4 Mayıs 2022 Çarşamba

Bir tevazu ve aşk erinin hatıraları

Türk tasavvuf tarihi için en nadide bilgiler, hiç şüphe yok ki hatıraların arasında gizlidir. Mana sultanlarını daha yakından tanımak adına eşsiz birer imkân olan hatıra kitapları; onların yetiştikleri muhiti, dönemin manevi iklimini, toplumun düşünce dünyasını ve hatta siyasi tansiyonu öğrenmek adına da pek kıymetlidir. Okuduğum müddet boyunca her sayfasında ayrı lezzet almam münasebetiyle fakire belgesel zevki yaşatmış bir kitaptan söz açmak istiyorum: Şefik Can Hatıralar. Hazret-i Pîr Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin âşığı, ömrünü Mesnevî çalışmalarına ve bu çalışmaları insanlığa sunmaya adamış, sertarîk mesnevîhan Şefik Can Dede’nin uzun yıllar hizmetinde bulunmuş sevgili Hayat Nur Artıran hocamızın hazırladığı bu hatırat; muhibbân-ı kütüb için bulunmaz bir ilaç.

Vaktiyle Hayat Nur hoca, yedi yıl boyunca gece-gündüz dizinin dibinde olduğu hocasını iki kelimeyle anlatmıştı: tevazu ve mahviyet. Günümüz toplumunda, bilhassa gençlerin ciddi bir anlam arayışı içinde olduğunu gözlemliyoruz. Hayatını adayacak bir şey bulamamanın neticesinin hüsran olduğunu büyükler bizlere daima öğütlemiştir. İşte, “Bir insan ömrünü neye vermeli?” sorusuna bir cevap olarak Şefik Can Dede’nin bereketli ömrü şimdi sayfalara dizilmiş bir hâlde önümüzde duruyor. Ne görüyoruz bu ömürde? Evvela yüksek bir ilim aşkı. Her türlü zarurete rağmen öğrenmenin, öğrendiğini derinleştirmenin, bu derinliği giderek özümsemenin ve dolayısıyla başkalarına da “rol model” olmanın hikâyesini görüyoruz. Kuleli Askeri Lisesi, Pangaltı Harp Okulu ve Kara Levazım Okulu sonrasında uzun askerlik yılları boyunca Şefik Can Dede her ne olursa olsun insanlık yolunun adımlarını takip etmiş. Elbette bu yol, tek başına yürünmesi mümkün olmayan, muhakkak bir rehberin gözetiminde sürdürülmesi gereken bir yol. Dedemizin rehberi ise Tâhirü’l Mevlevî Efendi. Peki tanış olma hadisesi nasıl gerçekleşiyor? Şefik Can Dede, Süleyman Nazif Bey’in Bataryayla Ateş kitabını okuyor ve Şeyh Şamil hakkında yazılmış olan iki buçuk sayfalık yazı vesilesiyle büyüleniyor. Şeyh Şamil’i daha yakından tanımak için sahhaflara gidiyor. Kitapçı Hulusi Efendi, “Tâhirü’l Mevlevî hazretleri, Şeyh Şamil hakkında bir eser yazdı fakat o eser Enver Paşa tarafından toplatılıp Kafkasya’ya gönderildi. Kitapçılarda bulamazsın. Sen bu eseri git Tâhirü’l Mevlevî’den iste, ancak kendisinde vardır” diyor. Dedemiz sora sora evi buluyor ve Tâhirü’l Mevlevî’de kitabın bir nüshası olduğunu öğreniyor. Hatta Tâhirü’l Mevlevî, “Yukarı çıkıp okuyabilirsin” diyor. Bunun üzerine Şefik Can Dede ta Çengelköy’den geldiğini, yatılı bir talebe olduğunu, vaktinde okula dönmesi gerektiğini söyleyerek kitabı bir haftalığına rica ediyor. Tâhirü’l Mevlevî’nin cevabı “Oğlum, kusura bakma, ben kimseye kitap veremem. İstiyorsan gelir yukarda okursun” olunca, oradan kırgın olarak ayrılıyor.

Aradan yıllar geçiyor, 1935 senesinde Kuleli’ye öğretmen olarak tayin ediliyor Şefik Can Dede ve staj görmesi için Tâhirü’l Mevlevî’nin himayesine veriliyor. Canı sıkılıyor bu duruma; küçücük bir kitabı bile kendisine güvenip vermeyen bu kişi ona öğretmenlik yapabilir belgesi nasıl verecektir? Şefik Can Dede’nin Farsçaya ve Hz. Mevlânâ’nın şiirlerine olan merakı, hocasına saygılı davranışları, nöbetlerini tutuşu ve onu daima rahat ettirmeye çalışması Tâhirü’l Mevlevî tarafından sevilmesine vesile oluyor. Sonradan evine gittiğinde, ilk tanışma hadisesini anlattığında Tâhirü’l Mevlevî şaşırıp, “Sen o muydun?” diyor ve bu hadiseden dolayı yaşanan hüznü ortadan kaldıracak bir işaret veriyor. Bu işaret, Tâhirü’l Mevlevî’nin kütüphanesinde, kitapların üzerinde büyükçe bir kartona yazılmış Arapça bir beyti gösteriyor. Türkçe meali “Benim dünyadaki sevgilim kitaplardır. İnsan sevgilisini, bir zaman için bile olsa, başka birine verebilir mi?” olan bu beyti okuduktan sonra “Çok haklısınız” diyor Şefik Can Dede ve hocasının elini öpüyor, daha sonra ise kendisinden el alarak manevî talebesi oluyor. “Onunla geçirdiğim her zaman ibadet gibidir” diyor ve şunları ekliyor: “Allah’ın en büyük lütfu, keremi olarak maddi ve manevi öğretmenlik icazetimi Tâhirü’l Mevlevî gibi büyük bir velinin elinden almak bu naçiz kula nasip oldu.

Şefik Can Dede’nin babası, son nefesini verirken bile kitaplarını düşünen, oğlunun rüyalarına girip kitap hususunda telkinde bulunacak kadar kuvvetli bir kitap sevdalısı. Burada bir anı var: Şefik Can Dede, babasından kendisine kalan kıymetli bir yazma eseri, ehil gördüğü bir kimseye hediye ediyor. O gece babası rüyasına giriyor ve kitabı yanlış kişiye verdiğini söylüyor. Böylece anı içinde bir anı daha açılıyor: Şefik Can Dede’nin babası da bir Hz. Mevlânâ ve Tâhirü’l Mevlevî hayranı. “Kendisi müftü idi, din adamıydı ama sanat, tarih, edebiyat ve şiire çok meraklıydı. Daha küçük bir çocukken bana Mevlânâ’dan, Hâfız’dan, Sadi’den şiirler öğretirdi. Özellikle Tâhirü’l Mevlevî’nin yazılarını ve şiirlerini yakından takip ederdi.” diyerek belki de “evlat babanın sırrıdır” sözüne tarihi bir vesika sunmuş oluyor.

Ben her zaman nerede bir Allah dostunun ismini duysam hep gidip kendileriyle tanışmak dualarına nail olmak isterdim.” diyen Şefik Can Dede, bizlerin ancak kitaplardan isimlerini ve hayatlarının küçük bir bölümünü öğrenebileceğimiz nice mana sultanıyla tanış olmuş. Midhat Bahârî, Ahmed Avni Konuk, Osman Kemalî Efendi, Abdülaziz Mecdi Tolun, Yaman Dede, Ahmed Remzi Akyürek, Mahmud Sadettin Bilginer, Hasan Lütfi Şuşut, Mahmut Sami Ramazanoğlu, Ladikli Ahmet Ağa, Muhammed Raşit Erol… Bendeniz bu zenginlik içinden bir hatıra aktarmak zorunda olduğumun farkındayım. Hem bu yazıyı yazdığım gece vuslat sene-i devriyeleri olması hem de teferruatı fakirde olan hususi muhabbetim sebebiyle, Muzaffer Ozak Efendi’yle Şefik Can Dede arasındaki pek güzel hatıralardan bir bölüm nakletmek isterim: “Kitap sevgisi, beni her hafta Sahhaflara uğratırdı. Eskiden Cuma günleri tatildi. Böylelikle her Cuma günü büyük bir camiye giderdim. Bazen Sultanahmet’e, bazen Ayasofya’ya, bazen Süleymaniye’ye, bazen de Fatih’e… Fatih Camii’ne gittiğim zamanlar, oradaki merdivenden camiye çıkarken, merdivenlerin kenarında, yerlere dizilmiş kitaplar görür ve gayriihtiyarî bakardım. Kimi zaman da bu kitaplar musalla taşının üzerinde sergilenirdi. Bazen arzu ettiğim dinî içerikli kitaplar olurdu ve onlardan alırdım. Orayla çok genç, zayıfça, temiz yüzlü bir delikanlı ilgilenirdi. İşte bu genç Muzaffer Bey’di… Kuleli’de öğrenci iken tanıştığım Muzaffer Ozak Efendiyle albay emeklisi olduğum zaman bile görüşüyorduk, birbirimizi hiç bırakmadık. Dükkânına gittiğim zamanlarda, bana layık olmadığım itibarı, sevgiyi, ilgiyi gösterirdi. Bir gün bana; Hz. Mevlânâ’ya çok şeyler borçlu olduğunu, onun Mesnevî’sini okuyarak manen çok dereceler aldığını ve böylelikle gönlünün açıldığını söyledi… Bendeniz Tâhirü’l Mevlevî’nin Mesnevî’nin eksik kalan ciltlerini tamamlamaya çalıştığım sıralarda, Hacı Muzaffer Bey Amerika’ya gitmişti. Oradan dahi bana telefon edip bu şerhi tamamlamamı ısrarla beyan ederek söz konusu çalışmanın Tâhirü’l Mevlevî tarafından Türkçeye yapılan şerhini tamamlayacak çok mübarek bir kitap olacağını söyledi… Birkaç ömre sığdırılacak şeyleri kısa sayılabilecek mübarek hayatına sığdırmıştı.

23 Ocak 2005’te âlem-i cemâle doğdu Şefik Can Dede. Şişli Camii'nde kılınan cenaze namazının ardından gazetecilerin “Hocanız hakkında ne söylemek istersiniz?” sualine Hayat Nur Artıran şu cevabı vermişti: “Benim hocam bir hiçti”… Şefik Can Hatıralar, hiçliğe adanmış aziz bir ömrün vesikası olarak yalnız kütüphanelerimizde değil, gönüllerimizde de çok ayrı bir yerde bulunacak.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Muhit dergisinin 28. sayısında yayınlanmıştır.

Veliliğin sınırı nerede başlar, nerede biter?

Velayet Mührü tabiri kulağa hoş geliyor; sanki Allah dostluğu tescillenmiş evliyanın elindeki bir çeşit kaşe gibi… Vülgarize etmeyi ve basitleştirmeyi itiyat haline getiren insan zihni ne şekilde algılarsa algılasın, 2020 senesinde ahirete irtihal eden mühtedi Michel, nâm-ı diğer Ali Chodkiewicz’in yıllardır Türkçeye çevrilmesi beklenen pek mühim eserinin adı aslında; Velayet Mührü ve Sufi Kitap tarafından yayımlandı.

Chodkiewicz’in kızı Claude Addas’ın La Maison Muhameddienne isimli eserini geçtiğimiz yıl Ehl-i Beyt-i Muhammedî adıyla Türkçeye çeviren Birol Biçer, bu kez Velayet Mührü’nü tercüme etti. Bir kişinin hem Fransızcayı iyi bilmesi hem de tasavvufun, eski ifadesiyle söyleyelim, “gavamızına vâkıf olması” büyük bir mazhariyet; Birol Biçer bu iki hususu cem eden bir şahıs. Bu yönüyle eseri okuduğunuz zaman sanki orijinal dilin Türkçe olduğunu zannediyorsunuz ki bu çevirinin nitelikli olduğuna işaret eder.

Miladi 873 senesinde velayet kavramı üzerine yazmış ve konuşmuş, bir arada “mütenebbilikle” itham edilmiş Hakim-i Tirmizî, Hatmü’l-Velâye adlı eserinde 157 adet soru sorar ve sorulara cevap vermez. Bu sırlı suallere üç asır sonra Şeyhü’l-Ekber İbn Arabî cevap verecektir. İşte Chodkiewicz, bu olayı vurguladığı çalışmasında, İbn Arabî’nin en temel eserlerinde “velayet”in izini sürer. On başlığa ayırdığı her bir bölümde veli olmanın ne şekilde tanımlandığı, ne tür tasniflerin ve tariflerin olduğunu enlemesine ve boylamasına ele alır.

Tasavvufta velayet kavramına dair okuma yapan herkesin karşılaştığı en çetrefil mesele nebiler ve veliler arasındaki mukayese ya da faikıyet sorunudur. Nübüvvetin velayetten üstün olduğu sorusu ortalama bir zihin için zaid görünse de derununa dahil olunca işin çok daha farklı bir mahiyeti tezahür eder. İbn Arabî’nin bakış açısıyla nübüvvetin hususi ve umumi cihetleri bilindiği takdirde zihinlerdeki olası karışıklık ve zıddiyet ortadan kalkmış oluyor.

Kitap bir velinin iç ve dış özelliklerinden, manevi menzillerinden, makamlarından ve mertebelerinden bahsederken, zengin çeşitlilik insanı gerçekten şaşırtıyor. Kutup, veted, rical, gavs, nukeba, nüceba, havariyyun, müheyyemun ve hatta Racep aylarında ortaya çıkan recebiyyun gibi evliya türleri, “veliyyullah”ın her zaman ve her mekânda mevcut olduğunu gösteriyor. Hem zahiri hem de batıni hilafeti elinde tutanlar ya da sadece batıni hilafete sahip olanlar kimlerdir?

Veliler çeşit çeşit gerçekten… Hz. Peygamber’in ceddinde var olan “Nur-i Muhammedî”nin sonraki yüzyıllarda ehlullallahın mübarek veçhinde parıldamasının ilginç örnekleri var; örneğin bu nurun yakıcılığı bazı evliyanın yüzünü örtmesine sebep olmuş! Her velinin varisi olduğu bir nebi ve o nebinin temayüz eden özelliklerinin velideki tezahürleri… Tabir-i diğerle; Musevî-meşrep, İsevî-meşrep, Hûdî-meşrep velilerin ne şekilde hususiyetlere mazhar olduklarının ilginç örnekleri gösterilmekte… Velinin kerametleri her ne kadar onların makam ya da menzillerine dair bir fikir verse de asıl büyük evliyaullahın kerametlerinin sıradan insanlar tarafından müşahede edilememesi öyle ince bir nükte ile anlatılmış ki hayran olmamak ve şaşırmamak kabil değil. Hiç şüphesiz ki Chodkiewicz bütün bu çıkarımları ağırlıklı olarak İbn Arabî’den istifade ederek yapıyor. “Sıfat-ı İlahiyyeye mazhar bu büyük evliya gözlerden saklıdır.” Kerametleri müşahede edilen ehlullah ise ancak birkaç esmâ-i İlahiyeye mazhardır.

Veliler “boyunsuz yüze” sahiptirler, nereye dönerlerse dönsünler Allah’ın veçhini müşahede ederler. Altı cihetten ve yönden âzâdedir. Beş duyu hassaları da birbirlerinin görevlerini ifa edebilir, kokuları görebilir; görülenleri koklayabilir.

Bir Resul, sırasıyla nebi, veli ve mümindir. Ama her mümin veli, her veli nebi, her nebi de resul değildir. İbn Arabî’ye göre, Hz. Peygamber’den sonra Allah, üç resulü bu dünyada muhafaza etmiş ve farklı bir hayat mertebesinde onları canlı kılmıştır. Hz. İdris, Hz. İlyas ve Hz. İsa. Buna kimileri de Hz. Hızır’ı ekler ki bu sonuncusu resul kategorisinde değerlendirilmez. Bu dört zat mevcudiyetlerini bedenen sürdürmekte ve bu dünyanın evtâdı; yani direkleri olarak vasıflandırılmaktadır.

Chodkiewicz’in bu emek mahsulü parlak eserinde çok ilginç değerlendirmeler ve İbn Arabî’ye dayandırılan son derece dikkat çekici tespitler mevcut. Neden müşrik ya da kafir, Müslümanın üzerinde galebe çalar, ona tahakküm eder? Sıradan bir mümin bu olayı Müslümanların günahlarıyla açıklama eğilimi gösterir, ama İbn Arabî düşüncesine mensup olanlar ise bunu çok daha farklı ve ilginç bir şekilde yorumlarlar. Ya da İsevî gelenekte suret neden tecviz edilmiş? Hele kitabın son kısımlarında İbn Arabî’nin yaşadığı “miraç” tecrübesi ise gerçekten metafizik alemin baş döndürücü atmosferini gayet güzel açıklıyor. Daha genelde tasavvufta velâyet, özelde ise İbn Arabî düşüncesini ve metafiziğini merak edenler, bu eseri muhakkak elinin altında bulundurmalılar.

Fatih Çarşambalı

13 Nisan 2022 Çarşamba

Kara Hikâye: Aynaya yansıyan ayna

“Bir aynaya yansıyan ayna ne gösterir?”

Bitmeyecek Öykü’de, Michael Ende böyle bir soru atar ortaya. Ayna, karşısındakine göre konumlandırır kendini. Doğrudan bir varlığı hem vardır hem yoktur. Ayna, karşılıklı ilişki içindedir. Gösterdiği ile var olur. Kendi varlığı, eğer karşısında bir görünen yoksa esasında pek de önemli değildir. Ancak karşısında bir görünen olduğunda onu gösterebilmesi için de kendine ait bir varlığa sahip olmak zorundadır. Ayna, berraktır. Görüneni, olduğu gibi gösterir. Bazen farklı şekiller alabilir ama yine de özü hırpalamaz. Hırpalanan olacak mıdır? Belki bakan!

Kürşat Çelik, Kara Hikâye’de okuyucusuna ayna işlevi yapmıyor, bize hayatı doğrudan göstermiyor. Kara Hikâye, aynanın karşısında yer alan ayna olarak çıkıyor karşımıza. Görüneni gösteren aynaya, kendine has tarzıyla, yeniden ayna oluyor ve biz görüneni, yazarın gördüğü açıdan görüyoruz. Hırpalanan var mıdır? Okuyucu elbette ancak yazarın hiç hırpalanmadığını kim iddia edebilir?

Çelik’in öyküleri bir hastanın odasına da sızsa, bir dergâha da sızsa, hiç gelmeyen rüyalara da sızsa başından sonuna, parçadan bütüne insanın bitimsiz derdini, dert denen olguyu, bekleyişi, tedirginliği anlatıyor. Bazen sarpa sarmış, bazen ise aşikâr bir tedirginlik. O yüzden Çelik’in öykülerinde bir ses çekip gidebilir, bir insan çığlık olabilir, bir elma alınmadan da yaratılış başlayabilir…

Çünkü insan bir öykü kahramanı değildir, bizatihi öyküdür.

Evet, insan, yaşar ve ölür. Arasında geçen zamana yaşam denir. Yaşam kimilerine göre son derece keskin bir gerçektir, bıçağın sivri ucudur, kıldan ince kılıçtan keskindir; kimilerine göre ise rüyadır, gerçek değildir ve rüyanın doğru tabir edilmesi gerekmektedir. Kürşat Çelik gerçeği tahlil ederken, rüyayı tabir ediyor, aynı zamanda da okuyucuya tahlil/tabir payı bırakıyor. İnsan, yaşar ve ölür. Acı hep yanı başındadır. İnsan doğar, emekler, yürür, (belki yürüyemez, aklı zayıfçadır, olmadık yerlere pisler), konuşur, (belki kendi kendine, belki giden/ölen birinin ardından), yazar, bekler, sevinir, üzülür, heyecanlanır, korkar, yanılır, zanneder, ferahlar, yanar (bazen ateşle kucaklaşır, bazen bile isteye yanar, bazen de ateşi, alevi deniz sanır, su sanır), koşar, yorulur, ölerek dinlenir. Acı hep yanı başındadır. Acı hep oralardadır. Acı sayfanın bir yerlerinde kendini göstermek için beklemektedir. Kalem istese de istemese de, acı kendini gösterecektir.

Bizim maksadımız yazarın ne anlattığı değildir. Biz yazarın nasıl anlattığıyla ilgileniyoruz. (Hep öyle yaptık.) O yüzden de aynadan geçemiyoruz. Nedir bir ayna ile ayna karşısındaki aynanın farkı? İnsan, yaşar ve ölür. Ayna, insanın arkasından sela okunduğunu gösterir. Aynanın karşısındaki ayna ise o selanın tam üç kez okunduğunu gösterir. Katletmenin büyüsünü pekâlâ bir ayna yansıtabilir ama “çok nazikçe katledildiğini” birinin ancak aynanın karşısındaki ayna ile görebiliriz.

Görebiliriz diyoruz çünkü yazarın görevi görüneni göstermek değildir, görmek okuyucunun işidir. Yazar soluğunda bile soru barındıran, yaşamın ne olduğunun peşinde koşarken kendi yaşamını bazen ıskalayan kişidir ve o okuyucuya acının ne olduğunu veya nasıl geçeceğini göstermez, acıyı gösterir sadece. Acıyı görmek okuyucunun görevidir. Yazar, okuyucunun kendine sormaktan kaçındığı soruları sorabilen kişidir. Ancak eser, yazarı öldürür. Okuyucu eser ile baş başadır, yazar ile bir hesabı kalmamıştır. Yazar da böyle olması için çabalamıştır. Yazarın gösterdiği kendisi değildir çünkü başlı başına yaşamdır. Açığa çıkmaz. Cevapları sunmaz. (Belki kendi de bilmez!) “Çünkü cevap vermek açığa çıkmaktır.

Acı hep oradadır ve insan sıklıkla yüzleşmek istemez, kaçar acıdan. Karşısına bir ayna çıkacak ve kaçtıklarına ona gösterecek diye korkar. Belki de aynadan kaçmanın bir yolu da aynanın karşısına başka bir ayna ile çıkmaktır. Kürşat Çelik’in dediği gibi: “İnsan kendisini boşluğa bırakınca, boşluğa düşmekten kurtulabilir.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

Süheyl Ünver’le unutulmayan sohbetler

Ahmed Güner Sayar’ın Türk kültür ve sanatına ömrünü veren hocası A. Süheyl Ünver'le 1968’de tanışmalarından 1985’de vefatına kadarki sohbetlerinde ve görüşmelerinde kaydettiği notları A. Süheyl Ünver’le Sohbetler başlığıyla yayınlandı. Eserde Ünver ve Sayar’ın hoca talebe mahiyetinde 17 sene boyunca devam eden görüşmeleri ve Süheyl Ünver’in kültür muhiti, hocaları, tanıdığı şahsiyetler, öğrencileri, çalışmalarının konu edildiği pek çok anlatım ve hatıraya yer veriliyor.

Süheyl Ünver’le 7 Aralık 1968’de İ.Ü. Merkez Binası’nda Tıp Tarihi Enstitüsü’nde tanışan Ahmed Güner Sayar, vefatına kadar onun yakın çevresinde bulunmuş ve sohbetlerine iştirak ederek bunları kaydetmiştir. Güner Sayar, dedesi Yozgatlı Emekli Hakim Yusuf Bahri Nefesli’nin bağlı olduğu Fatih’in türbedarı Tırnovalı Ahmed Amiş Efendi’yi tanımak gayesiyle Süheyl Ünver’e gider. Süheyl Ünver, Güner Bey’i kabul eder ve “Kalem kağıdınız var mı?” der. Güner Bey’in “Yok Efendim” cevabı üzerine kendisine kağıt kalem verilir. Ardından Süheyl Ünver Amiş Efendi’nin sözlerini Amişnâme isimli bir deftere kaydettiğini anlatarak o defterden bir söz yazdırır. Daha sonra Süheyl Ünver, “Ressam Ali Rıza Bey’e Göre Yarım Asır Önce Kahvehanelerimiz ve Eşyası” başlıklı kitabını armağan eder. Güner Bey’i İ.Ü. Tıp Tarihi Enstitüsü’nde her Cuma günü tezhip ve minyatür öğrencilerinin çalıştıkları dershanedeki sohbetlere davet eder. Güner Bey de bu tarihten itibaren Süheyl Ünver’in sohbet meclislerinde her zaman hazır bulunur. Bu sohbetlerde Süheyl Ünver’in Türk kültüre dair hiç duymadığı bilgiler aktardığına şahit olur ve kırık dökük de olsa bu sohbetleri hocasının isteği üzerine kaydetmeye başlar.

1969-1975 yılları arasında Güner Sayar yüksek tahsil için İngiltere’de bulunduğu yıllarda yüzyüze sohbetlere iştirak edememekle birlikte Süheyl Ünver’le mektuplaşır ve tatillerde İstanbul’a geldiğinde muhakkak hocasının ziyaretine gider.

Güner Sayar, genellikle Cerrahpaşa Tıp Tarihi Enstitüsü’nde ve Süleymaniye Kütüphanesi’nde Süheyl Beyle sohbetlerinin yanı sıra eşi Neslipir Hanım’la nişanlanmaları, nikahları, kayın pederi Celaleddin Çelebi’nin Süheyl Ünver’le olan dostluğu gibi ailesinin de dahil olduğu görüşme ve hatırları da günü gününe kaydetmiştir. Güner Sayar eşi Neslipir Hanım’ın nişan merasimlerine Süheyl Ünver ve kızı Gülbün Mesera da katılır ve nişan yüzüklerini Süheyl hoca takar. 8 Aralık 1983’de Güner Sayar ve Neslipir Hanım’ın Beyoğlu Evlendirme Dairesi’nde kıyılan nikahlarında da Süheyl Ünver ve Aykut Kazancıgil şahit olarak hazır bulunur. Güner Bey Süheyl Ünver’e olan bağlılığını evlendikten sonra eşiyle birlikte sürdürmüş bayramlarda Süheyl Ünver’i Kalamış’taki evinde ziyaret etmiş, doğum günü ve yılbaşı gibi günlerde hocasını iyi dileklerini ileterek hayır duasını almıştır.

Süheyl Ünver zaman içinde yakın dostlarıyla Ahmed Güner Sayar’ı tanıştırmıştır. Bu tanışma ve görüşmeleri de Güner Sayar’ın notlarından okumak mümkündür. Mesela 7 Ocak 1969 günü Süheyl Ünver, Güner Sayar’ı ressam Feyhaman Duran’ın Vezneciler’deki evine götürür. Ünver ve Sayar, Feyhaman Bey ve eşi Güzin hanım tarafından misafir edilir. O günkü hatıra ve intibalarını heyecanla defterine kaydeden Güner Sayar, Duranların evinin adeta bir hat ve resim müzesi olduğu notlarında yazmaktadır.

Amiş Efendi’nin “Allah yolunda ve indinde talebe hocadan büyüktür” sözünü benimseyen Süheyl Ünver’in talebeleriyle yakından ilgilenmiş ve Türk sanatına devam etmeleri için onları teşvik etmiştir. Ahmed Güner Sayar ise iktisatçı olmasına rağmen Süheyl Ünver’in sohbetlerinde bulunmuş onun Türk sanatı ve kültürüne dair eşsiz bilgi birikiminden istifade etme imkânına erişmiştir. Sayar’ın notlarında Süheyl Ünver’le tanışıp görüşmüş öğrencisi yahut çağdaşı olan pek çok ilim, kültür ve sanat dünyasından isimler hakkında bahisler yer alıyor.

Süheyl Ünver’in Cerrahpaşa’da mutad olarak devam eden sohbetleri onun 12 Kasım 1985’de evinde hafif bir felç geçirmesi neticesinde hastahaneye kaldırıldığı günlere kadar devam eder. Cerrahpaşa’da Tıp Fakültesi Nöroloji Kliniği’nde tedavisi sürmekteyken Güner Bey eşi ile birlikte Süheyl Ünver’i ziyaretlerde bulunmayı ihmal etmez. Süheyl Ünver, 25 Kasım’da hastanede yanına gelen Güner Sayar’a hastalığının tesiri ile “Ben artık bittim. Bu iş bitti. Bana oku” der ve son defa vedalaşırlar. Süheyl Ünver, bu görüşmeden üç ay sonra 14 Şubat 1986’da evinde vefat eder.

Ahmed Güner Sayar, Süheyl Ünver’in son zamanlarına kadar yanında bulunmuş az sayıda isimden biri olarak hocasıyla sohbet ve hatırlarını kaydederek çoğu zaman şifahi olduğundan dolayı kaybolan bilgilerin gelecek nesillere aktarılmasına vesile olmuştur.

27 Şubat 1981 günü Süheyl Ünver talebeleriyle bir sohbet esnasında not tutan Ahmed Güner Sayar için, “Güner Bey’in bir hastalığı var! Benden işittiğini yazıyor. Çünkü bunları ileride neşredecek” dediğini aktaran Güner Bey, tuttuğu bu notları yayınlayarak hocasına vefa borcunu yerine getirmiş olur.

Bu kadar ilginç ve faydalı anekdotların yer aldığı kitapta daha fazla görsel olması ve el yazısı notlardan örneklerin eserde yer alması da ayrıca beklenirdi.

Ruveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus
* Bu yazı daha evvel Yenişafak'ta yayınlanmıştır.

4 Nisan 2022 Pazartesi

Aslan Asker Şvayk Türkler’den ne ister?

Bir vakitler kıymetli bir dostuma neden kitap okumadığını sorduğumda, bir gün başlamaya çok niyetlendiğini ama sonra okuması gereken kitapları düşündüğünde hiç başlamamayı daha kolaycı bir çözüm olarak gördüğünü ifade etmişti. İlk anda çok mantıksız gelse de sonraları kendi içerisinde tutarlı bir tavır gibi de gelmeye başladı bu çözüm. Zira zaman zaman ve çok kere tevafukken öyle kitaplarla tanışıyorum ki; yahu onca okumaya hala bu metinleri tanımıyor olmak büyük bir yeisi bende de oluşturuyor. Bakınız Jaroslav Hasek ve Aslan Asker Şvayk’ı…

Çek Edebiyatı… Kafka’dan sonrasına bakmaya bile tenezzül etmez çoğu okuyucu. Çekya, Prag, Kafka’dır. Lakin Kundera, Roman Sanatı’nda Kafka ile bizde görece çok da bilinmeyen bir yazarı kıyaslar, Hasek’i. Birinin bürokrasi diğerinin de ordusu ile yaptıklarını karşılaştırır. Bilir miyiz çoğumuz, pek zannetmiyorum. Bana da bir öğrencim, kitabı hediye edene dek bunu bilmiyordum. Hiç de öğrenemezdim. Ki şu an bu gecikmeli tanışma sebebi ile sadece bir tarihçi akademisyen olarak dahi büyük pişmanlık yaşıyorum.

Bakmayın bizde bilinmez dediğime, 60’lı yıllardan itibaren Türk tiyatrosu, Hasek 1923’te ölünce yarım kalan bu esere pek yakın duruyor. Bu tarihlerde genç bir tiyatrocu olan Genco Erkal’a cuk oturuyor anlatılanlara göre bu karakter. Sonraları peyderpey devam ediyor uyarlamaları ile sahnelenmesi. Hatta Antalya Devlet Tiyatrosu’nda 2000’ler başında da sahnelendiğini öğreniyorum sonraları, ki bu kronoloji kitabın girişindeki harika çevirinin sahibi Celal Üster’in kaleminde de bize aktarılıyor. Hasek 19. yüzyıl sonlarında doğmuş bir entelektüel, sonraları da anarşist. Gazeteci ve edebiyatçı. Hiç istemese de I. Dünya Savaşı’na katılıp savaşın her yüzünü görmek zorunda kalıyor. Sonrası oldukça karışık ama tutarlı. Merak eden Can Yayınları’ndan çıkan Celal Üster çevirisini edinip girişindeki uzun izahı okumalı derim ben. Peki Hasek’in Şvayk’ı ne anlatır?

Aslan Asker Şvayk’ın alt başlığı “Dünya Savaşı’nda Başına Gelenler”. Dolayısı ile eser de tam olarak buna odaklanmış. Bir yandan savaşa dair somut ve gerçek bilgiler sunarken bir yandan da Şvayk’ın groteks aklı ve karakteri ile muazzam bir hicive soyunuyor. Savaş olgusunun böğrüne garip bir mizahi anlayışla yalın kılıç dalıyor. Bu arada Josef Lada’nın çizimleri de kitabı ayrıca keyifli kılmış, bir selamı hak ediyor o da.

Kitabı okuyanlar Hasek’in Şvayk’ın karakteri üzerinden yaptığı anlatıyı hemen fark edecektir. Yani olaylardan çok karakter tipinin düşündürdükleri çok daha etkin dolayısı ile okuyucu kendi kendine bir sürü soru soracaktır. Şvayk çok mu akıllı? Çok mu aptal? Amiyane tabirle salağa mı yatıyor yoksa bilinçli olarak deli taklidi mi yapıyor? Anlamak güç ama Hasek’in ustalığı da biraz buradan geliyor. Ve fakat Türk okuyucusu için çok başka bir anlamı var bu eserin. Hasek’in birçok noktada atıf yaptığı Türkler ve savaştaki konumları. Bir tarihçi olarak özellikle bu konuya dair ciddi bir analiz yazmak büyük hayal olacak ama şimdilik bu yazı ile iktifa edilsin.

Şvayk, I. Dünya Savaşı’nın müsebbibi Saraybosna suikastını öğrenince ilginç bir tepki veriyor: “Mutlaka Türklerin parmağı vardır bu işte. Bana sorarsanız Bosna Hersek’i Türklerden hiç almayacaktık.” Bu çıkış ilginç ve Hasek mi konuşuyor yoksa bu bir hiciv mi hiç bilemeyeceğiz. Ama Hasek bu suikastta bir Türk parmağı olduğu fikrinde ısrarcı. Birkaç sayfa sonra Şvayk yeniden açıyor konuyu: “Bana sorarsanız, mutlaka Türklerin başının altından çıkmıştır bu iş…. 1912’de Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan’a karşı giriştikleri savaşta yenilgiye uğrayan Türkler, Avusturya’nın kendilerinden yana çıkmasını istemişler, Avusturya böyle bir şeye yanaşmayınca da Ferdinand’ı vurmuşlardı. …. Türkleri sever misiniz? O kuduz kafirleri sever misiniz? Mümkün mü sevmeniz? ”. Bu kısımda sertleşiyor Şvayk üzerinden Hasek. Avrupa için güçlü bir öteki olarak bilhassa da Balkanlar üzerinden Türkler’e dair mühim bir bakış ortaya koyuyor. Ve bununla da yetinmiyor, nerede ise savaşın Avusturya üzerinden gayesini bunun üzerine kuruyor. Hatırlatmakta fayda var Hasek bu savaş sırasında Avusturya Macaristan adına silahaltında. Sarhoş Şvayk şöyle anlatıyor durumu: “Mutlaka savaş açacağız Türkler’e. İmparatorumuz onlara diyecek ki: “siz benim amcamı öldürdünüz. Ben bunun hesabını sormaz mıyım?” Tabi bir korkuyu da ekliyor devamında:

Türklerle savaşa girersek Almanlar bize saldırabilir. Almanlarla Türkler birbirine arka çıkar. Dünya yüzünde onlardan fırlaması yoktur.

Hasek 1923’te öldüğünde kitabın ancak yarısına gelmişti. 6 ciltlik bir plan 4. cilt yazılırken sona erer. Devam etse ne derdi ne anlatırdı, muamma. Ancak şu bir gerçek ki Hasek büyük bir kalem ve bir okuma aralığını hak ediyor. Tarzı da, bakış açısı da ayrıcalıklı. İyi bir okuyucunun kaçırmaması gereken çok teatral bir anlatım ve zekice kurgulanmış bir propaganda metni. Şvayk’ın bir tespiti ile bitirelim yazıyı:

"Saçları dimdik olan adam: “Ben suçsuzum, ben suçsuzum,” diye yineledi gene. Şvayk, “Hazret-i İsa’nın bir suçu yoktu, ama gene de çarmıha gerdiler” dedi. “Hiç kimse masumun derdinden anlamaz zaten.

Galip Çağ
twitter.com/caggalip

25 Mart 2022 Cuma

Kendine ait bir yaşam sürmek

"Her şey yoldur."
Lao Tzu (MÖ 571)

"Kendi heykelini yontmaya devam et."
- Plotinus (MS 205)

Kendimden çıktım yola, bir yere varamadım."
- Yıldız Tilbe (20. Yüzyıl)

Dante'den Cahit Sıtkı Tarancı'ya, Marcus Aurelius'tan Jung'a İmam Gazali'den Goethe'ye dek birçok kimse yaşamın ikinci yarısında anlamla buluşmanın şart olduğu üzerinde yoğunlaşır. Çünkü esas kaygılar, otuzlu yaşların ortalarında yahut kırklı yaşların başında "selam, ben buradayım" der. Bu kaygılar öyle bilindik geçim, iş-güç, aile, çocuk gibi meseleler değil daha çok kişinin kendi öz yaşamı, kendilik bilinci ile ilgili. Ne kadar kendimim, ne kadar kendime ait bir yaşam sürüyorum, başkasının hayatını mı yaşıyorum soruları merkezde.

"Başkalarının beklentilerini yaşamak çoğu kimseye kolay gelir. Ne var ki, çaresizlik nedeniyle başkalarının beklentilerini yaşayan insan yalnızdır, hem de derin bir yalnızlığa gömülüdür." diyor Doğan Cüceloğlu. Belki alışıldık bir formu devam ettiriyoruz, belki de işimize öyle geliyor. Çoğu zaman kendimiz olamıyor, kendimizden giderek uzaklaşıyor ve benliğimize yabancılaşıyoruz. Belki de bir ömür boyunca kendimizi tanımadan yol alıyoruz. Cüceloğlu bu tip bir yaşam için bir sohbetinde şöyle diyordu: "Gönlünün muradını keşfedemeden ölenler çok fazla, yazık. 'On dördünde öldü yetmişinde gömüldü' dediğimiz insanlar... Onlar gönlünün muradını keşfedemedi. İnsanın gönlünün muradını keşfetmesi için önce kendi iç dünyasının, özünün farkına varması lâzım."

Onun hangi kitabını bitirince ayağımız yerden kesilmez ki? Hiç beklemediğimiz bir anda kolumuza girip bizi karşıdan karşıya geçiren, sonra da öylece bırakmayan, yaşamın derinliğini fark etmemizi sağlayan bir bilge Doğan Cüceloğlu. Kitaplarını okumanın en büyüleyici tarafı, onu yanınızda hissetmeniz. Sesiyle, sözüyle, bakışıyla, üslubuyla, iç çekmesiyle, gülmesiyle, ağlamasıyla, tüm varlığıyla.

Gerçek Özgürlük’ü bir Cüceloğlu efsanesi olan ve sayısız kimseyi yüreklendirmiş Savaşçı’nın devamı diye düşünüyorum. Kitapta Yakup Bey karakteriyle karşımıza çıkıyor Cüceloğlu ve hem yüzüyle hem de canıyla henüz tanışmamış, bu sebeple de kendini keşfedememiş Timur Bey’e (ve okuyanlara) rehberlik ediyor. Onunla “insan insana” bir iletişim kuruyor ve nelere dikkat etmesi gerektiğini bu coğrafyanın insanlık hikayeleriyle birlikte aktarıyor. Bendeniz çok az kitap için “hayati” derim. Doğan hocanın her kitabı hayatidir. Sizi, çevrenizi ve dolayısıyla toplumu dönüştürür, geliştirir. Size bir can taşıdığınızı, başkalarının canını önemseyerek insan olma yolunda ilerleyeceğinizi hatırlatır.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hikâyelerinin birinde çok sarsıcı bir ‘kendine kendine konuşma’ vardır. Özellikle bu hissiyata fazla kapılanlar, bu duyguyla yaşayanlar, sanırım Gerçek Özgürlük’ü daha etkileyici bulacaklar ve onu yeniden başlama, yeniden yola koyulma rehberi olarak kabul edecekler. İşte o paragraf: “İçimde kendi hayatımı yaşamadığım kanaati var. Daha samimi olayım ister misiniz? Bu yaşadığım hayat, o kadar benim değil ki herhangi bir saatimde birisi gelip de bana ‘Haydi kalk, sıran geldi, kendin ol!’ diye bağırsa sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi inanıp koşacağım. Bu his bende o kadar kuvvetli… Herhangi bir kalabalıkta kendimden başka herkes olmaya razıyım. Ah, bir elbise değişir gibi hüviyetini değiştirebilmek, laletayinin içinde kaybolmak, bir avuç kum içinde bir kum tanesi olmak ve böyle olduğunu dahi bilmemek.”. Tanpınar, Hikâyeler’in başka bir yerinde de “Ölmüş saatlerimiz, günlerimiz, senelerimiz olduğunu, yıllarca farkına varmadan bir hiçin sarraflığını yaptığımızı, yaşamadan yaşadığımızı kim inkâr edebilirdi. Hattâ öyleleri var ki bir kere olsun ruhlarının gerçeğine doğmadan ölürler” der. Bu ifadeler, bir yazarın duygularından çok, kendi toplumuna dair çektiği bir fotoğraftır. Ne hazin ki fotoğraf, bugün de her birimizin önüne çıkar. Kendimize, en yakınımızda ya da en uzağımızda. Yakup Bey, Timur’a “Yaşamının sorumluluğunun bilincine varmış bir insan, kültür robotu olmak yerine bir şahsiyet olmayı hedefler. Bu kişi anlam çerçevesini kendisi oluşturmuştur ve bilinçli yaşar.” derken her birimize çok önemli bir kılavuz sunuyor. Neyi neden yaptığımızın farkında olmak, hiçbir şeyi mış gibi yapmamak ve dolayısıyla mış gibi yaşamamak için gerçek benliğimizi keşfetmemiz gerekiyor. Gerçek Özgürlük’e giden yol, kendini bilmekten geçiyor. Kendini bilen insanlardan oluşan bir toplum, şüphe yok ki insanlığa daha anlamlı hizmetlerde bulunabilecek ve daha sağlıklı bir ömür sürebilecektir.

Bazen hüznün girdabı içine çekiliriz. Bin bir soru yanaşır zihnimize. Oturduğumuz yerde soluk soluğa kalırız. Yaşam, geçip gitmektedir. Toparlanmak isteriz. Bunun için bir söz bekleriz, güçlü bir söz. Tıpkı kitabın henüz başında Yakup Bey'in, Timur'a söylediği “Sen hüzünlüsün diye; dünya durup sana yol vermeyecek." sözü gibi.

Yaşamda kendimiz olarak var olabilmek çok büyük bir iştir, savaştır. Bu savaş tek başına verilse de birçok rehberden yararlanmamız gerekir. Yoksa en ufak bir savrulmada vazgeçebiliriz. Gerçek Özgürlük, çok güçlü bir rehber...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hayatın satır aralarını okumak

İnsanın gerek yaşadığı gerek şahit olduğu bütün hadiselerin anlamı kişiye dönüktür ve kişi için özel anlamlar taşımaktadır. Hadiseler Allah’ın akıştaki ayetleridir ve kişi kendini onlara bizzat muhatap kabul ettiğinde, onlar da anlamlarını ele vermeye, sırlarını açmaya başlar.

An’daki, geçmişteki ve gelecekteki hadiselerin, dinlemesini bilirsek eğer, nasıl da bizimle konuştuğunu fark ettiniz mi hiç? Tanıdık gelen bir yüz, beklenmedik anda gelen bir telefon, uyarı olmamasına rağmen yağan yağmur, geç kaldığımız toplantılar ve hatta bize dokunmadığını düşündüğümüz her olay. Mesela otobüste arkamızda oturan iki insanın sohbeti, yanımızdan geçen arabada çalan bir şarkı, restoranda garsonun elinden yere düşüp de kırılan bir tabak…

Evrenin kanunudur malum, her şey sebepler dairesinde gerçekleşir ve bir nihayete, bir sonuca bağlanır. Yaşadıklarımızı gelişigüzel tesadüfler perspektifinden değerlendirdiğimizde hem deneyimlerimiz hem de bu deneyimleri bizzat tecrübe eden bizler değersizleşmeye başlarız. Oysa öyle değildir; insan eşref-i mahlukattır, kıymetlidir ve aldığımız her nefes dahil olmak üzere attığımız, atmadığımız, atamadığımız tüm adımlar da Rabb’imizin bizimle kurduğu bağlardan bir tanesidir. İnsan, galiba önce kıymetli olduğuna inanmalı, bizi yaratanın bizimle bir şekilde “konuştuğunu” böyle kabul edebiliriz ancak.

Naçizane bir de öneri bırakmak isterim bu yazıya. Yaşamınızdaki küçük detayları fark edene kadar büyük olaylardan başlayın. Bir kağıdahayatınızın dönüm noktalarını yazın, ardından anımsadığınız öncesi ve sonrası olay örgüsünü çıkarın. İçinde mutlaka eşsiz bir uyum ve şükredilecek sebepler bulacaksınız, eminim bundan. Bunun bir adım ötesi ise her an karşısında gayretle tefekkür etmek ve “neden” diye sormak. Bu hadise bana ne anlatıyor, sorusunun peşine düşmek.

Olayların dilini yeni bir yabancı dil gibi düşünmek gerekiyor, hiçbir dili bir anda kolayca öğrenemeyiz, emek vermek, çabalamak şart. Hatta rüyalarımızda öğrendiğimiz o dilde konuştuğumuzu görürsek gerçek bir öğrenme sürecinde olduğumuzu söyleriz hep. İşte bu noktaya gelince fark edeceğiz ki rüyalar dahi hayal olmanın çok ötesinde, birer haberci.

Başıboş, öylesine yaşayan varlıklar değiliz hiçbirimiz. Haliyle günlerden bir gün saatimin çalmamasıyla geç uyanmamın da gün içindeki tüm aktivitelere geç başlamamın da bir sebebi, bir anlamı var. Bunu en çok tanıştığım insanlarda fark ediyorum ben. Ne oldu da birbirimizin hayatına girdik, neden diye düşünürken buluyorum kendimi sık sık ve bazen o an, bazen yıllar sonra aldığım cevapların mükemmelliği karşısında hem hayret hem şükrediyorum.

Konuyla ilgili birkaç ayet-i kerimeyi de şuraya not düşeyim madem, belki üzerinde hep beraber düşünürüz.

O, kullarının üstünde yegâne tasarruf sahibidir.” (Enam, 18)

Onun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıklarındaki tek bir taneyi bile bilir." (Enam, 59)

Sizi de fiillerinizi de yaratan Allah’tır.” (Saffat, 96)

Rabbin seni seçecek ve olayların dilini sana O öğretecek.” (Yusuf, 6)

Hayy Kitap’tan yayınlanan, Mecit Ömür Öztürk imzalı Yaşamın Gizli İşaretleri: Yaklaşan Hadiselerin Metafiziği kitabı işte tüm bunları ve çok daha fazlasını konu ediniyor. Altı bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde gündelik hadiselerin hiç de boşuna olmadığının, muhakkak bir plan çerçevesi içinde gerçekleştiğinin ve inceden inceye bir anlamı olduğunun altını üstüne basa basa çiziyor yazar. İkinci bölümde tevil-i ehadis ilmi ile ilk bölümde anlattığı mevzuları daha da derinleştiriyor.

Üçüncü bölüm tüm bu anlatılanların bir insan (Hikmet Efendi) üzerinden örneklendirilmesi, haliyle okuyucunun zihninde kavramların somutlaştırılması bakımından çok kıymetli. Yazar bu kişinin ismi değiştirilmiş gerçek bir insan olduğunu belirtiyor kitapta. Dördüncü bölüm ise Hikmet Efendi’nin başına gelen her bir olayı tevil-i ehadis rehberliğinde yorumlanmasından oluşuyor.

Beşinci bölümde tevafuk kelimesinin ne olduğundan, ayetlerde, hadislerde ve sahabe hayatındaki karşılıklarından söz edilirken, son bölüm de hissikablelvuku yani yaklaşan hadiselerin sezilmesine ayrılmış.

Kitap hem akıcı dili hem okuyucuyu düşünmeye sevk etmesi ve tüm bunları örneklendirerek somutlaştırması bakımından oldukça başarılı. Yaşamın Gizli İşaretleri yaşadığınız her anın, en azından başınıza gelen olayların anlamını, derinliğini ve faydalarını her satırında hissettiriyor.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler