21 Aralık 2022 Çarşamba

Çocuk ve Allah ve Dağlarca

TS. Eliot, bir şiirinde, "Rüzgâr çıktı ve susturdu bütün çanları/Hayatla ölüm arasında sallanıp duran" der. Ölüm, bir bakıma ifadenin donması, dilin bitmesidir. Ölünce yüzdeki ifade donar, dil susar, derin, belirsiz bir sessizlik başlar.

Dil susar lakin, susan adına 'eser'i konuşmayı sürdürür. Esasen, eseri konuşan bir sanatçının kendisinin susması gerekir. Fazıl Hüsnü'nün ölümünü duyunca bunu düşündüm. Yüzelliye yakın kitap yazmasına karşın, biz onu, hep Çocuk ve Allah'ın şairi olarak andık, anıyoruz. Demek ki insan, dünyaya bir meseleyi söylemek üzere geliyor. Bir anlamda da, ilk söylediği ile son söyleyeceğini haber vermiş oluyor. Sonradan söyledikleri, ilk söylediğinin açılımından ibaret kalıyor. Dağlarca da, sözgelimi, uzun ömrünce şu dizeleri tekrarlamak üzere dünyaya gelmiş gibiydi: "Bir kuştu/Allı allı bir kuş/Her tüyüne bir çiçek bağladılar/Uçmadı o/Bir kuştu/Mavili mavili bir kuş/Her tüyüne bir boncuk bağladılar/Uçmadı o/Bir kuştu/Yeşilli yeşilli bir kuş/Her tüyüne bir çocuk kordelası bağladılar/Uçtu o."

Dağlarca'nın ruhu, tüyüne çocuk kordelası bağlanmış bir kuş gibi asıl yuvasına döndü. Yunus Emre'mizin deyişiyle, "bu can gövdeye konuktur/bir gün olur çıka gide/kafesten kuş uçmuş gibi." Batı dram geleneğinde, ölüm trajik olanın merkezindedir. Biz ise ölümü 'asude bir bahar ülkesi' olarak görürüz. Bir kezinde, rahmetli Bülent Oran, sonu ayrılık ve ölümle biten filmleri de seyircinin sevdiğini, bunun nedenini çok düşündüğünü söylemiş ve şöyle açıklamıştı: "Sevgililerin filmin sonunda ölmesi, kavuşamaması, tabii filmin gişesi açısından da bir risktir. Ama, bizim seyircimizin bilinçaltında bir ebediyet fikri olduğundan, düşünürdü ki, bu dünyada kavuşamayan sevgililer, çektikleri acıların ödülü olarak, ahirette kavuşacaklardır. Bu yüzden sonu tatsız biten filmlerimiz de çok seyirci toplardı."

Bu, ölümü sevgiliye kavuşma eşiği olarak görenlerin filmi ve seyircisidir. Dağlarca da, bir süre önce, Murat Tokay'a verdiği mülakatta kalbindeki o muazzam inançtan söz etmişti. Böylesi bir umudu ve imanı olmayan bir şair Çocuk ve Allah diyemez. Ve şu dizeleri söyleyemez: "Çocuklar korkunç Allah'ım/Elleri,yüzleri,saçları/Uyurlar bütün gece/Yok sana ihtiyaçları./Çocuklar korkunç Allah'ım/Bebek yaparlar haçları/Aşina değiller hatıramıza/Severken aynı ağaçları."

Bizim hatıramıza aşina olmamaları, biatlarının yeni olmasındandır. Bilgelik sözlüğümüzde, yetkin(leşmiş) insan için, 'insan-ı kadim' ifadesi de kullanılır. Kadim insan, ebedi çocukluk halini ima eder. Çocuk saftır ve biatı her dem tazedir. Ebedi çocukluk halini koruyanlar, dünyaya çocuksu, yani 'gelişmemiş' bir bilinçle bakmazlar, aksine soyutlama yeteneği gelişmiş, hem parçayı hem bütünü aynı anda görebilen bir bütüncüllükle bakarlar. Bilinç geliştikçe saflığın korunması, insanın en çetin yokuşudur. Bunu başaranlarda, Yunus Emre'nin dediği gibi, "her dem yeni doğarız/bizden kim usanası" sırrı işler.

Dağlarca'da böylesi bir ruh, bir eda ve dil vardı. Onun, farkında olmaksızın, özel bir çaba göstermeksizin, geleneksel bilgeliğin kokusunu taşıyan bir şiir dili inşa etmiş olması, zaten bunu yeterince gösterir. Şairin, bir çocuğun ve bir bilgenin hayretiyle dünyaya bakmasının en canlı örneklerinden biri, Dağlarca'dır.

Bir kezinde TRT'deki bir kuşak programda kendisiyle söyleşi yapmak için aradığımda uzun uzun dinlemiş, ardından, "Evladım beni bağışlayın, ben, mankenlerin şunların bunların göründüğü, konuştuğu bir ekranda bulunmak istemiyorum. Televizyonu sevmiyorum. Orada hiçbir şeyi samimi bulmuyorum." demişti. Passolini, yıllar önce, "Ortaöğretim ve televizyon tümüyle yürürlükten kaldırılmalıdır." demişti. Dağlarca'nın tepkisinde de benzer bir saflık vardır. Bu saflığı, modern zamanların birçok edebiyatçısı yitirmiştir. Edebiyat, geleneksel dönemlerde en sahih iletişim ortamı iken, modern zamanlarda en kirli ve en sahte ortamlardan biri haline gelmeyi başarabilmişse, bunun en önemli nedeni, bizatihi, ediplerin edepli olmaması, edebiyatın edep kökeninden uzaklaşmış olmasıdır. Geçenlerde bir söyleşisinde Murat Belge, bizde, edebiyatın edep kökünden gelmesini, zengin, çeşitli ve derinlikli üretmenin engeli olarak gördüğünü söylemişti. Bunu, daha çok, dram geleneği açısından anlamlı bir yorum olarak görmek isterim. Zira dram bizatihi çatışmaya, varlığın negatif kutbunun müdahil olmasına bağlıdır. Bizim geleneksel irfanımız şeytan ve onun temsil ettiği değerlerin özerk, ontolojik bir konumu olmadığı gibi, dil ve söylem düzeyinde de müdahil değildirler. Bu bakımdan bizim geleneğimiz Batılı tarzda dramaya yabancıdır. Bizim dilimiz ve kurgumuz daha çok lirik ve epiktir. Dağlarca bu lirik damarın günümüzdeki en gürbüz, en zengin örneklerinden biri idi.

Şiirimizde kendine has oluşun, samimiyetin, öte ile ilişki kurma sancılarının, saflığın, kirlenmemeye, ruhunu koruyarak yaşamaya çalışmanın isimlerinden biridir. Bunu, modern şiirimizde kâmil manada Sezai Karakoç'ta buluruz. Şiirimizin, geleneksel bilgelikle kopmuş olan bağlarını tekrar kuran, kurucu şair Karakoç'tur. Fazıl Hüsnü, ona akraba şairlerdendir. Çocuk ve Allah, çocuğun biatının taze oluşunu keşfederek bizi ruhumuzun yaralandığı olağan âlemlerden çekip alır, olağanüstü âleme doğru taşır: "Kocaman yıldızlar altında ufacık dünyamız/Ve minnacık bir 'hane'': Kokar kır çiçekleri gün ağarmadan/Anısız, uykusuz/Kokar nane."

"Ta öncelerden beri mestolmuş herkes/Bir bakıma her şey 'mestane''/Hayal edilir nazlı yar yönlerden/Aşk ile kuşlar süzülür/Değişir gökler şahane."

"Farkında değil gönül/Sanki hepten divane/İçimizden, dışımızdan/Geçer vakit/Zalim, zalimane!'"

Âleme böylesi bir yerden bakabilmek için gündelik olanın içinde yitip giden psişik bir bilinç düzeyinden ruhun dünyasına doğru taşınmış olmak gerekir. Çünkü böylesi bir resim ancak ruhla, iç gözle görülebilir. Dağlarca'nın gündelik ve sıradan olanın içinden bizi bir anda böylesi sürprizlerle çekip alması, şiirinin öte bir yerde, içimizdeki o yerle ilişkisinden dolayıdır.

Dağlarca, tek başına bizim geleneksel şiirimizdeki o berrak Türkçeyi, o sesi ve saflığı, içtenliği, imgeler dünyasını toplayabilmiş, yüzlerce, binlerce şiire imza atmış bir şiir dünyası idi. Tokay'ın yaptığı söyleşide, "ben, yarısı şiir olan bir yaratığım" diyordu. Gerçekten de, Dağlarca'nın hamuru şiirle karılmıştı. "Yüreğinde ünlü korsanların şırıldadığı" bir su idi: "Ya Allah / Ya Allah derim ki / Titrerim / Kara sesimden / Ya Allah. / Ya su / Akar da aydınlığın uzak anılarımdan / Şırıldar yüreğimde ünlü korsanların dalgaları. / Yüce sultanların kılıçları parlar yüzümde / Ya su, anlıyor musun? (...) Yıldızlar kötü olacakların üçgenlerinde / Yok etmiş üç yönü. / Yedi yönü var etmiş mutsuz kişiliğinde yıldızlar, / Ama uyukluyorum işte / Ya dönence, ağlamak dururken. / Ya hurma, tadın yok gayri, / Nice saklasan yalnızlığı / Koyu yeşilliğini büyütsen nice, / Yitmiş güzelliğimiz / Ya hurma, elim ayağım acı. (...) Ya toprak ko beni gideyim gideyim, / Varmışların ardına öcül öcül. / Ve küçücük ve eski ve yırtık bayraklar arasından, / Ya gök / Al beni."

Sadık Yalsızuçanlar
twitter.com/yalszuanlar

Bir kökün var, haberin var mı?

"Basîret gözünü açsın hakîkat nazarla baksın
Görsün ol ki nice dolmuş cihâna delâlet-i Dost."

- Eşrefoğlu Rûmî

İtminan, maalesef ki dilimize pek uğramayan bir kelime. Acaba gönlümüzde olmadığından mı? İnsanın gönlünde olan dilinde olur zira. İtminan; emin olma, emniyet demek. İkinci anlamıysa iç huzûru, gönül rahatlığı, tatmin olmuşluk hâli. Böyle bir hâli yakalayıp da bir insan kaybetmek istemez herhalde. Bundan olsa gerek, tasavvufta nefs-i mutmainne durağına ulaşan için geri dönüş yoktur derler. Kalp bir kere Hakk'la huzur bulduğunda, dünya artık ayakların altındadır. Böylesi bir insan kaderinden razıdır, kaderi de ondan razıdır şüphesiz. Artık tam manasıyla iman etmiştir kaderine. Ne demiş büyükler? Kadere iman eden, kederden emin olur.

Rahmân suresi, "Arûsü'l-Kur'an" olarak anılır, yani Kur'ân'ın gelini. Sırrına vakıf olanlara marifet ehli denir. Çünkü içinde irfani boyut açısından son derece zengin hazineler saklı. O, isteyene değil, istediğine açıyor bu sıraları. Ama varoluşunun anlamını arayan, varlığının özünü keşfetmek için çabalamak isteyenler de işte bu ihtimale tutunarak okurlarsa, onlara da sırların açılmayacağı ne malum? İnsan ihtimaldir. Eskiler bir şeyi taşıyabilme, bir şeye tahammül edebilme anlamında da kullanmışlardır ihtimali. Varlığını hakkıyla taşımak isteyeni, varlığın sahibi gıdasız bırakır mı? Giderek köksüzleşen, manevi hiçbir adım atamayan, içindeki boşluğa anlam veremeyen, boğulan, debelenen, yolunu kaybeden kimseler için pek nazlı bir sure, Rahmân suresi. Bir yönüyle de O'nun Zü'l-Celâli ve'l-ikram ismini hatırlatıyor, yani ikramını celâl perdesi altından yapıyor. Mesela, bu surede otuz bir defa tekrarlanan bir ayet var. Yaşadığımız çağın hazıra konmaya meraklı, diline şikayeti dolamış ve kendinden başka can sahibi tanımayan insanını pek güzel sarsıyor, kendine getiriyor: "Artık Rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?"

Her şey önümüzde akıp gidiyor, her şey yanı başımızda olup bitiyor. Bir bakış tutturmuşuz gidiyoruz. Necmettin Şahinler hoca, "bak ama gör" diyor taliplere Varoluş Kokusu kitabında. Rahmân suresi kendi sinesinde nasıl yer bulduysa öyle anlatıyor. Tatlı dil, okuyucuyu Rahmân'ın nefesiyle buluşturuyor. Gün gelsin de kendi kitabını (ahvalini, hâlini, nefsini, vaziyetini) okuyabilsin diye. Zira: "İnsan’da mânâsı, nisbeti, karşılığı, sıfatı olmayan hiçbir ayet Kur’ân’da yoktur! Bu nedenle ‘Kur’an ve insan ikiz kardeştir’ denilmiştir."

Necmettin hocanın okurlarıyla Rahmân suresi üzerine bir sohbetine tanıklık ediyoruz kitap boyunca. Zaten hocanın gıpta edilesi, takdire şayan bir özelliği bu. Hiçbir şeyi dikte etmeden, hani o sürekli maruz kaldığımız; yüksek ses, parmak kaldırarak, tehdit gibi cümlelerle bir anlatıcılık asla yapmıyor. Nasıl yapsın ki o kimleri gördü, sonra o görülenler başka kimleri gördü... Varoluş Kokusu'nun ilk bölümünde Rahmân suresi yorumlanırken karşımıza çok önemli, üzerinde düşünmemiz gereken konular çıkıyor: Rahmân ve Rahim isimlerinin özellikleri, ölçülü ve dengeli yaşamak, marifet ilmine talip olmak, gayret etmek fakat nasibe rıza göstermek, dünyanın fâni oluşunu yalnız cenaze olduğunda hatırlamamak, emaneti taşırken yoldaşına dikkat etmek, ikrâmların celâl perdesi altından yapılabileceğinin farkında olmak, sorgudan kaçmanın mümkün olmadığını bilmek, hayata yumuşak bir nazarla bakmak ve böylece hayatı nazikleştirmek, 'seyir var seyir içinde' misali tecelliler karşısında anlam ve işaret aramak, sezmek, idrak etmek ve nihayet kabı doldurmak. Bu bölümdeki tüm yazıları, özellikle Rahmân ve Rahîm isimlerini iyi bilerek okumak gerektiğini düşünüyorum:

"Allah'ın rahmet tecellîsinin iki yönü vardır. Birine 'Rahmet-i imtinân' yani 'karşılıksız ihsân rahmeti', diğerine ise 'Rahmet-i vücûb' yani 'gereklilik rahmeti' adı verilir. Rahmet-i imtinân, herhangi bir amelin/eylemin karşılığı olmaksızın lutuf ve ihsân edilen rahmettir. Rahmet-i vücûb ise belirli bir amel/eylem karşılığı olarak gerekli kılınan rahmettir. Bunlardan ilki 'Rahmân' adına, ikincisi ise 'Rahîm' adına karşılık gelir. Daha net bir anlatımla; Allah herhangi bir amel karşılığı olmaksızın lutf ve ihsân ettiği Rahmet'ini Rahmân adı altında icrâ eder. Buna karşılık belirli bir amel için icrâ etmesi vâcib yani gerekli olan Rahmet'ini de Rahîm adı altında izhâr eder. İkinci kategorideki Rahmet fiili, -bütün eşyaya vücûd bahşetmekten ibaret olan- birinci kategorideki Rahmet'in çok özel bir hâli olduğundan Rahîm ismi Rahmân isminin içindedir."

Varoluş Kokusu'nun ikinci bölümü, 'Bir Bilene Sormak' başlığını taşıyor. Gecenin insanın kendine ve Rabbine dönmesindeki yeri, orta yolu izleme tavsiyesinden ne anlamak gerektiği, her gün pek çok defa 'Allah'tan başka ilah yoktur' dememize rağmen neden kendimize putlar yarattığımız ve sonra bunları yok etmekle ömür tükettiğimiz, yalanın insanın helak olmasına yetmesi, ayetlerin irfanî yönüne kapalı olmak, eşlerin ve çocukların dünya hayatını güzelleştirmesindeki önemi, sonsuzla buluşmanın ve sonsuzla yaşamanın ne olduğu, hayatı dua kılmanın ne anlama geldiği gibi son derece güzel konular var bu bölümde. Her bir konu, farklı okumalar yapmanıza ve dünyaya artık, yeni pencerelerden bakabilmenize imkân sağlıyor. Hatta okur-yazarlar için şunu da söyleyebilirim: Necmettin hocayı okuyup da eline kâğıdı almamak mümkün değil. Göğsünüz güzel duygularla dolunca, başkalarıyla da paylaşmak, hiç değilse kendinizi ilim ve irfan anlamında geliştirmek için yazmak, tekrar yazmak ve okumak istiyorsunuz.

Dost meclislerinde sohbet ederken, duanın giderek hayatımızdan çıkmasından konuşmuştuk bir keresinde. Çünkü bize duanın bir ibadet, hem de çok önemli bir ibadet olduğunu söylemediler. Bunu ancak kitaplar ve insanlar arasında dolanarak, ter ve gözyaşı akıtarak öğrenebildik. Buna da şükür demeliyiz ancak şunu da unutmamalıyız: dua etmeden, talebini bildirmeden, acziyetinin farkında olmadan, mağlup oldum, yenildim diyemeden, kulluk mührümüzü kendi üzerimize vuramıyoruz. Böyle olunca da kendimizi, yaratıcımıza sevdiremiyoruz. Sadece bu kadar değil, ruhumuz kök salamıyor sonsuza. Gidecek olmanın bilinci, bu dünyayı güzelleştirme gayreti eksik kalıyor. Hâliyle anlamsız, boşluk dolu günler geçip gidiyor. Dua mühim, çok mühim, olmazsa olmaz. Necmettin Şahinler de bu konuda şöyle söylüyor:

"Dua, sadece sözden ibaret değildir; sözün yanında fiili/eylem boyutunun da var olduğu unutulmamalıdır. Bütün iş ve hareketler, bütün oluşlar birer duadır. Bu anlamda hayat, cansız varlıklardan bitkilere, bitkilerden hayvanlara, hayvanlardan insanlara ve oradan da Allah'a uzanan muhteşem bir dua zinciri oluşturur. Bu anlayışı Kur'ân'ın birçok ayetinde yakalamamız mümkündür: 'Yedi gök ile yer ve onların içinde yer alan her şey O'nun sınırsız kudret ve yüceliğini anmaktadır; O'nun yüceliğini, aşkınlığını övgüyle yankılamayan bir tek nesne yoktur. Ne var ki siz onların yücelemelerini anlayamıyor, kavrayamıyorsunuz! Yine de, hem çok bağışlayıcı, hem de hâlim olan O'dur!'"

Biz çok büyük manevi annelerin ve babaların evlatlarıyız. Dünyaya gelişimiz yalnız nüfus cüzdanımızda yazan tarihten ve maddi annelerimiz, babalarımızdan ibaret değil. Kaldı ki eskiden hüviyet cüzdanı deniyordu; kökü Hüve, yani O, yani Allah. Dilimizin köküne sarılmadıkça, kendi kökümüzün de gerçekliğinden uzaklaşıyoruz böylece. Ne diyelim? Eşrefoğlu Rûmî'nin sözüne kulak verelim: "Eşrefoğlu rumi'ye sorar isen Dost kandedir / diye yir gök Arş u Kürs dopdoludur hep areler."

Yağız Gönüler

19 Aralık 2022 Pazartesi

Dalgadan deniz çıkarmanın hikâyesi

"Eyin kişi yol alamaz maksûdunu hergîz bulamaz
Bekle me'ârif kapusun yüz göstere irfân sana
Dünyâ ile ukbâyı ko ûlâ ile uhrâyı ko
Var ol kuru sevdâyı ko matlab yeter Sübhân sana
Cândan taleb kıl yârini ver cânı bul dîdârını
Yok eyle kendi vârını kim var ola cânân sana.
"
- Niyâzî-i Mısrî

Kehf suresi, ilm-i ledünü yani tasavvufu derinlemesine öğrenmek için eşikteki okuru kapıdan içeriye alır. Bak der, evvela teslimiyet, sonra muhabbet, nihayet sıddıkiyet. Bunlarda sabit kadem olursan marifet sana yüzünü gösterir. Vakti gelir; gönlüne damla damla akmaya başlar o bâtın ilmi. Derken bazı kurallar apaçık kendini belli eder. Susmak, soru sormamak ve idrakin yetmedi diye reddetmemek. Musa ile Hızır'ın hikayesidir bu. Ve bu hikaye bize temelde şunu söyler:

İnsanoğluna daima bir yardımcı lazımdır. Kimi buna rehber der, kimi bilge, kimi dost. Ama mutlaka bir yardımcı lazımdır. Kişiye ayna olacak, onu irşad edecek, doğruyu yanlışı ayırt etme konusunda iç açacak, yük alacak, dünya sıkıntısını hafifletecek bir yardımcı şarttır. O yardımcıda Hakk'ı görebildin mi, mutmain bir kalbe erişme yolundasın demektir. Sonra dönüş yoktur, ikramlar vardır. O ikramlar da sen şımarasın, kendinde varlık göresin diye değil, celal ile cemal arasında yaşanan hayatta hakikate olan susuzluğunun farkına vardın diyedir. Öp başına koy, sus ve yola devam et. Sana nasıl Hızır olunduysa sen de Hızır ol. Kainata ve mahlukata hizmet et, kendini gözet.

"Hızır'ı bulmak kolay, Hızır'la yürümekse zordur." der ehl-i irfan. İşte, Necmettin Şahinler hoca da bu zorluğu anlatıyor Hz. Mûsa ile Yürümek adlı kitabında. Ne aradığını bilmeden, bulunanın asla idrak edilemeyeceğini işliyor. "Her insan sahip bulunduğu insanlık bilincini ve bilgiyi kendinden aşağıdakilere aktarmada öğretmen, bu bilinç ve bilgiyi kendinden yukaridakilerden öğrenmede ise öğrencidir." diyerek Ahmed Amiş Efendi'nin mürşidi Kuşadalı İbrahim Halveti'nin şu sözünü akıllara getiriyor: "İndallah (Allah katında) talebe, hocadan üstündür."

İnsan, daima arayan bir varlıktır. Bu, hilkatte belirlenmiş bir yol adabıdır adeta. Dünyaya gelişi, bu anlamda yola girmesidir. Aradıkça yoldadır insan. Ne vakit ki arayışını unutur, yoldan çıkar. Ancak bu uzun sürmez. Ne demiştik, insan daima arar. Dolayısıyla yola belki farkında olarak belki de farkında olmayarak yeniden girer. Bu acizlikler ve noksanlıklar dünyası olan yeryüzü, ona arayışını her zaman hatırlatır. Peki aranan nedir? Elbette "Asl" olandır, "Can Yoldaşı" olandır, "Yâr" olandır, "Dost" olandır. Aranan O'dur. Peki kimler sahiden O'nu arar? "Bütün dünya O'nu arar; fakat sadece O'nun aradıkları O'nu bulur." demiş Ebû'l-Hasan Harakânî. Demek ki aramak da bir nasibin tecellisi. Demek ki o sebeple arayanlar hem hüzne hem şevke sahip. Bulmak istemenin, özlemin hüznü; çalışmanın ve gayrette olmanın şevki. Bu durumda neticenin en azından ne olabileceğinden de bahsetmek gerekiyor. Necmettin hoca bu konuda şunları söylüyor:

"Anlaşılan odur ki, "aramak insanın kaderi ise, bulmak da kaderidir". Çünkü "mürîd Allah'ın murâdıdır" ve bu yolda arayanla aranan beraber yürümektedir. İnsanın izlediği yol, bizzat Allah'ın izlediği yoldur. Kur'ân bu birlikteliğe şöyle değinir: "Şu bir gerçek ki, benim Rabbim dosdoğru bir yol üzerindedir." [Hûd 11/56]. Belki de iki denizin kavuşum yeri, arayanla arananın buluşma noktasıdır."

Bu yolun sırrı, perdeleri yakmaktır. Perdeler yanmadan hakikat ortaya çıkmayacaktır. Mevlânâ Celâleddîn-i RûmîDîvân-ı Kebîr'inde "Perde yandı mı insan, Hızır hikâyesini de tamamiyle anlar, ledün bilgisini de..." der. Demek ki yolcu, ilm-i ledüne talip olandır aynı zamanda. Çünkü "bu akl u fikr ile Mevlâ bulunmaz", yolcuya aşk gerektir evvela. Aşkın ateşiyle yanan için durmak, çilenin ta kendidir. Hikmet bu ya, dergâhlarda çile çıkarmak da fiziken durarak ama manen yürüyerek olur. Talip, durduğu yerde bir yola çıkar, daha doğrusu çıkmış olduğu yolda derinleşir. Tefekkür de bu manada bir yürüyüştür ve hakkıyla yapıldığında ibadetten üstün olarak görülmüştür. İnsan gün içinde bir nebze nimetleri, kainatı, tecellileri düşünse; bundan sonraki günleri daha farklı olacaktır hiç şüphesiz.

Yürümek, insanın kendi içinde kıyametler koparmasıdır. Her aşılan engelin bir neticesi vardır ve bu netice, insanın nefsine dair olan bilgisini genişletmesiyle ilgilidir. Nefs ne kadar bilinirse, Rabb de o kadar bilinecektir. İnsan; kusurlarının farkında olmadan meziyetlerinin, yapabileceklerinin farkında olamaz. Sözü burada Necmettin hocaya bırakmalı:

"Kur'ân iyi tetkik edildiğinde görülür ki, bu büyük ve genel kıyametten başka sayısız küçük kıyametler varlıklar dünyasını doldurmuş bulunmaktadır. Hayat sahnesinde her an milyonlar ve milyonlarca kıyamet gerçekleşmektedir. Kainat bünyesinde bir hiç denecek kadar küçük bir yer tutan insan vücudunda da, her an binlerce kıyamet yaşanmaktadır. Her varlık birçok kıyametlere sahnedir. Fakat her varlık daha büyük bir varlığın sahne olduğu kıyametlerden de biridir. Kıyametler içinde belki de en anlamısı 'Âriflerin Kıyameti'dir. Böyle bir kıyameti ancak 'Ölmeden önce ölmeyi gerçekleştirenler' yaşayabilir. Çünkü onlar beden mülkünün Sultan'ında fenâ bulmuşlar ve 'Rûhâni Emâneti' idrâk etmişlerdir. Artık onların gözünde her şey (izâfi varlık) silinmiş, Kur'ân'ın eşsiz ifadesiyle 'Küllü şey'in hâlikun illâ vecheh' [Kasas 28/88] yani 'Yaratıcı'nın yüzünden başka her şey helâk olacaktır' âyeti onların değişmez zikri olmuştur. Hak âşıklarından Ganiyy-i Muhtefî de bir nefesinde 'Âriflerin Kıyameti'ne şöyle değinir: Bilinenden farklıdır ârifin kıyameti / bir an değil bir ömür sürmekte fehâmeti."

Hz. Mûsâ ile Hızır'ın hikayesi, dalgadan deniz çıkaranların hikâyesidir diyor Necmettin hoca. Denizden dalga çıkarmak mümkündür; atarsınız taşı, avucunuzu gezdirirsiniz, çıkar bir dalga. Ama dalgadan denizler çıkarmak ne kadar mümkündür? Buna ancak iğneyle kuyu kazma sabrına sahip olanlar erişebilir. Öyle anlar vardır ki tahammül bir kenara kaçar, insan en büyük zorluklarla imtihana çekilir. Ama yalnız değildir artık. Bir yoldaşı, yareni, dostu vardır. "Eyvallah" dedikçe ilerleme sürecektir, teslim oldukça rıza kapısı açık kalacak, nasiplerin ardı arkası kesilmeyecektir. Üstelik hikâye de burada bitmeyecektir. Çünkü yol bitmez. Bu andan itibaren yol ancak yürüyenin bilebileceği bir hikâyedir. Yani bilenler söylemez, söyleyenler bilmez...

Yağız Gönüler

14 Aralık 2022 Çarşamba

Baştan sona sürükleyici bir Osmanlı macerası

Bir tarafta sarayın ihtişamlı gölgesinde insanı ölüme kadar sürükleyen hırs mücadelesi öte yanda zamanın tik takları arasında geçen masalsı bir aşk...

Osmanlı döneminde geçen bu kadim hikâyede Sultan, şehzadeleri için sünnet düğünü tertip eder. Niyetleri odur ki; düğün on beş gün sürecek ve dillere destan olacaktır. Bu sebeple de her vilayetten ve ülkeden insanlar davet edilir. Fakat sadrazamın şehit olmasıyla şenliklere gölge düşer ve Sultan düğün neşesini siyasete boğdurmamak adına yeni sadrazam ataması yapmaz. Ancak düğünden sonra mühr-i hümâyununu kime vereceğini söyler. Böylelikle de Defterdar ve Kazasker arasında ölüme kadar gidecek iktidar mücadelesi başlar.

Hikâyenin bir diğer parçası olan öksüz ve yetimler de ortaya çıkar. Yolları devlet adamlarıyla kesişir ve üzerlerine çok tehlikeli bir iş alırlar. Nitekim Hasan Nasrettin genç, yakışıklı bir delikanlıdır. Engelli ikiz bir kardeşi vardır. Adı Hüseyin Nusrettin’dir. Dönemin kudretli külhanbeylerinden olan Dobra Hatun’un himayesi altındadırlar. Zira çocukken anne ve babalarını bir yangında kaybetmelerinden dolayı Dobra Hatun onlara sahip çıkmıştır. Fakat gelgelelim Hasan Nasrettin, geçmişi bir türlü unutamaz. Ailesine kötülük eden adamdan hep intikam almak ister. Tabii bir de hasta kardeşini iyileştirmek ve ona saatçi dükkânı açmak.

Bir gün Kazasker’in adamı Kurt Çelebi Dobra Hatun’un kapısını çalar. Bir kasanın açılması için ondan işinde usta bir çilingirci ister. Dobra Hatun da Hasan Nasrettin’i yanına verir. Ardından genç delikanlı kendini gizemli bir kasayı açmakla görevli bulur fakat bu düşünüldüğü kadar kolay bir iş değildir. Hasan Nasrettin çok zorlanır üstelik imtihan bu ya gemide gördüğü güzel bir kızın sevdası kalbine düşer. Pervanenin muma âşık olması gibi o da Visal Banu’ya âşık olur. Aralarında geçen olaylardan sonra da birlikte gizemli kasayı açmayı başarırlar ve devasa, görkemli bir saat görürler. Nitekim o an adeta büyülenmiş gibi olurlar.

Gemide olaylar bu minvalde devam ederken Defterdar’ın adamı Bülbül Ağa ise Dobra Hatun’un kapısını çalar ve türlü yalanlarla Şaban adındaki genç delikanlıyı yanına vermesini ister. Dobra Hatun da tıpkı Kurt Çelebi’nin isteğini yerine getirdiği gibi Bülbül Ağa’nın da isteğini yerine getirir ve Şaban’ı yanına verir. Öyle ki bu durumdan oldukça mutlu olur Bülbül Ağa. Zira bilir ki Şaban, yapılacak iş için biçilmiş bir kaftandır. Sahte altın bastırmak artık daha kolay olacaktır.

Gelgelelim olaylar karmaşık bir düğüm hâline gelirken Şaban, arkadaşı Hasan Nasrettin’den yardım ister, o da kabul eder. Ve bu iki dost plana dahil olurlar fakat bir vakitten sonra işler bozulmaya başlar. Üstelik Hasan Nasrettin yıllar sonra düşmanını bulur. Yani Kazasker’i. Bundan sonra da Kurt Çelebi ve Bülbül Ağa’dan gizli bir plan yaparlar. Gayeleri ise Sultan’ın arkasından iş çeviren bu düzenbazların hainliklerini ortaya çıkarmaktır. Öyle ki düğün hazırlıkları tüm ihtişamıyla devam ederken onlarda arka sokaklarda nefes nefese mücadele verirler. Düğünün gerçekleştiği günde ise Defterdar ve Kazasker’in hainlikleri ortaya çıkar. Hasan Nasrettin de hem ailesinin intikamını almış hem de devleti bu hainlerden kurtarmış olur. Sultan’ın ve halkın nezdinde bir kahraman olur. Visal Banu’yla evlenir.

Kardeşi Hüseyin Nusrettin de en iyi hekimlere tedavi olur. Hayallerindeki saatçi dükkânına kavuşur. Belki hayallerinden bile daha güzel olana. Tabii Şaban da mutluluktan payını alır. Sevdiği dostlarıyla birlikte yaşamaya devam eder.

Eser bunların haricinde de dönemin kültürü hakkında okuyucusuna birçok bilgi vermiştir. Örneğin; düğün hazırlıklarının nasıl yapıldığına ve şenlik için hangi aletlerin kullanıldığına dair. Beni ise bu yönde en çok etkileyen nahıllar oldu. Zira daha önce hiç adını duymamıştım.

Her okurun yıl içerisinde en beğendiği bir kitap olur. Benim ise bu yıl en beğendiğim ve severek okuduğum kitap İskender Pala'nın Surnâme'si oldu. Sizlere de mutlaka okumanızı tavsiye ederim.

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Kişinin vazifesinde başarılı olması demek ülkeye de hizmet demekti."

"Unutmayın, insana güzellik ve başarı getiren şey sözlerinin yumuşaklığıdır. İtibar ve saygı kazandıran da davranışlarının güzelliğidir."

"Çocukken böyle durumlarda babası ona 'kalbine danış!' derdi, Peygamber sünnetiymiş, kalbine danıştı."

"Allah her derdin dermanını bir yerlere koyuvermiş. Bizden araştırıp bulmamızı istiyor. Lakin dermanı bulmak araştırmak demek, ilim demek, fen demek..."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

12 Aralık 2022 Pazartesi

"Yaratıcı Acı" ve Dostoyevski

"İnsanın içinden, onda birbiri ardına ortaya çıkan iki zıt kişilik bulunduğunu söylemek geliyor."
- Dostoyevski (Suç ve Ceza, 1866, Raskolnikov)

"Her zaman yaptığım gibi iyi davranma isteği duyabilir ve bundan dolayı da mutlu olabilirim. Bunun yanı sıra bir kötülük yapmak da isterim ve bu bana büyük bir zevk verir."
- Dostoyevski (Ecinniler, 1872, Stavrogin)

Her okur yaşamının bir döneminde, sevdiği yazarın peşine düşer. Şimdiye kadar onun yazdıklarını fazlasıyla okudum, hatta tekrar tekrar okudum, peki aslında kim bunları yazan, diye düşünür. Nihayet, yazara dair önemli biyografileri gözden geçirir, teker teker okur. Büyük hayatları, yani büyük insanları okumak her zaman büyüleyicidir. Ancak biyografi okumanın da kendine mahsus bir tehlikesi, hatta sıkıcılığı vardır. Bir kere biyografiyi kaleme alanın üslubu, yazara bakış açısı her şeyden önemlidir. Sevdiğimiz bir yazarın hayatını okuyacaksak, tatsız şeylerle karşılaşmak istemeyiz öyle değil mi? Ne büyük yanılgı! Sıradan bir kimse, bizi neden bu kadar sarssın ki? Demek ki yazarın o çok sevdiğimiz hikaye etme becerisinin ardında hiç beklemediğimiz, bambaşka bir hayat ve son derece ilginç bir karakter olabilir. Tüm bunları merak etmek demek, kütüphanemizde hayat okumaya, yani biyografiye geniş bir yer açmak demektir ve bunun tadını bir kez alan, bir daha asla vazgeçemeyecektir.

Bazı yazarlar hakkında, tıpkı pek çok sanatçı gibi, ölümlerinden sonra daha çok konuşulur. Her doğum ve ölüm yıldönümlerinde konferanslar düzenlenir, sonra bu konferanslar metne geçirilip yayınlanır, yeni araştırmalarla birlikte yeni biyografiler raflarda görülür, makalelerin biri biter, diğeri başlar. 2022 itibariyle Dostoyevski'nin ölümünün ardından 140 sene geçti. Ününden hiçbir şey kaybetmediği gibi hayatının merak ediliş frekansı da her zaman arttı. Tıpkı Nietzsche, FreudShakespeare, GoetheLeonardo da Vinci, Mozart, Vivaldi ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gibi. Yazdıkları pek çok dile çevrilmiş, dünyanın dört bir yanında okunup dinlenmiş, filmleri ve belgeselleri çekilmiş insanların hayatlarındaki gölgeli taraflar her okuru, yani her meraklı insanı tetikler. Bu büyük insanların hâlâ yaşıyor olmalarının sebeplerinden biri de işte bu tetiklenmedir. Meraklar merakları çağırır ve satır aralarından o insana dair yeni bilgiler elde edilir. Bazen bunlar bilgi değil yorum olur ama yine de okur doymaz. Dostoyevski de işte doyulmayan yazarlardan biridir.

Dostoyevski'ye dair daha önce Henri TroyatEdward Hallett Carr ve Stefan Zweig tarafından yazılmış kitapları okumuş, Andre Gide'in kitabına ise ulaşmak için gerekli gayreti gösterememiştim. Okumak istediğim bir zamanda ise raflarda ve internet satışında bulamamış, vazgeçmiştim. Gide'in Dostoyevski kitabı, Kasım 2022'de S. Sema Gül tarafından Fransızca aslından çevrildi ve Timaş tarafından yayınlandı. İlk sayfadan itibaren okuyacağınız kitabın klasik bir biyografi değil; bir yazarın, hayranı olduğu bir yazarı anlatışı olduğunu fark ediyorsunuz. Buradan sonrası ise Gide ile okurun Dostoyevski'yi nasıl tanımladığı, neyini enteresan bulduğu ve hangi yönleriyle bu kadar sarsıcı olduğu arasında şekilleniyor.  Dostoyevski'yi seven bir okur olarak en dikkate değer bulduğum ve peşinden gittiğim mesele, Gide'in dilinden söylemek gerekirse şöyle: Dostoyevski, çevresindeki insanları hayatı boyunca mutlu etmeye çalışmış fakat hayatı boyunca sıkıntı içinde yaşamış biri.

"Yazarı bir kenara bırakın, önemli olan eserdir!" düşüncesini Gide anlamlı buluyor ama çok önemli bir farkla. Ona göre esas hayranlık verici olan ve içinde pek çok ders bulunan mesele, yazarın esere verilecek öneme rağmen yazmış olması. Yani içinde mutlaka ama mutlaka kendinden bir şeyler olacağı ve bu şeylerin her eserinde çeşitleneceği, zenginleşeceği. Dostoyevski gibi çileli bir ömür sürmüş yazarların sıkıntıları her daim merak edilir. Onun en büyük sıkıntılarından biri para olmuştur. Buna rağmen yazma eylemindeki temel değerden asla vazgeçmemiştir. 50 yaşındayken söylediği "Hayatım boyunca para için çalıştım ve hayatım boyunca hep sıkıntı içinde oldum; şimdiyse her zamankinden daha zor durumdayım" derken, 24 yaşında yazdığı mektuplardan birindeki şu hassasiyetinden hiçbir şey kaybetmemiştir: "Ne olursa olsun yemin ettim; fakirliğin sınırlarına bile ulaşsam, yine de dayanacağım ve siparişle yazı yazmayacağım. Sipariş sanatı öldürür; sipariş her şeyi yok eder. Ben eserlerimin her birinin, tek başına iyi olmalarını istiyorum."

"Creative suffering" denilen kavram, yani yaratıcı acı, Dostoyevski'yi ifade eden en önemli kavramlardan biri. O, insaniyet namına hissettiği ve kendi içinde yaşadığı tüm acılarını yazarak hafifletmiş, hafiflemese bile dünyaya dayanabilmiş bir yazar. Sıradanlığı, özellikle de sıradan insanı korkutucu buluyor. Ona göre karmaşık bir insan, insan ruhunun en iyi biçimde çözülebileceği, insanlığın en iyi biçimde anlaşılabileceği bir laboratuvar aynı zamanda. Peki insandaki hangi özellik Dostoyevski'yi bu kadar kendine doğru çekti ve tüm karakterlerinde bunu işledi? Bunu Gide'in kaleminden okuyalım: "Dostoyevski'nin eserlerinde iç dünya, insanların birbirleriyle olan ilişkilerinden çok daha önemlidir. İşte Dostoyevski'yi birçoğumuz için bu kadar büyük, bu kadar önemli, birçokları için de bu kadar çekilmez kılan sır da bu değil mi zaten? Dostoyevski'nin yaptığı olağanüstü şey şudur ki kahramanların her biri -bir yığın kahraman yaratmıştır- önce kendi kişilikleriyle vardır ve bu içsel varlıkların her biri, kendilerine özgü sırlarıyla, bütün sorunlarının karmaşıklığıyla karşımıza çıkarlar."

Buradaki karmaşıklık kelimesi her zaman için ilgi çekicidir ve üzerine gidilmesi gerekir. Nietzsche'nin Dostoyevski'ye dair "Bana ruh bilimi konusunda bir şeyler öğreten tek kişidir." sözü, işte bu karmaşıkla ilişkilidir. İnsan karmaşıktır çünkü hayatının amacını bulmak ve onun üzerine çalışmak zorundadır. Bunu yapmadığındaysa karanlık tarafı ortaya çıkacak ve kendini ele geçirecektir. Oysa insan, kendisini inşa etmelidir ve ruhsal özgürlüğüne de ancak bu şekilde kavuşabilecektir. "Dostoyevski'ye göre hepimizin yüce, gizli, hatta kendimiz için bile gizli ve hiç kuşkusuz içimizden birçoğunun hayatına verdiği görünür amaçtan çok daha farklı bir yaşama nedeni var" diyor Gide. Bu sözler, elbette ki Ölü Bir Evden Hatıralar'daki şu cümleleri hatırlatıyor: "Hiçbir insan, belirli bir amacı olmadan ve bu amaç için çaba sarfetmeden yaşayamaz. Eğer amaç ve umut bir kez kaybolursa, iç sıkıntısı o insanı genellikle bir canavara dönüştürür."

Henüz 28 yaşındayken yazmış olduğu mektuplara bakılırsa Dostoyevski, acıdan sanat çıkaracak meziyetlerin her birine sahipti ve bu meziyetine ölene dek sadık kaldı. 18 Temmuz 1849 tarihinde "İnsanda büyük bir acıya katlanma ve yaşama gücü var. Ama ben bunun bu kadar güçlü olduğuna inanmıyordum. Ancak bu gerçeği kendi tecrübelerimle öğrendim" diye yazar. Bir ay sonra hastalıktan yorgun düştüğünde ise başka bir mektubunda "Ümitsizliğe düşmek günahtır... Severek yapılan ölesiye bir çalışma, işte gerçek mutluluk budur" der. 14 Eylül 1849'da yazdıkları ise acıdan yaratıcı sürece geçişinin şifresi gibidir: "Çok daha kötüsünü bekliyordum ve şu an çok iyi biliyorum ki bende tüketilmesi mümkün olmayan bir yaşam gücü var."

İşte Dostoyevski bu yüzden büyüktür. Başına gelen hadiseler karşısında ağlayıp sızlanmak yerine yazmayı, yani sanatı seçmiştir. Kendini ve eserlerini acısından var etmiştir. Böylece insan ruhunun derinliklerine, hayatın muammasına dair bugünün ve geleceğin insanı için daima el feneri olmuştur.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

9 Aralık 2022 Cuma

Mükemmel ebeveynlik yoktur

Çocuk sahibi olmanın bu denli “kolay” olması, bana her zaman tuhaf gelmiştir. Ebeveyn olmak da zor. Doğrularınızın sürekli değiştiği, mükemmel olmaya çalışırken kendinizi yok saydığınız, her konuda olduğu gibi bu konuda da herkesin bir fikri ve doğrusu olması, “eskiler öyle derdi”cilerin öğütleri derken çoğunlukla çocuk büyütmek, ebeveynlerin kısa ya da uzun süreler kendilerini “eksik, yanlış ve tükenmiş” hissetmeleriyle sonuçlanan, bittiğine şükredilen dönemler olarak anılıyor.

Zihin Odaklı Ebeveynlik kitabının yazarı Dr. Johanna North, kitabın önsözünde bu kitabı hem bir doktor hem de bir anne olarak yazdığını söylüyor. Dolayısıyla okuru, mükemmeliyetçiliğin gölgesinde hazırlanmış bir yapılacaklar listesi beklemiyor. (Neyse ki!) Kitabın arka kapak yazısında da vurgulandığı gibi, bu bir doğru ebeveynlik teknikleri kitabı değil. Kitap, tekniklerden ziyade bütünsel bir yaklaşım sunma çabasında. Ve bu yaklaşımın en önemli ilkesi şu: Mükemmel ebeveynlik yoktur.

Okuduğum, yayına hazırladığım kitaplardan ve katıldığım eğitimlerden çok temel bir şey öğrendim: Kişi, başkalarını besleyebilmek için önce kendini beslemeli. Başkalarını koşulsuz sevmek ve onlara karşı şefkatli olmak için, kendimizi koşulsuz sevmeyi ve kendimize karşı şefkatli olmayı öğrenmeliyiz. Kendimizde olmayanı başkasına sunmamız zor. Bu mümkün olsa da, günün sonunda kendimizi içsel kaynaklarımız tükenmiş ve boşa yaşandığını hissettiğimiz bir hayatın içerisinde bulabiliriz.

Norht, ebeveynlik serüveniyle ilgili fikir ve önerilerini açıklamak için bir kelime icat ediyor: PATACCAKE. Patience (sabır), acceptence (kabul), tolerance (hoşgörü), attunement (uyumlama), commitment (adanmışlık), compassion (şefkat), awareness (farkındalık), kindness (nezaket) ve empathy (empati). Bu sözcükler, zihin odaklı ebeveynlik yaklaşımı sergileyebilmek için hazırlanmış bir reçete değil. Daha çok, bu süreçte farkındalığınızı vereceğiniz duygulara ve duygu durumlarına işaret ediyor.

Yazar, kitapta ele aldığı konular ile ilgili ikinci bir kelime daha icat etmiş: SASAME SEED. Bu kelime, çocukların kendilerini güvende ve iyi hissetmelerini sağlamayı amaçlayan, ebeveynlerin içsel kaynaklarını tüketmeden sunabilecekleri ebeveynlik modelini özetliyor, diyebiliriz.

Kitaptaki en önemli hatırlatmalardan biri, çocukların biricikliğine yapılan vurgu. Ailelerin çoğu, kendi ailelerinin, tanıdıklarının, sistemin ve yaygın kültürün onlara öğrettiği şekilde bir “mutlu ve başarılı hayat” vizyonuna sahip oluyorlar. Ve çocukları için iyi olanın da bu olduğuna inandıkları için, onları o yöne doğru ittirmeye başlıyorlar. Bunun sonucu da başarılı olsa da pek de mutlu olmayan yetişkinler olarak, karşımıza çıkan ilk krizde (mesela 40 yaş krizi) hayatımızın altını üstüne getirme cesareti göstererek “bizi besleyen” alanlara yönelmeye başlıyoruz. Halbuki şunu hatırlamakta fayda var: Bir kişi, sevdiği, ilgilendiği ve beslenebildiği alanlarla ilgilendiğinde hem mutlu hem de başarılı olabilir.

Zihin Odaklı Ebeveynlik, çocuk sahibi olan, olmayı planlayan ve/veya çocuklarla çalışan her yaştan insanın okuması gereken, zihin açan bir kitap. Ne kadar okusak da ne kadar deneyimli olsak da her şeyi bilmemiz, tüm açılardan bakmamız mümkün değil. Bu nedenle, kitabın herkesin hayatına, bakışına ve deneyimlerine bir şeyler katabileceğini düşünüyorum. Kitabın içeriği ve yazarın/çevirmenin dili, bu kitabı meraklı her okur için ulaşılabilir şekilde özenli ve anlaşılır. Bu kitap için, kitabın çevirmeni E. Gülsen Yüksel’e ve kitabın editörü Seval Akbıyık’a da teşekkür ediyorum. Okuru bol olsun.

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal

Kendini tanımak geçmişin bitmeyen analizidir

Olmadık zamanlarda olmadık kitaplar okuduğunuz olur mu? Bana çok olur. Eski bir alışkanlığımdır bile diyebilirim. Lise zamanlarında ne zaman zorlu bir kimya ya da fizik sınavı olsa önceki iki gün boyunca dayanılmaz bir roman okuma açlığı çekerdim. Ne olduğuna nasıl olduğuna bakmaksızın her türlü edebi metnin içinde sımsıcak bir dünyanın yattığına dair dayanılmaz bir çekim hissederdim (Ancak böylesi zamanlarda ilgi gösterip okuyacağım türden bir kitaptı, Jacqueline Susann’ın Bir Defa Yetmez’i. O gün bugündür tadı damağımdan gitmez.) Ne zaman gecikmiş bir raporu bitirmeye çalışsam kütüphanemde okunmayı bekleyen kitapların canlı birer varlığa dönüşüp yalvarırcasına bana baktıkları gibi bir hisse bürünmüşümdür. Herkes hazır halde bir toplantı için beklerken elimdeki konuyla ilgisiz kitaptan sırf birkaç cümle daha okuyabilmek için geciktiğim epeyce vakidir.

Geçmişe dönüp bakınca bütün bunlar bir tür kaçıştı elbette ama sonradan fark ettim ki mantığa galip gelen her türlü tutku aslında bir tür kaçışla başlar. Evinden hiç kaçmayan insanlar için hayat bitmeyen sınavlardan ibarettir belki de. Hep yapılması gerekeni yapılması gerektiği gibi yapmak insanın asla kaçamamasının ardındaki gerçek neden değil midir zaten! Bu sayede anladım ki insanlar bir tutkuya kapıldıkları için kaçıyor değillerdir ve de. Kaçtıkları için tutku dolular! Konforundan vazgeçmeden korkularla yüzleşmek diye bir şey yoktur. Diğer bir deyişle, korkularımız nedeniyle konforlu dünyamıza mahkum olmayız, böylesi bir dünyanın esiri olduğumuz için korkularımızın mahkumuyuzdur.

En iyi sanat eserlerinin en kasvetli zamanlarda yazılması da boşuna değildir. Olmadık zamanlarda okuduğumuz kitaplar ne olduğumuza dair daha şaşmaz birer göstergedir; hiçbir neden yokken yapılan işler gibi içimizin derinliklerinden kendi başına süzülüp gelen duyguların tezahürü olduklarından dış dünyanın yüzeyselliğinden derinlere birer çağrı gibidir. Tutku da tam olarak böyle bir şey değil midir! Öylesine okunan kitaplar tutkularımızın gösterişsiz bir davetidir. Öylece bırakıverdiğimizde bir anda başka bir dünyanın içine girdiğimiz eşsiz bir yolculuk gibi.

Şimdilerde yine çok işim var! Bekleyen zorunluluklar, gündemin ağır kasveti ve gündelik hayatın ne yapsanız azaltıp vakit arttıramadığınız rutinleri… Böyle bir zamanda elime geçen bir kitap, dış dünyanın baskısından sıyrılıp kendimi dinlememe çok yardımcı oldu. Erich Fromm’un Dinleme Sanatı’nı (Say Yayınları) okudum hiç de lüzumu yokken! Evde nereye kafamı çevirsem karşıma çıkıp durdu ve kelimenin tam anlamıyla -ve başlığıyla tezat bir ironiyle- canlı bir varlık gibi benimle konuştu. Dinle beni diyor gibi geldi! Dur ve dinle! İyi bir öğrenci gibi harfiyen dinlemem gerektiğini hissettim. Okudukça nedenini anladım. Bu kitap okunmak için değil dinlenmek içindi. Çok iyi şeyler söylüyordu.

Okuyunca ilk fark ettiğim çarpıcı görüşlerden biri, nesnel gerçeklikten kaçışın zannedildiği gibi psikolojik bir zayıflık değil belki de tam aksine öznel deneyimin, doğası gereği kontrol edilemez olan nesnel gerçekliği denetim altına almasının bir yolu olduğuydu. Şöyle diyordu Fromm: “Bir şey, toplumsal faaliyetlerimize engel oluyorsa onu semptom olarak ilan ederiz. Bu yüzden, en ufak bir öznel deneyimi olamayan ve şeyleri tamamen gerçekçi olarak gören birinin sağlıklı olduğu farz edilir. Bu kişi gerçeği, kontrol edilebilir veya idare edilebilir bir şey olarak ayırt edemeyip sözde normal birini etkileyemeyecek içsel bir deneyimin, bir duygunun, en üstü kapalı duygunun farkında olabilen bir psikotik kadar hasta olabilse bile.” (s.48).

Kitabın alt başlığı, psikanaliz ve psikanalitik terapiler üzerine notlar; fakat içinden çıkılamaz psikanaliz kitaplarına hiç benzemiyor. Dinleme sanatı derken elbette ki terapiste gelen insanların dinlenmesine göndermede bulunuyor ama mesajın bununla sınırlı olmadığı açık. Fromm, psikanalizin amacını basitçe, “kendini tanımak” olarak belirtiyor ve şöyle diyor: “‘Kendini tanımak eski bir insani ihtiyaç; Yunanlardan ortaçağa, modern zamanlara kadar kendini tanımanın, dünya hakkındaki bilginin temeli olduğu fikrini görürsünüz ya da Meister Eckhart’ın çok çarpıcı bir şekilde ifade ettiği gibi, ‘Tanrı’yı tanımanın yegâne yolu, kendini tanımaktır.” (s.45). Bize hiç de yabancı şeyler değil elbette ama bizim için kendini tanımak nedense hep zor ve yabancı olagelmiştir ve kitaba her şeyden sıyrılıp kulak verdiğinizde buna dair çok şeyler duyabilirsiniz. Kitabın iddialı görüşlerinden biri -ki son derece önemli- her insanın kendini tanımaya çalışarak iyileştirebilmesinin - bunu, herkesin kendi başına yapabilmesinin mümkün olduğudur.

Bu nasıl yapılır peki? Fromm’a göre, psikanaliz bir geçmiş araştırması değildir. Her zaman eksik olan şimdinin ve nesnel gerçekliğin geçmişe gidip tamamlanması, bilinçsiz süreçlerin kavranmasıdır. Dolayısıyla, kendini tanımak demek gerçekliği görmeye çalışmak değil, sadece sizde olan bir şeyle onu tamamlamaktır. Bu noktada geçmişe gitmek bir anlamda en derinlere inmektir çünkü en fazla yapmak isteyip yapamadığımız şeyler en gerilerdedir. Çocukluk, bilinçten çok bilinç dışında yaşanan bir dönemdir. Bu nedenle, kendini tanımak geçmişin bitmeyen analizidir: “Kendimi analiz ederken -bu her gün yaptığım bir şey- kasıtlı olarak beş yaşındayken, on beş yaşındayken…hissettiklerimi hissetmeye çalışırım; bu duyguları içimde hissetmeye, çocukluğumla ilgili bağlantımı, canlı kalması için sürekli açık tutmaya çalışırım çünkü bu, içimde şimdi olan biten ama farkında olmadığım şeyleri anlamama ve farkında olmama yardım eder. amaç, geçmiş araştırması yapmak değildir.” (s.57).

Fromm için “Çocukluktaki deneyim ancak tekrar yaşanırsa, hatırlanırsa önemlidir” ve kendini tanımanın amacı “şimdi olanı, geçmişte olan neyle açıklayabilirim sorusu değildir” (s.58,59). Amaç, şimdi olanı eksiksiz deneyimlemek ve hissetmektir. Ancak bu sayede tam anlamıyla anlamak mümkündür. Nesnel gerçeklik, kendimizi ona kattığımızda tadı olan bir şey halini alır ki her türlü acıya ve anlaşılmazlığa rağmen yaşama neşesi buradan gelir. Başka bir ifadeyle, hayata neşesini veren şey yaptıklarımız değil yapmayıp içimizde tuttuklarımız ya da yapmak isteyip yapamadıklarımızdır.

Modern yaşam, her şeyin mümkün olduğunu ve bunun için gerçekçi bir realist bakış açısının gerekliliğini dayatır. Buna göre, fizik sınavından önce roman okuyan çocuk sınavı kesinkes kaybeder. Duyguları ve öznel deneyimleri geride tutmaya, hayatın her alanında gerçekçi olmaya zorlar. Oysa Fromm’a göre hastalık tam olarak budur: “Hiçbir şey hissetmiyorsanız, hiç öznel deneyiminiz yoksa önemi olan tek şeyin icraat, gerçek icraat olduğu bir toplum için en uygun kişisiniz. Oysa tam da bu nedenle sağlıklı değilsiniz. Kim daha hasta, psikotik denilen kişi mi yoksa gerçekçi denilen kişi mi?” (s.79).

Fazla gerçekçi olmak, aynı zamanda öteki insanlardan ve onların öznel deneyimlerinden faydalanamamaktır. İnsanın nesnelliğe yenik düşüp kendinden uzaklaşmasıdır. İnsanın her şeyin akılla idare edilebilir olduğunu, başarı kazanması halinde mutlu da olacağını sanmasıdır. Fazla gerçekçi insanlar, diğer insanlarla kopuk ve hakikiliği düşük bir ilişki kurduklarından, açığı kendilerine yönelerek kapatma eğilimindedirler ama bu tam da hastalık nedenidir. “İnsanın sadece kendi problemleriyle ilgilenmesi, iyileşmesini veya tam bir insan haline gelmesini sağlamaz. İnsanın tek ilgi alanı kendisiyse güçlü, mutlu ve bağımsız bir şekilde yaşayamaz.” (s.165).

Fazla gerçekçilik eleştirel düşünmeyi de öldüren bir etki yapar. Bu yaşandığında, hayat bizim olmaktan çıkar, kendini bize zorlar ve dayatır, altında ezilmemek için sürekli daha fazla başarılı olmak gerektiği duygusuyla karşımıza sayısız fizik sınavı çıkarır. Fizik sınavı varken roman okumak, olanı olduğu gibi kabul etmeyen bir duygunun peşinden gitmek, tehlikelere karşı gelmektir. “Eleştirel düşünme, hayattaki tehlikelere karşı insanın sahip olduğu yegane silah ve savunmadır. Eleştirel düşünmezsem cidden ilk günden beri beynimi yıkayan, tüm yayılmış etkilere, telkinlere, bütün hatalara, yalanlara maruz kalırım. Eleştirel düşünemezse insan özgür olamaz, kendisi olamaz, kendi içindeki merkezine sahip olamaz.” (s.167).

Başa dönersek eğer, olmadık zamanlar olduğumuz zamanlardır!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca