8 Temmuz 2022 Cuma

Kirpinin Zarafeti ya da Barbery'nin felsefesi

Mağripli bir kadın, bir felsefe profesörü Murial Barbery. Batı’nın sınırından doğunun sınırı Japonya’ya geçişin harika öyküsü. 2006’da yayınlanan Kirpinin Zarafeti (L'Élégance du hérisson) ile de artık bir fenomen yazar. Yani aslen kitabı konuşmak gerekse de bazı biyografiler eserlerinin önüne geçiyor, tıpkı Muriel Barbery’ninki gibi.

2006 yılında yayınlandığında kim bu başarıyı beklerdi bilinmez ama verilen rakamlara göre bir milyondan fazla sattı o dönem. Haftalarca liste başı kaldı ve çok satan olarak bir külte dönüştü. İsmi dikkat çekici idi. Kirpinin nasıl bir zarafeti olabilirdi ki? Okuyunca da anlaşılmadı sona gelene dek. Zaten yazar da bu sırrı açıkladı metnin içinde; sona gelince hakikat ortaya çıkar diyerek. Zaten Renée Michel’in hikayesini anladıkça sır da ortaya çıkar.

Bizde konak ya da apartman öyküleri çok bilindiktir. Orhan Pamuk, Ahmet Hamdi, Peyami Safa, Hüseyin Rahmi ve daha birçoğu. Konak bazen bir aile üzerinden devleti, bazen de bir toplumu simgeledi. Mekanik unsurları ile de ruhu ile de sembolik gücü her daim kullanıldı. Barbery’nin bir felsefeci olarak bu yapıyı tercih edişi de bu manada çok da alışılmadık değildi elbette. Yine de anlatıda bu yapının varlığından çok iç halinin yarattığı evren daha öne çıktı. Kaldı ki seçim kısa yollu bir kolaycılık gibi dursa da anlatıda seçilen yol bu kısa yolu derin bir tercihe dönüştürdü.

Barbery sınıf kavgası ve var oluş kavgasını insanların adeta bir kasta bağlı olarak yaşama zorunluluğuna bağlaması ilginç. Ve bir o kadar da canlı. Çünkü Michel’in kendi varlığını, gelişmişliğini saklamaya bağlaması ve görece cehaletinin ona sağladığı konfor ile yaşamaya çalışması çok güncel bir sancı gibi duruyor. Acımasız da elbette. Öykünün önemli kısmında Michel’in bu tercihine kızıyor ya da onun için üzülüyorsunuz belki lakin bir noktadan sonra ona hak vermek de iç burkuyor. Neyse ki 13 yaşına geldiğinde hayatından vazgeçmiş olan Paloma onu keşfedip vazgeçtiği kendi hayatını onun üzerinden var ediyor da öykünün sonuna dek umutlar yeşeriyor.

Kitabın en güçlü mottosu içerisinde saklı: bir şeyin bitmesi için bir şeyin bitmesi gerek. Apartmandaki ünlü eleştirmenin ölümü ile biten hayatının dairesine taşınan kültürlü Japon Kakuro Ozu hem Michel hem de Paloma için yeni bir başlangıca dönüşmesi gibi. Bu noktadan sonra bu üçlü arasındaki ilişkinin gidişatı çok güçlü bir aydınlanma gibi dursa da öykünün sonu başka bir tartışmayı da beraberinde getiriyor, bu kez bitiş neyi başlatacaktır? Barbery bunu okuyucusuna bırakmış gibi duruyor.

Hikâyenin başından itibaren net şekilde hissedilen Tolstoy ve tabi Rus edebiyatı etkisi kendisini sürekli dillendirilen bir ölüm/intihar tartışmasıyla gösteriliyor. Bir sürü soru da peşi sıra geliyor elbette. İntiharın sebepleri, ölümün hangi noktada bir kurtuluş olduğu ya da olmadığı. Hal böyle olunca bu mistik metin kendi içerisinde çok başka bir noktaya gidiyor. Doğrudan yapılmayan alıntılar yerine bir kediye verilen isim üzerinden dahi kendinizi Anna Karenina içerisinde bulmak kaçınılmaz oluyor bu noktada.

Kitabın kurgusu da çok ilginç ve tabi biçimi de. Anlatıda ben anlatıcı Michel’i aktarırken Paloma’nın günlükleri yaşına istinaden daha küçük punto ile yazılmış olması çok ilginç ve şirin. Bu okumanın ritmine ciddi bir tesir yapıyor. Düz bir yolda gitmektense ara ara molalar vermek, virajlarda gezinmek tekdüzeliği engelliyor. Okumayı da.

Eserde sıklıkla karşımıza çıkan felsefik unsurları yazarın kendisi 2007’de şu şekilde anlatıyor: "Uzun ve sıkıcı felsefe dersleri aldım. Bu derslerin bana yardımcı olacağını düşünüyordum ama işler bu şekilde yürümedi. Edebiyat bana daha çok şey öğretti. Felsefeye ilgi duymanın birinin hayatına etkisini ne olacağını merak ediyordum. Bu süreci aydınlatmaya çalıştım. Bu yüzden de kurgusal bir çalışmaya felsefe ekledim”.

Barbery’nin başarısını çok tartıştı özellikle Fransız eleştirmen ve eğitmenler, çoğunlukla da vardıkları karar onun sınıf farklılığını aşmak noktasında ortaya koyduğu net çözüm. Zenginlik ve gelişmişlik arasında doğrudan bir ilişki olmadığı gibi çoğu zaman net bir bağımsızlık da inkâr edilmemeli. Refah paradigmasının çaresiz kaldığı bilginin gücü de. Örneğin Dostoyevski’nin başarısını da onu burjuva karakterlerinin acılarını ifşa edip alt tabakada kalanların görece öfkelerini regüle etmesine bağlayanlar olmuştu.

Hikâyenin sonu, eleştirilen en önemli nokta ama kendi içerisinde bir tutarlılığa da sahip. Lakin bunu açıklamaktansa okuyucunun vardığı sonuca güvenmek en iyisi. Çünkü birçok eleştirmene göre eserin gücü garip şekilde alışılmadık isminde yatıyor. Ve bu ismin çözülemezliğine yaslanan kader çizgisinde. Böyle olunca da son ile Michel’in o ana kadar ki yaşantısı arasında bağ kurmak makulleşiyor.

Şu bir gerçek ki ülkemizde çeviri meselesi ciddi bir çaba ve harika işler yapılıyor. Yine de Barbery’i bu kadar geç keşfetmek kitaba dair keşfin asla bitmeyeceğini de bize gösteriyor. Aramaya, keşfetmeye, okumaya devam…

Galip Çağ
twitter.com/caggalip

7 Temmuz 2022 Perşembe

Vicdanımızla davranışlarımız arasındaki uçurum

Av Mevsimi filminde Komiser Ferman’ın ekibindeki genç polislere ders anlattığı sahneyi hatırlayalım. Tek bir noktadan bakarsanız tek bir şey görürsünüz demişti. Üstelik o görünen şey bizi hedefimize götürecek şey mi yoksa hedefle, yani gerçekle aramızda bir engel mi onu da bilemeyiz. Bu durumda elimizde tek ve en önemli şey kalıyor: bakış açımızı değiştirmek. “Kendimize bir aralık bulacağız ve gerçeği görebilmek için oradan bakacağız” diyerek dersini bitirmişti Komiser Ferman. Okumanın insana sağlayacağı en kıymetli şeylerden biri işte bu: aklın zincirlerini çözmek, yani bakış açısını değiştirmek.

Eğer insan okudukları karşısında şaşırmıyorsa, rahatı kaçmıyorsa, şüphe ettiği meselelerin peşine düşme kararı almıyorsa, tek bir gerçek olmadığını anlayamıyorsa neye yarar o okumak? Cevap: Kafa konforuna. Kafa konforu, birçok okurun fark etmeden içine düştüğü bir kuyudur. Hep aynı şeyleri okumak, hep aynı şeyleri söylemek, bir süre sonra kişinin varlığını tehdit eder. Başkalarının tek doğru bildiği şeylerle, başkalarının anlam dairesiyle düşünüp konuşmak ve hatta yazmak, yıkıcıdır. Enkazın altında ilk kalan da kafa konforuna sahip okur olur.

Gündüz Vassaf her okuyanına “nanik” yapan bir kafaya sahip. İstiyor ki rahatı kaçsın insanların. Kendi çevrelerinden çıkıp başka çevreleri ve oradan bütün insanlığı düşünsünler biraz. En çok okunan kitabı Cehenneme Övgü’yü düşünelim. Yeni zamanların tüm numaralarını ve hilelerini ortaya sermişti. Tarihin insanlar eliyle silindiğini, bilgiye ve habere boğulan totaliter toplumlarda hafızanın ancak hastalandıktan sonra akla gelen bir ‘şey’ olduğunu anlatmıştı uzun uzun. Onun bir psikolog olarak modern çağın psikoloji anlayışını reddetmesi ise hep ilgimi çekmiştir. Nilay Örnek’in podcast serisi Nasıl Olunur’da “Eskiden babaya soralım, baba bilir denirdi. Şimdi en son söylenen baba, hiçbir şey bilmeyen baba, baba şamar oğlanı oldu. Kadını anlayayım derken erkekliğini unutur oldu. Kadının, azıcık erkeğin elinden tutup düştüğü bu durumdan kurtarması gerekiyor.” diyerek meseleye kimsenin bakmaya cesaret edemediği bir yerden bakmıştı. Derken pandeminin önümüze serdiği gerçeği de en acımasız biçimde anlatmıştı: “Artık anne de baba da çalışmaya mecbur. Çocuğuyla beraber olmaya alışık değil. Aynı saatte yemek bile yiyemiyorlar. Şimdi yan yana gelince ne yapacaklarını şaşırdılar çünkü aile artık aile değil. Çocuklara tahammül yok. Çocuklarımız için ‘son kölelerimiz’ diyorum.

Her kitap iz bırakır, muhakkak bırakır. Ancak önemli olan bıraktığı izin ne kadar sahici bir iz olduğu. Çünkü bazı izler kolay silinir, bazıları da ömür boyunca bakış açınıza, yaşama biçiminize tat katar. Bu tat her mevsimde, her zorlukta ve aşamada kendini gösterir. İşte o zaman okumanın gücü ruhu ayağa kaldırır. Dil, yeni bir şey söylemekle değil onunla buluşan ruha kattığı anlam boyutunda kuvvetlidir. Cehenneme Övgü bu nedenlerle çok güçlü ve iz bırakan bir kitaptı. Vassaf’ın hatırlattığı bir Nâzım Hikmet dizesinin (“Bir çocuk gibi şaşarcasına bakarak yaşamak”) ruh bulduğu bir bakış açısı değiştirme rehberiydi sanki.

Geçenlerde “Medeniyet, Kültür, Sanat” adlı kitabını okudum. 1996’dan 2012’ye kadar yazdığı gazete yazılarından oluşuyor. Bir solukta okunurken pek çok yeni bakış açısını da okura parmak sallamadan sunuyor. Kabul et veya etme, dünyada olup bitenler sadece senin görebildiklerinden ibaret değil, çok başka şeyler daha oluyor, üstelik bunlar olurken sen bambaşka şeyler izliyorsun diyor denemeler. En kıymetli olanı da insanın varlığını sorguladığı zamanların geride kaldığını hatırlatması. “Şehirlerimizi aydınlatmadan, reklamların neon ışıklarına boğmadan önceki yıllarda başımızı kaldırdığımızda yıldızları görür, ‘Kimiz? Nerden geldik? Nereye gidiyoruz?’ diye sorarken haddimizi bilirdik.” diyor Gündüz Vassaf. Sahiden de öyle. Gökyüzünü daha çok seyredebildiğimiz zamanlarda hayat daha farklı akıyordu sanki. Hem kendimize hem de tabiata daha saygılıydık, haliyle diğer insanlara da. Yani yaratılmış her şeye. Evet, Vassaf’la bambaşka anlam siperlerinden yeryüzüne bakıyor olabiliriz ama bize sorgulattığı şeylerin her biri günümüzde daha da değerli. Eğitim sistemimizden otomobil sevdamıza, başkalarını yargılama bağımlılığımızdan kendi kusurlarımızı bir türlü görememe durumumuza kadar insan ve memleket okuması yapmak için mühim denemeler bunlar. “Ancak kendi düşüncelerinin doğruluğuna kuşkuyla bakanlar, başkalarının düşüncesinin kıymetini bilebilirler.” sözünü bir kenara yazalım ama yazmakla kalmayalım, düşünelim. Şunu da unutmayalım: “Uygarlaştık diyerek kendimizi aldatıyoruz. Dünyada insanların üçte biri kadar aç, hasta ve işsizken buna seyirci kalan bir düzene uygar denilemez.

Yazıyı bitirirken, tüm bu denemelerden çıkan neticelerden biri de kendisine dost olamayan insanın hiçbir kimseye, hiçbir şeye dost olamayacağı. Modern insan yalnız kalmaktan korkuyor; yalnız yürüyemiyor, yalnız yemek yiyemiyor, yalnız sinemaya gidemiyor. Tüm bunlar olurken kitap okuyamamasını da çok sorgulamamak lazım. Çünkü kitap okumak konfor kaçırır. Kişiyi hem yazarın hem de kendi düşüncelerinin arasında bir girdaba sokar. O girdaptan sağ çıkmak da mümkün, hasarlı çıkmak da. Yaralanmak insana mahsus ve oldukça kıymetli. “Beynin en iyi şekilde çalışması ve bireyin en yüksek potansiyelini yerine getirmesi için yalnız olma becerisinin geliştirilmesi gerekir. Öğrenmek, düşünmek, yenilik ve kişinin kendi iç dünyasıyla iletişimini sürdürmek yalnızlık sayesinde kolaylaşır.” diye yazmış İngiliz psikiyatr Anthony Storr, Bir Başına’da. Deneme okumak zaten kıymetli olan yalnızlığı daha da kıymetlendirir. Ancak dönüp yeniden insanlar arasına karışmak gerekir. Aksi deliliğe merhaba demektir. Yaşa, oku, sonra tekrar yaşa. Gündüz Vassaf “önce insan sonra kitap” diyor, haklı.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Bir katresi olarak yaratıldığımız ummanı mı arıyoruz?

Ahmet Hamdi Tanpınar, 23 Haziran 1901’de İstanbul Şehzadebaşı’nda dünyaya gelmiştir. Babası Antalya kadılığından emekli Hüseyin Fikri Efendi'dir. Annesi Trabzonlu Kansızzâdeler’den deniz yüzbaşısı Ahmed Bey’in kızı Nesibe Bahriye Hanım’dır. Çocukluğu Ergani, Sinop, Siirt, Kerkük ve Antalya’da geçmiştir. Bugünkü (İstanbul Üniversitesi) Darülfünun-ı Osmâni’nin Edebiyat Fakültesinden 1923’te mezun olmuş, Erzurum, Konya ve Ankara’daki liselerde öğretmenlik yapmıştır. 1939’da ise İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde yeni kurulan Türk Edebiyatı Kürsüsü profesörlüğüne getirilmiştir. Siyasi hayatından sonra Milli Eğitim Müfettişliği yapmıştır. 1949’ da ise İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne geri dönmüş ancak görev hâlinde iken 24 Ocak 1962’de İstanbul’da yaşamını yitirmiştir. İlk romanı Mahur Beste’den sonra kendi hayatından izler taşıyan Huzur romanı basılmıştır. Kitap iç monolog ve bilinç akışı tekniği ile yazılmıştır. Ayrıca bu esere edebiyatımızda “İstanbul romanı” da denilmiştir. Toplamda ise dört bölümden oluşur. Birinci bölüm İhsan, ikinci bölüm Nuran, üçüncü bölüm Suat ve son bölüm olarak Mümtaz yer almaktadır.

Roman çocuk yaşta annesini ve babasını kaybeden Mümtaz ile başlar. Mümtaz içine kapanık, kitapları, musikiyi ve en çok da İstanbul’u seven biridir. Hayalinde Şeyh Galip üzerine roman yazmak vardır ve bunun içinde çalışmaktadır. Fakat amcasının oğlu İhsan’ın hastalanmasıyla ilgisini ona yöneltmiştir. Zira Mümtaz, baba gibi bildiği İhsan’ı ve anne gibi bildiği Macide’yi çok sever, onlara hürmetle davranır. Bir gün Nuran ile ada vapurunda karşılaşır ve onu görür görmez âşık olur. Zaman içinde ise Nuran’da bu hislere mukabele eder ve ikisinin de sönmüş umut kandilleri yıldızlar gibi yeniden parıldamaya başlar...

Nuran ise toplumun baskısında kalmış, dedikoduların altında ezilmiş, çevresindeki birçok erkeğin kalbini kazanmış bir çocuklu güzel bir kadındır. O da tıpkı Mümtaz gibi kendi dünyasında yaşayan kitapları, musikiyi ve İstanbul’u çok seven biridir. Bu yönden şaşırtacak kadar sevdiği adamla benzerlikleri vardır. İkisi adeta birbirini tamamlayan parçalar gibidir.

Özellikle İstanbul’da yaz akşamları Boğaz’da gezmeleri, kayığa binmeleri, tarihi yerlerde ve türbelerde dolaşmaları eskiye dair kapsamlı bilgi vermektedir. Ayrıca yapılan betimlemeler duyguları resmedecek kadar harikulade. Nitekim denizin serin sularından gökyüzündeki yıldızlara kadar tabiattaki her şey titizlikle yazılmış. En küçük şeyler dahi unutulmamış. Eserin bu yönden okuyucusuna estetik bir görüş kazandırdığını söyleyebilirim.

Fakat romanın en başında olduğu gibi semtler arasında da sürekli bir karşılaştırma mevcut. Örneğin; Üsküdar, Fatih çevresi Osmanlı’nın kültür ve medeniyet penceresinden aktarılırken Beyoğlu, Taksim civarı Batılılaşmanın öteki yarısını sembolize ettiğini söyleyebilirim. Sonralarında ise dönemin hem tarihi hem siyasi karşılaştırmaları İhsan karakteri ile ön plana çıkmaktadır. Zira İhsan, ideolojisi, davası, dünyaya ve insanlara karşı birçok fikre sahip olan okumuş bir adamdır. Bu yönüyle kitaptaki diğer karakterlerden bir adım öndedir.

Ancak bunların yanı sıra musiki de çok geniş bir çerçevede ele alınmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar bilhassa önemle üzerinde durmuştur. Gerek sanatçıların gerek eserlerin hakkında bilgiler vermiştir. Aslında Mümtaz ve Nuran’ın aşkları da musikinin etrafında çevrelenmiştir. Nitekim gece vakti iki âşık İstanbul’un kadim sokaklarında yürürken Ferahfezâ Peşrevini dinlerler. Gittikleri başka mekânlar da ise farklı musikiler onlara eşlik eder. Fakat aralarında ayrı tuttukları özel buldukları bir beste vardır ki o da Mahur Bestedir. Mümtaz Nuran’dan ne zaman bu besteyi dinleyecek olsa artık başka bir Mümtaz olur. Ayrıca Seyit Nuh’un da Nühüft bestesi vardır ki diyaloglar arasında Mümtaz, “bizim şarkımızın en kendisi olan tarafıydı.” der...

Ve son olarak Suat. Romanın kötü karakterlerinden biridir. Nihilist kimliği vardır. Tıpkı divan şiirinde yer alan Rakip gibi Mümtaz ve Nuran’ın arasında sinsice dolaşır. Onların huzurunu, mutluluğunu bozmak için kötü davranışlarda, sözlerde bulunur. Bir gün Nuran ve Mümtaz’ın evleneceği sırada onlara hiç unutamayacağı bir plan yapar. Kendini asarak öldürür. Bu olaydan sonra Nuran, “Ne yapalım Mümtaz; kader istemiyor! Aramızda bir ölü var. Bundan sonra beni bekleme artık! Her şey bitmiştir.” diyerek Bursa’ya gider. Mümtaz ise günlerini çaresizlik içinde geçirir. Her ne kadar İhsan ona öğütler verse de bunu umursamaz, kendini kalabalık sokaklara atarak insan gölgeleri arasında yaşadıklarını unutmaya çalışır.

Fakat bir yıl kadar İhsan’ın hastalığı giderek ağırlaşır ve zatürreye yakalanır. Mümtaz, bunun üzerine doktor aramaya başlar fakat bir türlü doktor bulamaz. Son çare olarak bir polisten adresi alıp hiç tanımadığı bir doktorun kapısını çalar ve uzun bir yürüyüşten sonra İhsan’ın yanına gelirler. Mümtaz yazılan ilaçları almak için tekrar yola koyulur. Ancak dönüş yolunda fenalaşır. Zira Suat’ın hayalini görür. Onunla acınacak bir hâlde mücadeleye girer ve sonunda ilaç şişeleri parçalanarak elini keser.

Eve döndüğünde yüzü kan içindedir fakat doktor, İhsan’ın durumunun düzeldiğini söyler. Bunun üzerine yukarı çıkmak ister ancak ilk basamakta oturup kalır. Ellerini başının arasına alarak düşüncelere dalıp giderken radyodan savaşın başladığı haberini alır...

Akıllarda ise tek bir soru kalır: Suat ölümüyle düşman bildiği adamdan en büyük intikamını almışken, Nuran bir şekilde eski eşine dönüp kızıyla hayatına devam etmişken, bu üçlü aşk cephesinde kaybeden tek kendisi mi olmuştu? Ve aşk tüm bu yaşananlara gerçekten değer miydi?

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Bir taşa otursun, denizi seyretsin, geceyi büyük ve siyah bir gül gibi koklasın."

"Niçin ruhi hayatımızın büyük bir kısmını bu hasret yapar? Bir katresi olarak yaratıldığımız ummanı mı arıyoruz?"

"Kim bilir? Bazı kapıların bize kapalı görünmesi, önünde değil, arkasında bulunduğumuz içindir."

"Yaşamak, başkaları tarafından muhasara altına alınmak, yavaş yavaş boğulmaktı. Yaşamak..."

"Vücutlarımız, birbirimize en kolay vereceğimiz şeydir, asıl mesele, hayatımızı verebilmektir. Baştan aşağı bir aşkın olabilmek, bir aynanın içine iki kişi girip, oradan tek bir ruh olarak çıkmaktır!"

"Bin türlü güzel şeylerle doldurduğumuz saatler vardı. Uyumak ve uyanmak vardı; rüyalar vardı, hayaller vardı."

"Elbisem çok eski olsun... Fakat bahçemde en iyi güller yetişsin."

"Hayır, insan sade ölürken ayrılmıyor, arkada bırakmıyordu. Belki bütün ömrünce her an birçok şeyler onu arkada bırakıyordu."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

23 Haziran 2022 Perşembe

Kendini görmezden gelme

İlk önce okuruna teşekkürü borç bilen, ilk göz ağrısıyla bizlerle buluşan, muhabbetine bizi de dahil eden yazar Hüseyin Hakan'a çok çok (binlerce) teşekkür eder okurken, biz de uyandırdıklarını kaleme almayı borç biliriz. Emeğine, kalemine ve yüreğine sağlık.

Yazar, kendinden yola çıkmış, bizi bulmuş ve yoluna devam etmiş gibi. Önce halini, durumunu, hâletiruhiyesini anlatmış bir güzel, sonra nasıl kaleme gelmiş hikaye bir görün, okuyun, fark edin, kendinize bir not çıkarmayı da ihmal etmeyin diye akıp gitmiş. Bize bir mağara çizerek, hadi sıra sen de diyerek çaktırmadan göz kırpıyor. Bunları da duyduk satır aralarında; Kendinle konuş, hem de en çok kendinle. Kendinle tanış, yine yine yeniden hem de. Toplumu, insanı es geçme, aklını, muhakeme gücünü artır, ilimle doldur kendini, kitaplardan ayrılma, rüyalara da sığın, kendi yolunu çözümünü bulacaksın hayata karşı, sana anlatılmak istenileni gör, fark et, yaşa, yaşamak için yaşadım demek için hareket şart duran bir insan olma.

Elimizde duran, zihnimize yerleşen onun mağarası (belki de hepimizin) yaşamından süzülenler, yer edenler, iz bırakanlar, seneler, günün her hangi bir anında, saatinde de olsa kalemine dökülenler, kendi yolunu bulmuş, arayan, hepimize bir nebze olsa da bir ışık.

Kitabın bölümlerine gelecek olursak bizde uyandırdığı his ve notlarımız şu şekilde: Ev Ödevi; Ses yükseltme, kelime yükseltme, korkular, kaygılar... Meczup, aşık, gam sahibi olmak ya da olmamak, susmak ya da konuştukça çirkinleşmek. Yaşamın içinde insan ol, kalbini yoklamayı ihmal etme. Kendinle yine yine yeniden tanış, görmezden gelme sevgili insan. İnsanın bu hırsını, kinini, sömürge anlayışını, kitlesel ölümlere sebep oluşunu gör ve sesini, vicdanı, gücünün yettiği yere kadar mücadeleni bırakma. Özgürlük, özümüze karşı farkındalık ötekilerin özüne karşıda kabullenici durmaktır. Rüyalar da İnsandır; Uyanış, Fark Ediş, Kabulleniş.

Rüyalar, örtük duyguların dışa vurumu, rüyaya muhatap olanın kendisini yeniden adlandırması, kendi ıssız çölüne anlamlı bütünler eklemek, rüyalar gerçekten kaçış, gerçeğe doğru kaçış içimizden atamadıklarımızın gün yüzüne çıkması, hadi sende rüyanın sana itiraf ettiği gerçeklerle yüzleşmek için bir sayfa ayır kendine. Ölümle yüzleşmek, herkese zor gelir evladını kaybettiğinden habersiz babaya daha da zordur. Kendi yolunu bulacaksın, merak etme sevgili kendim, zihnine, kalbine, ruhuna danışmayı unutma.

Toplumun nereye gittiğini, haz etrafında dolaştığını gör, aklını ve muhakemeni devre dışı bırakma. Rüyalar en güzele de çıkıyormuş bunu unutma, yonttukça yontuyor seni insan olmaya doğru. Kendinle konuş. Hayat, gerçeklerle ilgili olanı, suskunlukları, kabullenilmeyenleri, teslim olunmayanları, bir türlü gitmeyen kalanları bir şekilde gün yüzüne çıkarıp rüyalara emanet ediyor.

Her şey en güzel şekilde neticelenir de bazen görmez, anlamayız. Leylalara, Mecnunlara fazla yüklenmemek lazım (sendeki hallerine). Her Leyla kendi Mecnun'unu, her Mecnun kendi Leyla'sını bulur inşallah.

Yaşam ve ölüm arasında kısacık sürede kendi içimize dönebilecek erdemi göstermek zorundayız. Rüyaların bizlerin birer nüshası, ifşası olduğunu unutmamalı, kendimizi de nefsimizi de bilmeliyiz. Annelerin rüyaları çıkar, belki de en çok onların, evladı için en iyiyi, en güzeli gerçekten ve samimiyetle isteyenlerdir de aynı zaman da, küçük sürprizler, küçük mutluluklar, küçük sözler(değeri paha biçilmez olanlar) onlara hediye edilmeli en çok. Yararlı insan partisi YİP kurulmalı. Müsveddeler; Konuşmamız lazım demiş yazar ve bizi kahveye, otobüse, pastaneye davet edip bizi de dahil etmiş olanlara. Sonradan edinilen duygu, düşünce, inanışlar, reddedişler, inanç, bağlılık ve korkular vardır yaşamını anlamlı ya da anlamsız kılacak olan onlardır deneyimlerindir.

Yine yine yeniden yaşantına bakmalısın. Her müzik, bir duyguyla belirir. İnsana yönelik her şey mutlaka onun aklına ve kalbine hitap etmeli. Her türlü ötekileştirmeden uzak dur dilinden uzaklaştır, zihninden de. Tek tip düşünce, boyutla bakma hayata. Akıl, kalp, vicdan süzgecinden geçir her şeyi. Ne yaparsan yap, insanı merkeze al.

Öyleymiş yazısı, insanı başına gelenlerde ,önce kendisini yoklaması, bakması gerektiğini söylüyor, insanın ilk günahından alıp, dünyaya karşı duruşunu, kendine kurduğu dünyayı, ruhundan ayrılmasının hikayesi en güzel şekilde ifade etmiş, öyle miymiş dediğimiz ne çok öyle var. Doğa, bize gücünü gösterdi, hakkı, hakikati gerçekleri ve ölümü hatırlatmaya, yok oluşu gün yüzüne çıkarmaya devam ediyor.

Hız çağının, tek tuşla ulaşılabilirliğin, erişilebilirliğin kurbanı olmamak için aklı selim, zevki selim ve kalbi selim sahibi olmalısın. 'Dünyaya bir daha gelirsem'li cümleleri bırak, etrafından esirgediğin sevgisizlik ve ilgisizlik ve kötü davranışlarını gör ve artık bundan vazgeç, sevginin iyileştirici ve güzel yanlarını şimdi yaşat, yaşa. Bilginin zekatını ver, insana ve insanlığa bir faydan dokunsun. Hayretimiz artsın daima. Sonsöz; bir merhaba ve perde kapanır.

Eserin oluşum sürecine (hayat hikayesine), yazarın hayatında yer edenlere, itiraf ve gerekli görülen açıklamalara yer verilmiştir, teşekkür edilen binlerce insana. Ve tüm bu yazıyı okuyacak olan sevgili okur: Kitabı oku, okut, hediye et, ödünç ver, diye ısrar etmiyorum, denk geldin, gördün, adını öğrendin en azından, bir yerlerde denk gelirsen es geçme, kahve iç, çay iç, bir göz geçir, bir tanış, bir muhabbet et, bağ kur...

Kitapla ilgili, inceleme olmayan bir yazım vardı. Her şeyi, bir güzel söylemişim de, eserin yazarından hiç bahsetmemişim, sevgili yazar kendini şöyle güzel tanımlamış; okur: Bazen yazar. Edebiyatçı namzeti. Sosyolojiye teşne. Bize Bir Mağara Çizin (2021), İzdiham.

Yazarın, aynı zamanda bir okur profiliyle 1001 kitapta yer aldığını da söylersek, haberdar etsek iyi olur, izdihamda okurlarına kucak açmaya, sarılmaya devam ediyor, vanlı yazarlarımızdan, vandaysanız van mahfilinden(bir güzellik hala güzellik katmaya devam eden, eve dön her şey affedildi mottosuyla), gençlere ilham veren konferanslardan aşina olmuşsunuzdur yazara, kendimin z raporu, unutma dersleri (sevgili feribe) İzdiham'dan tanıdık satırlardan... Kitapla ilgili, birkaç gelişme daha var, şehir şehir, okur okur, bir kaç, bir çok dostun, dostların yanında, kitaplığında, hali keyfi yerinde fotoğraf kareleriyle bizlere gülümsüyor, mutlu mutlu. 2021 Yılı 1. Geleneksel İzdiham Edebiyat Ödülleri'nde, yılın en iyi deneme kitabı ödülünü de aldı. Kitapta yer alan “Yarım tamdan büyüktür” yazısı Sena Akdoğan tarafından, nasıl nasıl anlatamam, dinleyelim, ne de güzel seslendirilmiş.

Şimdilik bizden bu kadar, kendimize iyi bakalım, kalbimizi yoklayalım, sevince bir güzel sarılalım, belki de bir mucize olur kim bilir.

Eda Çoban

17 Haziran 2022 Cuma

Kanayan bir ırmak nereye akar?

Usta şair Cengizhan Orakçı’nın yeni şiir kitabı göksel bir aydınlık gibi masama düştü. Kitaptaki şiirlerin büyük bir kısmına dergilerden aşina olsam da şiirin önü ve arkasını iki kapak arasında temaşa edip okumak daha başka oluyor. Kitap deyip geçmemek lazım. Nasıl iki dizenin diz dize oturup bir beyitte buluşmasından “beyit-beyt” ev hali doğuyorsa bir kitabı meydana getiren şiirler de görkemli bir evi oluşturabiliyorlar.

Cengizhan Orakçı şiirini yakın takibe almış birisi olarak şunu ifade etmeliyim ki özellikle son iki kitabında (Fotoğrafta Çirkin Çıkan, Kanayınca Irmak) daha uzun soluklu ve gür sedalı bir şairle karşılaşıyoruz. Kanayınca Irmak kitabında yer alan şiirler bu söylediğim şeyin belki de zirve noktası. Baştan sona doğru sesini ritmik biçimde hızla artıran bu şiirler şairin şiirdeki devinim halinin nasıl olması gerektiği ile ilgili de bir tür örneklik teşkil ediyor. 

O halde sondan başlayalım:

Alıp sana geldim bütün kızların dans eden ritimlerini / alıp sana geldim ırmakların bütün ezgilerini”. “Sana” derken şair neyi kastetmiş onu bilemesem de benim anladığım, şiirin kendisinden başkası değildir. Evet, şairimizin şiirinde dans eden kızların ritimleri ve ırmakların ezgileriyle buluşmuş bir “ben” var. “Şair beni” tabiatın ve de yaratılmış olan hayvanat, nebatat ve de cemadatın ses, ahenk ve salınımı ile doludur. Konuştukça konudan sapan değil konuştukça coşan, coştukça kelimelerin deruni miracına ulaşan bir şair tavrıyla karşılaşıyoruz. Okuyucu bir noktadan sonra kendisini okuduğu metinden ve metnin sahibinden ayırt edemez hale geliyor. Öyleyse devam edelim:

Ben çoktan hazırım Loreena bilenmiş bir kalp ile / Karanlığın içindeki ışığı gördüm bir kere Loreena”. Zihnim, “Kim bu Loreena?” diyor önce, şiirin tadını çıkarması gereken zihnim soru soruyor. Yoksa şu Kanadalı vokalist, piyanistten mi bahsediyor şair? Bu soruların sonu yok. Değil mi ki, “Şiir şairin batnındadır” diye bir gerçek var. O halde boş yere sözü yormayalım. Muhayyel şiir kızı Loreena, deyip geçelim. Zira Loreena da bu kanayan ırmağın çağıltısına dahil bir isim. Üstelik bir dizenin neresinde bulunursa bulunsun hep şarkı söylüyor. Galata ve Kız Kulesi’ni Loreena ile bakıştırabilmek de sahici bir şair hüneri olsa gerektir.

Görüntünün de bir müziği olmalı. Orakçı’nın şiirlerini ne zaman okusam böyle düşünürüm. Bu kez Kanayan Irmak konağının 115 numaralı odasında yaldızlı ince işlemeli tavana gözlerimi dikip bakarken kulağıma konan böyle bir musiki ile irkildim. Görüntü şöyle söylüyordu: “Loreena biz dünyanın kısık sesleri biz kalbinin içinde dönen dervişler / Kalbinin atlarıyla kardeş olan biz bütün geceler içinde dörtnala.” Yukarıda “deruni miraç” ifadesiyle söylemek istediğim belki de tam buydu. Yunus’un, “Bana rahmet yerden yağar” dediği gibi. “Kalbinin içinde dönen”, “kalbin atları”, “zaman kaçakları”, “yıldız nöbetçileri”, “meleklerin şarkısı” …gibi şiirin soyut görselleri Cengizhan Orakçı şiirinin müstahkem mevkilerini oluşturuyor. Söz, ses ve ahengin meydana getirdiği tinsel koroya yer yer mimari de eşlik ediyor: “Şehri şairler söyler mimarlardan önce / temelinde mısralar ışır üstünde taş”. (Şehri Suya Yazmak-s. 110)

Bir şairin yaşadığı çağa direnişi nasıl olur? Kuşları ve de gökyüzünü ürkütmeden elbette. Bağırmak kuşları ürkütmektir. Cengizhan Orakçı bu konuda son derece rikkatli: “Müzik evrenseldir diyorlar herkesin yarasına sargı / Hangi şarkıyı alsak koynumuza sabaha kanıyor Gabriel / Dünyanın duvarları çok soğuk kuş ölüsü bütün sokaklar / Bize şimdi çocukların gözlerini kapatacak bantlar lazım.” (Gabriel’le Bir Konuşma-s. 90)

Şayet bir kitapta kelimeler sözcük olup göç yolları arar gibi gök boşluğunda konacak bir yer arıyorsa, bilin ki orada, ortada yeni yazılmış bir Cengizhan Orakçı şiiri vardır. Muhtemelen şairimiz aldığı nefesini okuyucusuna da vermek için çırpınıyordur. Ben söylemeyim şair söylesin o zaman:

Durup durup dünya kuşluk olsun derim ezbere
Bir kuş sesi yeter hatırlamaya hayatı ve aşkı
Seher nasıl kuş demekse, kelimeler hep uçup gökte
Nasıl konacak bir kalp ararsa öyledir bu iş biraz.
” (Ölmeden Bir Kuşu Öpünüz-s. 86)

Son not: Cengizhan Orakçı’nın Kanayınca Irmak isimli şiir evi üç oda ve bir salondan oluşuyor (3+1) ve bu ev çok geniş bir sokağa ve oradan da uçsuz bucaksız bir dünyaya açılıyor. Sevgili okur, malum, konut fiyatları ve kiralar cep yakıyor. İyisi mi dünyanızı bir şairin evinden tutun, hiç olmazsa cebiniz değil yüreğiniz yansın. Hem şu sorunun cevabını da bulmuş olursunuz: Kanayan bir ırmak nereye akar?

Hüseyin Akın
twitter.com/huseyinakin_

Öğrenme aşkımız ölmesin

İnsanı hayatta canlı tutan nedir? “Konfor bizi öldürüyor ve gücümüzün farkında olmadığımız için depresyona giriyoruz." diyor Sinan Canan. Yeni bir şey öğrenme gayretinde olmayan, böyle gelmiş böyle gider, boş vermişliği içerisinde yaşayan insanlar hayattan umduklarını bulamadan vadesini doldurunca çekip gidiyor. Çekip gitmeden önce ise yüzünde bir memnuniyetsizlik asılı kalıyor. Ancak insanın merak duygusu canlıysa ve başkalarından çok kendiyle ilgiliyse o zaman iş değişiyor. Evet, insan kendine ve evrene dair öğrendiği her yeni bilgiyle canlanıyor ve hayata daha sıkı tutunuyor.

Yıllarca radyo programları yapan iletişim uzmanı Tuğba Akbey İnan kendi dil hocası Semih Uçar’la beraber öğrenme yolculuğu üzerine bir kitap yazdı. Kitapta neden yeni bir şeyler öğrenmeliyiz, öğrenmemizin önüne çıkan engeller nelerdir, soruları irdeleniyor. Klasik tavsiyelerle dolu kişisel gelişim kitaplarının aksine her iki yazar da kendi öğrenme yolculuğundan yola çıkarak yeni bir şey öğrenme yolculuğunda hevesimizi kırabilecek tüm ayrıntıların üzerinde tek tek duruyor.

On iki dil bilen bir poliglot olan Semih Uçar kendi dil öğrenme metodlarını anlatırken alışagelmiş olduğumuz bir sınıfın içerisinde gramer yüklü dil öğretimini eleştiriyor. Yazara göre günümüzde yabancı bir dil internet aracılığıyla ve düzenli bir çalışmayla evde kendi kendine öğrenilebilir. Size iddialı gelebilir ama yazar öğrenememek için öne sürebileceğiniz tüm bahaneleri de çürütmeye çalışıyor. Dilin her yaşta öğrenilebileceğini, dil öğrenmek için çok yetenekli ya da zeki olmak gerekmediğini, günlük az bir zaman ayırarak da dil öğrenilebileceğini savunuyor. Siz burada dil öğrenmenin yerine başka bir şey koyabilirsiniz. Nitelikli yazı yazmayı öğrenmek, sağlıklı bir iletişim kurmayı öğrenmek kitapta bahsi geçen diğer örneklerden.

Kitabın iki yazarı da tüm öğrenmelerin sihirli anahtarının aynı olduğunu söylüyor: Her gün az da olsa o işe zaman ayırmak. “Başarılı insanlar yapması kolay olan o önemli işi yaparlar, her gün yaparlar.” diyor Uçar. Tuğba Hanım ise önceliklerimizin on yıl sonra bizim kim olacağımızı belirleyecek kadar mühim olduğunun altını çiziyor. Bunun için de günü planlamak devreye giriyor. Kitabın sonunda bu amaçla hazırlanmış 100 günlük bir takvim bulunuyor. Yüz gün boyunca bir konuya emek harcadığımız zaman onu öğrenmenin gerçekleşmesinin kaçınılmaz olacağı vurgulanıyor. Olur da o her gün emek vermemiz gereken önemli işimizi aksatırsak kendimize şefkat göstermemiz ve vazgeçmeyip ertesi gün kaldığımız yerden devam etmemiz gerektiği de belirtiliyor. Kitabı okuyunca sabah saatlerinin tüm öğrenmeler için altın zaman olduğunu da bir kez daha anlıyoruz. Tertemiz bir zihinle yeni bir bilgi öğrenmeye çalışmak elbette işimizi kolaylaştırıyor.

Tuğba Akbey İnan kitapta kendi yolculuğundaki ilerlemeyi okuduklarını ve dinlediklerini önceki öğrenmeleriyle ilişkilendirerek bağlantılar kurmaya borçlu olduğunu söylüyor. Yazara göre böylece yeni bir öğrenmeyle önceki öğrenmelerimiz arasında kuracağımız bağ bizi canlandırıyor ve geliştiriyor. Uygulamaya geçiremediğimiz kuru bilgi ise sırtımıza adeta bir yük gibi biniyor ve bizi daha da yoruyor. Yazar son olarak bir çocuk gibi öğrenebilmenin önemine dikkat çekiyor. Çocuk gibi derken azimle, bir şeyler denemekten çekinmeyerek, risk alarak, hata yaptığında gülüp geçerek ve kaldığın yerden devam ederek içindeki öğrenme aşkını daima canlı tutabilmekten söz ediyor. Kitap yeni bir dil öğrenmek, planlı yaşamak ya da bir konuda uzmanlaşmak isteyenlere ışık tutuyor.

Zeynep Odabaş
twitter.com/zeynneppakyol

14 Haziran 2022 Salı

Bir manevî bahçeler gezintisi

Okuduğumuz kitaplar bizi ruhen çok başka diyarlara, dünyalara götürür. Farklı iklimleri yaşamamıza ve hayatımıza yeni pencereler açmamıza vesile olur. Nitekim Allah dostlarının hayatlarını okumak benim için yemyeşil, rengarenk güllerle dolu bir bahçeye girmek gibidir. Öyle ki bu güllerin şahı Sevgili Peygamber Efendimiz ve Allah’ın dostlarıdır. Rabbim bizi bu manevî bahçeden uzak eylemesin. Her bir gülün kokusunu ömrümüzün sonuna dek ruhumuza, gönlümüze sinmesini nasip eylesin.

Bundan birkaç yıl önce Semerkand TV’de yayınlanan Derviş Çeyizi adında bir program izliyordum. Programın sunucuları Emrah Yardımcı ve Adem Topal birçok türbeleri ziyaret edip, Allah'ın veli dostlarıyla ilgili sohbet ediyorlardı. Öyle feyizli bir programdı ki izlerken hep etkilenirdim. Bu etkilenme kitabı okurken de oldu. Tıpkı oradaki manevî lezzeti tekrar almış gibi oldum.

Okuduğumuz her kitap bizi farklı yolculuklara çıkarır. Farklı iklimler yaşatır. Gül Alırım Gül Satarım ise bizi tasavvufi bir yolculuğa çıkarıyor, Allah dostlarının hayatlarına misafir ediyor. Bölüm olarak da ikiye ayrılıyor. Birinci bölüm Gül Alırım, ikinci bölüm Gül Satarım. İlk bölümde okumakla ilgili önemli yazılarla karşılaşırken Sâmiha Ayverdi Hanımefendinin kendisi ve eserleri hakkında birçok bilgi veriliyor. Özellikle fikir ve düşüncelerinin üzerinde önemle duruluyor. Özellikle alıntılanan bazı kıssaların üzerinde çok düşündüm, tefekkür ettim. Diğer sayfalara bir türlü geçemedim. Tavsiye edilen kitapları tek tek okuma listeme ekledim. Kitap bu açıdan gerçekten çok zengin. Zira Yağız Gönüler, tavsiye ettiği her kitabı en ince ayrıntısına kadar büyük bir emekle yazmış. Ayrıca yazarlar hakkında da ayrıntılı olarak bilgiler vermiş. Özellikle Samiha Ayverdi ve Sadık Yalsızuçanlar’ın üzerinde bilhassa durmuş. Eserlerini ve fikirlerini geniş bir çerçevede ele almış. Daha sonra kıymetli şahsiyetlerden biri olan Sadettin Ökten hakkında da derinlemesine bir anlatımda bulunmuş. Hayatı, eserleri ve dünyaya bakış açılarından bahsetmiş. Burada şunu belirtmek istersem, kitabın en güzel yanlarından biri, beni hiç bilmediğim kitaplara götürmesiydi ki bu yönden çok mutlu ve nasipli olduğumu düşünüyorum. Tabii kitap sadece eserler hakkında değil birçok Allah dostlarının kabirlerinden de bahsediyor. Ancak üzerinde en çok durulan Allah dostlarının hayatı oluyor. Örneğin; Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri, Abdülkadir Geylani Hazretleri, Mevlânâ Hazretleri, Yunus Emre Hazretleri, Yahya Efendi, Muzaffer Ozak Efendi ve adını yazmayacağım daha birçok evliyaların hayatları önemle gözler önüne seriliyor.

Gerek İstanbul gerek başka şehirlerde bulunan türbelerden. Bunların birkaçını ziyaret etmek için şimdiden notlar aldım. Rabbim inşallah gidip, görmemi de nasip eder. Nitekim onlar öyle bir manevî sultanlar ki haklarında yazılmış yazıları okurken dahi gönlümün, sadrımın genişlediğini, huzur bulduğumu ve giderek daha da kötüleşen bu dünyadan uzaklaştığımı hissettim. Yazıların çoğunda belirtildiği gibi kabirlerin ruha şifa olduğuna bir kere daha inandım. Belki bu bazı insanlara garip gelebilir. Fakat o, manevî sultanların ne zaman kapısına gidilecek olsa her hayrın ve güzelliğin kapısı açılır. Zira onları edeple ve hürmetle ziyaret edenlerin ellerinin hiç boş döndüğünü bilmem. Bu bağlamda kitapta geçen şu kısım beni çok etkiledi. Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretlerinin duası:

Yâ Rabbî! Kıyâmete kadar bizim yolumuzda bulunanlar, bizi sevenler ve ömründe bir kerre türbemize gelip rûhumuza Fâtiha okuyanlar bizimdir. Bize mensup olanlar, denizde boğulmasınlar; âhir ömürlerinde fakirlik görmesinler; îmânlarını kurtarmadıkça ölmesinler; öleceklerini bilsinler ve haber versinler ve de ölümleri denizde boğularak olmasın.

Dilerim ki Rabbim bu duadan nasiplenmiş kullarından eyler bizi. Ve Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerinin aziz ruhaniyetleri bizi kabul etmiş olur. Diğer kısımlardan da kısaca bahsedecek olursam aralarda verilen mesajlar, kitap ve okumakla ilgili olduğunu belirtebilirim. Zira Yağız Gönüler’in şu sözleri bir okuyucu olarak çok hoşuma gitti. “Konuşurken arka plana kitaplığını alan kimselerle alay etmek, her sıkışıldığında başvurulan 'bana edebiyat yapma' söyleminin değişik bir türü. Oysa ev bile dayanır kitaba. İnsan güç alır kitaptan, nefes alır. Yaşam için anlam arar. Lezzet işidir kitap. Tatmayan ne bilsin.

Ayaklarımızda takat kalmadığında, yaşamın ağırlığı altında ezildiğimizde, yorgun düştüğümüzde, ister maddi ister manevî olsun bir çıkmaza girdiğimizde bizi kendimize getiren kitaplar can yoldaşından da ötedir.

Kitabın sonlarına doğru ise bizi ikinci bölüm olarak Gül Satırım karşılar. Bu kısımda Yağız Gönüler'in yazılarını ve yaşadığı anılarını okuyoruz. Kısa kısa yazılmış olsa da insanın üzerinde uzun bir tesir bıraktığını söyleyebilirim.

Çağımızın yaralarından biri olan sürekli övülmeye ve takdir görülme sevdasına dair şu sözleri ise her şeyi özetler nitelikte: “Dedim: Hep alkış, takdir, ödül bekliyorlar. Dedi: Sonunda bir top beyaz beze sarıyorlar.

Bir gönül insanın kalemini okumak, kalbinden geçen yansımalara şahit bulunmak benim için büyük bir nasipti. Rabbim Yağız Gönüler’in kalemine zeval vermesin. Kuvvet versin ve daha nice kitaplarını okuyabilmemizi bize nasip eylesin.

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Nâmütenâhî: Nihayeti olmayan. Sonsuz. Uçsuz bucaksız. İnsanı en güzel anlatan kelimelerden. Çünkü insanın da nihayeti yok, sonu yok, ucu bucağı yok. Nefes alıp verdikçe gidip geliyor, varlığı ve yokluğu bir arada yaşıyor, kimi zaman düşüyor, bazen kalkıyor. İnsan, nâmütenâhî."

"İnsana hizmet; en güzel ibadet. İlahi aşk; en büyük sevgi. Tebessüm; en kıymetli paylaşım."

"Selamet, insanın kendi kalbini keşfedebileceği şeyler okumasındandır diye düşünüyorum. Kalbini keşfetmeyen bir insanın gördüğü sadece gördüğüdür."

"Konuştuğumuzda gözümüzün içine bakan bir çift göz şifaya vesiledir. Önce dinlenilmek ister insan. 'İnsanda dinlenmek' budur belki de..."

"İnsan yaş aldığına ne yuva kurmakla, ne ana-baba olmakla, ne çevre genişliği ne de maddi kuvvet elde etmekle ayân olur. Hatalarının farkına varıyorsan, hâlâ yüzün kızarıyorsa büyüyorsundur. Kıymetini bilmek gerek her şeyin."

"Hiçbir vakit oturup da bir çay içmediğimiz insanlar vardır ve biz onları çok severiz. Bunun "kalbî" olması dışında bir açıklaması yoktur. Ruhlar birbirini çeker. Böyle ilişkilerde vefa bile aranmaz. Karşılıksız, alışverişsiz, beklentisiz bir dostluktur. Sevilir ve kenara çekilir."

"Yaşı ve tecrübesi ne olursa olsun her insan bir bastona ihtiyaç duyar. Kiminin bastonu müziktir, kiminin okumak ve yazmak, bir başkasının bastonu tabiatla kucaklaşmakken ötekinde derin bir sükûnet bu vazifeyi üstlenir."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_