbesizlerin, isimsizlerin hikâyesi. Burada ‘zenginimiz bedel öder, askerimiz fakirdendir’ diye inleyen türküye kulak vermeliyiz elbette. Yıl 1920 mekan Batı Anadolu’dur. Kafir Yunan her yere bayrak asmıştır. Eski bir ahır da Yunan işgalciler tarafından cephanelik yapılmıştır. Bu cephaneliğe gizlice sızma görevini layıkıyla yerine getiren Hakkı komutanlarının takdirini kazanır. Bu cephanelik görevinde Hakkı’nın en büyük yardımcısı atalarından dinlediği menkıbeler olmuştur. Er Hakkı dedesinden dinlediği menkıbeleri hatırlamış, ‘o hikâyeyi anımsamış’ ve cephanelik baskınında komutanları dahi şaşırtan bir kahramanlık göstermiştir. Bir avuç toprağı olmayan Er Hakkı koca bir yurt için savaşmaktadır şimdi. Mal ve rızık için ölmenin şehitlik olduğunu da asker ocağında öğrenmiştir Hakkı. Mülkiyet nedir bilmeyen, soru sormaya dahi cesareti olmayan Er Hakkı için askerdeki cephanelik görevinin ardından her şey ağır bir deveran ile değişmeye başlar. Asker ocağından köyüne döndüğünde de rızkının peşinde koşup şehit olmayı göze alacaktır. Hakkı bayrağı göndere çekerken onu evlatlarının yerine askere yollayan ağalar ambar doldurmanın peşindedirler ve görülecek daha çok hesap vardır Hakkı için. Asker ocağının Hakkı üzerindeki bu etkisini Sakarya Fırat dizisinin 67. Bölümündeki bir sahne ile daha iyi anlıyorum. Vaktiyle şehit edilmiş bir bürokratın oğlu üniversite mezunu oğlu askerlik vazifesini yapmak üzere Şırnak’taki bir dağ karakoluna gelir gönülsüzce. Bir çatışma esnasında esir olur ve teröristler askerin ismine bakarak kısa bir araştırmadan sonra onun şehit bürokratın oğlu olduğunu anlarlar. Bunu fark eden askerde teröristin yüzüne tükürür orada. O gönülsüz çocuk orada yurt tutmanın ne demek olduğunu anlar ve babasının niçin şehit olduğunu da. Teröristlerin elinden kurutulup da karakola döndüğünde yaşadıklarını komutanı ile paylaşır. Edebiyat öğretmeni asteğmen, Hacı Bayram Veli Hazretlerinin müstesna dörtlüğünü okur orada.

Nagehan ol şara vardım
Ol şarı yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım
Taş u toprak arasında.


Bu dörtlükten sonra komutan şu veciz konuşma ile açıklar meramını: "Ben bir yapıya vardım, o yapılırken – o taş toprak içerisinde- ben de yapıldım yani kendimi buldum. Burası berbat bir yer. Korkunç bir şey. Ölüm korkusu, pusu korkusu, barut kokusu, sırtımızda taşıdığımız şehitler… Ama işte, bir şekilde kendimizi bu yapının içinde bulmaya çalışıyoruz. Yani kendimizi yeniden tanıyoruz, yeniden tanımlıyoruz.". Silvan Alpoğuz bu diziyi izlemiş midir bilmem ama dizinin bu beş dakikalık kesiti ile kitabın ilk 30 sayfası epey anlamlı bir ilişki kuruyor. Kitabı okursanız mutlaka dizinin ilgili bölümünü de izlemenizi tavsiye ederim.

Nihayet askerlik biter ve Hakkı , koyunlarını otlattığı, oğlunun yerine askere gittiği Topal Ağa’nın ocağına geri döner. Dönmeye başka yeri yoktur. Hakkı askerdeyken Topal Ağa servetine servet katmış, Anadolu’da İstanbul hükümeti ile kuvvacılar arasında mücadele başlamış şartlar epey değişmiştir. Dahası da olmuş Hakkı’nın askere gitmeden önce sözleştiği Esma, ağanın oğlu ile evlenmiştir. Bu sözleşme çiftlikteki herkesim malumu olmasına rağmen hiç kimse Hakkı’nın hakkını gözetmemiş ağanın dediği olmuştur. Yurt kazanılırken Esma kaybedilmiştir. Şimdi Hakkı için yeni bir savaş başlar. Kendi mülkünü ve kendi yârini kurtarma savaşı. Askerden önce kim olduğunu, Topal Ağa’nın niçin bu kadar zengin olduğunu sormayan Hakkı şimdi her şeyi sormuş ve aldığı cevaplar onu harekete geçirmiştir. Hakkı önce Topal Ağa’nın yıllar evvel kendi babasından gasp ettiği toprakları sonra da Esma’yı geri almıştır. Bu mücadelenin her bir anında Anadolu topraklarına üflenen ruh, Horasan’dan gelen ateş, ataların anlattığı hikâyeler Hakkı’nın yoldaşı olur. Mübarek ırmaklar, hüdayinabit ağaç ve yemişler de yanındadır hep.

Toprağını ve Esma’yı kurtaran Hakkı çocuk sahibi olur evvela. Bu sürece Türkiye’nin dönüşümü de eşlik eder. Hakkı’nın çocuklarının gençlik yılları 1980’li yıllara denk gelir. Çocuklarından biri üniversitede asistanlığa hazırlanırken diğeri de askere gitmeden önce yakalanır 12 Eylül darbesine. Babalarının hayatında önemli yer tutan asker ocağı şimdi evlatların hayatlarında bambaşka dönüşümlerin öznesi olacaktır. Bu esnada olaylar Hakkı’nın torunun etrafında şekilleniyor ve dikkat çekici bir şekilde torunun ismini hep gizli tutuyor yazar. Askeri darbe ve sonrasındaki sivil yönetim Türkiye’de her alanda hızlı ve köklü değişiklikleri beraberinde getiriyor. İstanbul merkezli tarikatlar Anadolu’ya açılmaya burada yurt,vakıf,dernek kurmaya başlıyorlar. Bu tarikatlardan biri de Hakkı’nın köyünü seçiyor kendine. Hakkı’nın oğullarından birinin daveti ile gelişiyor bu yurt tutma hadisesi. Köy halkı ile ihvan arasındaki anlaşmazlıklar ve bunların eserde hikaye edilmesi Türkiye’deki kimi tarikat yapılanmaları ve bunların halkla olan ilişkileri açısından önemli veriler sunuyor. Bu açıdan bakıldığında kitabın her bir sayfasının tasavvuf, sosyoloji, tarih, siyaset ,mitoloji gibi apayrı disiplinlere kapı araladığını söylemek mümkün. Bu açıdan kitap okuyucuya kolay bir süreç vaad etmiyor. Bu zorluklara beraber insanı araştırmaya sevk eden bir tarafı var kitabın ve her araştırma yeni bir deryaya sürüklüyor okuyucuyu. Bir bulmacaya takip eder, bir yapbozun parçalarını birleştirir gibi devam ediyor okuma ve araştırma süreci. Yazarın kitabı yazarken menkıbelerden, mitolojiden, halk hikayelerinden beslenmesi kitaba da menkıbevi bir hava katmış desem hata yapmış olmam sanıyorum. Okuma sürecini etkili ve sürdürülebilir kılan da bu zaten. Yazarın halk hikayeleri ve menkıbeleri bu kadar güçlü kullanması bana ‘keşke dedemden, babannemden dinlediğim hikâyeleri not alsaydım' pişmanlığını tekrar hissettirdi. Öyle hikâyeler anlatırlardı ki çocukken heyecanla dinlerdim,bunları not alıp geleceğe aktarmak ancak bir yetişkin olduğumda aklıma geldi şimdi ise hikâye anlatıcılarım dünyada değil. Gece boyunca ahırda dinlenmiş olmasına rağmen sabah baktıklarında terin suyun içinde kalmış atlar, yol açılmak üzere başka bir yere taşınacağı esnada iş makinelerine kafa tutan kabirler, devletin vereceği bir çinik buğday için 60 km yol yürüyen dedem, yıllarca süren esaretin ardından köyüne döndüğünde kendi evinin önündeki gelinlerin bile tanıyamadığı artık hayatından umut kesilmiş rütbesizler ve daha niceleri.

Silvan Alpoğuz kurucu metinler/zemin metinler olarak ifade edilen millet hayatının en mühim meselelerini anlatarak yine milletin geleceğini tayin eden metinlerde hakim bir yazar. İyi bir okuyucu yazarın kitap boyunca bu metinlere yaptığı açık/gizli göndermeleri fark edecektir. Bu da kitap ile ilgili önemsediğim hususlardan biri.

Yazının başında birinin 'o hikâyeyi anlatması' gerektiğinden bahsetmiştik. Hikâye milletimiz için çok önemli. Öyle ki millet hayatını kuşatan din bile menkıbe ve hikayeler ile yerleşmiş Anadolu insanının gönlüne. Yazar dilden dile, nesilden nesile, gönülden gönüle aktarılan bu hikâyeleri modern bir teknik ve yakın tarihten bir olay ile harmanlayarak sunuyor okuyucuya. Bu yakın tarihteki olay da Anadolu’yu -aralıksız bir şekilde kazanılması gereken o mübarek yurdu- yeniden yurt edinmemizi sağlayan Milli Mücadele dönemine denk geliyor. Bu açıdan bakıldığından kitaba bir 100. yıl kitabı demek de mümkün oluyor.

Enes Akçay
twitter.com/enesakcay_h