2 Mayıs 2023 Salı

Toprakta büyür insan

Yeni kitaplar keşfetmek her zaman bana heyecan vermiştir. Yeni yazarlar okumak, insanın edebi zevkinin çeşitliliğini artırır, derinleştirir. Çoğu zaman sahici okurları heyecana sevk eder, mutluluğuna mutluluk katar. Kitaplar, her şeyden önce insanı mutlu eden çok nadide bir uğraş, bir zevk, bir ilgi alanı olmalıdır diye düşünüyorum. Burada, bu ilgi alanında yeni hayatlar gizlenmiştir. Yeni ufuklar belirmiştir. Yeni insanlar, toplumlar, coğrafyalar, diller, sözler, sözcükler bu kitaplar ve bu yazarlar sayesinde gün yüzüne çıkmış, biz okurların duygudaşlık hislerini pekiştirmiştir. Pekiştirmeye de devam edecektir.

Ben de bu heyecanla oturdum yine bilgisayarın başına. Yeni bir yazarı keşfetmenin, yeni bir kitabı okumanın heyecanıyla günüme lezzet kattım adeta.

Genç bir yazar var karşımızda. Kerem Bakırcı. Kısa bir Özgeçmişi de buraya serptikten sonra kitap incelemesine geçebiliriz. Kerem Bakırcı; 1987 yılında Diyarbakır’ın Hazro ilçesinde doğdu. İnönü Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü mezunu. Öyküleri 2014 yılından bu yana kitap-lık, Varlık, Öykü Gazetesi, Sarnıç, 14 Şubat Dünyanın Öyküsü, Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi, Karahindiba, Masa gibi çeşitli dergilerde ve Galapera Fanzin'de yayımlanmış. Şimdilik bu kadarını biliyoruz. Yazar şu an ne yapmaktadır, yeni kitabı gelecek midir, diye de sormadan edemedim. Umarım tez zamanda kendisini yeni kitabıyla sahada görürüz.

"Toprakta Büyür mü İnsan?" üç bölümden oluşuyor. Bu üç bölümün içinde toplam on beş öykü yer almaktadır. Bazı öyküler yarım sayfa bazı öyküler de sekiz sayfa. Ama kısalığının ya da uzunluğunun bir önemi olmaksızın; bu öykülerin ortak noktası: hayatın içinden bize seslenmeleridir. Aynı derinlikte aynı özenli dilde bize bir gerçeği anlatmaktadır. Doğu Anadolu’nun ya da Güneydoğu Anadolu’nun herhangi bir köyüne, mezrasına, ilçesine, şehrine gittiğinizde bu öykülerle aynı konuyu taşıyan binlerce gerçek öyküyle karşılaşırsınız. Bugün her Anadolu evladı “Oy havar” seslenişini derinden hisseder. Çünkü muhakkak o acılı cümleye bir kere maruz kalmıştır. O acıyı derinden hissetmiştir.

Ölüm Kokan Boşluk” belki de yüzyıllık bir rüyayı anlatır. Ataerkil zihniyetin olmadığı, kadınların erkeklerle eşit olduğu, hatta bir nebze anaerkil düşüncenin hakim olduğu bir atmosferde kulağımıza bir şeyler fısıldar. Pek de mümkün olmayan, ya da olsa bile uzun zaman alacak bir fikirdir burada işlenen. Bir isyanın çığlığı ve haklı davası bizi burada karşılar.

Birinci bölüm farklı konuların işlendiği, kısa hikayelerin anlatıldığı bölümdür. Ama dil ve derinlik bu hikayelerde bize sonraki bölümlerde olacakların habercisidir. Dilin egemenliğinden ve olayların sahiciliğinden bahsediyorum. İkinci bölümdeki bütün hikayeler birbiriyle bağlantılıdır. Burada merakı canlı tutar yazar. Sonraki hikayelerde ne olacağını tahmin etmeye çalışmadan ters köşe oluyor okur. Bu bölümde yine saf duyguların önde olduğu, anlatılmak istenenin alenen anlatıldığı, lafı eğip bükmeden konunun aktığı bir atmosferde buluyoruz kendimizi. Mesela orada; “Pus çöktü”, “Dikkat et” diyen de hepimizin annesi değil mi, ayrıca teslimiyetin ve endişenin ilk belirtileri değil mi? Hikayenin başlangıcında bir gerilim hisseden sadece kahraman değildir. Bu gerilimle beraber sonrasında devam eden arkadaşlıklar, sürekli hikayeye eşlik eden puslu atmosfer , bundan on beş sene önce mahallelerde olan arkadaşlık duygusunu en belirgin halinin ifadesidir. Sonu korkunç olsa da hikaye kendi içindeki akışı bizi eskilere geri götürüyor. Gözlerinizin dolması eskilerin samimiyetinden, aralarındaki ilişkilerden geliyor. Gözlerinizin dolması da o ilişkilerdeki karanlık tarafın yüzünüze indirdiği tokadın acısını hissetmenizden geliyor.

Yazarın hayatından da izler taşıdığını ikinci bölümde Kerem karakterinden anlıyoruz. Piç Murat, Kerem, Macit, Pışo Meheme, Zozan, Reco karakterlerin dünyasına ikinci bölümde misafir oluyoruz. Bu bölümdeki hikayeler, bu arkadaşların hazin bir aşk hikayesinin etrafında yaşadıklarını anlatıyor. Ve belki de bu bölümdeki hikayelerin en can alıcı yeri şu cümlede beliriyor: “… hüzne boğulduğunu saklamak için güler insan.” Bu cümlede, kendi toprağımda olanları ve çocukluğumu şekillendiren benzer duyguları ve acıları görüyorum. Bu cümlede ne çok sır, hayat, öfke, hayal kırıklığı saklı. Bunun için aslında kitabın en can alıcı kısmı ikinci bölümdür. Benim için. Karanlık havaya rağmen benim en çok sevdiğim bölüm diyebilirim. Mesela: “Eskiler ‘ölü meyvesi’ der alıca. Çocuklar mezara dalıp da zarar vermesin diye. İçindeki sert çekirdeği ölünün kemiği, dışında yenilen yumuşak kısmı ise etinden olur derler (s.31)

Buna benzer hikayeler Anadolu’nun çoğu yerinde anlatılıyordu. Bu gibi hikayelerle bir nesil büyüdü. Bu gibi hikayeler bir neslin sohbet konusu oldu. Korkuları, merakları, inanışları böyle hikayelerle şekillendi. Zaten aşk hikayesinin sonunu da "Alıç Ağacının Bedduası" belirliyor. Bu hikaye gerçek oluyor.

Üçüncü bölümdeki hikayeler birbirinden bağımsız hikayelerden oluşuyor. Yine hayattın içinden bize sesleniyor. Karakterler bizden, olayları hayatımızın içinden. “Kel Tepe’den Uzayan Gölge” deki Haris ve Salih bizim köylerin ortak değerleridir. Göz önünde olan ve hep söz konusu olan iki karakter. “Düş Artıkları” fazla sitemli ama gönümüz dünyasının gerçekleri. “Buhran” da anlatılan belki kitabın en çok düşündürücü kısmı. Ve de fazla şehirli. Günümüzdeki bir nebze entelektüel buhranların anlatıldığı hikayedir.

Bu park hoşuma gitmiyor değil. Mevsimler ve insanların ve onlarla beraber düşüncelerin ve düşüncelerden arta kalan kırıntıların ve yüreklerdeki çarpıntıların tezahürlerini buradan izler oldum. Yaşamak, can sıkıntısından da öte bir sıkıntı denizinde boğulmak mı ? (s.61)

Bu hikayede anlatılanlar taşra insanın dünyasından biraz uzak diyebiliriz. Onlar henüz kendi dünyasında boğulacak kadar sıkışıp, kalmamışlar.

Susarak düşüncelere dalmak, kendi içimde yolculuğa çıkmama yardımcı oluyor. Kimsenin kimseyi anlamadığı bu dünyada gerekli bir şeymiş gibi geliyor bana (s.61)

Fazla şehirli ve düşün dünyası geniş olan şehirli insanın hali değil mi? Bu hikaye bir geçiş evresinin anlatıyor, ‘Toprakta büyütüyor’ insanı, kendi toprağında. Şehirde ya da taşrada. Çoğu kişiden bunu görebiliyoruz.

Bu kısa ama etkileyici kitaba dair çok şey yazılabilir ve yazılmalıdır da. Kısa ve etkileyici bir kitap ne kadar sarsıcı olabiliyorsa o kadar sarsıcı o kadar derinlikli. Belki de beni bana anlattığı içindir, bilmiyorum, ama bu kitabı okuyan her insan durup geçmişi sorgular ve başka hayatların, insanların dünyasında kendini kaptırmış bulur. Yazarın ilk kitabı olmasına rağmen usta bir kalemin elinden yazılmış hikayelerden eksiği yok. Dile hakimiyeti mest ediyor. Anadili gibi bir ustalıkla işliyor kelimeleri. Bir gün hakkettiği ilgiyi görür umarım. Ve ilerde edebiyatı -iyi edebiyatı- belirleyen birkaç kişiden biri olmasını diliyorum. Bir sonraki kitabını da sabırsızlıkla bekliyorum. İyi edebiyatla kalın !

Doğan Yalçın
dgnylcn49@gmail.com

20 Nisan 2023 Perşembe

Zihnin işlevini kaybettiren okumalar

Başlığın rahatsız edici ve bir o kadar da dikkat çekici olduğunun bilincindeyim. Ne var ki gayem ne rahatsız etmek ne dikkat çekmek. Alman filozof Schopenhauer’ın Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine isimli kitabındaki “Okumak ve kitaplar üzerine” bahsinde geçen cümlelerin zihnimdeki yansıması yalnızca… Hoş, her cümlesiyle insanı silkeliyor olsa da biz buradan devam edelim.

O cümlelerden biri de işte şöyle: “Bütün gün okuyan ve arada düşünmeksizin, eğlence yahut meşgale ile kendisini eğlendiren kimse, yavaş yavaş kendi kendine düşünme yeteneğini kaybeder, tıpkı at üstünden inmeyen bir adamın sonunda yürümeyi unutması gibi.”. Cümleyi doğru anlamak için çok defa okudum ancak itiraf etmeliyim ki bu çabam; şahsımı, bahse konu olan kesimin dışında tutmaya yönelik beyhude bir uğraştı. Ben ki okumayı öğrendiğim günden bu yana kitaplarla haşır neşir biriydim; ne haddineydi çağlar öncesinden gelen birinin bunları söyleyerek gerçekleri yüzüme vurması! Üstelik eğitimli olmak da sonucu değiştirmiyordu. Kısacası, kendimi kurtarmaya çalışmanın pek bir faydası yoktu. 

Peki, okumak nasıl olur da Schopenhauer’ın dediği gibi zihnimizi körelten bir eyleme dönüşebilirdi? O’na göre; üzerine tefekkür ve muhakeme etmeyerek gerçekleştirdiğimiz her okuma eylemi, zihnimize yük olmaktan başka bir işe yaramıyor. Nasıl ki sırtımıza yüklediğimiz ağırlıklar, eklediğimiz her yük sonrası bizi aşağı çeker ve son tahlilde sırtımızdan düşüverirse, zihnimize doldurduğumuz her ezber düşünce de bir zaman sonra zihnimizden uçup gitmeye mahkûm. Bu, durum tekrarlandığında zihnimizin okuma eyleminden anladığı doldur-boşalt işinden başka bir şey değil. Metinde de geçtiği üzere sadece başkalarının zihin dünyasını takip etmekle kalmak -günümüz tabiriyle otomatik pilotta okuma yapmak- zihnimizi körelterek işlevsiz hale getiriyor. Yani sanılanın aksine, elden kitap düşürmemek veya ayda iki üç kitap bitirmek övülecek bir meziyet değil. Aslına bakarsanız günümüz eğitim koşullarında yetişen pek çok kişinin deneyimlediği gerçek bu. Yıllarca mektep sıralarında oturup dirsek çürütmek ve hatta kitap sayfalarını, noktası virgülüne ezberleyerek okumak bizi daha donanımlı birine dönüştürmüyor. Elbette bunun idraki, sınav ve başarı kaygısı nedeniyle sonraki zamanlara kalıyor. Öğrencilik yıllarımdan bir örnekle: Sınav haftalarında her dersin sınavından önce yaptığım çalışma sonrası zihnim patlayacak gibi olur ve bir an önce zihnimdeki yükü bırakmak isterdim. Sınavın ardından zihnim sanki boş bir levhaya dönüşürdü. Keza birçok arkadaşımın tecrübesi de bu yöndeydi. Peki, ya kendi irademle okuduğum onlarca kitap zihnimde neredeydi? Bu düzlemde kayıp giden yıllara bakıldığında hayıflanmamak elde değil ancak bununla yetinmek kime ne fayda sağlar?

Yaşamımda önemli bir yer tutan okuma eylemini kendi lehime çevirmeliydim ama, nasıl? Elbette, uyanışa geçmeme vesile olan bu kitaptan hareketle. “Eğer bir kimse daha sonra üzerinde durup düşünmeksizin sürekli okursa okudukları kök salmaz, büyük bölümü itibariyle kaybolur.”. Okumak için elimize aldığımız kitabı alelacele -bir kitap daha bitirmiş olmanın gururuyla- değil; olabildiğince ağırdan alarak takip etmek önemli bir adım. Ağırdan almaktan anladığım; cümlelerin üzerinde tefekkür etme, yazarla konuşma ve bazı noktalarda eleştiri yoluyla kendi fikrimizi savunmak. Belki de en önemlisi tüm bu çabanın zihinde bir demlenme süreci geçirmesi... 

Özetle; canlı bir okuma eyleminin ardından zihnimizde bizzat elde ettiğimiz yeni bir düşünce sentezi oluşur ve çabamız da netice vermeye başlar. Böylesine bir okuma alışkanlığının verdiği mutluluk, solmaya yüz tutmuş bir bitkinin canlanmasına şahit olmak gibi değil de nedir?

Merve Yazar
merveyazar93@gmail.com

18 Nisan 2023 Salı

Müslüman bir ailenin günlüğü

Zanib Mian, “Bu kitap, farklı olmanın olumsuz bir şey olduğunu hisseden bütün çocuklara ithaf edilmiştir.” diye selamlıyor Türk okuru. Timaş Yayınları’nın yeni markası Gülce Çocuk etiketiyle yayımlanan Planet Ömer/Vay Başıma Gelenler, akran zorbalığına mizahla bir reddiye aslında. BookTrust’un “Son Yüz Yılın En İyi 100 Kitabı” arasında gösterilen bu eser, Müslüman bir ailenin gündelik yaşamındaki incelikli vakitleri, detayları ve bazen de zorlukları anlatıyor. Bir kere şunu belirtelim: Yazarın kalemindeki nahiflik, hikâyeyi yumuşak bir zemine indiriyor. Planet Ömer, tam bir 8-9 yaş kitabı. Anlatının sadeliği, okuyucunun kurgunun sanki bir parçasıymış gibi dizayn edilmesi, afacan ve eğlenceli dili eserin alametifarikalarından.

Öykü; Ömer, Esa, Meryem, Annem ve Babam karakterlerinden oluşuyor. Ömer, biraz sıra dışı. Kendisini hayal gücü çok gelişmiş, marşmelov sevmeyen, bisikletiyle babasının arabasıyla yarışan ve onu geçen biri olarak tanımlıyor. Esa, bir ambulansın sireninden daha yüksek sesle çığlık atıp ağlayabilme kabiliyetine sahip. Ve onun saçlarında her zaman yemek kırıntısı bulabilirsiniz. Meryem, on üç yaşında olmasına rağmen, kendisini on altı yaşında sanan biri. Kur’an’daki 28 sureyi ezbere biliyor. Ayrıca yastığının altında, şeker gizlemekle meşhur. Ömer’in annesi hayır demeyi bilmeyen, elinde daima kahvesi bulunan bir bilim insanı. Ömer’in babasıysa yeryüzünde yaşamış en büyük insana benzemek için sakal bırakmış bir bilim insanı. Ağzına pancar sürmeyen, tepe taraflarında çok fazla saçı kalmamış, motosiklet kullanan bir adam.

Planet Ömer, gerek kurgu gerek üslup olarak; benzerlerinden farklı bir kitap. Bu nüansı sayfaları karıştırdıkça anlıyorsunuz. Çünkü hikâye kelimeler kadar çizgilerle de anlatılmış. Çizelgeler, bahsi geçen eşyalar, hayvanlar, nesneler, insanlar eşlik ediyor okura.

Yirmi üç bölümden oluşan kitabın; yazının başında bir Müslüman ailenin günlük hayatından kesitleri barındırdığını söylemiştik. Tam burada sözü Türkiye’ye geldiğinde verdiği mülakatta bunun nedenini açıklayan yazara verelim: “İngiltere’de büyüdüm ve çocuklarım da burada büyüyor. Küçüklüğümde okuduğum hikâye kitaplarında Müslüman bir karakter hiç olmamıştı. Büyümüştüm ve çocuklarım vardı ancak aradan geçen onca zamana ve İngiltere’de çok sayıda Müslüman yaşamasına rağmen bu durum değişmemişti. Çocuklarım, başörtülü bir annenin olduğu, günlük ibadetlerin yapıldığı, hâlleri ve yaşantıları kendilerininkine benzeyen, yani Müslüman bir ailenin bulunduğu hikâyeler duymak istediler. İşte yazmaya asıl başlayışımın nedeni buydu. Böylece Müslüman olan ve olmayan çocuklar aldıkları bir kitapta, benimki gibi Müslüman ve eğlenceli bir ailenin hikâyelerini görebilecekler, onda kendilerini bulabileceklerdi.

Esma Fethiye Güçlü’nün Türkçeye çevirdiği, Nasaya Mafarıdık’ın resimlediği Planet Ömer, yer yer ‘öteki’nin gözünden; fakat ‘içeriden’ bir anlatı. Dünyanın global bir kasabaya dönüştüğü günümüzde, özellikle çocukların farklı kültüre bakışlarının nasıl olması gerektiğini, kendinden olmayanlara bakışın hangi ölçülerde olmasını hatırlatan bir günlük, belki bir ders kitabı. Çünkü sevginin ve iyiliğin dili evrenseldir, tüm insanları kuşatan...

Sevim Şentürk

Hayal Otel veya kefaret

Hepimizin konfor alanı elimizden bir şekilde alınıyor. Bu bir saat içinde de olabilir, bir günde de bir yılda da… sonuçta hepimiz bir şekilde konfor alanımızdan alınıp, uzağa götürülüyoruz. Kimi zaman bir müzik parçası, bir manzara, bir olay , bir kitap olabilir, yapabilir bunu. Bu konfor alanımdan beni alıp uzağa götüren, düşüncelere sevk eden, hatta konfor alanımın dışından beni fiziken alıp, diğer kitaplarının peşine düşüren bir kitaptan bahsedeceğim dilim döndükçe.

Ne demişti Kafka hatırlayın: “Kitap içimizdeki buzları kıracak bir balta gibi olmalıdır”. Çok sevdiğim Cioran da şöyle demişti : “Kitaplar yaraları kanatmalı, hatta yeni yaralar açmalı, kitaplar tehlike arz etmeli.” Evet. Tamda bu minvalde bir kitabın etkisi altında yazıyorum bu satırları. B. Nihan Eren’in Hayal Otel kitabı. İçimizdeki buzları kıracak,ruhumuzda yeni yaralar açacak bir tür kitapla hemhal olmak, günün konfor bozan mefhume olarak elimde durdu tüm gün. Mefhume diyorum, çünkü ‘anlam’ ve ‘açılma ‘ olarak kendini güne bıraktı, ve elimden tuttup yol aldırdı. Psikolojik burhanlar, suçluluk duygusu, belirsizlik, korku, merak gibi envai çeşitli duyguların çemberinde buldum kendimi.

Zamanımızda pek de değeri bilinmeyen bir ruh göçme halidir ; ‘kefaret’ duygusu. Psikolojik bir çıkmaz, bir yalnızlık ve de duygudaşlık çemberi içerisinde devinip durma halleri tüm kitap boyunca beni yeni anlamlara düşürdü, kendimden öteye taşıdı, bana ‘kefaret’ ödetti. Detayına inmeyeceğim bu duygunun, o da bana ve yazarın kahramanları arasındaki özel bir iletişim hali olarak kalsın.

Kitaptaki kahramanların zaman zaman değil sürekli caddede, iş yerinde, kendi evimizde, iç dünyamızda bizimle olan ve bizimle yaşamayan insanlar olduğunu anlamamız uzun sürmeyecektir. Her kahramanın sakladığı bir sırının ortasında kalıyoruz. Ama bu sırların tamamını asla bilmiyoruz ve ne yazık ki bilmeyeceğiz de. Ahmet ve Meryem kim ve kimden kaçıyor, Nilüfer neden evlatlığıyla beraber kaçıyor, neden buraya sığınıyor, ressam aslında kim, Doruk sadece bir meraklı ya da kendini bulma çabasında olan, ilgi isteyen bir yazar mı… Evet! Bu soruların cevabını bulmak ister okur, ben isterim, ama yazar bekle diyor okurlarına, gerisini sen düşün ve tamamla diyor adeta. Ben kendi açımda tamamladım mı ? Bilemiyorum. Ben kitabı bitirene kadar tamamlamak istemedim. Çünkü hep ikinci planda kaldı bu merak duygusu, beni içine çeken kahramanların ruh halleri ve ortak duyguyu besleyen suçluluk duygusu oldu. Hepimiz bu duyguyla az cebelleşmiyoruz değil mi?

On iki çiçek ismi taşıyan otelde herkesin bir odası ve o odayla beraber büyüttüğü bir sırrı var. Tabelası asılmamış bir oteldir ‘Hayal Otel’. Bu otelde tüm kahramanlar kendi iç dünyasında, kendi büyüttükleri suçla boğuşuyor. İsmet ve Feryal hem otelin sahibi hem de dertlerin ve sırların kesişim noktası. İkisi de inatçı ve zıtlıklarla boğuşuyor. Bu inat ve zıtlıklar otele farklı karakterleri dolduruyor. Herkes farklı ve herkes ‘başka’ biri. “Oysa şu karanlığın ve bu ölümcül gürültünün içinde zaten herkes başka biriydi. Leyla başka biri. Nilüfer başka. Doruk başka. Feryal bile başka. Şurada oturmuş da başına geleni sakince karşılayan, birlikte akıbetini bekleyen ve susan herkes. Başka birisi.” (S.68)

Hepsi başka ama ortak yanları: içinde taşıdığı sırları ve ödedikleri farklı ‘kefaret’ biçimleri. “Onun, gülüp, sevip vazgeçtiğini anlayan, olduğunu, olmadığını görüp yola bir biçimde devam edecek gücü kendinde öyle ya da böyle bulan herkesin arasında, gizlediği bir şey vardı”. (S.91)

“Kefaret” belki de kitaba yakışacak en güzel ikinci isim diye not tutmuşum sayfanın kenarına. Her şeyden uzakta, bir dağ başına kurulan otelde bir akşam kasırgaya teslim olmaları, o korkuyla birbirine sarılmaları suçun kefareti olabilir mi? Bilmediğimiz suçların kefareti. Ah ! Bu tekinsiz duygunun getirdiği bu merak duygusu! Biz okurların da kefareti bu sanırım. “Her aşinalıktan kolayca geçilebileceğinin bir şekilde görüldüğü ve her yeni alışkanlığın kolayca kazanılabileceğinin anlaşıldığı bir hayatta zor olan ne olabilirdi ki ? İnsan sürer. İnsan yola devam eder.” Ve devam ediliyor ve umutla sabahı karşılıyor kahramanlarımız, çünkü ‘insan sürer’. Hepsi kendisiyle büyüttüğü suçları, pişmanlıkları ve sırlarıyla. Şimdilik bu otelde. Suçluluk duygusuyla beraber nedir bu insanları ayakta tutan başka duygu ? Gelin yazara kulak verelim. “Sevgi buydu. Bir soluğun varlığına minnet, şükran, sevinç… Dünya üzerinde şu koca tek başınalığı dağıtan o varlığa sonsuz sarılma, ölse bile toprağına kıvrılma isteği”(S.41) Evet burada aranmalı aykırılıklara rağmen bu insanları hayatta tutan duygu. Yani sevgi ve sevgide buluşma hali.

Yazarın karakterler üzerindeki derin psikolojik tahliller, aykırı karakterlerin kendini bulma ve olma çabası -mesela Leyla ve Deniz’in aşkı- aslında bu toplumun kendini anlama ve bulma çabasını dile getirdiğini düşünüyorum. Hala başka mahallede başka hayatların ve kendini bulma yolunda sürekli mücadele eden karakterlerin dünyasını anlatıyor. Kimine göre-çoğunluk sanırım- mesele bunları anlamakta ya da roman karakterleri gibi anlaşılmadığını düşündüğümüzde kendi dünyasında başka bir dünya yaratmakta.

Burada romanın kurgusunu ve gerçekliğini tartışma konusu yapmadan; yazarın dil üzerindeki hakimiyeti, pekiştirmek ya da başka maksat ile bilerek tekrarlanmış cümleler, kelimeler ; kelimelerin alışılmışlığın dışında kullanılması, derin psikolojik tahliller, iç içe geçmiş hikayeler romanın -evet roman demek bence daha uygun bir tanımlama- usta bir kalemden çıktığının en büyük kanıtıdır. Nihan Eren’in üsta bir romancı olduğunun belirtisidir. Kendi adıma bu ismi yirmi yıl sonra ülkenin iyi ve kaliteli (?) edebiyatını belirlemede en üst sıralarda göremeyeceksek bizim okuma kalitimizi ve hakiki okurluğumuzu ciddi anlamda sorgulamamız gerekir diye düşünüyorum. Rafları cicili bicili, kaliteden yoksun kitapların değil, Nihan Eren gibi yazarların doldurması gerekir diye düşünüyorum. Bu memleketin en büyük eksikliği; hafıza kaybı yaşamasıdır, ikinci eksikliği liyakati ve kaliteyi artık aramıyor olmasıdır. Her konuda. Nihan Eren gibiler çoğalmalı, bulma ve olma yolunda çoğalmalı. Dil ustalık gerektiriyorsa eğer ustalar en üst sıralarda kendini bulmalıdır. Halk ve okurlar onları her konuda üst sıralara taşımalıdır.

Son olarak diyorum ki; şimdi konfor alanınızı terk edin çünkü: “Hayat bir çabadır.

Vesselam.

Doğan Yalçın

22 Mart 2023 Çarşamba

Devam ederken değişmek, değişirken devam etmek

Yıllar önce memleketin bir sahil köyünde yakaladığım fotoğraf zihnimde hâlâ asılı duruyor. Ömrünü devrimci mücadelenin içinde geçirmiş, ödünsüz-tavizsiz bir ihtiyar ile ömrünü mütedeyyin kalabilmeye adamış, davasız-iddiasız bir başka ihtiyar yan yana. Nasıl tanışmışlar, nasıl kesişmişler pek bilmiyorum. Yanlarına yaklaşıp, ne konuştuklarını duymaya dair amansız bir telaşa kapılmıştım. Tütünün herkesi bir araya getirebilme niteliği başrolü oynadı ve birine tütün sararken, diğerine de çakmak uzatırken bulmuştum kendimi. Artık ihtiyarların arasındaydım. Bakalım alıp veremedikleri, yahut paylaştıkları şey neydi? Plastik bir samimiyetle mi yan yana geldiler, yoksa az buçuk bir tansiyonu olacak mıydı sohbetlerinin?

Çektiğim fotoğraftan şu kaldı geriye: Söyledikleri şeyler birbirine oldukça benzer, ancak kavramlar farklı. Biri daha hararetli, öbürü daha temkinli. Bir gün gidecek olmanın bilinci her ikisinde de mevcut, hem de en esaslısından. Hararetli olan, giderken bağıra bağıra “hep adaleti ve hakkı aradım” diyebilmek istiyor. Temkinli olan taraf da bundan farklı bir şey söylemiyor, “Hakk’ın adaletine teslim oldum” diyebilmek istiyor. Bense kıkır kıkır gülüyorum fotoğrafı çekerken. Aynı güfteyi farklı makamdan okuyup duruyorsunuz, bari ben de hariçten bir gazel okuyayım diyorum en Tanpınar’ından: “Ne içindeyim zamanın / ne de büsbütün dışında / yekpâre, geniş bir ânın / parçalanmaz akışında.

Besim Dellaloğlu’nun yazıları ve kitapları bana hep bu fotoğrafı hatırlatmıştır. Belki de Tanpınar doyumsuzluğumdan, onun sahiden de Türkiye’ye dair çok ince, çok anlamlı şeyler söylediğine inandığımdan. Zamanın İçinden Zamanın Dışından kitabı da birbirinden farklı şeyleri izah etmeye değil, anlamaya çalışan yazıların bir toplamı. Bu toplamda netlik yok, çünkü hayatta ve insanlarda da yeterince netlik yok. Gri bir alanda, renk vermemeye çalışan kimselere döndük iyice. Böylece görünmüyoruz, belki boşluğu büyütüyoruz. Evet, hep aynı boşluk! Bu yazıya başlığını veren Tanpınar cümlesini Dellaloğlu’nun nasıl açtığına bakarak boşluğun içindeki garabeti bir nebze yakalayabiliriz:

Tanpınar’ın bir sözü Batı’nın modern olma deneyimini çok güzel ifade eder: ‘Devam ederken değişmek, değişirken devam etmek.’ Modern olmak tam da bunun başarılması demektir. Modernleşme toplumlarında gelenekle modernliğin birbiriyle uzlaşmaz şeyler olduğu varsayılır. Bu varsayım, modernleşme toplumunda birbirleriyle zıt kutuplar tarafından da paylaşılır. Mesela bu konuda bir ‘Kemalist’ ile bir ‘gelenekçi’ tuhaf bir şekilde benzer düşünebilirler. Yani aslında neredeyse hiçbir konuda anlaşamayan bu iki kesim, modernlikle geleneğin birbirleriyle uzlaşmaz olduğu konusunda uzlaşırlar.

Modernliğin, muhafazakârlığın, geleneğin, ilerlemenin, medeniyetin ve kültürün ne olduğu üzerine düşünülüyor, yazılıyor, konuşuluyor. Tüm bunlar yapılırken de muhakkak bir teodise oluşturuluyor. Zengin ve derin bir eleştiri yerine ifratla tefrit arasındaki yorumlarla, hatta süslü aforizmalarla, şimdinin yirmilerinde olan bir gencinin aklına yeni bir değer katılamıyor. Besim Dellaloğlu’nun yazıları, özellikle de Zamanın İçinden Zamanın Dışından kitabı bu anlamda derleyici toparlayıcı ama sonunda mutlaka dağıtıcı bir pusula içeriyor. Bu işin bir sonunun gelmeyeceği ortada. Hiç değilse sebepleri, neden böyle olduğu tartışılmalı.

Eğri oturup doğru konuşalım. Bu ülkede ciddi, derinlikli, kapsamlı bir modernlik eleştirisi pek olmadı. Çünkü bir modernleşme ülkesi olan Türkiye için modernlik Batıdan gelen ve bizim mevcut halimizden her koşulda daha iyi olan bir şeydi. Bu nedenle de modernlikle aramıza kendilik bilincimizin tezahürü olabilecek eleştirel filtreler koyamadık. Çünkü vaktimiz yoktu. Çünkü işlerimiz hep çok acildi. Kurtarılmayı bekleyen bir vatan, millet, halk oralarda bir yerlerde hep bizi bekliyordu.

Sosyolojinin yanı sıra psikolojik okumalar yapabilmek ve yaşam görgüsünü artırabilmek için de Besim Dellaloğlu’nun yazıları önemli hikâyeler içeriyor. Kitabın modernlik ve muhafazakârlık bölümünde, utanç başlığı taşıyan yazıdaki birkaç hikâye, insanın kendi vicdanını yeniden sorgulamasını sağlıyor. Bu sayfaları okurken Zeynep Sayın’ın Ölüm Terbiyesi kitabını hatırladım ve yeniden okumak için hemen raftan çıkarıp masamın üzerine bıraktım. “Hiçbir kusur mülkiyetçilik kadar kötü değildir ve bu mülke en başta kişinin kendi başı ve kimliği dahildir” diyordu kitabında Sayın. Kendilik bilinci yerine kendini bir putmuş gibi, bir anıt gibi dikmeye çabalamak, hem de bunu yeryüzü faniliğini bile bile tasarlamak, vicdan kaybını da en doğal yollarla önümüze seriyor. Dellaloğlu da “Vicdan bendeki ötekidir. Hatta tüm ötekilerdir. Ben’in tüm ötekileri içinde hissetmesidir. Vicdanın olmadığı yerde her şey artık bir kuru gürültüdür. Bir insan dünyaya bedeldir. Her insan dünyaya bedeldir” diyor. Zamanın hem içinden hem dışından ışıldayan sözler. Birini yakalayıp içimize sindirebilsek, ertesi güne başka devam etmek neden mümkün olmasın?

Felsefe ve sanat, modernlik ve muhafazakârlık, sosyoloji yazıları, üniversite ve akademi üzerine, Tanpınar üzerine, Türkiye ve sol başlıklı bölümler, okuyucuyu köşeye sıkıştırmadan ama ona hep yeni soru(n)lar katarak ilerliyor. Kitabın söyleşilerle zenginleştirilmesi de önemli, zira meseleler güncelliğini koruyor, hatta giderek artırıyor. Açıkçası ilk kez 2017 yılında okuyucuyla buluşan, birkaç baskı yapan ve sonra ortadan kaybolan bu kitabın Timaş Yayınları tarafından yeniden neşredilmesi pek yerinde oldu. Okuryazar takıntısıdır, dikkat kesildiğin kimselerin yazılarını bir arada bulundurmayı istersin, vakti gelince okursun, beslenirsin ve sonra unutursun. Ama işte hayat, bir şeyleri hatırlatıyor.

Yazıya bir anımı anlatarak başlamıştım, başka ve daha taze bir anımla bitirmek istiyorum. Şimdilerde “entelektüel gösterdiği” için pek revaçta olan kemik gözlüğü suratıma yerleştireli otuz yıl oluyor. Bir ileri derece miyop için gözlük konforlu, geniş ve mümkünse sağlam olmalı. Hele ki çocuklarınız varsa, çok daha sağlam olmalı. Gözlüklerimi değiştirmenin vakti geldiğini düşünürken başlamıştım Zamanın İçinden Zamanın Dışından’ı okumaya. İlk yazının başlığıyla karşılaşınca eh be kitap, dedim. Seni almak başka, okumak başka, okuduklarından hayatına katmak istediklerin başka masraf. Hep masraf. Velhasıl “Babamın Persol’ü” başlıklı yazı, beni bir Persol sahibi yaptı. Hem kitabı hem de kitaba dair yazıyı bu yeni gözlükle yapıyorum işte. Değişirken devam ediyorum…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

9 Mart 2023 Perşembe

Taşralı entelektüel bir yaban olarak Chef

Kurgusal bir metin olarak hikâye, her ne kadar gerçek hayatla bire bir eşleşemese de kesinlikle gerçek hayata yaslanır. Hikâyenin, haber metni gerçekliğiyle masalın gerçek dışılığı arasında yaşanmış olma hissi verecek kadar gerçekçi bir kurguya sahip olması okuyucu açısından ayakları yere sağlam basan çıkarımlar yapma olanağı verir. Bu bağlamda değerlendirildiğinde iyi bir hikâye asla sadece bir hikâye değildir. Hikâyeyi oluşturan kahramanların temsiliyet kabiliyeti, yazarın bir karakter eleştirisi ya da bir toplum analizi yapmasını sağlayabilir. Oğuz Atay’ın Turgut Özben’i, ortalama yaşam zevkine sahip bir topluma tutunamayan aydın tipini; Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam'ı, hayatını anlamlandıracak ilkelerden yoksun toplumdan soyutlanmış kent insanı tipini; Dostoyevsky’nin Raskolnikov’u, vicdan muhasebesiyle ruhunu aydınlatan saf insanı; Victor Hugo’nun Jan Valjean’ı, güçlü ve zayıf yönleriyle bizzat “insan”ı ve özellikle “sıradan insanı” temsil eder. Bu isimler, birer roman karakteri olmanın ötesinde insan ruhunun derinliklerine ayna tutmamızı sağlayan, toplumu oluşturan bireyler arasındaki ilişkileri çözmemize yardımcı olan mihenk taşlarıdır.

Mustafa Kutlu’nun Chef adlı hikayesinin kahramanı Hüseyin Hüsnü Şen de taşradan şehre gelip şehirde bir entelektüel kimlik arayışı içine giren, bu arayışta kendini kaybeden, şehre ve topluma tutunamayan bir taşralı yarı aydın tipini temsil ediyor. Mustafa Kutlu, içinde yaşadığı toplumu tanımış bir yazar. Kimi kime anlattığını bildiği için hiç zorlanmadan yazıyor ve samimi üslubu inandırıcılığını artırıyor. Mustafa Kutlu hikâye anlatmaktan ziyade bir toplumun zihniyetinin fotoğrafını çiziyor. Chef hikâyesinde de üç kişilik bir aile ekseninde doksanlar Türkiye’sini; serbest piyasa ekonomisi, bavul ticareti, hayali ihracat, köyden şehre göç, bankacılık ve ekonomi politikası gibi alt temalar ekseninde ele alıyor. Sırayla baba Hüseyin Hüsnü Şen, anne Arzu ve oğul Özgür karakterlerinin ağzından anlatılan hikâye aile bireyleri arasındaki ilişkinin değişen toplum değerleri karşısında nasıl koptuğunu da gözler önüne seriyor.

Hüseyin Hüsnü Şen, İstanbul’a Anadolu’dan gelmiş, eğitimli, kültürlü bir bankacı. Dışarıdan bakıldığında bir bankada şef pozisyonunda çalışan, kültürlü bir kent insanı görünümünde olan Hüseyin Hüsnü Şen, iç dünyasında büyük bir çatışma yaşamaktadır. En büyük hayali banka müdürü olmaktır. Esasen bu banka müdürlüğü onun bastırdığı aşağılık kompleksinin bir çeşit dışavurumu. Tek sermeyesi belli bir eğitim ve çok çalışmak olan bu adam bankacılık sektöründe yükselmenin çok daha fazla meziyetler istediğini çok sonraları fark etse de bunu bir türlü kabullenemez ve bu durumla savaşmak yerine kendini içkiye verir. Entelektüel olmak sonradan öğrenilecek bir bilgiler bütünü olmayıp bir çeşit yaşam kültürüdür ve Anadolu’dan İstanbul’a gelen bir ailenin iki üç kuşağı bu kültürü kolay kolay edinemez. Hüseyin Hüsnü Şen, önce makam ve mevki ile bu entelektüel kültüre sahip olabileceğini düşünmüş, bunu başaramayınca şöhrete yönelmiş ve en sonunda dönemin seküler dünya anlayışından ve haz odaklı yaşam felsefesinden etkilenerek kolay yoldan çok para kazanabilmek için yasadışı işlere bulaşmakla burun buruna gelmiştir. Sarhoş vaziyette lüks arabaların bulunduğu bir galerinin önüne gelerek arabaları seyretmesi, banka müdürüne karşı içinden söylediklerini yüzüne karşı söyleyememesi gibi durumlar onun pasif kişiliğini ortaya sererken mutsuzluğunun esas sebebini de ele veriyor. Eşi Arzu’yla olan ilişkileri de yarım yamalak. Adeta toplumsal bir akidenin yerine getirilmesinden ibaret bir evlilik hayatları var: Ruhsuz ve mutsuz. Eşini aldatmadan ona ihanet eden, başka kadınlarla yatmasa da eşinin duygularını anlamaya çalışmayıp başka kadınlarla sohbet eden bir yarı aydın, sevgisizliğin kucağına terk edilmiş bir kadın ve hayatın acımasızlığı karşısında savunmasız bırakılan bir çocuk… Arzu karakteri, Anadolu kadınının değişmeyen kaderini gözler önüne seriyor. Çalışma hayatına girmiş olsa da kendini ev içinde konumlandırıyor ve kendini eviyle birlikte tanımlıyor. Bütün mutluluk hayali eşi ve oğlunun kendisine değer vermesi üzerine planlanmış. Anadolu kadınının yaşanmadan unutulmuş hayallerinin bir numunesi gibi çıkıyor okuyucunun karşısına. Hem Hüseyin Hüsnü Şen hem de Arzu hikayelerinin sonunda kendilerini bir seçimin eşiğinde bulurlar. Hüseyin Hüsnü, İris adlı bir kadınla çalıştığı bankayı soyup yurt dışına kaçma fikriyle baş başa kalırken Arzu, Refik adlı zengin bir adamdan evlilik teklifi alır. Her ikisinin de bu durumda nasıl hareket ettiklerini söylemiyor Mustafa Kutlu. Aslında bu da bir çeşit metafor. Ortalama Türk insanı ya da Anadolu aydını diyebileceğimiz pek çok insanın evliliğinde bu tür geçimsizlikler ve mutsuzluklar maalesef ki var. Bu sosyolojik bir gerçek. Bu evliliklerin neredeyse hepsi bu iki karakterin baş başa kaldıkları ikilemlerle dolu. Anadolu, kaçmak istediği hayata sıkı sıkı sarılan entelektüel yabanlarla dolu.

Özgür; ismiyle uyumsuz bir şekilde şen olamamış bir babayla yine ismiyle çelişir biçimde arzusuna kavuşamamış bir annenin özgürlük delisi çocukları. Kendini zamanın rüzgârına kaptırmış ve en sonunda o da büyük bir seçimle baş başa kalıyor. Ya bu topraklarda kalıp düşe kalka yoluna devam edecek ya da yurt dışına çıkıp voleyi vuracak…

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

6 Mart 2023 Pazartesi

Kâinatın zikrinden kâinatın müziğine

İnsanın kâinat üzerine düşünmesi pek çok nimetler barındırır. Evvela kendi acziyetini tanır, sadece kendisinin can taşımadığını fark eder, yeryüzündeki pek çok insanın içinde sürekli beslenmesi ve doldurulması gereken bir boşluk (maneviyat) olduğunu çözer. Bunlar ilk adımda olmasa da sonraki adımlarda ayan beyan ortaya çıkar. Kâinatın özü olan insan, yine kâinata dair düşlerinde ve fikirlerinde bir yardımcıya ihtiyaç duyacaktır. Bu elbette bir insan yahut insan elinden çıkmış başka şeyler olabilir. Bir tuvalden, ebru teknesinden, nefis bir hüsn-i hatla bezenmiş levhadan, aktığı günlere hasret kalan eski asırlara ait bir çeşmeden, bir mezar taşının sır gibi sakladığı sembollerinden olduğu gibi, bir enstrümandan da faydalanabilir insan, kâinatın sırlarını çözebilmek için.

Geçmişten günümüze kadar hukemâdan ulemaya, zahitlerden sûfilere pek çok topluluk, bilhassa zikrin ve mûsıkînin inanç dairesinde ne kadar kıymetli, ne kadar hassas olduğunu anlatabilmek için Kuran-ı Kerim’e, hususen de İsrâ suresinin 44. ayetine başvurmuştur. “Tusebbihu lehus semâvâtus seb’u vel ardu ve men fîhinn, ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî…” buyruğuyla Mevlâ, kullarına bir bilgi verir: Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, Allah´ı tesbih ederler. O´nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur… İnsanın bilgiyle ilk karşılaşma anı, o bilgiyi nasıl kullanıp yorumlayacağına dair de bir şeyler fısıldar. Bu ayeti okuyup hiçbir hayret, şaşkınlık belirtisi göstermeden devam etmek “okuyanların” bir alametidir şüphesiz. Ancak bu ayeti okur okumaz duran, gözbebekleri büyüyen, kulaklarındaki gaflet pamuğunun çıkış istikametine doğru sıvıştığını fark edenler için mesele başka. Hadi onları da “anlayanlar” yahut “anlamaya çalışanlar” diyerek tanımlayalım. İşte onları asıl harekete geçirecek bilgi, ayetin devamında, “ve lâkin lâ tefkahûne tesbîhahum” olarak ikram ediliyor: “Fakat siz, onların tesbihlerini iyi anlamazsınız.

İrfan sahiplerine göre gözler ve kulaklar, hakikatin bedende kendine yer bulabildiği ve dolayısıyla hakikatin ruhu hakimiyeti altına aldığı en önemli uzuvlardır. İmâm Gazzâlî, “Göz ve kulak, kalbin yoludur” der. Bu yolda bariyer, emniyet şeridi, elektronik denetim sistemi yoktur. Her şey ilahî cezbenin etkisinde, dolayısıyla muhabbetli ve şiddetlidir. İşitme bahsinde bir misal olarak; Muhyiddin İbnü’l-Arabî, semânın “Kainattaki bütün varlıkların Allah’ı tesbih ettiğini, bütün bir ruhla işitmek” manasına geldiğini söylemiştir. Hak ve hakikat, gözlerden ve kulaklardan naklolarak ancak selim bir kalple anlaşılır. Bunun için İsrâ suresinde herkesin değil ancak idrak sahiplerinin bu anlayışa sahip olabileceği vurgulanmıştır. Bu da “okuyan” kuldan “anlayan” kula, oradan da “yaşayan” kula geçmekle mümkündür. Zaten semâ da ancak idrak sahibi kimselerin, kalbiyle akledebilenlerin, yani anlayıp yaşayanların ibadetidir. Diğer türlüsünün turistik, belki entelektüel bir faaliyet olduğu da bilhassa günümüzde apaçık ortadadır.

Mûsıkî, gördüğümüz/yaşadığımız dünya ile görünmeyen/yaşanmayan hakikat arasındaki dengeyi kurması sebebiyle, insanı ahenk noktasında bilinçlendirir. Bu kâinatın mükemmel bir ahengi olduğunu, insanın bu ahenge bütün ruhuyla, farkında olarak katıldığında, idrak sahibi olmaya bir adım daha yaklaştığını fark ettiren hem rehber hem de yoldaş bir sanattır mûsıkî. Bu yüksek sanatın hikmet sahibi (hukemâ) ve irfan sahibi (ârif) temsilcileri, hep bir noktaya dikkatleri çekmişlerdir: Kalple akletmek, duyularla idrak arasında sağlam bir köprü inşa eder. Göz her nereye baksa Allah’ı görür, kulak her neyi duysa Allah’ı işitir. Böylece “Ve lillâhil meşriku vel magribu fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh” (Bakara, 115) ayetinin sırrını tadar, yaşar: “Doğu da Batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü işte oradadır.

Yazdığı hemen her kitapta mûsıkî geçmişimize değinirken bu yüksek sanatın aynı zamanda kâinatı daha iyi anlamak, insanın sırını çözmek, yeryüzünde oluşumuza bir mana verebilmek açısından ne kadar zengin olduğunu anlatan Yalçın Çetinkaya’nın, Kasım 2022 itibariyle Ketebe Yayınları’ndan bir çalışması daha sunuldu: Kozmik Müzik. Bu çalışmasında Çetinkaya, hangi dinden ya da milletten olursa olsun insanlığın kadim bir tespite sahip olduğunu hatırlatıyor. Bu tespit, kâinatta eşsiz ve mükemmel bir ahengin, uyumun, harmoninin olmasıdır. Ahengin duyulmadığı için kabul edilmemesi, insanın, bilhassa da modern zamanların insanının sorunudur: “İnsan kulağının işitme kabiliyet ve kapasitesi ancak on altı ilâ yirmi hertz ile on altı bin ilâ yirmi bin hertz arasında sınırlı. İnsan bir sesi duyamıyor veya bir nesneyi göremiyor diye, duyamadığı sesin ve göremediği nesnenin olmadığını söyleyemeyiz. Fakat özellikle modern insan ve modern akıl için gerçeklik ölçüsü bir sesi duyuyor veya bir nesneyi görüyor olmakla ilgili. Dolayısıyla, Pythagoras gibi bir filozofun ‘Gezegenlerin dönerken nağmeler çıkardığını işitiyorum’ demesi başta Aristoteles olmak üzere bütün modern akılcılar için oldukça fantastik ve inanılması mümkün olmayan bir şey.

Allah-âlem-insan arasında güçlü bir bağlantı kurabilmek, dolayısıyla varlığın, varoluşun manasını çözebilmek için Yalçın Çetinkaya pek çok isme ve kaynağa müracaat ediyor. Hermes (İdris), Pythagoras, Aziz Boethisus, Ya’kub el-Kındî, İbnü’l Heysem, Fârâbî, İhvân-ı Safâ, Copernicus, Kepler… Ona göre bugün insanların büyük kısmı hâlâ mûsıkînin mikrokozmik (insanî) görüntüsünü yakalamakla meşgul. Halbuki mûsıkînin bu görüntüsünün dışında çok daha güçlü, hikmetli, sırlı makrokozmik (evrensel) bir özellik gizli. Bu gizli hazineye işaret edenler ve bu gizli hazineden yararlananlar da ancak hikmet sahibi kimseler, yani hükemâ. Çünkü onlar, “Dünyaya nasıl geldim?” sorusundan ziyade “Dünyaya neden geldim?” sorusunun cevabına merak duymuşlar, böylece kendilerini aşmakla, sezgilerini güçlendirmekle meşgul olmuşlar. “Âleme yükseliş, insanın kendisine ait bilgiye vakıf olmasıyla gerçekleşebilir” diyor Çetinkaya ve “İnsanların kitap okumaları, mûsıkî dinlemeleri, eğlenmek istemenin ötesinde birtakım arayışlardan kaynaklanmaktadır.” sözüyle gözden kaçan hayati bir noktaya temas ederek Ernst Fischer’ın Sanatın Gerekliliği kitabından bir söze dikkat çekiyor: “Belki de kendini aşmak istiyor insan. Tüm bir insan olmak istiyor, istiyor ki ‘benliğinden’ ötede, kendi dışında ama gene de kendi için vazgeçilmez bir şeyin parçası olsun.

Pek çok sufi, mûsıkiden bahsederken Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî‘nin Mesnevî’sindeki “Hikmet sahibi kimseler ‘Bu mûsıkî nağmelerini (makâmları) feleklerin (gezegenlerin) dönüşünden aldık’ derler. Halkın tanburla çaldığı, sesle söylediği ezgiler, gökyüzünün dönüşünün sesidir.” sözüne başvuruyor. Demek ki üzerinde durulması gereken esas mesele, Yalçın Çetinkaya’nın kitabında açıkladığı gibi evvela kâinatın bir zikri olduğuna inanmak, sonra da kâinatın mûsıkîsini işitmek.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf