6 Temmuz 2023 Perşembe

Dervişin lokmasında nice sırlar gizlidir

"Mest olup mestâne geldim tâ ezelden tâ ebed
İçmişim aşkın şarâbın âb-ı engûr olmadan."

- Şemseddin Sivâsî

Medeniyetimizin en zengin enstrümanlarından biri hiç şüphe yok ki mutfağımız ve sofralarımız. İnsanların yemekle kurdukları bağ, yalnızca doymaktan, eğlenmekten ve bir araya gelmekten ibaret değil. Meseleyi tasavvufta yemek kültürüne getirdiğimizde ortaya derin bir bir harita çıkıyor. Bu haritanın merkezinde "helal lokma" ve "rızık" yer alıyor. Türkülerimizde ve şiirlerimizde de yer bulduğu gibi helal lokma, sofraların baş tacı. Sadece bayramlarda ya da özel gecelerde değil, Rızkın Sahibi her sofraya oturuşta anılıyor, O'na şükrediliyor, verdiği nimetlerin ve lutufların karşısında kul hem acziyetini hatırlıyor hem de gayretinden, hassasiyetlerinden ödün vermiyor.

"Derviş lokması, insanın sadece hatta kalma güdüsüyle açıklanabilecek türden alelâde bir besin değildir. O, gıda ve azık kavramlarının ötesine geçerek ilâhî irade tarafından mahlûkata tahsis edilmiş besinleri ve gereksinimleri ifade eden rızık kavramının doğrudan bir temsili, beşerin iştiyak duyduğu helâl ve leziz hatta bir o kadar asude lokmasıdır" diyor Güldane Gündüzöz. Zira dervişler, lokmanın içine koca bir âlemi sığdırırlar. O âlemde zikir vardır, nefs terbiyesi vardır, edeb ve adab vardır, usul ve erkan vardır. Dostluk, muhabbet ve aşk vardır. Daha evvel tasavvufta tac sembolizmi üzerine fevkalade bir çalışma sunan Güldane Gündüzöz, bu kez tasavvufta yemek kültürüne ve tekke mutfaklarına dair çalışmış, ortaya da çok lezzetli bir kitap çıkmış: Derviş Lokması. Ketebe Yayınları tarafından Mart 2023'te neşredilen kitap, meraklısı için pek lezzetli bir okuma şöleni sunuyor.

Türk kültürü, gastronomi açısından dünyada eşi olmayacak bir zenginliğe sahip. Süheyl Ünver, Fatih Devri Yemekleri'nde konutla ilgili şu anekdotu verir: Fransa'nın en büyük aşçılarından Prof. Montaigne, Esad Fuat Tugay'a yemek pişirmesini ve yemesini Haçlı Seferleri sırasında Türklerden öğrendiğini itiraf etmiş. Yemek kültürümüz özellikle vakfiyelerle birlikte hem usta-çırak ilişkisiyle gelişmiş, hem de tasavvufun içindeki sembol zenginliğiyle günümüze kadar taşınmış durumda. Sofra açmak, gönül açmaktır. Ortada ne tür yemek olursa olsun kalp kalbe iletişimin kurulduğu yerdir sofralar. Yeri gelir sohbet eşlik eder, yeri gelir sessizlik. Ama dervişlerin sofrası başlı başına bir dua törenidir. Duayla açılır duayla sırlanır. O sofrada Hacı Bektaş-ı Velî'nin nefesi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin aşkı, Ahmed Yesevî'nin sırrı vardır. Lokma, dervişin kurbiyetini kuvvetlendirir. Dolayısıyla sadece biyolojik bir eylem değil, metafizik bir harekettir. Rızıkla birlikte sofraya kurulan Hakk'ın cemâlidir. Şükrün ve kulluğun zirvede yaşanması gereken yerdir sofralar. Bu nedenle her bir lokmanın helalinden olmasına mutlak özen gösterilir: "Tasavvuf geleneğinde sufilerin yaşantısı 'helal' kavramı ile vazgeçilmez şekilde bağlantılıdır. Tasavvufa göre, yapılan iş meşru olsa bile damarlarda haram lokma bulunuyorsa söz konusu fiil, haramla gölgelenmektedir. İnsan-ı kamil idealinin bir gereği olarak sufi, seyr ü sülukunda nebati ve hayvani nefisleri aşarak nefs-i natıka mertebesine ulaşmayı hedeflemektedir. Bu itibarla sufi açısından beslenme sadece biyolojik bir ihtiyacın giderilmesi değildir. Tasavvuf gıda üzerinden bir ruhi arınma prosedürü oluşturmakta, bunun yanı sıra bir alem tasavvuru inşa etmektedir."

Etiyle, pirinciyle, bulguruyla, tatlısıyla, çayıyla, kahvesiyle tekke kültüründe sofranın çok ciddi usulleri vardır. Keza dervişin yetişmesinde mutfağın (matbah-ı şerif) rolü büyüktür. Destursuz girilmez, baş kesmeden çıkılmaz. Fakirler, garibler ve misafirler, tekkelerin baştacıdır. Çünkü ancak hizmet edene himmet edilir. Velhasıl tasavvufta sofra, irfân pazarıdır. Edeble gelen lutufla gider. Eskilerin dediği gibi: rızku'l-avam fi'l-yemin, rızku'l-havas fi'l-yakin. Avamın rızkı eldedir, yani maddidir. Havasın rızkı bilgidedir, yani manevidir.

Dervişlerin lokma ile kurdukları irtibatın kökeninde nebevî ahlâk, dolayısıyla kemâl var. Gündüzöz bu durumu şöyle açıklıyor: "Tasavvuf adabında Hz. Peygamber'in ahlakı model alınmıştır. Hz. Peygamber Allah'a tam bir teslimiyet içinde yaşamıştır ve bu nedenle hayatındaki eylemleri taklit edilmelidir. İslami hayatın ilk yüzyıllarındaki zühd anlayışı daha sonraki dönemlerde tasavvufa dönüşmüş ve örnek şahsiyet olarak Hz. Peygamber görülmüştür. Bu süreçte yemek ise, küçümsenecek bir öğe olmaktan çıkmıştır. Bunun yerine, bir edep manzumesi olan tasavvuf hayatının gelişen düzenine tamamen entegre olmuştur. Yemek, bedeni ve zihni disipline etmek ve ruhun mistik yükselişini kolaylaştırmak için uygulanan usullerden biri olarak kabul edilmiştir."

Derviş, yediği her lokmayla birlikte Allah'ın celalini, kudretini, azametini ve elbette sevgisini yaşar. Bu yaşayış giderek bir temaşaya, hatta terennüme, yani yaşam ritmine dönüşür. Dolayısıyla lokma, ilahi rahmete ulaşmanın, ilahi aşka ulaşmanın en hassas yollarından biridir. İnsan rızkıyla samimi bir bağ kurduğunda aynı zamanda eviyle, işiyle, çocuklarıyla, toplumla münasebeti de zenginlik kazanır. Bu bir iç denetim meselesi haline kavuşur. Dolayısıyla derviş için rızıkla kavuşma anı hem bir şükür vesilesidir hem de nefs terbiyesi açısından bitmeyecek bir derstir: "İnsan, yaratılmış olması itibarıyla kendisini var edenin kendisi olmadığını, aksine yaratmaya mutlak gücü olan birinin, kendisini yarattığını fark eder. Böylece kesin bir surette 'yaratıcı olmanın sadece Allah'a mahsus' olduğunu bilir. Benzer şekilde yaratılmasının güvencesi ve muhafazası olan rızka muhatap olması bakımından kendi rızkını kendisinin kazanmadığını, rızık konusunda mutlak kudret sahibinin ona bu rızkı ihsan ettiğini bilir. Böylece kesin bir bilgi ile 'rızık verenin sadece Allah olduğunu' fehm eder."

Güldane Gündüzöz, Derviş Lokması'nda tekke, mutfak, medeniyet üçgenine çok zengin konuları yerleştirmiş. Anadolu tekke mutfağı, helal lokma yemek, Hz. Peygamber dönemi yemek kültürü, Türk kültüründe yemek, kazanın sırrı, tekke yapılanmasında mutfağın yeri ve önemi, tekke mutfağındaki araçlar ve gereçler, tekke mutfağının ekonomisi, kahve kültürü, çorba kültürü, ahîlerde sofra, Şâzeliyye, Ayderûsiyye, Bektaşîyye, Mevlevîyye, Halvetîyye gibi yollardaki yemek ve sofra adabı bu konulardan bazıları. Kitabın son bölümünde Osmanlı tekkelerinde pişen yemeklerin tarifleri ve "Mecmûa-i Fevâid" incelenmiş: Koyun külbastı, balık külbastı, tavuk böreği, su böreği, pırasa böreği, soğan böreği, revani, kurabiye, helva, baklava, kaymaklı saray ekmeği, kadayıf, pilav, tarhana, patlıcan dolması, ciğer... Okur burada, bir zamanlar Aziz Mahmud Hüdâyî Âsitânesi'nde pişen yemekleri görebilir, Bursa Nûmâniyye Dergâhı'nda Bursa Eşrefîlerinin köfteli çorba ananesini öğrenebilir.

Derviş Lokması, tasavvufta yemeklerden mutfak gereçlerine kadar nasıl sembolik bir zenginlik olduğunu sunması açısından da son derece zengin bir kaynak. Şiirimizin, mimarimizin, musıkimizin de tarih boyunca bu lokmadan ve sofralardan aldığı nasipler malum... Yahya Kemal'in "Türkler Viyana kapılarına nasıl gitti?" sorusuna verdiği cevap unutulmamalı: "Bulgur pilavı yiyerek ve Mesnevî okuyarak."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

2 Temmuz 2023 Pazar

"Kalıplı Fes, Mor Ferace, Fildişi Baston"
Üç İstanbul üzerine

İnsan kalbi saadet asırları ile doludur. Dine, millete ve aileye dair saadet asırları. Hayal bütünleştirir, akıl parçalara ayırır. İnsan da bu yüzden hep hayale firar eder, bütünleştirmeye. Gözlerimizi kapattığımızda ise ya geleceğe ya da geçmişe koşarız, “an”dan kaçarız. Hepimizin yaşamak istediği devirler vardır. Kimimiz on beşinci yüzyıl Osmanlı’sında, başı yirmi birinci yüzyılda gövdesinin üstünde kalmak ve kan vermemek şartıyla kılıca su vermek ister; kimi aç ve siyah tenli olmadan ve taşın altında kalmadan Bilal-i Habeşî olmayı düşler. Hanımefendiler, mor feraceli on dokuzuncu yüzyıl hanımlarının Sâdâbâd’a tenezzühe koşuşlarını severler; moru karaya çalan çarşafına üç aylık bebeğini dolayıp da yola düşen Rumelili muhacir kızı seven ise sadece romanlardır. Fesle gezenler var bugün hala sokaklarda. Aziziye, mecidiye, hamidiye kalıplı değil; atölye kalıplı fesler. Mazideki Yahudi tüccarın, Rum bürokratın, onikilerin, çapkın beyzadenin, dinlinin, dinsizin kafasından uçan fesler, arada geçen yüz küsür seneye kefareten, havada yüz kere dönüp faziletperverlerin, hamiyetperverlerin, yani bilumum perverlerin başına besmele ile konar. Mazi, fes ile de tamam olur. Fes de hayaldir. 

Bir yakınım, altı yüz sene boyunca Osmanlı’da tek damla içki içilmediğini savunmuştu. İtiraz etmek ayıp olurdu. İnsana, karşısındaki insanın hayalini kovma hakkı verilmemiştir çünkü. İnsana verilmeyen bu hak edebiyata verilmiştir lakin. Edebi eser, zamanının çocuğudur. Zaman geçer, gider; çocuğunu ise yazarın eline emanet eder. Böylelikle her eserde, yazıldığı zamanın sırrı vardır: Evlat, babanın sırrıdır. Bu sırra binaendir ki bir dönemin kronolojik, afaki vukuat tarihini aşıp dönemin toplumsal, ruhi tarihini anlamak, anlamlandırmak isteyenler; o dönemi anlatan bir romanı, o dönemi yaşayan bir yazardan okumalıdırlar. Mesela, Sultan II. Abdülhamid, II. Meşrutiyet ve Mütareke dönemleri Türkiye tarihinin en keskin virajlarındandır. Merak da edilirler. Bu dönemler, antik Yunan’dan daha fazla mitolojik verim üretmişlerdir. Hayalin toplayıcılığına denk bir çoklukla, kahraman, efsane ve kült, mevzubahis zaman dilimlerinden yükselir. Bu dönemlerle ilgili tavsiye kitap listeleri yayımlanır. Bu listelerdeki kitaplar ise genellikle yukarıda bahsedilen vukuat tarihini kapsar. 

Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u ise sayfalarında barındırdığı karakterler aracılığı ile bahsi geçen üç dönemde memleketin ve memleket insanının geçirdiği maddi ve manevi dönüşümünü, faziletlerini ve rezaletlerini; dönemin saraylarının, konaklarının, meyhanelerinin, gazetelerinin, kahvehanelerinin içine süzülerek anlatır. 1885’te doğan Mithat Cemal Kuntay’ın 1956’da vefat ettiğini düşünerek yukarıdaki dönemlere Cumhuriyet Dönemi’ni de eklersek yazar, dört dönemin adamıdır. Bu dört farklı dönemi idrak edip de madden, manen hayatta kalan bir yazar ise okunacak yazardır. Yahyâ Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa gibi dehaları deha yapan bir unsur da Doğu’dan Batı’ya uzanan “araf” ise eğer; Mithat Cemal Kuntay bu “araf”ın dekorunu İstanbul’a kurup üzerinde elli küsür usta oyuncu ile temsilini oynatmıştır. Bu temsil sayesindeki okuyucu, siyasi olaylar zincirini kırararak ilgili olayların mahalle aralarındaki akislerine koşar. Şu da kitabın mirasıdır ki eskisi, yenisi yoktur; insan vardır. Mazideki insan ile ândaki insanın farkı ise dekordadır.

Hayalindeki kahramanları öldürmek istemeyenler bu kitabı okumamalıdırlar; hatta hiç kitap okumamalıdırlar. Tarihte sadece kalıplı fes, fildişi baston mor ferace ve sakız gibi bembeyaz sarık görmek isteyenler sadece uyumalıdırlar. Çünkü insan uykunun amellerinden sorumlu değildir.

Kitapta geçen bir şarkı: Te’lîf Edebilsem Feleği Âh Emelimle

Kitapta geçen iki kitap: Alexandre Dumas Fils, Kamelyalı Kadın.; Naîmâ, Târih-i Naîmâ.


Mehmet Bilal Yamak
twitter.com/mehmedbilal__

Varlık alemine aşkla, tevhid nazarıyla bakmak

Sâmiha Ayverdi’nin 1946 yılında neşrolunan kitabı Yusufcuk, Türk tasavvuf edebiyatı içinde mümtaz yere sahip bir eserdir. Yusufcuk’un henüz ilk cümlelerinden itibaren ilahi aşkın ve sarhoşluğun neşesiyle yazıldığı fark edilir. Burada ilahi sarhoşluğun bilhassa tasavvufi manada ne anlama geldiği üzerine biraz düşünmek gerekir. Tasavvufta “sekr” kavramıyla bilinen ilahi sarhoşluk, bir salikin kendini bağlı olduğu manevi kanala bırakarak, hatta raptederek, o kanaldan gelen feyzi yaşaması hâlidir. Kimi salik bu hâli söze, hatta saza, yani mûsıkîye dökmek ister. Kimiyse bu hâl ile resim ya da heykel yapar, sema eder, yahut gözyaşı döker. Zira Hakk’ın elindeki palette sonsuz renkler vardır. Hakk, tek bir renk tercih etmemiştir. Bu çokluk aleminde, bu kadar çok rengin içinde, her renkten kendine giden yol görünsün diye çeşit çeşit kullar yaratmış, bu kullardan diğer kullara tecelli etmiştir.

Mutasavvıfların “Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti ve Mûsâ bayılarak yere yığıldı” (Araf, 7/143) ayetiyle işaret ettikleri sekr hâli, Sâmiha Ayverdi’nin dilinden ve gönlünden Yusufcuk olarak doğmuştur. Sufiler bu tip doğumlara “veled-i kalp” derler. Doğum, tecellinin ve feyzin aktığı kalpten gelmiştir. Konuşan her ne kadar Sâmiha Ayverdi gibi görünse de ya da okunsa da burada aslında âşık, maşukuyla konuşmaktadır. İlk sayfadan itibaren Ayverdi’nin hitap ettiği, âşkın ta kendisidir. Aşk, muhabbetin şiddetli hâlidir ve bu hâli sufiler Bakara suresinin 165. ayetinde atıfta bulunarak izah ederler. Bu ayette geçen “vellezîne âmenû eşeddu hubben lillâh” ifadesi, “Müminlerin Allah’a muhabbetleri çok şiddetlidir” manasına gelmektedir ve muhabbetle aşkın arasındaki yolu, öte yandan ilahi aşkı izah eder. Sekr hâli, bu şiddetli muhabbetin, yani yegane gaye olan aşka giden yolun bir vasıtasıdır. Salik bu vasıtayı dirençli, şevkli bir şekilde kullanarak muhabbetini artırır, giderek aşkı anlamaya ve daha sonra da yaşamaya başlar. Böylece konuştuğu, hitap ettiği, yani muhatabı bizzat aşk olur.

Bir insana aşkı en iyi anlatacak kimse, yine bir başka insandır. Fakat bu insan, nefsini terbiye etmiş, Hz. İnsan olmuş bir insan-ı kamil olmalıdır. Zira insan-ı kamilin kalbinden yansıyanlar, yolun başından, yani Hz. Peygamber’in kalbinden yansıyanlardır. Hz. Peygamber’in kalbinden yansıyanlar ise Hakk Teâlâ’dan yansıyanlardır. Bu silsile göz önünde bulundurulacak olursa, bir insan-ı kamilin terbiyesi altına girmiş olan bir salik, istidadını kullanarak sadakatle teslim olduğunda, gönlüne yansıyanlar ve kaleminden damlayanlar o insan-ı kamilin duyguları ve düşüncelerinden bağımsız olmayacaktır. Tasavvufta rabıta olarak kavram bulmuş bu hâl, esasında daimi olduğunda gerçekleşir. Kalbini ve iradesini daimi bir şekilde mürşidine teslim etmiş olan salik, kendinden bir şey konuşmayacak ve kendinden bir şey yazmayacaktır. Ondan okuduklarımız ve duyduklarımız, insan-ı kamilin derunundan aksedenlerdir. Yusufcuk, bu anlamda eşsiz bir kitaptır.

Sâmiha Ayverdi, Yusufcuk’a, “Devletlim!” nidasıyla başlar. Zira konuştuğu, yeryüzünün fani olmaklığı nedeniyle fani olan insanın, yine yeryüzünde erişebileceği en yüksek makam olan aşkla boyanmış, aşkla terbiye olmuş hâlidir, yani insan-ı kamildir. Ayverdi, onunla ilk karşılaşmasında, “Oku!” buyruğuna muhatap olduğunu söyler. Bu muhataplığıyla birlikte kendini tevhide bırakır. “Bir kır çiçeğinde, bir çiğ tanesinde, bir incecik su şırıltısında, zevkte, tebessümde hep senin parmak izlerini görerek hızlı hızlı okuyor ve yanımdakilere söylüyordum” diyerek şu ayete işaret eder: “Yedi kat gökler ve yer ve bu ikisi arasındakiler O’nu tesbih ederler; hiçbir şey yoktur ki O’nu hamd ile tesbih etmesin.” (İsra, 17/44)

Salik, yaratılmış olan her şeye, taşa toprağa, kurda kuşa, kısacası tabiata bakarak hakikati görebilir. Bu görüş, giderek bir anlayışa dönüşebilir. Ancak yine de bu anlayış, tam bir kavrayış olmayabilir. Çünkü tabiattan yeniden kendisine dönmesi, kendini okuması lazımdır. Ayverdi burada, kainatı okurken yaşadığı yorgunluk karşısında insan-ı kamilin ona acıdığından, merhamet ettiğinden bahseder. Bu merhametle beraber “Kendi kitabını oku!” buyruğuna muhatap olur. Artık tabiattan, çokluk aleminden öze dönüş gerekmektedir. Bu dönüşle birlikte salik, kendi hakikatine giden kapının anahtarını bulacaktır.

Ayverdi, kainatta gördüğü her şeyin insanda da olduğu gerçeğiyle karşılaşacaktır artık. Tabiatın ve alemin mükemmel işleyişi, insan vücudunda da bir karşılık bulmaktadır. İnsan vücudu da mükemmeldir ve kusursuz işlemektedir. Yeryüzünde karşılaşılan hadiselerdeki acı ve neşe, insanda da vardır. Eğrilikler ve düzlükler, inişler ve çıkışlar insan gönlünde de yer almaktadır. Tüm bunlar, Şeyh Galib Dede'nin “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” dizelerini bizlere hatırlatır. Ayverdi burada kainatla insan gönlü arasındaki irtibatı şöyle kurar: “Belki hakikaten bu, ötekinden küçüktü; ancak kainat kitabına sığmayan büyüklükler buna sığmıştı.

Bu cümle aynı zamanda Hakk Teâlâ’nın “Ben yerlere ve göklere sığmadım, ancak mümin kulumun kalbine sığdım.” sözünün, salike açılmasını temsil etmektedir. Ayverdi, tabiattan kendine geçiş sürecini yaşamış, fakat gördükleri karşısında şaşkınlığa kapılmış, hayret makamının güzelliğini hissetmeye başlamıştır. Burada yine yardıma ihtiyacı vardır. İnsan-ı kamile olan teslimiyetiyle, kendini okumanın da zorluğunun farkına vararak, bir kere daha himmet talep eder. Bu ilticası karşılıksız kalmaz. “Kendi kitabını okumak uzun sürer, beni oku!” hitabına muhatap olur. Bu hitap karşısında çaresiz kalır. Zira, aşkı okuyan o büyük zümre arasına katılmak fevkalade bir büyüklük ve hatta kitabın ilk cümlelerindeki gibi bir devlettir. Bunun nasıl bir devlet olduğunu bilen Ayverdi, marifet deryasına aşkla ve şevkle dalar. Bu derya, tek başına yüzülecek bir derya değildir. İnsan-ı kamil de bu yüzden vardır. Salik, yalnız yüzmeyecek ve yalnız yürümeyecektir. İnsan-ı kamil, onun Hakk’a doğru yürüyüşünde bir gavvas rolü üstlenerek, inci mercanları deryanın diplerinden yukarıya taşır. Hatta bazen, salikin istidadına göre onu da deryanın diplerine ulaştırıp bu hazineden yararlanmasını, giderek aşka yanmasını ister. Tüm bunlar, Hakk’ın emirlerine uyarak gerçekleştiği gibi yanına şiddetli muhabbetin yani aşkın konulmasıyla da giderek bir hayat nizamı olur. Hayatın kendisi aşk olduğunda kişi kurallarla, emirlerle yetinmez. Vaktin ötesinde bir muhabbetle yüzünü ve kalbini daima Hakk’a döner. Böylece nafile ibadetlerle, dualarla, tesbihlerle, zikirlerle de Hakk’a yürüyüşünü şiddetlendirir.

Ayverdi burada “Gözüm oldun, dilim oldun, tenimdeki canım oldun ve bunları benim yerime kendin okudun” der. Bu cümleler, bir hadis-i şerifin izahıdır aynı zamanda: “Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı, aklettiği kalbi, konuştuğu dili olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum.” (Buhârî, Rikak 38.)

Yusufcuk’un sadece bu iki giriş sayfası; kalbiyle okumak isteyenler için teslimiyetin, marifetin, muhabbetin, aşkın, insan-ı kamilin vazifesinin, kainatı okumanın, insanı okumanın, kitabın kendisini okumanın ve giderek hakikate vasıl olmanın, yani vuslatın bir ifadesidir. Bu ifade öylesine güçlüdür ki kitabın gelecek sayfaları için okuru olabildiğince hızlı biçimde hazırlar. Bundan sonrası tıpkı Ayverdi’nin yaptığı gibi teslimiyeti, sadakati, muhabbeti bir yakıt bilerek aşkın alevlerine doğru koşmaktır. Bu koşuda kişi asla ve asla yalnız değildir. İnsan-ı kamilin kalbi her an onunla birliktedir. Zira Yusufcuk, bütün varlık alemine tevhid nazarıyla bakabilmenin bir hüneri, bir numunesidir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

20 Haziran 2023 Salı

Mutlu Cami’de mutlu bir gezi

Hangi çocuğun anılarında yoktur ki aile büyüklerinden biriyle yapılan tarihi bir cami gezisi... Belki dedeyle, belki anneanne, belki de babaanneyle... Anne ve baba ile çıkılan bir yolculukta belki de! Kim bilir bir bayram günü ya da çarşı ziyareti esnasında... Kim bilir bir vakit namazı sırasında... 

Ama illa, pek çok çocukluk hatıralarında vardır; cami avlularında alınan bir dem, şadırvanda yıkanan yüz, peşinde koşulan kedicikler, namaz esnasında kıkır kıkır gülüşmeler, minbere çıkıp etrafı seyretmeler... Oracıkta edinilen ve hiç unutulmayan arkadaşlıklar... İlla ki birilerinin hatıralarını süsler.

Hepimizin hikayesi farklı. Ama yaşadığımız coğrafyanın kültürel mirası aynı. İşte camiler; hiç kuşkusuz o kültürel mirasın en can alıcı yapıları. Yüzyıllardır, yaşadığımız toprakların kendini dünyaya mimari anlamda gösterdiği yer olan camiler, şehirlerimizin simgesi gibi adeta. Hele de İstanbul’da... Hiç ummadığınız bir sokakta, kaybolup girdiğiniz caddenin sonunda, oturduğunuz mahallenin ortasında, alışveriş için yolunuzu düşürdüğümüz çarşının yanı başında kapısını aralayacağınız bir cami mutlaka çıkar karşınıza. Hal böyle olunca, anılar da kaçınılmazdır.

Yayın dünyasında yerini henüz alan Gülce Kitap, işte tam olarak ruhumuza dokunacak öyle anların resimlenip anlatıldığı bir kitapla çocuk okuyucunun karşısında. Süreyya Ülker Aydın’ın yazdığı Merve Özcan’ın çizdiği Mutlu Cami adlı kitap; sıcacık bir cami, sıcacık bir babaanne torun, sıcacık bir kültür turu hikayesi... Hepimizin kendinden bir şeyler bulacağı anlatı, her ne kadar okul öncesi yaş grubuna hitap etse de yediden yetmişe tüm yaşların sevgiyle okuyacağı türden. Yazar da belki ithafını o yüzden; “Baktıkça gülümseten tüm çocukluk hatıralarına” diye yapmış. İyi ki de öyle yapmış. Peki o çocukluk hatıralarında ne mi var?

Gelin saçlarını iki yandan toplayıp babaannesi ile gezmeye giden o kız çocuğunun peşine takılıp beraber yaşayalım, anlatılanları...

Baştan şunu belirtmemiz gerekir; Mutlu Cami, sadece camilerin nasıl olduğunu, ne için olduğunu anlatan didaktik bir çocuk kitabı asla değil. Mesaj vermeyen, verme amacı gütmeyen, herkesin istediğini istediği gibi alacağı kültürel bir tarih anlatısı, insanın içini ısıtan sımsıcak bir gezi kitabı! Türünü okuduğunuz vakit, siz adlandırın artık. Hisleriniz ne diyorsa, o! Ama eğer çocuklarınız tarihi camileri çok sevsin, bilsin, tanısın istiyorsanız da bu hikâye ile tanıştıkları zaman yolunuzu Eminönü’ne düşürmeniz gerekecek, haberiniz olsun.

Akide şekerleri gibi rengarenk sayfalarda bir babaanne ile torununun Eminönü’ndeki yolculuğu kimi harekete geçirmez ki zaten…

Kahramanımızın babaannesi ile bir ritüeli var, haftada bir Eminönü’ne gitmek. Her Eminönü’ne çıktıklarında şekerlemecileri gezip, biraz alışveriş yapıyorlar. Babaanne mutlaka lokum ve kahve alıyor, o ise portakallı şekerleme. Kahvenin kokusu ne muhteşem öyle değil mi? Koklayın hadi, mis gibi duyacaksınız... Sayfayı araladığınızda ve kahramanımızın cümlelerine kendinizi verdiğinizde özellikle... Evet, küçücük bir çocuğun ağzından okuyacağınız kitabın sayfalarında kısa bir Eminönü turu yapacaksınız evvela. Ara sokaklarda dolaşacak, çarşıyı arşınlayacaksınız. Arada satıcıların ikram ettiği fıstıklı lokumunu tadına bakacaksınız. Çantanız aldıklarınızla dolmaya başlayacak. Mısır çarşısına girilmeden olur mu hiç? Çeşit çeşit baharat ve bitkilerin arasından geçerken bir ses: Ezan okunuyor! Hemen anlayacaksınız; babaanne için namaz vakti. Mutlu Cami’ye gitme vakti... Çizerin de gerçekçi resimlemesiyle mini İstanbul turunun ardından asıl mekâna varılıyor işte.

Mutlu Cami neresi peki? Eğer yolunuz bir kez olsun İstanbul’a düştüyse yahut televizyonda izlediyseniz, bileceksiniz. Küçük kahramanımız hatta çoğu kimse için orası ‘Güvercinli Cami.’ Merdivenleri önünde güvercinlerin dans ettiği, her gelenin o güvercinleri beslediği yerdesiniz; gerçek adıyla Yeni Cami’de...

Bir çocuk, babaannesinin namazını kılmasını beklerken, camide neler yaşayabilir onu da göreceksiniz bu masalda. Güvercinlere yem atmanın mutluluğunu, avluda koşturmanın hazzını, camide yaşayan kedileri sevmenin zevkini, çarşıda alınan şekerlemeyi başka çocuklarla paylaşabilmenin güzelliğini, camiyi gezmeye gelen turistlere poz verip el sallamanın rengini... Hepsini kendiniz yaşamış gibi hissedeceksiniz...

Mutlu Cami kitabının, en anlamlı tarafı çocukları bir camide yaşayabileceği anılar kadar, göreceği güzelliklerle de tanıştırması. Mesela çiniler... Kitabın minik kahramanı, yaşıtlarının dikkatini çekecek ayrıntıları da gözler önüne seriyor. Karanfilli ve mavi desenli çinileri ne kadar sevdiğini anlatıyor. Çini sanatı ile tanışıklığı sağlaması açısından hikâyenin bu kısmı dikkate değer. Yazarın kelimelerini renklerle güçlendiren çizer, kitabın çinilerle ilgili sayfasında adeta çocuklara çini hakkında atölye yapmış gibi. Öyle güçlü resmetmiş ki, çocuklar artık nerede görseler çinileri, maviyi ve karanfil desenini unutmaz.

“O kadar güzel ki desenler
Hepsi dünyalara bedel
Mavi yeşil çiniler
Her zaman beni etkiler”

Tüm bunların bir çocuğun gözünde mutlulukla eş değer olduğunu camiye verdiği isimden okuyacaksınız. Kısacası, küçük mutlulukların yaşandığı bir mekanla tanışacak ve belki bir duaya amin diyeceksiniz bu kitapla:

“Allah’ım bu güzel cami, arkadaşlarım, yavru kedicikler, güzel şekerlemeler için teşekkür ederim.”

Âmin!

Sevim Şentürk

15 Haziran 2023 Perşembe

Mânâ ağacından gönülleri besleyen meyveler

"Onu arıyoruz. 'O nerede, o ay yüzlü nerede?' diye bağırıp duruyoruz. Halbuki, o evin içinde; 'Ben buradayım' diye bağırıyordu. Benim ise, evin içinden gelen sesten haberim bile yoktu da 'Neredesin?' diye her tarafa bağırıp duruyordum."
- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Dîvân-ı Kebîr
(3.Cilt, Tercüme: Şefik Can Dede)

"Sağ u solum gözler idim Dost yüzünü görsem deyü
Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş."
- Niyâzî-i Mısrî

Bir kitap düşünelim ki ta 13. yüzyılda Anadolu topraklarının mayası olan muhabbeti öz belleyip nice gönülleri ihya etmiş, sonra doğudan batıya bütün yeryüzüne yayılmaya başlamış, 21. yüzyıl itibariyle dünyanın en çok okunan, en çok dile çevrilen kitaplarından biri olmuş. Bu durum hem insanoğlunun esas ihtiyacına dair bir vesika, hem de 'mürşid kitab'ın ne olduğuna dair bir misal. Evet, günümüzde insanoğlunun en büyük ihtiyacı kendi özüyle arasına giren mesafeleri aşmak, kendi eliyle gönül âlemine diktiği putları dağıtmaktır. Ne bu mesafeler ne de o putlar tek bir insanı etkilemez, cümle kainatı etkiler. Biz zannederiz kader, sadece kişiye özeldir. Oysa mutasavvıflar -bazı mühim felsefeciler de aynı fikirdedir- ikaz etmişler ki insanoğlunun kaderi görünmez iplerle birbirine bağlı. Birini etkileyen öbürünü de öyle veya böyle etkiler. Bir insanın Hakk'la gönlünü hoş tutması zorlaştıkça, en yakınındakinin de zorlaşır. Giderek çevreye yayılır ve bugün psikolojik pek çok 'hastalığın' kökü olan muhabbetsizlik kaplayıverir her yanı. Tıpkı denize ufak bir taş attığımızda evvelen küçük bir dalganın görünmesi, saniyen o dalganın genişleyip başka dalgalara neden olması gibi.

Tasavvufta aşk vadisinin sembol ismi Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'dir. Tıpkı yardım bahsinde Abdülkâdir-i Geylânî'nin, terk-i dünyâ bahsinde İbrâhim b. Edhem'in, zühd bahsinde Cüneyd-i Bağdâdî'nin, marifet bahsinde Bâyezid-i Bistâmî'nin, keramet bahsinde Ahmed er-Rifâî'nin sembol olması gibi. Peki Hz. Mevlânâ âşıktı da diğerleri değil mi? Estağfurullah. Sembol olmak demek, vaziyeti aşikâr etmek, terennüm etmek, yaşamak ve hatta yaşatmak demektir. Mevlânâ'mız aşkı olduğu gibi üzerine giymiştir, dolayısıyla "Ben âşığım" diyenin boy aynasıdır, kâl ile hâli ayırma filtresidir. Kendisinden sonra gelen nice sufiler, mutasavvıflar, şairler, mûsıkîşinaslar ve hatta mimarlar, ressamlar da -yeryüzünün neresinde olurlarsa olsunlar- Mevlânâ'mızın feyzinden istifade etmişlerdir ve bu el'an sürmektedir, vesselam.

Mesnevî, bir 'mürşid kitap' olma tasarrufuyla ve vazifesiyle asırlardır kendi içine doğru yolculuk etmek, meyilden muhabbete geçmek, taklitten tahkike varmak, içli içli gözyaşı dökmek yahut dökemiyorsa neden dökemediğine ağlamak, bu bıktırıcı dünya pazarında iç âlemini ilahi aşka döndürmeye çalışıp cefayı da safayı da rahmet bilmek, Hakk'tan başka her şeyin bir oyalanma olduğunu idrak etmek, Ahad ve Samed Mevlâ'mızın rızasına kavuşanlardan olmak isteyenlere sayfalarını açmaya devam ediyor. Yalnız burada bir mesele var ki büyük bir ehemmiyet arz ediyor: Eskiden tekke adabımızda, bilhassa taze dervişlere Mesnevî tek başlarına okutulmaz, muhakkak işin ehli bir zâtın rehberliğinde okunması tavsiye edilirmiş. Bugün dahi bu usul sürmektedir. Günümüzde Mesnevî'nin daha kolay anlaşılabilmesi, inceliklerinin kavranabilmesi, derinliğinin hikmetine varılabilesi için yayınlanan kitaplar da esasında bu geleneğin bir mirası. "El ele el Hakk'a" düsturunca Hz. Mevlânâ âşıkları, Mesnevîhanlar ve bu ulu sohbet deryasına dalıp inciler çıkararak taliplere dağıtanlar; büyük bir şevkle vazifelerini sürdürüyorlar. Tıpkı, pek kıymetli muhtereme Hayat Nur Artıran Hanımefendi gibi. Nisan 2023'te Sufi Kitap tarafından neşredilen Sübhân, "İnsan ve Kur'an" alt başlığını taşıyor ve Mesnevî sohbetlerinden oluşuyor. Dokunduğu her canlıya incelik nakşeden Hayat Nur Artıran, kitabın kapağındaki incelikle de "Allah güzeldir, güzelliği sever" hadis-i şerifini hatırlatıyor. Buyurun kapağa şu not eşliğinde bir kez daha bakalım: "Ortadaki Elif Cenab-ı Allah'ı, dolayısıyla Kur'ân-ı Kerim'i, soldaki gül Peygamber Efendimizi, küçük goncası ümmetini, aradaki kelebek Efendimizin nuruna pervane Hakk âşıklarını, sağdaki karanfil Peygamber varisi büyük velileri, küçük goncası, onların izini takip eden dervişânı sembolize etmektedir. Tüm bunların bir araya elmesi, birlik olması için de ortada Peygamber Efendimizin mübârek mührü bulunmaktadır."

Hayat Nur Artıran, Sübhân'da evvela İnsan ve Kur'an birlikteliğinden çok mühim misaller veriyor. Burada Mesnevî, Divân-ı Kebîr, Kur'an ayetleri ve menkıbeler arasında karşılaştırmalı okumalar yapmak okur için hem çok lezzetli hem de çok aydınlatıcı oluyor. Biz bir şeyi okur okumaz hemen anlayacağımızı zannediyor, üstelik hemen de bir fikir sahibi oluyoruz. Oysa mana zenginliğine ulaşmak için her ne kadar acele etmemiz gerekiyorsa da adımlarımızı nazik atmalıyız. Bildiğimizi zannetmemiz kadar büyük bir yanılgı yok. Büyükler kitaplarını bu sebeple ve şevkle neşrediyorlar. Okuduklarımızdan neyi nasıl anlamamız gerektiğine dair bir yol haritası çıkarmış oluyorlar. Zira insanın kendi mektubunu, kendi bedenini, kendi gönlünü okuması hayli zorlu bir yolculuk. İşte bu karşılaştırmalı okumaya, irfani lezzete dair bir misal:

"Beden mektubunu da gönül mektubunu da okumak kolay değildir! Ey Hakk yolu yolcusu! Senin bedenin, bir mektup gibidir; ona dikkatle bak! Padişaha (yani Hakk'a) lâyık olup olmadığını anla da onu, ondan sonra yerine gönder! Bir köşeye çekil, kendi içine kapan; mektubu, yani kendini aç da oku bakalım! İçindeki sözler, duygular, düşünceler padişaha lâyık mıdır?" (Mesnevî, c. IV, 1564, Tercüme: Şefik Can Dede)

"Behlül Dânâ Hazretleri, yol üzerindeki bir virânenin yıkılmak üzere olan iyice eğilmiş duvarının önüne oturup saatlerce düşünürdü. Yine bir gün endişe ile bakarken duvar birden çöküverdi. Behlül Dânâ Hazretleri'nin yüzünü bir sürur ifadesi kapladı. Onun bu sevincine mânâ veremeyen insanlar merakla sebebini sorduklarında: 'Görmediniz mi duvar meyilli olduğu tarafa yıkıldı!' dedi. 'Peki bunda şaşılacak ne var?' dediklerinde ise şu hikmetli cevabı verdi: Mademki dünyadaki her şey nihayetinde meylettiği tarafa yıkılıyor, benim de meylim Hakk'a doğrudur, o hâlde ben de ölünce Hakk'a varırım. Ey ahâli! Rükû ve secdelerimizde Hakk'a meylimizi artıralım ki başka yönlere yıkılmayalım!" (Menkıbe)

"Andolsun ki sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz ve (dünyada) size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız. Sizin hakkınızda ortaklarımız sandığınız şefaatçilerinizi de yanınızda görmeyeceğiz. Andolsun, aranız açılmış, (tanrı) sandığınız şeyler sizi bırakıp gitmiştir." (En'am Sûresi, 94)

Sübhân, dikkatle incelendiğinde Hayat Nur Artıran Hanımefendi'nin diğer kitapları gibi Mevlevî inceliğini ve zarafetini her boyutuyla sunuyor. İnsan ve Kur'an serlevhasıyla açılan sayfalar, sâdece Cenâb-ı Hakk’a mâlûm olup ancak dilediği peygamberlerine ve velîlerine öğrettiği ilâhî sırlara vukuf ilme, yani ilm-i ledün'ün peşine Hızır'ın yoldaşlığıyla düşmüş Hazreti Mûsâ ile devam ediyor. Ardından Hazreti İbrâhim, Hazreti Nûh, Hazreti Sâlih, Hazreti Yunus ile sürüyor ve Hazreti Yûsuf ile son buluyor. Zira aşk; vuslat yolculuğunda yegane gayedir, son duraktır, Hazreti Yûsuf da aşk bahsinde tıpkı Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gibi sembol isimlerden biridir. Sübhân'ı, günümüzde tasavvufu romantik bir çerçeveye sıkıştırmaya çalışanların ve Allah'a hiçbir şekilde ulaşılamayacağı (bilinemeyeceği, bulunamayacağı, yakınlaşılamayacağı vb.) noktasında inat eden klasik eğitimcilerin muhakkak okumasını acizane öneriyoruz. İslâm'ın ve Kur'an'ın armağanı olan tasavvufun, bu asırlık geleneğin, bu kıyamete kadar sürecek sistemin, çağın insanına ne şifalar sunacağı hiç şüphe yok ki Sübhân'ın sayfaları arasına sırlanmıştır. Muhabbetle gayret eden herkese bu sırların açılması da Hakk'tan niyazımızdır. Başka bir diriliş ümidimiz de yok desek, herhalde yeridir.

Dış kapılardan, kabuklardan, zahirden, elbiselerden, alışkanlıklardan, görüntülerden kurtulmamız gerekiyor. İslâm'ın en büyük gayesi, Hakk'ın kulundan şirki temizlemektir. Allah, şirk hariç her şeyi affedicidir. Sözü Hayat Nur Artıran Hanımefendi'nin şu cümlelerine getirmek istiyoruz: "Gerçek olan şu ki: Sır içinde sır, hikmet içinde hikmet, varlık içinde yokluk, yokluk içinde varlık, hayr içinde şer, şer içinde hayr gizlidir. Hiçbir şey göründüğü gibi sûreta değildir. O nedenle dış görünüşe aldanmak, putperestlik olarak kabul edilmiştir."

Bir pehlivan vardır ki o geldiğinde hikâyemiz sona erecektir. Gayemiz hayatın ve ölümün, yerin ve göğün, aşkın ve muhabbetin, ilmin ve şevkin, bütün yönlerin, mekanların ve zamanların sahibi olan Hakk'ın karşısına hoş bir hikâye ile çıkabilmek olmalıdır. Sübhân gibi kabuğu değil özü işaret eden kitaplar da bu hikâyemizi anlamlı kılma, kuvvetlendirme yolculuğunda ışıldayan bir refîktir. Evvel refîk, bade'l tarîk...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

14 Haziran 2023 Çarşamba

Hayata hayret mertebesini aşarak bakmak:
Kadir Daniş romancılığı

Michel Foucault, Deliliğin Tarihi’nde “Roman her tür duyarlığın en mükemmel yozlaşma ortamını meydana getirmektedir; roman ruhu hissedilirin içinde dolaysız ve doğal olan ne varsa ondan kopartmakta ve onu gerçekdışı oldukları ölçüde ve doğanın yumuşak yasaları tarafından ne kadar az düzenlendilerse o kadar şiddetli olan hayali bir duygu alanına sürüklemektedir” demiştir. Foucalut, eğer Kadir Daniş’in romanlarını okusaydı, bu cümlesini değiştirirdi ve şöyle derdi: “Roman her tür duyarlığın en mükemmel safvet ortamını meydana getirmektedir; roman ruhu hissedilirin içinde dolaylı/dolaysız ve doğal olan ne varsa onu çoğaltmakta ve onu gerçekliğin keskinliği ölçüsünde ve doğanın şeffaflığı tarafından ne kadar belirginleştiyse o kadar şiddetli olan hakiki bir duygu alanına sürüklemektedir.

Kitabü’l Acayip, Gözlerimiz Kamaşırdı Dehşetten (Foneptik Bela), Serçelerin Ölümü ve Yeryüzü Blues ile tanıdığımız Kadir Daniş, romanı insana aksettirici bir düzenek olarak kullanır. Ancak bu tanım onun roman dünyasını açıklamaz, aksine daralttığı ve kısıtladığı için onun roman dünyasını anlamaktan uzaklaştırır. Nedir Kadir Daniş romancılığı?

Kadir Daniş gerçeği ifşa ederken gösterir, gösterirken ifşa eder. Daniş’in romanında baba, salt bir baba değildir; evlat, salt bir evlat değildir; eş, salt bir eş değildir; anne, salt bir anne değildir. Hepsi hem odur hem de değildir. Kadir Daniş gerçeklik ile metaforu iç içe kullanır. Örneğin, Serçelerin Ölümü’nde Koray’ın aynaya bakarak “Kim bu cananavar” dediği sahneyi ele alalım. Koray’ın kendisini canavar olarak görmesi, sadece kendisinden iğrendiği, kendisini çirkin olarak gördüğü için değildir. Koray, perdeden sıyrılmış ve nefsini görmüştür. Bunu ise romanın sonunda anlıyoruz. Koray, Hızır ile çıktığı yolculuğun sonunda Hızır tarafından öldürülmüştür. Canavar artık ölmüş, geriye safi ruh kalmıştır. Safi ruh, özdür; Tanrısal masumiyet, Allah’ın üflediği ruh, ilahi nefes. Rasulullah’ın “Ölmeden önce ölünüz” hadisi meydana gelmiştir. Aynı şekilde Koray’ın kendisini canavar olarak gördüğü ayna da sadece ayna değildir. Evet aynadır ama aynı zamanda değildir de. Hem odur hem değildir. Ayna burada sırrı işaret eder. Kimilerince hadis olarak kabul edilen kimilerince ise atasözü olarak kabul edilen ama her halükarda manası doğru olan ve üzerine yazılar yazılmış, düşünce seansları gerçekleştirilmiş meşhur bir söz vardır: “Evlat, babanın sırrıdır.

Sır, aynanın arkasıdır. Görülmeyen, görülmeyeni taşıyan bölümü. Aynanın karanlık kısmıdır. Ayna sır ile ışığı geri taşır ve gösterir. Evlat, babanın sırrıdır sözünü hatırlarsak (bu sözü sadece baba-oğul ekseninde düşünmek isabetli olmaz, anne-baba ve evladı ekseninde düşünmek gerekir) anne-baba, evladında kendisini görür. Her doğan bir öncekinden gelen hakikati taşır, silsile bu şekilde tamamlandığında yolun başına kadar (Hz. Adem ile Hz. Havva) gidilir ve karşımıza büyük insanlık tablosu çıkar. İnsanın var olma amacının kendini bilmek olduğunu düşünürsek (Kendini bilen Rabbini bilir) anne- baba, evladıyla bu sırrı da öğrenir, kim olduğu sırrını! Buna ek olarak sır, tasavvufi eserlerde idrak aracı olarak kullanılır. Bu sır, kalpten ortaya çıkar. Böyle düşündüğümüzde de anne-baba, evladının kalbinden görünen sır ile gerçekliğe, hakikate kavuşur.

Yeryüzü Blues’te da, Serçelerin Ölümü’nde de evladıyla sırrı ifşa olan, hakikate kavuşan baba görürüz. Yeryüzü Blues’ta anne de buna dahildir. Nejat, evladıyla (sırtında sönen sigaralar vb.) gerçekliğe temas ederken, Koray ölmüş bebeği üzerinden gerçeklik ile karşılaşır. Sadece 8 saat yaşamış bir bebek, babaya ömrün hayal olduğunu, varlığın sadece O’na has olduğunu gösterir ve madem var değiliz, o halde yapılacak olan ölmektir, ölmeden önce ölmek! Yeryüzü Blues’ta ise bir kenardan seyreden evlat, bütün aile fertlerinin perdelerinin kalkmasına sebep olur. Meryem’in çocuğu istemesi, ailenin çocuğu sahiplenmesi düğümü koparan noktadır. Kopan düğüm, hepsinin içini dışarı çıkarır. Dil bir kez konuştuysa, söylenemeyen kalmayacaktır. İnsan, insanın aynasıdır. Sırrın, aynanın görünmeyen yeri olduğunu hatırlarsak; herkes herkesin görünmeyen yönünü taşımaktadır ve herkes, herkeste kendi görünmeyen yerini görüyordur, herkes aslında herkestir. Varlık tektir. İnsan, birdir. İnsanın ana mahkûm olduğu, insanın hikâyesinin aslında tek bir hikâye olduğu Daniş’in romanlarında gerçeklik ve sembolizmin arasından bize göz kırpar. Bu yüzden Yeryüzü Blues’ta çocuk “… Meryem’in yanına gidemiyordum ama Meryem benim içimdeydi” derken, Serçelerin Ölümü’nde Koray, “Ben nasıl ki gelmiş geçmiş bütün babalarsam, evladım da bütün bebeklerdi. Evladım bendi. Benim de adım zaten Koray. Ben de evladımdım” demektedir. İnsan tek bir can ise, o candan seçilmiş herhangi bir tecelli, insana tüm insanlığı sunacaktır. Kadir Daniş romanlarında bir tecelli ile insanlara tüm tecellileri gösterir. Çünkü insan için öteki, insanı ve kendisini görebileceği bir imkândır. Bu imkân için de ayna benzetmesi kullanılabilir.

Bu yüzden onda acı keskindir ama aynı keskinlikte şefkat da barındırır, merhamet sıcacıktır ama aynı sıcaklıkta şiddet de içerir, sevgi dupdurudur ama aynı durulukta nefret de koklaşmaktadır. Tüm ikilikle, koyun koyunadır. Gece ile gündüz birleşir ve gün olur. Daniş bize günün belirdiği andan seslenir ve gece ile gündüzü önümüze serer.

Gece ile gündüzün birleştiği yerde; zaman yoktur, an vardır. İlahi sistem an üzerinden işler. Çünkü zaman yaratılmıştır ve yaratılana çalışır. Allah ise andadır. Tanrı’nın insana ruh üflemesiyle anda olmasını tek bir bağlam üzerinden düşündüğümüzde aslında zamanın olmadığını, hepimizin ve her şeyin Tanrı’nın bir nefesinden ibaret olduğumuzu idrak ederiz. Dolayısıyla olan herkes için olmuştur, olmayan kimse için olmamıştır. Kâinat bir domino taşı mesabesindedir, kader kitabında tek bir yaprağın düşmesi kâinatı değiştirecektir. Borges’in kum metaforunu hatırlayabiliriz burada: Adam çölde bir avuç kum alır eline, kumları savurur ve “Çölü değiştirdim” der. Kadir Daniş romanlarında zamansızlığın merkezinde, tanrısal göz ile andan bakıyor kâinata. Kâinat bir çöldür, Kadir Daniş çöldeki adamdır, avucuna aldığı kumlar romanlarıdır ancak bir fark var: Değişen kâinat değil, okurudur!

Koray’ın ağzından konuşursak “Halbuki zaman tek bir andan ibarettir. Mesela hepimiz çoktan öldük… Zaman akmaz. Donuk, bitimsiz bir lahzadır o… Baş yoktur, baş da sondur, son da sondur. Yaşananlar sonundan başlar, sonuna varır. Hatta hiçbir şey yaşanmaz, alem bir noktadır, nokta da zaten nihayetin ta kendisidir. Nihayetse hiçtir. Hiç.

Daniş gece ile gündüzün birleştiği andan seslendiği için bize, onun karakterleri lanete mi yoksa rahmete mi uğradığını bilmez. Hepsi suçludur, hepsi masumdur, hepsi acı çekmiştir, hepsi acı çektirmiştir, hepsi iyidir, hepsi kötüdür. Hepsi insandır çünkü. Bu, insanın hikâyesidir. O yüzden zulüm, merhamet, haz, hayret, hayranlık bu güzergâhta karşımıza çıkan duraklardır ve hepsi bizde var olan hissiyatı, duyguyu yeniden yeniden yeniden doğurur ve biz biliriz ki bizim doğurduğumuz çocuk Daniş’in romanlarında yer almaktadır.

Daniş, karakterlerine isim koyarken de alelade tercihte bulunmaz. İsmi seçerken de ifşa ederken gizler, gizlerken ifşa eder. Tekrar Yeryüzü Blues’a bakarsak, önümüze Meryem çıkacaktır. Meryem, iffeti temsil eder. Tecavüze uğramış, kürtaj yapmış, koruduğu iffeti sayesinde “çocuğa” asıl anneliği o gösterebilmiştir. İffetini koruyarak temiz, pak kalmış; masumiyeti temsil eden çocukla da rabıtayı esas o kurabilmiştir. Çünkü çocuğa (İsa’ya) Allah’ı o öğretmiştir. İşari tefsirleri hatırlarsak, Hz. İsa’nın Meryem’den doğması; manevi gelişimini tamamlayan nefsten, (saflığı, paklığı, iffeti ayetlerde de ön plandadır) kalp doğmuştur. Burada kalp, Hz. İsa’yı, yani Ruhullah’ı temsil etmektedir. Kalp, ancak manevi terbiyeden geçmiş, mutlak arılığa ulaşmış insanda meydana çıkar. O insanın da kalbi Allah’ın evidir. Romanda da Meryem paklığı temsil ederek (kirli dünyanın içinde paklığını korumuştur) “kalbe”, İsa’ya Allah’ı öğretmiştir. Allah’ın evi, ancak pak kalptir çünkü. Yine Hz. Zekeriya, müjdelendiği zaman Allah’tan bir delil isterken, Hz. Meryem istememiştir. Hz. Meryem, teslimiyeti göstermiştir. Romanda da Meryem önce aileye teslim olmuş, delil istememiş, sonra çocuğa teslim olmuştur. Çocuğa teslim olduğu için de çocuğun masumiyeti ile kendi koruduğu paklığını tamam etmiştir. Masumiyet tek bir hal olduğu için de çocuk “Meryem benim içimdeydi” demiştir. Bu aynı zamanda Meryem’in babasız bir şekilde isa’yı doğurması, nefsten kalbin çıkmasıdır. Çünkü “bir” olmuştur. Bakış açımızı değiştirirsek, Mevlana; insan bedenini Meryem’e, doğum sancısını da İsa’ya benzetir ve insan bedeninin içindeki İsa’yı doğurma sancısı içinde olduğunu söyler. Yeryüzü Blues da Serçelerin Ölümü de aklımıza gelsin. Hangi karakter için içindeki İsa’yı doğurma sancısı yaşamıyor diyebiliriz?

Byung-Chul Han’ın Şiddetin Topolojisi eserinde “Keskin bir dil şiddeti de fiziksel şiddet gibi olumsuz üzerine bina edilmiştir, çünkü bir şeyden yoksun bırakır, yaralar hedefini” demesini aklımıza getirdiğimizde, özellikle Yeryüzü Blues’ta yaraların, dil şiddetiyle serpildiğine tanık oluruz. Ancak gördüğümüz yara, insanlık yarasıdır. İnsanın eksikliğidir, tamamlanamamasının getirdiği elemdir. Serçelerin Ölümü’nde de bu eksiklik evlatsızlık ile kendini gösterir. Yoksa Koray’ın karısına zulmetmesi, çocuğun sırtında sönen sigaralara, dedenin sağlık durumu, Meryem’in tecavüze uğraması, Hümeyra’nın ablasının etini satması, Serpil’in intihar etmesi, Nejat’ın zulümleri gibi kötülükler dünyanın içinde bulunduğu durumu gösterir, insanın kirli yanını saçar ortalığa ama bizim kastettiğimiz yarayı ifade etmez. Yara, insanın eksikliğidir. Makus kaderinin onu eksik var etmesidir. İnsan eksikliği gidermeye çalışır ömür boyu ve bu mücadele esnasında kötülükler de yapar, kötülüklere de uğrar. İkisi farklı konulardır ve Daniş romanlarında iki konuya da ilahi bir gözle, keskin bir duyuyla perspektif tutar. Gözlerimiz Kamaşırdı Dehşetten romanında da içerdiği polisiye, fantastik öğelere aldırmaksızın yapılan aslında yine evladın sır olması meselesidir. Yıldırım Agâh’ın bütün karakteri, bakışı anne-babasında kendisini gizlemektedir. Agâh, onların görünmeyenin görüldüğü kişidir. Nitekim büyülerin, vampirlerin kol gezmesi de bizi aslında hiç alakadar etmemektedir. Elbette politik mesajları işaret etmektedir ancak anlatılan yine insandır, insanın insanla, kâinatla ve Tanrı ile ilişkisidir. Hepsi hem gerçektir hem de semboldür. Daniş anlattığı gerçeklikle (gerçeği hem gizler, hem de ifşa ederken) insana görmek istemediği tüm hasletleri gösterir ve sadece “hevesini kursağında bırakmakla yetinmez, o kursağı bir de yumruğuyla ezer!” Ezer ki insan kendine gelsin, kendisiyle tanışsın. Yaklaşmak için önce uzaklaşmak gerekir çünkü!

Daniş, romanlarında anlattığı tekamül sürecini (insanı anlatırken, insanın tekamülünü anlatır aslında) romancılığında da gerçekleştirmiştir bir yandan. Romancı Kadir Daniş, Kitabü’l Acayip ve Gözlerimiz Kamaşırdı Dehşetten (Foneptik Bela) romanlarında yola çıkmış, perdeleri yavaş yavaş kaldırmıştır. Serçelerin Ölümü’nde perdeler tamamen kalkmış, hayret makamına ermiştir. Anlatımı hayret makamından gerçekleşir. Yüzleşme, çarpışma, anlamlandırmaya çalışma, anlamla ve anlamsızlıkla karşılaşma yer almıştır. Ancak tekamül gerçekleşmiş, hayret makamı aşılmış ve Yeryüzü Blues çıkmıştır sahneye. Yeryüzü Blues’ta artık hayret yoktur, romancı Kadir Daniş artık hayret üstü bir konumdadır, görüntü net ve berraktır, sisli hiçbir mevhum yoktur. Anlatılmak istenen bellidir, nasıl anlatılacağı ve neyin anlatılacağı aşikardır. Olan da olacak olan da olmuş olan da barizdir. Okuyucunun önüne neyin, niçin konulduğu belirlidir. Bu yüzden karamsarlık ile umut, vicdan ile zulüm, aşk ile nefret sarmaldır. Çünkü hayret üstü makama geçildiğinde kavramların karşıtlığı kalmaz, kavramlar sadece kavramdır, kavramların ötesine geçilmiş ve içerilerinde vakıf olan töz yakalanmıştır. Daniş bu tözü okuyucularına derya halinde akıtmıştır ancak her okuyucunun kendi kütlesince damlaya sahip olabileceği unutulmamalıdır. Çünkü “Kadir hest, diger nist.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

8 Haziran 2023 Perşembe

Kitap sevenler yahut çarpıntısız yaşayamayanlar

“Kışın üzerimi örtüyor, yazın gölge yaratıyorlar. Beni rüzgârlardan koruyorlar. Kitaplar benim evim."
- Carlos María Domínguez, Kâğıt Ev

"Her okur, kitaplığında kapağını açmadığı kitaplar da olsun ister onların vaadlerini önemser. Ummak, hayatın en sağlam fillerinin başında gelir."
- Enis Batur, Kitap Evi

"Her okur, kitaba manevi bir ölümsüzlük getirmek için vardır."
- Alberto Manguel, Okumanın Tarihi

Bibliyofil; "kitap sever, kitaba aşırı derecede düşkün kimse" anlamına geliyor. Bu kelimenin giderek daha fazla kullanılmasının, yaşama biçimlerimizdeki değişimle büyük alakası var. Buradan başlayalım. Tüm dünyayı etkileyen salgın, tüketici alışkanlıklarını da değiştirdi. İnternet alışverişleri artık hastalık boyutuna ulaştı. Lazım olan, olmayan her şey alınıyor. Yeter ki yanında bir indirim ibaresi görülsün. Üstelik bu satın alınanlar, bir de hızlı gelecekse adresimize, değmeyin keyfimize. Kitaplar bundan nasipsiz kalır mı hiç? Doldur sepeti, ver siparişi.

Diğer yandan, instagram ve twitter gibi mecralar kitapla olan ilişkimize dair çok şey söylüyor. Okumadan okuyanlar, çayla veya kahveyle okuyanlar, gündüz işten güçten fırsat buldukça okuyanlar, geceyi okumaya ayıranlar, klasiklere yüz vermeyenler, popüler kitaplardan kaçanlar. Nicelik ve nitelik arasındaki dengenin kaybolması, hakiki bibliyofiller için belki de bir imkân. Ortaya çıkmaları, kitaplar hakkında konuşmaları, bol bol yazmaları, kendine doğru düzgün bir okuma planı tutturamamış kimseler için gerçek bir yardımcı olmaları gerekiyor. Neticede dünyaya sadece kendimizi gözetmek için gelmiyoruz. Başkalarına hizmet, nefsimizden vermektir ve bir bibliyofil için bu en hakiki manevi zevklerden biridir.

Halil Solak'ın Kitap Sevenler Cemiyeti adlı çalışması, gerçek bir kitap sevgisinin ne olduğuna, bu sevginin hangi cefaları ve safaları beraberinde getirdiğine harikulade bir misal olarak raflarda artık. Mayıs 2023'te Dergâh Yayınları'ndan çıkan ve soluksuz okunabilen kitap, içeriğindeki entelektüel zenginlikle beraber değişen, dönüşen ya da değişmeyen, dönüşmeyen 'o' bibliyofili de anlatıyor aslında. Kütüphaneyi tekkesi edinmiş, yaşamdaki gelip geçici mutluluklar yerine büyük saadeti kitap aşkında bulmuş, karşılaştığı tesadüfleri de tecelli bilmiş bir derviştir aslında bibliyofil. Bilmeyen ve tatmayan için 'hastalıklı' bir hâldir. Üstelik 'para etmez' bir meşgaledir, ne ferahlık getirir ne bereket. Sürekli yer işgal eden kitaplar toz ve düzensizlik saçmakta, etrafa 'hoş' görünmemektedir. Zaten çok okuyan da mutlaka 'deli' olacaktır ve bir an önce bu zevkten vazgeçilmeli yahut olabildiğince hafifletilmelidir. Tüm bunlar, bir âşığa 'sen artık sevme' demekle aynı şeydir aslında. Dolayısıyla yangına körükle gitme etkisi yapacaktır.

Kitap Sevenler Cemiyeti böylesine bir hayatı tüm sadeliğiyle anlatmak için harikulade bir açılışla okurunu karşılıyor evvela. "Kitaplarıma Ev Bulamadım" diyor Halil Solak. Önsöz niyetine yazılmış bu yazıda her bibliyofilin kendinden, çevresinden ve hayatından bir şeyler bulacağı muhakkak. Annesinden ya da eşinden gizleyerek evine kitap getirmek durumunda kalanlar, aynı kitabı -başkalarına anlatması zor sebeplerdir bunlar- birkaç defa almak, çalışma masasının veya yatağın kenarındaki kitap adacıklarına, tepeciklerine zevkle bakmak, oradan ustalıkla ve diğerlerini devirmeden bir kitabı çekip alabilmenin keyfini yaşamak, bir makale yazmak için onlarca kitabı karıştırmak ve dolayısıyla kitaptan kitaba atlamak, yetmeyince kütüphaneye gitmek, yaşadığı şehrin semtlerinde ve ücra köşelerinde bir kitabın anlattığı iklimi yeniden tatma umuduyla yürüyüşlere çıkmak... Evet tüm bunlar esaslı bir bibliyofilin alametleri. Ama biz ona derviş demiştik, işte bu derviş melameti kuşanmasını da biliyor. Çok çaktırmıyor etrafına bu sevdasını, popüler olma, çevresine insan toplama gayreti yok. Zaten o kadar vakti de yok.

Bir kitap sevdalısı için kitapların yazılış serüveni de ayrı bir sevda konusudur. O kitabın yazanın hayatı, sonra o kitabın neşredildiği zamanlarda entelektüel çevreye olan tesiri, belki hiç dikkat çekmeyişi ama sonradan 'aranan' bir kitap olması, sahafların kitaplar için verdiği mücadeleler ve sahaf ziyareti yapmadan eve dönemeyenler, bir kitap almak için bin dereden su getirenler, bunların iktisadi ve psikolojik boyutları... Halil Solak, kitaplar kadar kitapların hikâyelerine de tutkun olduğu için okurunu önce bu deryaya davet ediyor. 189 Osmanlı belgesinin nasıl payitahta geri döndürüldüğü, Dede Korkut'un keşfedilemeyen Diyarbakır yazması, geçmişten bu yana tılsımlı kitaplar. Sonra kitap âşıklarından bir bahis açıyor: Âşir Efendi Kütüphanesi'nin üç nesil süren serüveni, Reşad Ekrem Koçu'nun İstanbul Ansiklopedisi'ne değen anne eli, Tevfik Fikret'nin baba yadigârı Şehnâme'si, Semavi Eyice'nin kütüphanesindeki Tanpınar sürprizi. Sonrasında ömrünü bütünüyle kitaplara vakfedenler, hem çiçeklere hem de kitaplara sevdalananlar, şimdilerde pek bilinmese de yaşadığı yıllarda her okurun başvurduğu kitap avcıları, "Ya Allah, Ya Hafız, Ya Kebikeç" ve hikmetleri, sahaf operasyonları, büyük kitap sevdalısı İbnülemin Mahmud Kemal'in rüyaları, kütüphanelerin önemi ve günümüzde kütüphanelerin hâli, okumanın ardından gelen yazma eylemi ve "Acaba hayatı yazarak sürdürmenin bir yolu var mı?" hülyası...

Nurdan Gürbilek, Yer Değiştiren Gölge'de "Okumak, metinle aramızda bağ kurmak kadar, metinle aramızdaki aşılmaz mesafeyi anlamlandırmaktır da aynı zamanda. İlkinde kendini keşfediyorsa insan, ikincisinde kendinden vazgeçmesi gerekecek." demişti. Kitap sevmek bu sebeple kimileri için kendini keşfetme yöntemi, aynı zamanda da kendini kaybetme, kendinden çoğu zaman vazgeçme. Zaten en büyük keşifler de böyle ortaya çıkıyor işte. Gürbilek, kitabının başka bir yerinde de "Ama okumada, başka şeyler de var. Bazen de bir metin çıkar, bizi eskisinden de eksik bırakıverir." diye yazmıştı. Tamamlanma ve eksilme seyahatidir okumak. Üstelik kitaplar arasındaki seyahatimizin bir zamanı, bir mekânı yoktur. Bir koku alırız ve onun peşinden gideriz, kalp çarpıntısıyla. Yaşamak, bu çarpıntı olmadan yaşamak değildir kitap sevenler için. Halil Solak'a, kitabıyla bunları yeniden ve nefis biçimde anlattığı için teşekkür ederiz. Çok okuyacağından zaten eminiz ama yazmasını da isteriz. Tüm kitap sevenlere afiyetin, bereketin, sıhhatin bol olduğu ömürler niyazıyla...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf