25 Aralık 2023 Pazartesi

Tanpınar romanlarında kadın

Nuran, Sabiha, Atiye, LeylaBu kadınların ortak bir özelliği var. O da hepsinin Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kaleminden dökülmüş olmaları. Onlar usta yazarın parıl parıl parlayan kadın karakterlerinden yalnızca dördü…

Onları tapınılacak birer varlık olarak betimleyen Tanpınar günlüklerinde “kadın nasıl da toprak gibi bereket dolu… kadın insan olmamalı” diyerek onları sadece kendi hayatında nereye konumlandıracağını anlatmakla kalmamış aynı zamanda romanlarında ne gibi roller atfedeceğinin de ipucunu vermiştir.

Tanpınar için kadın olağanüstü bir varlık ve haz öğesidir. Güzel, bakımlı, alımlı olmasının yanı sıra kültürlü ve entelektüeldir. Erkekler ise bu güzel kadınların aşklarını kazanarak var olmaya çalışır. Biraz daha derin inceleme yapıldığında bu “rüya gibi” tasvir edilen kadınların, erkeklerin sanatsal var oluşlarına hizmet ettikleri ve aslında ateş böceği gibi parlayıp söndükleri fark edilir.

Kadın karakterler genelde ya Atiye gibi başkasıyla evli ya Nuran gibi evliliği yeni bitmiş ya da Leyla gibi evliliğini bitirmek üzeredir. Erkeklerin ise çoğu evlilikten kaçar çünkü Tanpınar için de evlilik makûl bir olgu değildir. Ölümüne kadar Narmanlı Han’da tek başına yaşamış olan yazar bütün evli erkekleri mutsuz tasvir ederken, önemli olanın aşk ve estetizm olduğunu vurgular. Estetizm dediğimiz şey ise aşk ve sanatı kapsayan bir olgudur ki bu da yazara ölüm gerçeğine katlanma gücü veren yegane güdüdür.

Handan İnci’nin Orpheus’un Şarkısı isimli kitabında da bahsettiği üzere; Tanpınar romanlarında, erkek kadını görür, çarpılır ve sanatsal yaratımlara başlar. Yine ilginçtir ki bu dört kadın da terk edilir. Romandaki ipuçlarını takip ettiğimizde aşkı araç olarak kullandıktan sonra onu kasıtlı olarak bitirdiklerine şahit oluruz. Ortaya çıkan “acı” ise yazılmayı hak eden en önemli duygu olarak öne çıkar. Aşk biter, acı çekilmeye başlanır, acı sanata dönüşür. Sevilen kadın da erkeğin tahayyülünde var olmaya - ve hatta yaşamaya devam eder. Bir nevi Proust’un Albertine Kayıp vakasıdır bu…

Nuran bu karakterler içinde en baskını ve en olgun olanıdır. Huzur romanı boyunca çok az cümle sarf eder, güçlü ama sessizdir. Biz de Nuran’ı Mümtaz’ın kamerasından izlerken bir yandan da erkeğin çektiği ızdıraba şahit oluruz. Nuran perdelerin ardına çekildikçe o artık kadın değil Mümtaz’ın sevdiği kadındır. Çocuğuyla birlikte gündelik yaşamına devam eden Nuran, Mümtaz’ın gözünde bir ilah, bir Tanrıçadır. Onun için aşk ilahidir, cinsellik ibadet gibidir. Huzur romanında şöyle der. “Hakikatte Nuran’ın aşkı Mümtaz için bir nevi dindi. Mümtaz bu dinin tek abidi, mabedin en mukaddes yerine bekleyen ve ocağı daima uyanık tutan başrahibi, büyük mabudenin sırrın yerini bulması için insanlar içinden seçtiği fani idi.” Ve bir diğer sayfada devam eder “Daha o günden en büyük sırrı sadelikte olan kadına karşı içinde garip, her türlü duygunun üstünde bir tapınma hissi başladı. Onu bir kıt’a gibi yavaş yavaş keşfediyor ve ettikçe hayranlığı ve bu tapınma hissi değişiyordu”. Nuran asla sıradan bir roman karakteri değildir, o aynı zamanda şehirdir, İstanbul’dur. Tanpınar, 1953 yılında Paris’ten Adalet Cimcöz’e yazdığı bir mektupta “Dünyada iki hasretim vardı, biri Paris biri de güzel kadın. Burada ikisini de kaybettim” der. İşte bu mektubu yazan Mümtaz’ın ta kendisidir. İstanbul’u Nuran’da, Nuran’ı İstanbul’da bulan, şehir ve kadın özlemi çeken bir adamdır. İşte bu sebepten dolayı da kadın yüce bir mahluktur, estetiktir, güzeldir, göz zevkine hitap eder ve onu aşk mertebesine yükseltir. Der ki “Mümtaz için kadın güzelliğinin iki büyük şartı vardı: Biri İstanbullu olmak, öbürü de Boğaz’da yetişmek”. Nuran, Mevlevi ilahileri, Bektaşi nefeslerini, Doğu Türkülerini bilen hem alaturka hem de Boğaz’da yetişmiş olmasından mütevellit modern bir kadındır. Tanpınar’ın onun karşısına yerleştirdiği Emma ise değersiz ve basit bir kadındır çünkü Tanpınar ufuk açan, güçlü kadınları sever. Sabiha sahneye çıkar, Atiye musiki sever, Nuran’ın davudi sesi vardır. Leyla bu kadınların arasında biraz daha pervasız gözükse de Selim onun için şu cümleleri sarf eder "Leyla arkamda iken ne kadar mesut ve kuvvetliydim. Kendimi bir dev bile sanabilirdim."

Geçmiş Zaman Elbiseleri isimli öyküsünde betimlediği Alman Keti sarışın, mavi gözlüdür ve harikulade vücudunu sergileyecek dar tül elbiseler giyer, hazzı ve batıyı temsil eder, güneş gibi parıldar. İşte bu kadınlarda Tanpınar yaşayamadığı hayallerini saklamaktadır. Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde ise aşk hakkında şunları yazar “Ben aşktan daima kaçtım. Hiç sevmedim. Belki bir eksiğim oldu. Fakat rahatım. Aşkın kötü tarafı insanlara verdiği zevki eninde sonunda ödetmesidir. Hiçbir şey olmasa, bir insanın hayatına lüzumundan fazla girersiniz ki bundan daha korkunç bir şey olamaz”.

Kadınların bir diğer özelliği de erkekleri yenilgiye uğratmalarıdır. Marazi aşk yüzünden acı çeken erkekler aslında Tanpınar’ın yalnızlığını yansıtan bir ayna görevini görürler. Yazar, annesini erken yaşta kaybedişini bu kadınlar uğruna akıtılan gözyaşlarına gizlemiş olabilir. Psikanalitik okuma yapıldığında tüm bu imkansız aşklarda, sanatsal açlığında, var oluş sıkıntılarında, yalnızlığında, şiirlerinde ve tüm diğer eserlerinde annesini aradığını görebiliriz. Geçmiş özlemi, anne özlemi olarak yorumlanırken, ona ulaşamamanın verdiği acıyla kadınlara büyüklük ve yücelik atfetmiş bir yazarla karşı karşıya kalırız. Sevilen kadının aslında var olmayan kadın olması annesinin var olmayışıyla ilintili olabileceği gibi tahayyülde estetize edilmiş bir ırka duyulan hayranlık olarak da yorumlanabilir.

Tüm bu yorumlar eşliğinde rahatça şu kanıya varılabilir ki Tanpınar, Türk Edebiyatı’nda kadını, aşkı ve ıstırabı en iyi anlatan romancıdır.

İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz

23 Aralık 2023 Cumartesi

İnsan aradığı anlam kadardır

“Ölmeden önce ölmek için doğduktan sonra doğmak gerek.”

Kendini bilmeye başladığında arayışı da başlar insanın. Bir ayna ister kendine, bir nefes, sesinin yankısını duyacağı bir “öteki”. Önceleri ne kadar “ben” olmanın hevesinde olsa da arayışın yolları hep “biz” çıkışı verir. Öyledir çünkü; “İnsan insana gelmezse başka bir şey gelecektir muhakkak. Kıyamet? Büyük felaket? Dünyanın sonu? Bir şey gelecektir muhakkak.

Ana karakterimiz Yazar, muhitinden ve hatta kendinden bunalmış olmanın bahanesiyle yeni bir hikayenin peşine düşer “Doğmuşlar mahallesine”. Genel kanaate göre burası izbe ve tekinsiz diye nitelendirilse de Yazara göre insanların “biz” olmaya hala ve ısrarla devam ettikleri yerdir. Kendi muhiti olan “Birlik mahallesi” isminin aksine bir savaş meydanıdır Yazar için. Herkes aşırı önemlidir ve herkes aşırı yalnızdır. Birbirine değmeden yaşayan insanlar zümresi için oldukça ironik bir isimdir muhitinin ismi. Ayşegül Genç, benlik ve bizlik kavramlarını irdelediği romanda Yazara söylettiği şu sözle okuru kendi anlam dünyasını gözden geçirmeye de davet eder; “BENin ömrü en fazla yüzyıldır, BİZin ömrü birbirine ulanır.

Yazar karakterinin yolculuğuyla iki ayrı dünyanın aslında ne kadar aynı sorunlarla boğuştuğunu, arayışın, buluşun, bulamayışın, kayboluşun sosyal statüleri aşan ve herkesi eşitleyen problemler olduğunu nitelikli bir kalemden okuyoruz. Klasik roman metinleri gibi değil Doğmuşlar kitabı. Kısa, birbirinden bağımsız metinler gibi duran, okuyucuyu sürekli uyanık tutacak şekilde kaleme alınmış bir mizanpaja sahip. Yazarın kendi iç hesaplaşmaları ve sorgulamaları, okuru da kendi dünyasında yeni sorular ve cevaplar bulmaya yönlendiriyor usta bir dille. Arada ses kaydı olarak adlandırılan bölümler insanın kendi içindeki o susmayan ve birbiriyle çelişen diyalogları yalın ve gerçek bir şekilde yansıtmış.

Yazar Doğmuşlar Mahallesini, ilk anda gönlünü kaptırdığı Arzu’yu, Arzu’nun ve Abi Melek’in aşkını anlatmak istiyor. Herkes o mahalledeki kötülüğü ve suçu görürken o başka bir gözle bakmanın niyetinde. Yeni muhitteki dostu muhtar, aslında Yazarın ruhunun aç olduğunu, onu buraya getirenin ruhundaki o açlığı doyurmak hevesi olduğunu söylediğinde içten içe kendini aklamanın bir yolunu arasa da muhtarın haklı olduğunun farkındadır. İnsanın kendini bir başkasının sözleriyle bulması bir yandan tatlı gelse de diğer yandan çıplak ve savunmasız hissettirir. Ama yalan değildir muhtarın söylediği, ruhu açtır ve olanı olduğu gibi değil dolaylı şekilde anlatmak, kendisini de okuru da yorarken doyurur diye ümit etmektedir. Aslında tüm yolculuklar da bunun içindir, ruhunu doyurmak ister insan. Çünkü dünyaya sürgününden önceki yeri cennettir. Oradaki sonsuzluğun, oradaki nurun eksikliğini çekmektedir dünyada. Arayışı, adımları kendi içindeki o tamamlanmayan boşluğu kapatmak içindir. Genç, Yazar karakteri üzerinden okura kendi hakikatini de sorgulatır. Yazar bir hakikat yolcusu olarak nitelendirilemez belki direkt olarak, fakat her kayboluş bir hakikatin de izini sürmektir aynı zamanda. Genç şöyle ifade ediyor kitapta bu açmazı; “…var olmak ayrı, inanmak ayrı. Doğmuş olmak ayrı, yaşıyor olmak ayrı.

Yazar bu ayrımı idrak ettiğinden beri yaşamanın peşindedir. Yaşamak yaralanmaktır. İnsan yaşadığını hissetmenin bir yolunu bulmak ister. Ölmeden önce anlamlı bir hikaye inşa etmek, varım ve buradayım diyebilmek ister. Bunun için yaralanmayı göze almak lazımdır. Yazar kurmak istediği hikayenin kahramanı olmayı yakıştırır kendine için için. Doğmuşlar mahallesine yaptığı ziyaretler, oradaki yüzler, hayatlar, Yazarın mütemadiyen geçmişinden sahnelerle yüzleşmesine neleri aşıp nerelerde yalpaladığını görmesine vesile olur. İnsan tahmin etmeyeceği yüzlerde ve hayatlarda kendisinden parçalar bulduğunda, o güne kadar kurduğu anlam tasavvuru da sarsılır. Yazarın tamamlanacağını sandığı ve “öteki” gördüğü bu insanlara aşinalığı yüzleşmenin boyutunu da arttırır. Ve vardığı kanıyı şöyle ifade eder; “Bir hikayeyi koşarak, akarak, eserek anlatmak artık geride kaldı, çağımızda ancak düşerek parçalanarak anlatabiliriz.” Yazar artık ne kendi mahallesine aittir ne de Doğmuşlar mahallesine. Araftadır, kaybolmuştur.

Roman boyunca yazarın düşüşleri, kalkışları, yeniden başlama çabası, iki mahalle arasında ve kendi içinde büyüyen boşluk, aidiyet ve aşkın peşindeki derin sorgulamaları kitabın slogan cümlesi olan, epigraf olarak da seçtiğim cümleye götürüyor okuru; “Ölmeden önce ölmek için, doğduktan sonra doğmak gerek.” İnsanın kendini yeniden doğurması için önce öldürmesi gerek. Peki insan kendine kıyabilir, toz kondurabilir mi? Yazar ne kadar “bizi” aradığını söylese de her tökezlediğinde benliği öne çıkıp, ölüme direnen ve ötekileri suçlayan birine dönüşür. Böylelikle insanın uslanmaz yanına şahit oluruz. İnsan aradığı anlam kadardır aslında. Ve o anlama giden yol her zaman dikenli olacaktır.

Bir bütün olarak baktığımızda romanın alt metinleri yoğun ve yapıcı bir rahatsız edicilik söz konusu. Ayşegül Genç’in diğer kitaplarında da gördüğümüz iç sesler, hesaplaşmalar okuru aynalar nitelikte. Alışılmadık bir düzene sahip olsa da hikâye ve üslup bağlamında doyuran ve doğuran bir roman diyebiliriz. Birkaç alıntıyla bitirelim.

“Aşk iki insanın birbirini sürekli eksiltip tamamlaması demek. O zaman aşk da farklı değil. Sadece dostluk farklı. Dostlukta ne emir ne itaat ne eksiltme ne tamamlama var. İki insanı bir arada tutan bir giz var. Karşısındaki insanın iyiliğini güzelliğini kendisi için değil ‘onun kendisi için’ istemek var.”

“Varsın bize kötü desinler bizim niyetimiz iyi niyet ile tamam olmaktır.”

“İnsan sadece nefret ettiği güçlüyü değil alt edemediği güçsüzü de günah keçisi ilan eder.”

“Adil olana teşekkür edersen adilce, şefkatli olana teşekkür edersen müşfikçe, cömert olana teşekkür edersen cömertçe, aptallık edene teşekkür edersen aptalca bir iş yapmış olursun. Şükür anlamı anmak demek çünkü.”

“Sevmek, düzeltmek, haksızlıkları gidermek için bile neden insanın rızası gerekiyordu. İnsan aksaklıklar çıkmasın diye uğraşırken, neden her seferinde aksaklığın ta kendisi oluyordu.”

“İnsan son söyleyeceğini ilk söylediğinde yeni bir son söz icat etmesi gerekir.”

Sevdenur Yazıcı

21 Aralık 2023 Perşembe

Halk içinde Hakk ile yaşayanların mektupları

Halk İçre Bir Ayine, "Allah Dostlarından Mektuplar" alt başlığını taşıyor. Tarık Velioğlu, Peygamber Efendimiz’in (sav) bir mektubuyla derlemeyi başlatıyor, ehlullahın mektuplarını derliyor ve ortaya hikmet pınarı çıkıyor.

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde “Ümmetimin alimleri Ben-i İsrail’in peygamberleri gibidir” buyuruyor. Böyle olması, Rasulullah’ın marifeti temsil etmesinden ve Hakikat-ı Muhammediye olmasındandır. O, kapsayıcıdır. Diğer her nebi, geldiği kavmin derecesine göre vücut bulmuştur. Her arif alimdir ama her alim, arif değildir. Arifler, Peygamberimiz’in velayetinin takipçisidirler. Onlar, velayeti Peygamberimizden miras almışlar ve “Ben ilmin şehriyim” hadisi şerifinin sırrına ererek, marifet ilminin şehrine girmişlerdir. Marifet ilmine vakıf olduktan sonra da onlar artık Hakk ile Hakk olmanın zevkini tatmakla yaşamaktadırlar. Onlar nefislerini tahakkümleri altına almışlardır, benliklerinden soyutlanmışlardır, mutlak manada Allah’a teslim olmuşlar ve taklidi imandan tahkiki imana ulaşmışlardır. Kuran’ı Kerim’de belirtilen “yakin” mertebesine vasıl olmuşlardır. Allah’ın bir kudsi hadiste belirttiği “Kulum bana öyle yaklaşır ki ben onun gören gözü olurum, o benimle görür, ben onun işiten kulağı olurum o benimle işitir…” makamının sultanı olmuşlardır. Dolayısıyla onlardan işleyen Hakk’tır.

Onlar benliklerinden öylesine soyutlanmışlardır ki iradelerini dahi külli iradede eritmişlerdir. Sonucunda da kendi heva ve heveslerinden konuşamamışlardır, heva ve heves kalmamıştır onlarda. Böylece onların dilinden ilahi kelam sadır olmuştur. Onlar Hakk’ı anlatmış, Hakk’ı işaret etmiştir. Ariflerin sözlerini dinlemek, kişiyi Allah’a yaklaştırıcı bir vasıta işlevi görmüştür. Onların sözleri Kuran ve Sünnet kaynaklıdır, nasıl Allah’a yaklaştırıcı olmazlar ki? İşte o nedenle Halk İçre Bir Ayine bir kitaptan daha fazlası. Her sayfasında bir arifin marifet makamından sudur etmiş sözleri mevcut ve kalbimize işliyor. Arifler, Allah’ın kudsi hadisinde belirttiği “Yere göğe sığamadım, mümin kulumun kalbine sığdım” şeklinde buyurduğu hal üzere olduklarından onların sözleri doğrudan kalbe tesir eder. Onlar beşeri aklın tahakkümünden kurtulmuş, kalbî aklın esiridirler. Baş gözüyle görüntüyü görmenin ötesine geçmiş, kalp gözüyle görüntünün ardındaki tecelliye şahitlik etmişlerdir.

Eser böyle bir bilinç ile okunduğunda bir mürşidin önünde diz çöküp de talim etme işlevi görecektir. Nasıl görmesin ki barındırdığı her cümle doğrudan hakikat ağacının meyvesidir.

Örneğin Hasan Kabâdûz (ks) Hazretleri’nin kelamına kulak verelim ve işitelim:

Canınızı kendinizin bilmeyin, Hakk’ındır, Hakk’ın varlığındandır, belki varlığından değil, kendidir. Vücudunuza nazar edesiniz. Kendi vücudunuzdan gönlünüzü ayırmayasınız. Muhkem bekasını istediğiniz kimse kendi gönlünüzdedir. Kesrette ve vahdette kendi vücuduna bakıp hiç münfek olmayasınız, hep karındaşlar böyle edesiniz.

Hazret, dervişlerine kendilerine bakmalarını, gönüllerini kendilerinden ayırmamalarını tavsiye etmekte. Çünkü az önce bahsettiğimiz kudsi hadisin sırrına ermişlerden. Taşrada arayanın yanılacağını, Allah’ın onların gönüllerinde olduğunu belirtmekte. İnsan, dünyaya geldiğinde beşer kisvesine bürünür. Beşerlik, nefsi olmasındandır. Beşeri bilinci ve nefsi ile dünyevi arzuların, kaygıların avucundadır. Ve dünya ona perde olmuştur. Sadece dünya mı? Hayır. Beşeri bilinci de onun perdesidir. Perdeden sıyrılamayan için kalp sadece işlevsel bir organ hükmünde olacaktır. Gönle temas edenler, perdeden sıyrılanlardır. Perdeden azade olmuş aşıklar, gönüllerinde Hakk’ın sonsuz veshesini temaşa edeceklerdir. Vücudundan nazar etmekten kasıt, işte bu temaşa halidir. Mücahede makamının devamında müşahede makamı vardır. Müşahede makamı, bahsettiğimiz temaşanın gerçekleştiği makamdır. Oraya beşeri bilinç sahipleri ve nefis sahipleri giremeyecektir. Oraya girmenin yolu nefsine tahakküm etmekten geçer. Kişi beşeri bilinçten ve nefsinden sıyrıldığında benliğinden kurtulmuş olur. Benlik aradan kalktığında da geriye sadece Hakk kalır. Kesret, çokluk; vahdet, birliktir. Salik benliğinden kurtulup vahdete erecektir fakat halk içinde Hakk ile olacağından kesretten zahiren sıyrılamayacaktır. O zahirde kesret içinde olacak fakat manada vahdet denizinde yüzecektir.

İşte tüm bu nedenlerden dolayı Hüsâmeddin Ankaravî (ks) Hazretleri mektubunda şöyle diyor:

O sultanın zuhurunu kendi zuhurunuz zannetmeyesiniz. Elhasıl Hak gayreti ve erlik budur ki, Hakk’ın varlığını isbat edip, kendi varlığınızı ve Hakk’tan gayri ne varlık var ise, reddedip belki lanet edesiniz.” 

Zuhur, açığa çıkmaktır. Müşahede makamında açığa çıkan nur, temaşa edilir. Zahiri görüntülerin hepsi aslında Hakk’ın tecellisidir. Perdeli olanlar perdeyi yani görüntüyü görür, tecelliyi göremez. Hakk’ın dışındaki cümle mahluktan kurtulan, benliğinden azade olanlar ise Hakk’ın tecellilerini seyir ile zevkten zevke ererler. Mutasavvıfların dilindeki şarap, işte bu zevkin verdiği sarhoşluktur.

Onlar halk içindedir fakat Hakk iledirler. O nedenle onların nazarına erebilen, o nazardan Hakk’ı görür. Ayna, karşısındaki görüntüyü aksettirir. Onlar baktıkları her yerde Hakk’ın tecellisini gördüklerinden, onların gönül aynasından da Hakk akseder. Halk İçre Bir Ayine, halk içinde Hakk ile yaşayanların gönül aynasından Hakk’ın aksedişi sonucu zuhura gelen kelamların biz fakirlere aktarılmasıdır.

Allah cümle müminleri Hakk’ın temaşasına erdirsin.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

Hammer’in İstanbul anıları

İstanbul, tarih boyunca Doğu’dan ve Batı’dan gelen birçok seyyahı büyüleyen benzersiz bir şehir olmuştur. Boğaziçi kıyıları, Üsküdar, Fatih, tarihi yarımada ve surlar başta olmak üzere daha pek çok yer seyyahlara ilham vermiş, bu kadim şehre dair anlatımları seyahatnamelere konu olmuştur.

Doğu’nun kapılarını Batı’ya açan Alman şarkiyatçı Joseph Von Hammer Purgstall’in (1774-1856) İstanbul’da diplomatik görevle bulunduğu yılları konu alan hatıraları Ömer Faruk Demirkan tarafından titizlikle çevrilerek ilk kez Türkçe olarak okuyucuyla buluştu.

Hammer kaleme aldığı telif ve tercüme eserleriyle Doğu’nun kültürünü, edebiyatını ve tarihini Batı’ya tanıtmıştır. Doğu’yu keşfetmek arzusuyla bir ömür harcayan ünlü şarkiyatçının İstanbul yılları yaşamı ve ilmî çalışmalarını önemli ölçüde etkilemiştir. İstanbul’a diplomatik bir görevle tercüman olarak Temmuz 1799’da gelir. Yaklaşık altı ay İstanbul’da kaldıktan yine diplomatik bir vazifeyle Mısır’a gönderilir. Mayıs 1802’de elçilik sekreteri olarak yeniden İstanbul’da görevlendirilir ve 1806 yılının ortalarına kadar payitahtta bulunur.

İstanbul’daki yaşam tarzı, sosyal hayat ve günlük rutinler hakkında elde ettiği benzersiz deneyim ve dönemin atmosferi Hammer’in hatıratına yansımıştır. Hammer, İstanbul anılarını buradaki ikametinden neredeyse kırk yıl sonra yazıya geçirmiştir. Hatıralarını yazarken yalnızca hafızasında kalanlardan değil o tarihte tuttuğu ve bugün meçhul olan günlüklerden ve mektuplardan istifade etmiş, şark dünyasına özellikle İstanbul’a olan merakını ve özlemini dile getirmiştir.

Meşakkatli bir yolculuğun ardından Varna’dan deniz yoluyla 5 Temmuz 1799’da Hammer İstanbul’a ulaşır. Ertesi gün Büyükdere’den Pera’ya kayıkla giderken şahit olduğu manzarayı ve hissiyatını şu satırlarla ifade etmişti: “Renkli veya altınla kaplanmış kafeslerle denize doğru uzanan cumbalı pencereler, gök mavisi zemin üzerindeki yaldızlı kitabeler, uzun servi ağaçları ve aynı ölçüde yüksek ve narin bacalar minarelerle karışmış, sihirli bir fenerden geçer gibi denizin ucundaki manzara ve arkasındaki yedi tepeye yayılmış imparatorun şehri, limandan açılan mimari fantezinin düzensiz bir görüntüsü Binbir Gece’den hayal edilmiş tasvir gibiydi. Kubbelerin ve minarelerin karışımı, surlar ve sultanın sarayının servileri ve kubbeleri, limandaki direkler ile minareler korusu, ilk bakışta farkına varılamayacak kadar muazzam ve heybetli idi. Kendimi doğu dünyasının yeni intibalar denizine atıverdim ve büyük bir gönül rahatlığı ile karşıma gelen her dalga ile yeni bir hayata kulaç attım.

Hammer’in İstanbul anılarında en çok bahsettiği konular sosyal hayat ve çevresidir. Bir elçilik çalışanı olması hasebiyle sosyal çevresi elçilik ve diplomatik misyonlardaki kimselerden oluşuyordu. Anılarında Pera’daki cemiyet hayatı ve katıldığı davetlerde söz etmektedir. Pera’daki yaşamın yanında İstanbul’da şahit olduğu helva cemiyetleri, Karagöz eğlenceleri, Sultan I. Abdülhamid’in kızı Hibetullah Sultan’ın düğün alayı ve Hasköy’de bir Yahudi düğünü hakkında gözlemlerini anlatır. Hammer’in hatıratında İstanbul günlerinde yaşadığı gönül ilişkilerinden bahsetmekten geri durmaması da ilgi çekicidir.

Yabancı diplomatlarla yakın ilişkisinin yanı sıra sadrazam Yusuf Ziya Paşa, kaptan-ı derya Küçük Hüseyin Paşa, vakanüvis Vâsıf Efendi gibi yüksek Osmanlı bürokrasisinden isimlerle tanışmış ve dostluk kurmuştur.

Hammer, İstanbul’daki ikametinde en önemli sosyalleşme faaliyeti düzenli bir şekilde gerçekleştirdiği gezintiler olmuştur. Bu gezintilerle Boğaziçi ve Heybeliada’nın yanı sıra Bakırköy, Yeşilköy gibi İstanbul’un batı yakasındaki uzak bölgelerine giderken bir yandan da şehrin kuzeyinde bulunan Levent, Belgrat, Bahçeköy’ü dolaşır. Sokak satıcılarından helva, kaymak, şerbet, kebap ve dönerin tadına bakar.

İstanbul’da görevinden kalan vakitlerde Hammer şehri gezerek, Türkçe ve Arapça özel ders alarak, Hafız Divanı gibi klasik kitapları ve sahaflardan edindiği el yazmalarını okuyarak, çevirerek geçirir. Oryantalist çalışmaları dolayısıyla Hammer diğer elçiliklerde benzer faaliyetlerde bulunanlarla temas kurmuş ve onlarla kütüphane, sahaf, matbaa gibi kültür ortamlarını görme imkânı yakalamıştır. Özellikle İstanbul’a ikinci gelişinde sahaflar sık sık uğrak yerlerinden biri olmuş ve şahsi kütüphanesi için pek çok yazma kitap temin etmiştir. İstanbul’daki gezintilerinde kütüphaneler, matbaalar ve sahaflarla birlikte saraylar, Babıali, Tersane, Tophane, çarşılar, hamamlar, sarnıçlar, şadırvanlar, kışlalar, kervansaraylar, medreseler, tekkeler ve Tekfur Sarayı’nın oldukça ilgisini çektiğini söylemektedir.

Sultan I. Abdülhamid’in Bahçekapı’da inşa ettirdiği külliye içinde yer alan Hamidiye Kütüphanesi’ni Hammer pek çok defa ziyaret etmiş ve araştırmalarda bulunmuştur. Kütüphanede çalışırken şahit olduklarını ve kütüphanenin işleyişini ayrıntılı olarak anlatırken “Viyana’da Saray Kütüphanesi’nde çalıştım, o günden bugüne Berlin, Dresden, Paris, Bodleian, San Marco, Bologna Bourbonico ve Vatikan Müzelerinin kütüphanelerinde okudum ve özetler yaptım, fakat hiçbir yerde Abdülhamid Kütüphanesi’ndeki gibi hevesli ve mutlu çalışmamıştım.” diyerek burada çalışmaktan duyduğu memnuniyeti dile getirmiştir.

Hammer’in başkentlerin en muhteşemi olarak nitelendirdiği İstanbul’daki günleri Mayıs 1806’da Boğdan Prensliğinin Yaş şehrine Avusturya konsolosu olarak tayiniyle son buldu. 6 Temmuz 1806’da çok istemesine rağmen bir daha göremeyeceği manevi vatanım dediği topraklara veda ederek ayrılır.

Doğu’nun kâşifi olarak nitelendirilen Hammer’in İstanbul anıları payitahttaki sosyal, siyasi ve gündelik hayatı bir şarkiyatçının gözüyle anlatması bakımından dikkate değerdir.

Rüveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus

19 Aralık 2023 Salı

İnsanın ezeli yarası: kökünü aramak

"Yunus Emre ya da Süleyman Çelebi" dedi, "eserlerini vermemiş olsa bugün burada olmayacağımızı düşünürüm hep bu yüzden. Biri çıkıp o anımsatan hikâyeyi anlatmak zorunda. Nasıl ve ne şekilde yapacak, ben nereden bilebilirim, ben sana zorunda olduğunu söylüyorum."

2019 yılında Ketebe’den çıkan Dünyayı Başlarına Yıkacağız adlı kitabının daha ikinci sayfasında dikkat çeken bu cümlelere yer vermişti Silvan Alpoğuz. Ya da benim çok dikkatimi çekmişti bu cümleler. 173 sayfadan oluşan kitaptaki bu cümleleri adeta ezberlemiş, derslerimde öğrencilerimle paylaşmıştım. Yazarımız İç Anadolu’lu olması hasebiyle Yunus Emre’nin, Hacı Bektaş-ı Veli’nin hemşerisi idi. Süleyman Çelebi Bursalı olsa bile Süleyman Çelebi’nin Mevlid-i Şerif’i yazarken ilham aldığı Aşık Paşa, Anadolu’nun bir bozkır şehrinde medfun. Türkistan bozkırında yanan ateş bir dut dalı ile Anadolu’ya ulaşmış ve burada da bir bozkır bulmuştu kendine. Tam da o dut dalının düştüğü yerlerin bir çocuğu Silvan Alpoğuz. Ve havasını soluduğu, suyunu içtiği toprakların bin yıldır yaşattığı geleneğin farkında. Yukarıdaki cümlelerinde de bin yıl önceki hikâyeyi bugüne taşımanın derdi ile yandığını ifade etmiş zaten. Nasıl ve ne şekilde olacak, bilmiyor ama o hikâyenin anlatılmak zorunda olduğunun farkında. Çünkü burada bulunuşumuz, buraları yurt tutuşumuz, yar sevişimiz o hikâye sayesinde. Yazarın birkaç ay evvel Ketebe’den çıkan ve Kimse Kalmadığında Bunu Hatırla adlı kitabı 'o anımsatan hikâye'yi anlatma gayretinin bir ürünü. Bozkırın kadim hikâye etme geleneğini modern teknikler ile devam ettiriyor yazar. Yakın tarihten bir hikâye anlatıyor fakat hem hikaye etme geleneğini sürdürüyor hem de kadim anlatılar ile modern hikâyeyi harmanlıyor kitabın içerisinde böylece iki katmanlı bir olay örgüsü ile karşılaşıyor okur. Bir yanda yüz yıllık bir hikaye fakat hem onun içerisinde hem de onu çepeçevre kuşatan kadim bir anlatı. Bu çift katmanlılık zaman zaman okuru yorsa da ‘külfetsiz nimet olmaz’ diyerek okumakta ısrar ediyorum kitabı. Bir arkadaşım kolaylıkla okunan içi boş kitaplar için ‘plaj kitabı’ derdi. Alpoğuz’unki ise bir bozkır kitabı. "Bozkır tedbirden ibarettir. Şehir hayatının yosma güvenliğine ihtiyaç hasıl olmaz orada" diyerek veciz bir şekilde ifade ediyor ya şehir ve bozkır farkını. Bozkır öyledir; zahmetli, hassas ama bereketli.

Akademik metinlerde anahtar kelimeler olur ya hani. Bu hikaye için anahtar kelimeler belirlesem bunlardan ikisi yar sevmek ile yurt tutmak olurdu herhalde. Buradan hemen asker ocağına götüreyim sizi. Bedelli askerlik bahsini ayrı tutalım fakat bu topraklarda uzun yıllar boyunca askerlik yapmayana kız verilmemiş, askerlik yapmayan adamdan bile sayılmamış. Oğlan askere gidecek orada yurt tutmayı öğrenecek nişanlı ya da sözlü olarak gittiği askerden dönünce de sevdiğini hak edecek. Bugün bizlere ne kadar anlamsız gelse de birkaç yüzyılını açlık, yokluk ve savaşlar içerisinde geçiren bir milletin bu tecrübeler neticesinde ortaya çıkardığı bu tavrın elbette bir hikmeti vardır. Yazar da hikâyeye böyle başlıyor. Beldesinden hiç çıkmamış, hiç toprak sahibi olmamış anasız babası bir Anadolu delikanlısının hizmetini gördüğü ağanın oğlunun yerine askere alınması ile başlıyor hikâye: rütbesizlerin, isimsizlerin hikâyesi. Burada ‘zenginimiz bedel öder, askerimiz fakirdendir’ diye inleyen türküye kulak vermeliyiz elbette. Yıl 1920 mekan Batı Anadolu’dur. Kafir Yunan her yere bayrak asmıştır. Eski bir ahır da Yunan işgalciler tarafından cephanelik yapılmıştır. Bu cephaneliğe gizlice sızma görevini layıkıyla yerine getiren Hakkı komutanlarının takdirini kazanır. Bu cephanelik görevinde Hakkı’nın en büyük yardımcısı atalarından dinlediği menkıbeler olmuştur. Er Hakkı dedesinden dinlediği menkıbeleri hatırlamış, ‘o hikâyeyi anımsamış’ ve cephanelik baskınında komutanları dahi şaşırtan bir kahramanlık göstermiştir. Bir avuç toprağı olmayan Er Hakkı koca bir yurt için savaşmaktadır şimdi. Mal ve rızık için ölmenin şehitlik olduğunu da asker ocağında öğrenmiştir Hakkı. Mülkiyet nedir bilmeyen, soru sormaya dahi cesareti olmayan Er Hakkı için askerdeki cephanelik görevinin ardından her şey ağır bir deveran ile değişmeye başlar. Asker ocağından köyüne döndüğünde de rızkının peşinde koşup şehit olmayı göze alacaktır. Hakkı bayrağı göndere çekerken onu evlatlarının yerine askere yollayan ağalar ambar doldurmanın peşindedirler ve görülecek daha çok hesap vardır Hakkı için. Asker ocağının Hakkı üzerindeki bu etkisini Sakarya Fırat dizisinin 67. Bölümündeki bir sahne ile daha iyi anlıyorum. Vaktiyle şehit edilmiş bir bürokratın oğlu üniversite mezunu oğlu askerlik vazifesini yapmak üzere Şırnak’taki bir dağ karakoluna gelir gönülsüzce. Bir çatışma esnasında esir olur ve teröristler askerin ismine bakarak kısa bir araştırmadan sonra onun şehit bürokratın oğlu olduğunu anlarlar. Bunu fark eden askerde teröristin yüzüne tükürür orada. O gönülsüz çocuk orada yurt tutmanın ne demek olduğunu anlar ve babasının niçin şehit olduğunu da. Teröristlerin elinden kurutulup da karakola döndüğünde yaşadıklarını komutanı ile paylaşır. Edebiyat öğretmeni asteğmen, Hacı Bayram Veli Hazretlerinin müstesna dörtlüğünü okur orada.

Nagehan ol şara vardım
Ol şarı yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım
Taş u toprak arasında.


Bu dörtlükten sonra komutan şu veciz konuşma ile açıklar meramını: "Ben bir yapıya vardım, o yapılırken – o taş toprak içerisinde- ben de yapıldım yani kendimi buldum. Burası berbat bir yer. Korkunç bir şey. Ölüm korkusu, pusu korkusu, barut kokusu, sırtımızda taşıdığımız şehitler… Ama işte, bir şekilde kendimizi bu yapının içinde bulmaya çalışıyoruz. Yani kendimizi yeniden tanıyoruz, yeniden tanımlıyoruz.". Silvan Alpoğuz bu diziyi izlemiş midir bilmem ama dizinin bu beş dakikalık kesiti ile kitabın ilk 30 sayfası epey anlamlı bir ilişki kuruyor. Kitabı okursanız mutlaka dizinin ilgili bölümünü de izlemenizi tavsiye ederim.

Nihayet askerlik biter ve Hakkı , koyunlarını otlattığı, oğlunun yerine askere gittiği Topal Ağa’nın ocağına geri döner. Dönmeye başka yeri yoktur. Hakkı askerdeyken Topal Ağa servetine servet katmış, Anadolu’da İstanbul hükümeti ile kuvvacılar arasında mücadele başlamış şartlar epey değişmiştir. Dahası da olmuş Hakkı’nın askere gitmeden önce sözleştiği Esma, ağanın oğlu ile evlenmiştir. Bu sözleşme çiftlikteki herkesim malumu olmasına rağmen hiç kimse Hakkı’nın hakkını gözetmemiş ağanın dediği olmuştur. Yurt kazanılırken Esma kaybedilmiştir. Şimdi Hakkı için yeni bir savaş başlar. Kendi mülkünü ve kendi yârini kurtarma savaşı. Askerden önce kim olduğunu, Topal Ağa’nın niçin bu kadar zengin olduğunu sormayan Hakkı şimdi her şeyi sormuş ve aldığı cevaplar onu harekete geçirmiştir. Hakkı önce Topal Ağa’nın yıllar evvel kendi babasından gasp ettiği toprakları sonra da Esma’yı geri almıştır. Bu mücadelenin her bir anında Anadolu topraklarına üflenen ruh, Horasan’dan gelen ateş, ataların anlattığı hikâyeler Hakkı’nın yoldaşı olur. Mübarek ırmaklar, hüdayinabit ağaç ve yemişler de yanındadır hep.

Toprağını ve Esma’yı kurtaran Hakkı çocuk sahibi olur evvela. Bu sürece Türkiye’nin dönüşümü de eşlik eder. Hakkı’nın çocuklarının gençlik yılları 1980’li yıllara denk gelir. Çocuklarından biri üniversitede asistanlığa hazırlanırken diğeri de askere gitmeden önce yakalanır 12 Eylül darbesine. Babalarının hayatında önemli yer tutan asker ocağı şimdi evlatların hayatlarında bambaşka dönüşümlerin öznesi olacaktır. Bu esnada olaylar Hakkı’nın torunun etrafında şekilleniyor ve dikkat çekici bir şekilde torunun ismini hep gizli tutuyor yazar. Askeri darbe ve sonrasındaki sivil yönetim Türkiye’de her alanda hızlı ve köklü değişiklikleri beraberinde getiriyor. İstanbul merkezli tarikatlar Anadolu’ya açılmaya burada yurt,vakıf,dernek kurmaya başlıyorlar. Bu tarikatlardan biri de Hakkı’nın köyünü seçiyor kendine. Hakkı’nın oğullarından birinin daveti ile gelişiyor bu yurt tutma hadisesi. Köy halkı ile ihvan arasındaki anlaşmazlıklar ve bunların eserde hikaye edilmesi Türkiye’deki kimi tarikat yapılanmaları ve bunların halkla olan ilişkileri açısından önemli veriler sunuyor. Bu açıdan bakıldığında kitabın her bir sayfasının tasavvuf, sosyoloji, tarih, siyaset ,mitoloji gibi apayrı disiplinlere kapı araladığını söylemek mümkün. Bu açıdan kitap okuyucuya kolay bir süreç vaad etmiyor. Bu zorluklara beraber insanı araştırmaya sevk eden bir tarafı var kitabın ve her araştırma yeni bir deryaya sürüklüyor okuyucuyu. Bir bulmacaya takip eder, bir yapbozun parçalarını birleştirir gibi devam ediyor okuma ve araştırma süreci. Yazarın kitabı yazarken menkıbelerden, mitolojiden, halk hikayelerinden beslenmesi kitaba da menkıbevi bir hava katmış desem hata yapmış olmam sanıyorum. Okuma sürecini etkili ve sürdürülebilir kılan da bu zaten. Yazarın halk hikayeleri ve menkıbeleri bu kadar güçlü kullanması bana ‘keşke dedemden, babannemden dinlediğim hikâyeleri not alsaydım' pişmanlığını tekrar hissettirdi. Öyle hikâyeler anlatırlardı ki çocukken heyecanla dinlerdim,bunları not alıp geleceğe aktarmak ancak bir yetişkin olduğumda aklıma geldi şimdi ise hikâye anlatıcılarım dünyada değil. Gece boyunca ahırda dinlenmiş olmasına rağmen sabah baktıklarında terin suyun içinde kalmış atlar, yol açılmak üzere başka bir yere taşınacağı esnada iş makinelerine kafa tutan kabirler, devletin vereceği bir çinik buğday için 60 km yol yürüyen dedem, yıllarca süren esaretin ardından köyüne döndüğünde kendi evinin önündeki gelinlerin bile tanıyamadığı artık hayatından umut kesilmiş rütbesizler ve daha niceleri.

Silvan Alpoğuz kurucu metinler/zemin metinler olarak ifade edilen millet hayatının en mühim meselelerini anlatarak yine milletin geleceğini tayin eden metinlerde hakim bir yazar. İyi bir okuyucu yazarın kitap boyunca bu metinlere yaptığı açık/gizli göndermeleri fark edecektir. Bu da kitap ile ilgili önemsediğim hususlardan biri.

Yazının başında birinin 'o hikâyeyi anlatması' gerektiğinden bahsetmiştik. Hikâye milletimiz için çok önemli. Öyle ki millet hayatını kuşatan din bile menkıbe ve hikayeler ile yerleşmiş Anadolu insanının gönlüne. Yazar dilden dile, nesilden nesile, gönülden gönüle aktarılan bu hikâyeleri modern bir teknik ve yakın tarihten bir olay ile harmanlayarak sunuyor okuyucuya. Bu yakın tarihteki olay da Anadolu’yu -aralıksız bir şekilde kazanılması gereken o mübarek yurdu- yeniden yurt edinmemizi sağlayan Milli Mücadele dönemine denk geliyor. Bu açıdan bakıldığından kitaba bir 100. yıl kitabı demek de mümkün oluyor.

Enes Akçay
twitter.com/enesakcay_h

18 Aralık 2023 Pazartesi

Yeni sorular arayanlara, yeni görme biçimleri

Bir metnin yapısı ile bir kumaşın, örgünün yapısı arasında ilişki kurmak çok eski zamanlara dayanıyor. Küçük bir etimoloji turu atmak bile aradaki bağların gücü hakkında bize fikir vermeye yeter. Ancak o bağlar başka bir yazının konusu.

Bu yazının konusu ise Örme Biçimleri adlı yeni Nurdan Gürbilek kitabı. Nurdan Gürbilek, yazdıklarıyla dilimizde deneme türüne yeni ufuklar açan, yeni kulvarlar, alanlar, bakış açıları kazandıran bir yazar. İlk kitabı 1992’de yayınlanan Vitrinde Yaşamak, yayınlandığı zamanın ruhunun “kod adı” oldu adeta. Gürbilek’in onuncu kitabı Örme Biçimleri ise hayata yazmak ve metinlerin yapısı üzerinden bakmayı amaçlayan metinlerden oluşuyor. Örme Biçimleri'nde yer alan denemeler, hem birbirinden bağımsız olarak hem de aralarında yerleştirilen ilmikler takip edilerek bütünlüklü bir kitap olarak okunabilir. Gürbilek, on kitabıyla deneme türüne çok farklı izlekler, biçimler kazandırdı. Örme Biçimleri bu zincirin en yeni halkası olarak yayınlandı.

Kitap, örgü ören bir Virginia Woolf portresiyle başlıyor. Portre yazarın ablası Vanessa Bell tarafından yapılmış. Yazarları genelde kalemle veya daktilo başında çalışırken veya kütüphane önünde bir kitapla meşgulken görmeye alıştık. Wolf ise koltuğunda elindeki örgüye konsantre olmuş durumda. Dalgalar romanında karakterine “Öbür insanların yüzleri var. Benim yok.” dedirten Kendine Ait Bir Oda'nın yazarının bu portresindeki yüzünün çok belirsiz olması dikkat çekici. Yazmanın “kendim olmakla” ilişkisi okunurken yolumuz Shakespeare’nin hayali kızkardeşine ve Bronte kardeşlere dek uzanıyor.

Örme Biçimleri'nin ikinci yazarı Bilge Karasu. Usta-çırak ilişkisine “farklı” bir Karasu perspektifinden yaklaşmayı deniyor Gürbilek. Karasu’nun metinlerindeki “usta-çırak çatışması” ve kelime tercihleri üzerinden “kendim olmak” meselesine dönüyoruz. Söz dönüp dolaşırken bu meseleye bağlanıyor ama burada “kendim olmak”tan kasıt yazarın kendini kendi egosuna hapsedip başka bütün seslere sağır olması anlaşılmasın. Bunu da Gürbilek’in seçtiği üçüncü yazardan anlıyoruz. Latife Tekin’in yoksulların sesine kulak vererek “kendisi olmasını” bir kalem tecrübesi olarak Örme Biçimleri'nin bir parçası kılıyor Nurdan Gürbilek. Tekin’in neredeyse bütün eserlerine temas ediyor sayfalar ilerlerken. Kendi hesabıma edebi metinleri Gürbilek gibi okumakla ve değerlendirmekle yetinmeyip eleştirmenin/denemecinin tamamen kendi olmayı başardığı özgün metinlerin bu denli az olmasına hayıflanıyorum kitap boyunca.

Örme Biçimleri sadece “isimleri” mi merkeze alıyor? Hayır. Adorno’nun “Sanat şen midir?” sorusu üzerine kurulan “Gülme Biçimleri” başlıklı bölüm, esasında yine “kendin olmak” meselesine farklı sorularla yaklaşıyor. Gülmenin, gülebilmenin, kahkaha atmanın genelde sanatta, özelde edebiyatta nasıl bir konumu olduğu meselesi esasen ufuk açıcı bir konu.

Gürbilek “kuram”ın ışığında okunan edebi metni değil de edebi metnin ışığında kuramı okuyabilmenin denemelerini yapıyor Örme Biçimleri'nde. Bu farklı ve zor tecrübede kalem oynatma sebebini şu sözlerle özetliyor Gürbilek: “Woolf’u Freud’la okuyabiliriz, ama daha ilginci Freud’u Woolf’a okumaktır. İlki kuram hakkında bir şey söyler, ikincisi Woolf’a dikkat kesilir. Edebiyatın kurama nasıl da tıpatıp uyduğu değil, onu (değişime) zorladığı anlara odaklanır. Hiçbir şey sadece tek bir şey değildir.

Yazmak dünyayı değiştirir mi bilemem ama yazdıkça dünyayı anlama ve anlamlandırma biçimimizin değiştiğini, bu değişimle bağlı olarak da dünyanın da değiştiğini rahatlıkla iddia edebilirim. Örme Biçimleri bir dünyayı değiştirme kılavuzu değil elbette. Ancak yazının, metnin ucu bucağı hakkında ilham verici temrinler sunan bir deneme. Okumak isteyenleri başka metinlere yönelten, yazmak isteyenlere de başka yazı konuları ve biçimleri kaleme almak için ipuçları sunan bir kitap Örme Biçimleri.

Nurdan Gürbilek’in denemelerini mümkün kılan perspektifini özetleyen şu cümlelerini kendi hesabıma kulağıma küpe yaptım. Gürbilek’in kendisiyle yapılan bir söyleşide söylediği bu cümleler okunan metnin de okuyan öznenin de aynı anda “kendisi” kalmaya devam etmesinin altını çiziyor. Bu anlamda Örme Biçimleri'nin “kendin olmak” meselesine farklı bir kapı açıyor. (Umarım yayınevi Gürbilek ile yapılan söyleşilerden bir seçkiyi de gündemine alır.) “Bir metni okurken onun sesini işitebilmek, oradaki problemin ne olduğunu anlayabilmek için kendi sesimizi biraz kısmamız gerekir. Aksi takdirde kendi çoktan vardığımız doğrulara kanıt aramak üzere okuruz ya da çoktan oluşmuş bir kuramı pekiştirmek üzere metni yağmalarız. Aynı doğrularla başlar, aynı doğrularla eve döneriz. Her şeyden önce yapıttan zevk almamızı engelleyen bir şey bu, çünkü edebiyattan aldığımız zevk büyük ölçüde beklenmedik olana açılabilme kapasitemizden, o karşılaşma ânından besleniyor.

Var olan hazır cevaplarla yetinmeyip “yeni sorular” arayan okur ve yazarlardansanız Örme Biçimleri size çok “soru” kazandıracak. Bu konuda bir endişeniz olmasın.

Suavi Kemal Yazgıç
suaviy@gmail.com

Osmanlı kadınlarının Cihan Harbi'ndeki mücadeleleri

Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle sonuçlanan savaş hali 1911 Trablusgarp Savaşı ile başlayıp Balkan Savaşları, Cihan Harbi ve Kurtuluş Savaşı ile devam ederek 1923’te sona ermiştir. Peş peşe yaşanan savaşlar hem Osmanlı Devleti’ni hem de Osmanlı toplumunu derinden etkiledi. On bir yıllık bu dramatik süreçte en mağdur toplumsal kesim ise yoksul, kimsesiz ve korumasız kadınlar oldu.

Savaş yıllarında cephe gerisinde kalan ve zorlu şartlarda hayat mücadelesi veren kadınların hikayesi Elif Mahir Metinsoy’un kaleminden Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Kadınları: Gündelik Yaşamda Siyaset ve Mücadele adlı eserde ortaya koyuluyor.

Yazarın doktora tezi olarak hazırladığı ve ilk kez 2017’de Cambridge University Press’ten çıkan kitap, Osmanlı-Türk kadın tarih yazımındaki eğitimli ve elit kadın yazarları, onların sosyal faaliyetlerini öne çıkarma yaklaşımının yerine, ilgi odağına yoksul, kimsesiz ve çoğu taşrada yaşayan kadınları yerleştiriyor. Topyekûn bir savaşın ağır yükünü taşımak zorunda kalan kadınların deneyimlerini görünür kılmayı amaçlayan çalışmada, onların yaşadıkları zorluklar ve bu zorluklarla mücadelelerini arşiv belgeleri, süreli yayınlar, hatıratlar hatta sözlü kültüre kadar yansıyan tüm yönleriyle ele alıyor.

Birinci Dünya Savaşı'nda erkeklerin büyük bir kısmı seferberlik kapsamında silahaltına alınmış, bu da ailenin manevi sorumluluğunun yanı sıra maddi sorumluluğunun da kadınlara kalmasına sebep olmuştur. Savaş boyunca erkekler cephede savaşırken kadınlar da cephe gerisinde yaşam mücadelesi vermekteydi. Bu dönemde sayısı son derece az olan kentli, eğitimli ve çoğunlukla da varlıklı ailelerden gelen Osmanlı kadınları dernekler kurup çeşitli sosyal faaliyetleri organize ettikleri bilinmektedir. Buna karşılık kadınların daha büyük bir kısmını oluşturan yoksul, köylü, eğitimsiz ve emekçi kadınların savaş döneminde yaşadıkları hayat mücadelesi önem taşımaktadır.

Savaş boyunca yaklaşık üç milyon erkeğin silah altına alınması gündelik yaşamda kadınların pek çok zorlukla baş başa bırakmıştır. Savaşın getirdiği göç, salgın hastalık, yoksulluk, gıda sıkıntısı, enflasyon, karaborsacılık ekonomik ve sosyal hayatı olumsuz etkilemiştir. Asker ailesi olan kadınlar ülkenin içinde bulunduğu iktisadi bunalım etkisiyle kendilerine verilen cüzi maaşlarını eksik ya da geç bazen de hiç alamadıkları bu sebeple de hükümete çektikleri telgraflarla kendilerine yardım edilmesini talep ediyorlardı. Devlet daireleri ve asker alım şubeleri önünde protestolarda kadınlar talep ve şikayetlerini belirterek zor duruma düştüklerini ve aç kalmamak için maaşların ödenmesini istiyorlardı.

Osmanlı’da kadınların geçimlerini sağlamak için çalışacakları işlerin ve istihdam olanaklarının yetersizliği onları güç durumda bırakmıştı. Yoksulluk, işsizlik ve kimsesizlik gibi sebeplerle toplumda sosyal çöküntü meydana gelmiş kötü yola düşen kadınların sayısında önemli bir artış yaşanmıştır. İstanbul’da fuhuş ve buna bağlı olarak zührevi hastalıkların yaygınlaşması kamuoyunda tepki çekmiş devrin gazetelerine ve anlatımlara sık sık konu olmuştur.

Kadınların geçim derdine derman olmak ve yardım faaliyetlerinde bulunmak üzere Hilal-i Ahmer Cemiyeti Hanımlar Şubesi, Asker Ailelerine Yardımcı Hanımlar Cemiyeti, Türk Kadınları Biçki Yurdu, Osmanlı Kadınlarını Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyesi gibi çeşitli hayır kurumları kurulur ve kadınların sorunları giderilmeye çalışılır. Geçimini temin etmek zorunda olan on binlerce kadına hem iş hem de barınma imkânı sunan Osmanlı Kadınlarını Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyesi (1916-1923) böylelikle hırsızlık, dilencilik, fuhuş gibi toplumsal sorunları önlemeye de gayret göstermiştir.

Savaş yıllarında şehirlerde yaşayan kadınlar öğretmen, hemşire, tüccar, memur, terzi, tezgâhtar, işçi hatta çöpçü olarak yaşamlarını sürdürmeye çalıştılar. Taşradaki kadınlar ise ellerindeki kısıtlı imkanlar ve ağır vergilere rağmen toprağı ekip biçerek zirai faaliyetlerin devam etmesinde çaba sarfettiler. Kadınların savaş şartları nedeniyle daha önce sadece erkeklere ait mekanlarda ve işlerde yer almaya başlamalarıyla birlikte toplumsal cinsiyet rollerinde ve ilişkilerinde de büyük değişiklikler yaşanmaya başladı.

Kadınlar hayatta kalabilmek ve ekonomik anlamda özgürleşebilmek için mücadele verdiler. Her iki alandaki mücadeleleri savaş yıllarında Osmanlı Devleti’nde gündelik siyasetin önemli bir parçası oldu. Asker aileleri, milli kültürü yeniden üreten anneler, iş gücünün bir parçası işçiler ya da tarım yapan köylüler olarak kadınlar savaşın hem başlıca mağduru hem de en önemli aktörleri arasında yer aldı.

Kitap, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı topraklarında yaşayan kadınların gündelik hayatlarını idame ettirebilmek için giriştikleri zorlu mücadeleyi gözler önüne sererken aynı zamanda sadece savaşa destek olmaları sayesinde değil, protesto, mücadele ve direnişleriyle de devleti onları dikkate almaya ve sorunlarını çözmeye zorladığına dikkat çekiyor.

Rüveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus