21 Aralık 2021 Salı

Bütün yollar kapansa âşıkların yolu kapanmaz

"Der-sîne kesî ki derd-i pinhâneş nîst
Çun zinde nemâyed û, dil u câneş nîst"
- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî

Dünyada tüm zamanlar boyunca en çok okunan eserlere baktığımızda orada bize yakın, hatta bize bizden de yakın olan bir eser görürüz: Mesnevî. Hakk'a olan aşkıyla yanan ve yandığı kadar talip olan gönülleri de yakan bir ulu sultanın, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin Hüsâmeddin Çelebi’ye irticâlen yazdırdığı bu harikulade esere olan ilgi bize sanki bir şey fısıldıyor. İnsanlar kendi kalplerinin derdine düştüklerinde, ruhlarının dünya tarafından işgal altına alındığını fark ettiklerinde, hayatın yatay (sahip olma, satın alma) bir düzlemde değil dikey (olma, kemâlât, sülûk) bir biçimde hareketlendiğinde anlamlı olduğunu kavradıklarında bir eteğe tutunma ihtiyacı hissediyorlar. Böylece "vebtegû ileyhil vesîlete [Mâide, 35]" tecelli ediyor. Bu ne büyük lütuftur.

Esasında her şey lütuftur da biz bazen o lütuflar içinden nefsimize ağır gelenlerine kahır diyoruz, ne büyük yanılgı. Batılı mistiklerin eserlerini okuduğumuzda onların dayandığı acılar, çileler, ıstıraplar hep ilham verici gibi görünüyor. Peki ya kendimiz neden dayanamıyoruz? "Hepimiz çile doldurmaktayız, çile çekmeyen insan var mıdır?" diye sormuş Mesnevî'yi anlamaya ve anlatmaya adanmış bir ömrün son büyük temsilcilerinden Şefik Can Dede. Bu cümlede büyük bir hakikat gizli: "İnandık" demekle imtihan edilmeden bırakılacağımızı düşünmek [Ankebût, 2] evvela ruhumuzu zedeler. Binek, ceset, vasıta; ne derseniz deyin, bedenimiz ruhumuza galebe çaldığında dünya tarafından ele geçiriliyoruz. Bizim tam da burada başka bir ele ihtiyacımız var. O el ki bizi düşmek üzere olduğumuz kuyunun kenarından alsın, bize yol göstersin, o yolda yürürken kuvvet versin. Kimdir o ellerin sahipleri? Nasıl ulaşılır onlara? Bizi kabul ederler mi? Peki o ulaşılacak olan el, nereye varır? Son soru hariç hepsi güzeldi. Şâh-ı Nakşibend'e "Efendim sizin silsileniz nereye varır?" diye sormuşlar. "Evlatlarım" demiş, "silsileyle hiçbir yere varılmaz."

"Büyük bir hırs ile bineğini gökyüzüne doğru sürüyorsun. Yıldızlara dair bilgiler elde ediyorsun, yıldızların mesafelerini ölçüyor, yeni yıldızlar keşfediyorsun. Ama ne yazıktır ki hâlâ kendini keşfedemedin, kendini bilemedin.". Sekiz yüz sene önce söylenmiş bu sözler. Mesnevî'den... Esmadan müsemmaya, kabuktan içe, şekilden öze geçmekte zorlanıyoruz. Bu meseleyi tek başına bir insanın aşması, ilerlemesi, kuvvetlenmesi mümkün değil. Bir rehber gerek. Çünkü o rehberin de bir rehberi vardı, o rehberin daha başka bir rehberi vardı. El ele, el Hakk'a uzandı. Ancak böyle haberdar olundu hakikatten, marifet sırlarına böyle kavuşuldu. İşte Mevlânâ, işte onun Mesnevî'si, Dîvân-ı Kebîr'i, Fîhi mâ fîh'i... Aşkla yanan gönülleri söndürüp söndürüp yine yakan bir ulu sultan. Oğlu Sultan Veled ile sistemleşmiş olan Mevlevîyye'nin neden Türk tasavvuf tarihinde ve kainatın her bir köşesinde önemli olduğunu yine Şefik Can Dede buyursun bizlere: "Mevlânâ güzellerin güzelini, önce kendinde hissetti, sonra her şeyde, her zerrede O’nu buldu."

Dört yanında tasavvufun yaşandığı bir ailenin evladı olarak yetişen ve dolayısıyla çocukluğu sufi yaşantısıyla biçimlenen Hayat Nur Artıran Hanımefendi, Sertârik Mesnevîhân Şefik Can Dede'nin rahle-i tedrisinden geçmiş bir insan güzeli. Mürşidinin hayattayken birçok kez tekrarladığı vazifesini, yani Mesnevî sohbetlerini, yalnız ülkemizde değil dünyanın farklı coğrafyalarında da gerçekleştiriyor. Mevlânâ sultan, acizane yazdığımız bu yazının epigrafı olarak seçtiğimiz beytinde "Kimin gönlünde gizli bir derdi yoksa, yaşıyormuş gibi görünse de gönlü ve canı yoktur. Git, dert ara, çünkü dertsizlik, hiçbir şekilde dermanı olmayan bir derttir." diye buyuruyor. Hayat Nur Hanımefendi'nin kitaplarını (Aşk Bir Davaya Benzer: 2011, Aşk Terk Etmez: 2014) okuyanlar, katıldığı konferansları takip edenler, sohbetlerine kulak verenler hemen fark edebilirler ki o bu sözü şerh edercesine dertli gönülleri arıyor, buluyor ve onlarla hemhal, hemdert oluyor. Zira ibadetin, sevginin ve paylaşmanın sonu yok. İnsana hizmet; en güzel ibadet. İlahi aşk; en büyük sevgi. Tebessüm; en kıymetli paylaşım. O, yetiştiği iklimin ve mürşidinden aldığı manevi terbiyenin tecrübesiyle Mesnevî'nin içindeki incilerle kalbini parlatmaya talip olanları bir araya getiriyor. Tahûrâ, bu bir araya gelişlerin meyvelerinden biri.

Birbirinden kıymetli fikirlerin, tariflerin ve yorumların iç içe geçtiği Tahûrâ, evvela er kişi olmanın sırlarını fısıldayan bir kitap. Dolayısıyla irfanın ve ilmin sadece tek bir cinsiyete mahsus gibi görülüyor olmasının da gayet haklı biçimde karşısında duran bir kitap. Çalışma barizdir ki bu niyetle Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin muhterem valideleri Mümine Hatun’a, hazretin türbe-i şerifini yaptırma şerefine erişen Gürcü Hatun’a, XVII. Yüzyılın Kütahya Mevlevîhânesi Mesnevîhanlarından Kâmile Hanım ve Fâtıma Hanım’a, Afyonkarahisar Mevlevîhanesi postnişinlerinden Destinâ Hatun ve Güneş Hatun’a, kadın diye Galata Mevlevîhânesi’ne alınmadığı için kapıda gözyaşı döken Şair Leyla Hanım’a, İslâmiyet’i ve Mevlevîliğin Avrupa ve tüm dünyada daha yakından bilinmesine vesile olan Annemarie Schimmel ve Eva de Vitray-Meyerovitch’e, “Hakk’ın sonsuz kudret ve kuvvetini idrâk ederek O büyük ilâhi aşkın önünde kendi hiçliğini kabul edip, bu ledünni bilinç içinde yaşayanSeniha Bedri Göknil’e ve Mevlevî yolunun tüm kadın hâdimeleriyle beraber Hayat Nur hocamızın muhterem validelerine ithaf edilmiş. Bu ithaf, diğer yüzlerce, binlerce kitapta gördüğümüz ithaf sayfalarının aksine bize çok şey anlatmalı. Neşet Baba, “Analar insan, biz insanoğlu” diyor. Hayat Nur hocamız irfan yolunda kadınların önemine şöyle işaret ediyor: “Dünyanın yarısı kadındır, diğer bir yarısını da kadınlar doğurmuştur. Gerçek olan şu ki; kadın ve aile toplumun merkezi konumundadır. Dolayısıyla aile ve sosyal hayattaki rolü oldukça büyüktür. Kadının yaratılışındaki en büyük sır olan yüksek ruhanî boyutunu hiçe sayan aile ve toplumların; dengeli, huzurlu ve mutlu bir yaşam içinde olmaları beklenemez. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, ‘kadının anne olması nedeniyle erkekten daha fazla sevgi, şefkat ve merhamet duyguları taşıdığını’ söyler. Çünkü yüce yaratıcı kulunun sevgi, şefkat ve merhamet içinde gelişmesini, büyütülmesini ister.

Başkalarına merhem olmak, merhametli olmakla mümkündür. Hatta bunu, kendimize ve kendi değerlerimize gösterdiğimiz hassasiyet boyutunda da düşünmemiz lâzım. Bugün, psikoloji ilminin ‘öz saygı’, ‘öz şefkat’ olarak adlandırdığı kavramların tabiatında merhamet vardır. O merhamet de manevi terbiyenin özüdür. Bu öze ulaşmak için kabuktan sıyrılmak, tabiri caizse o kabuğu söküp atmak gerekir. Yine hocamızdan dinleyelim: “Mânâ, maddenin zıddı olup herhangi bir şeyin dış ve görsel olan somut tarafını değil, görünmeyen içsel anlamını, özünü, hakikatini ciddiye almak; tüm benliğimizle oraya doğru yönelmektir. Dünyayı değil dünyanın yaratıcısını, ölümlü bedeni değil onu ayakta tutan ruhu ciddiye almak, özellikle de dünya ile ukba arasında bir denge kurmaya çalışmaktır. Her türlü ibadetin dış, görünen, bilinen boyutu madde sayılır; mânâ ise o ibadetin bize kazandırdığı iyi ve güzel olan içsel, ruhî, kalbî bir değişimdir. Ankebût Sûresi 45’te: ‘Muhakkak ki, namaz, sizi hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar’ denilmiştir. Yer yüzünde milyonlarca namaz kılan insan var, kaç kişinin hâli âyete uygundur acaba?

Fusûsu’l-hikem ve Mesnevî gibi birçok kıymeti ebedi olan eser şerh etmiş olan mutasavvıf, mûsikişinas ve bestekâr Ahmed Avni Konuk, “Hakk yolunun sâliklerine lazım olan şey hiçbir ferde nazar-ı hakaretle bakmamaktır.” der. Günümüzde dinin yaşanış biçiminde görülen sıkıntılardan belki de en büyüğünün başkalarını hor görmek olduğunu söyleyebiliriz. İbadetler ve kılık kıyafet, üstünlük duygusu oluşturuyor ve üstelik başkaları üzerinde hegemonya kurduruyor. Bu durum dinin derûnî boyutundan çok uzaklaşmış olduğumuzu gösteriyor. “Göğsünün içindekini gerçek gönül sanan kimse Hakk yolunda iki üç adım attı da her şey oldu bitti sandı. Aslında tesbih, seccade, tevbe, sofuluk, günahtan sakınma; bunların hepsi yolun başıdır. Hakk yolcusu aldandı da bunları varacağı yer sandı." diyor Mevlânâ sultan bir rubâîsinde. Kâlden hâle geçilmediği sürece gösteriş, hayatımızı dört bir yandan kuşatıyor. Bir tasavvuf yolunun saliki olanlarda bile başkalarını küçük gören davranışlara rastlıyoruz. “Edeble gelen lütufla gider” öğüdü, mezar girişlerinde sade bir levha değildir. Edeb, tasavvufun atardamarıdır. O damar kesildiği vakit gönülden Hakk’a giden yol zedelendiği gibi Hakk’tan gönüllere gelecek güzellikler de insanın nefsine uymasıyla paslanıyor, tozlanıyor, nihayet görünmez bir hâl alıyor. Yine bir rubâîsinde, “Ey gönül! Lafla dedikoduyla seni, bu aşk yoluna düşürmezler. Yokluk kapısından geçmeden sevgiliye kavuşamazsın. O'nun kuşlarının uçtuğu gökte kanat çırpmadan sana kol kanat vermezler." diyor Mevlânâ hazret. Hayat Nur hoca; kin, öfke, hırs, haset, gurur, kibir, şehvet gibi duyguların insan ruhunu bedbin, yorgun, hasta ve esir ettiğini söylüyor. Devamında insanın nedenlerle, niçinlerle, keşkelerle, eğerlerle geçen bir ömrü takip ederek manadan uzak, maddeye bağımlı bir hâle geçeceğine işaret ediyor. Günümüzde yoğun biçimde görülen depresyonun sebepleri arasında yer alan mutsuzluk, umutsuzluk ve tatminsizlik, kişilerden toplumlara sirayet ediyor. Hayat Nur hoca şöyle diyor: “Bunların tümü zikir, fikir, şükür, tevekkül ve kanaat eksiliğinden meydana gelir. Ruhun bu dünya ile ilgisi olmadığı için onu en iyi korumanın yolu kendi dünyasına ait bir yaşam tarzını tercih etmektir. Yani maneviyatı öncelemektir. Balığın su dışında yaşama şansı olmadığı gibi, ruh da kendi dünyasının dışına çıkarıldığı takdirde balık gibi çırpınır durur. Bu durum insana mutsuzluk, umutsuzluk, çaresizlik, kimsesizlik duygusu verir. İnsan mutlu olmak için her türlü maddi imkanlara sahiptir ama yine de aradığı huzur ve mutluluğa erişemez, çünkü arayışı bitmez. Sonu gelmez arzular, istekler içinde kaybolup gider.

Tahûrâ’daki suallere verilen her cevapta Mesnevî’den, Dîvân-ı Kebîr’den ve nice ariften, bilgeden, veliden izler görüyoruz. Böylece bir kitap okurken kırk kitap okumuş kadar lezzet alıyor, bazı sayfalarda yerimizde duramıyor, başkalarıyla paylaşmak için notlar yazıyoruz. Tevhit ırmağının suyunu bütünüyle içmemize imkân yok, bu yüzden okuyoruz. Zira Tahûrâ gibi kitaplar, büyüklerin bizlere bıraktığı yadigarlar, susuzluğumuzu gidermek ve bize yol göstermek için bekliyor. Bunca okumanın önemli sebeplerinden biri de şudur: yakıt sağlamak. Dünya zordur, varlık ağırdır, insan ziyandadır. Ziyanın neresinden dönülse kârdır. İnsanın yeryüzündeki asli vazifesini hatırlaması noktasında okumanın yeri büyüktür. Sadece okumayla yol yürünmez, ama okumadan hiç yürünmez. Eğer öyle olsaydı bunca erler evliyalar bize eserlerini bırakmazlardı. Rızık yalnız içtiğimiz çorba, böldüğümüz ekmek, kazancımız, evimiz, arsamız, vasıtamız değildir. Bir rızk-ı manevi vardır ki ona doyulmaz. Horasanlı sûfiler bu hâli “Men lem yezuk, lem ya'rif” (Tadan bilir, tatmayan bilmez) sözüyle anlatmışlar. İstanbul sûfileri ise şöyle demişler: "Men lem yezuk, bilmez yazık."

Kusurları bize ait olan bu yazıyı, sevgili Hayat Nur hocamın şu enfes, bize bir ömür yakıt olmasını niyaz ettiğim şu sözleriyle bitirmek isterim: “Bütün yollar kapansa âşıkların yolu kapanmaz. O nurlu yollar hiçbir zaman karanlıkta kalmaz.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Söğüt dergisinin 11. sayısında yayınlanmıştır.

Kabustan uyanmak yahut yerini bulmak

Belki çok iyi bir işiniz vardır, belki çok paranız, belki herkesin imrenerek baktığı bir aileye sahipsinizdir, belki muhteşem bir dış görünüşe, belki dışarıdan sizi gören ne kadar mutlu olduğunuza şaşırıyordur. Belki siz bile kendinize çerçevenin dışından bir göz gibi baktığınızda ne kadar şanslı olduğunuzu düşünüyorsunuzdur ama içinizde bir yer, bir şeylerin yanlış gittiği fikrini fısıldıyordur kulağınıza. Belki her şey oynamanız gereken bir yalandır, belki de sadece olmanız gereken yerde değilsinizdir. Tüm aile salonda toparlanmış televizyon izleyip sohbet ederken siz koltukta uyuyakalmışsınızdır çocukken, bir kâbusun pençesindesinizdir, size bakan ne kadar da huzurla uyuduğunuzu söyleyip gülümsüyordur, oysa siz, belki bir rüyada kaçıp kovalamaca oynuyor, belki bir canavarla yüzleşiyorsunuzdur. Bir an önce uyanabilmek için dua ederken o sihirli kelimeler dökülüyordur annenizin ağzından; evladım, “kalk yerine yat”. İşte şimdi her şey tam da olması gerektiği gibi, öyle değil mi?

2021’in sonlarına yaklaşırken yeni öykü kitabı Kalk Yerine Yat ile okuyucunun karşısına çıkan Şermin Yaşar da kitabın içinde yer alan on iki öyküsü ile beraber, adeta şefkatli bir anne gibi yerine yatırıyor kahramanlarını. Bu kahramanların hepsi, Şermin Yaşar’ın daha önceki kitaplarında da olduğu gibi ailemizden, komşularımızdan biri ya da sokakta yürürken yanımızdan geçen bir adam, bir kadın olabilir hissiyatına sebep oluyor. Yerlerinde olmadığı için belki beli tutulmuş, belki boynu ağrımış, belki yüreği sıkışmış, belki zihni bulanmış ancak her seferinde bir arafta kalmış tüm kahramanlar bir şekilde yerini buluyor öykülerde. En azından, anlatıcı bunun için çabalıyor. Kitaptaki öykülerin yarısında kahramanlar yerini buldu, tamam diyebiliyoruz ancak on iki öykünün bir diğer yarısı kekremsi bir tat bırakıyor ağzımızda. Bu öykülerdeki kahramanlar tam olarak kurtuluşa ermiş değil. Öte yandan yine de bir kâbustan uyanıyorlar, uyku sersemi olsalar da en azından uyanmayı başardılar diyebiliyoruz onlar için de. Haliyle okuyucu olarak öykülerin tamamının son cümlelerini okuduğunuzda bir tamamlanmışlık duygusu ile rahatlama yaşıyorsunuz. Bu rahatlamanın en büyük sebeplerinden biri de yazarın bu sefer bazı öykülerinde başrol verdiği anti kahramanlar.

Kalk Yerine Yat kitabında, anlatıcı kimleri uyuyakaldığı rahatsız koltuklardan kaldırıp da kuş tüyü yataklarına yatırmaya gayret ediyor, kısaca değinelim. Kendine çocukken yapılmış ve bir ömür içini yiyen haksızlıkla yaşamak zorunda kalmış Besim Usta’nın ömrünün yetişkinlik yıllarında almayı başardığı zekice kurgulanmış intikamını, hayatında küçük yaşlardan itibaren yaşadığı tüm tersliklerin müsebbibini ismi olarak gören Cevriye Teyze’nin ellisinden sonra adını değiştirerek sahiden de feraha kavuşmasını, bir kış günü soğuktan titrerken maddi koşullarıyla asla alamayacağı bir paltonun sevdasına tutulan Sevgi’yi ve yaşadığı ikilemin çocukluğuna dayanan sebeplerini, kocası tarafından el üstünde tutulan Ayla Hanım’ı ve kızının kendi izin vermediği için geç de olsa kavuştuğu aşkını, bu vesile ile Ayla Hanım’ın büyük bir dertten kurtuluşunu, çocukluğundan itibaren sahip olduğu bir hastalık nedeniyle gürültüye dayanamayan Nasuh’un kendi sessizliğini bulmasını ve en önemlisi kendisini de ailesini de affedişini, dokuz defa evlenmiş ve boşanmış Rosetta’nın ve menajeri(!) Arif’in yaptıkları işe başlama sebebi olan kalp ağrılarını ve aynı işin o ağrıları nihayetinde dindirişini okurken çok açık bir şekilde öncesinde bahsettiğim o tamamlanmışlık duygusu sarıyor sizi.

Öte yandan geçmişin kağıt toplayıcısı, bugünün zengin patronu Selim’i ve onun iç dünyasından zerrece haberi olmayan ailesini, kiracısını adeta bir köleye çeviren Neriman Hanım’ı, yıllarca emek verdiği işinden emekli olunca hem evine sığamayan hem de kendini kenara atılmış hisseden Değerli Emekliler Derneği kurucu başkanı Süleyman Bey’i, sürekli şikayetleri için çevresinde dokunduğu herkesi telefonları ile taciz eden Cemile Hanım’ı, otorite sevdasının peşinden koşarken bu yolda ailesinde eşi ve kızı dahil, herkesi tek tek kaybeden albay kızı Habibe’yi, orta refüjde gül budayan, genç yaşta önce kardeşine sonra kendi çocuklarına annelik eden Seher’le kız kardeşinin hikâyelerini de okuyor ve bu kahramanların ya da bir şekilde olumsuz anlamda etkiledikleri çevrelerinin de uyanmalarını ve yerlerini bulmalarını diliyoruz.

Sanki hemen komşu sokağımızda yaşam mücadelesi veren, ekseriyetle kimsenin de farkında olmadığı insanlarımızı gerçekçi bir şekilde, son derece samimi ve sade bir anlatımla karşımıza getiriyor, muhatabımız kılıyor Şermin Yaşar. Bunu yaparken de okuyucusuna sanki bir kahve içip sohbet ediyormuşuz gibi aynı anda hem ironiyi hem hüznü çok başarılı bir şekilde aktarıyor.

Feyza Gönüler

20 Aralık 2021 Pazartesi

Görünen köy kılavuz ister

Ben, Nürnbergli Albrecht Dürer, 28 yaşında kendi kendimi yarattım.[1]
Artık sen ona benzeyeceksin.[2]

Aslında bu yazıya başlık olarak ‘Algı Her Şeydir’ kullanılabilirdi. Fakat insanın bir şeye ne kadar çok maruz kalırsa o kadar olağanlaştırdığı gerçeği beni bundan alıkoydu. Kuramsal açıdan iletişim (kullanımlar ve doyumlar [3]) ve psikoloji (sistematik duyarsızlaşma [4]) çalışmalarında etkinin maruz kalmayla ters orantılı sonuçlandığına dair yaklaşımlar mevcut. Bir başka deyişle, nicelik arttığında etki de artar düz mantığı her zaman aynı şekilde işlemiyor. Sosyal bilimlerin birçok dalında olduğu gibi, iletişim çalışmalarının da ortaya koyduğu bu gerçek konumuzla doğrudan ilişkili. En basit hâliyle, savaş ve benzeri olayların dehşetli yüzü bir görüntü hâline getirilip -artık zaman değil- an-aşırı sunulduğunda sıradanlaşıyor, olağanlaşıyor. Parçalanmış bedenleri görmek, görüntülemek vaka-i adiyeden. Başlıktan da anlaşılacağı üzere yazının konusu görüntü, görsellik: Görsel olanın, görünenin, görüntünün, imajın insan zihnindeki, muhayyilesindeki, tasavvurundaki etkisi ve gerek düşünce gerekse eylem olarak insanın karakterine ve hayatına yansıması şeklinde özetleyebiliriz.

Konu görsellik ve onun teorik-pratik uzamı olunca, her şeyden önce insan zihnine etkisinin farkında olmak gerekiyor. Görselin bu etkisini kabaca bilgi edinimi ve algı oluşumu şeklinde ikiye ayırabiliriz. İnsan her iki süreci farkında olarak veya olmayarak yaşıyor, deneyimliyor ve zihinsel süreçlerden geçirerek hayatına yansıtıyor. Bu alandaki araştırma verileri meselenin önemini vurgular nitelikte. Araştırmalara göre insan bilinçli şekilde öğrendiklerinin ya da farkında olmadan zihninde yer edenlerin %75-80’i görme aracılığıyla oluşuyor [5]. Duyma ve okumanın (ve varsa diğerlerinin) oranı görsel bilgi edinimi ve algı oluşumunun yanına bile yaklaşamıyor. Buraya kadar fıtri bir gerçeklik, yani varoluşu gereği her insanda bulunan bir özellik soz konusu. Görsel olan herhangi bir farklılığa takılmadan tüm insanlığı etkiliyor. Diğer yandan meselenin en kritik yeri de bu aşamada başlıyor.

Batı düşüncesinin ürettiği modernite tüm dünyayı etkisi altına aldığından beri sadece hayatın pratize olmuş hâlini değil, teoride kalan tarafını da düzenlemiş bulunuyor. Modern paradigma tohumlarını zihinlerimizde ekmiş durumda ve istesek de istemesek de yeşeren şey Batı’ya dönüyor yönünü. Doğal olarak bizim de yönümüzü oraya döndürüyor. Artık kendi değerlerine sahip olmak, yerel olmak, otantik olmak, muhafazakâr olmak, dindar olmak, mütedeyyin olmak çok da fark etmiyor. Modern paradigma bu kimlikleri ve tezahürlerini bir şekilde dönüştürüyor, kendine benzetiyor.

Tüm bunların yanında bugünün neredeyse tek yaşam alanı olan sanal dünyada görselin gücü eskisinden çok daha etkili, çok daha ileri boyutta tesir ediyor hayata. Bir kısmımız bu durumun farkında da olsak yapılabileceğimiz şey çok az. Bugün Batı dışı toplumlar kendilerini Batı’nın tanımladığı gibi tanımlıyor. Bu bir kabulleniş değil, açıkça yenilgi. Artık havsala işgal altında ve bu durumdan azade bir muhayyile ne yazık ki yok. Batı düşüncesi teorik gücünü görselin etkisiyle birleştirerek düşüncelerimizi inşa ediyor, hayatımızı düzenliyor, dönüştürüyor. İçinde olduğumuz bu durumun farkında olan ve görsel olana ayrı bir önem atfeden Dursun Çiçek, Fotoğrafın Ötesi’nde bu meseleyi irdeliyor. Muhit Kitap etiketiyle neşredilen iki yüz elli beş sayfalık eserde aynı konu etrafında gezinen yirmi iki deneme yer alıyor. Kitabın sonunda yer alan Okuma Önerileri’ni içeriğe etkisi ve katkısı nedeniyle bibliyografya olarak da düşünebiliriz.

Dursun Çiçek daha kitabın en başından ‘fotoğraf nedir’ diye sorarak onun ortaya çıktığı yer olan Batı ile ilişkisini irdeliyor. Tarihsel bir perspektiften fotoğrafın ne işe yaradığı, onunla ne yapıldığı, arka planında ne olduğu üzerine felsefi değerlendirmelerde bulunuyor. Fotoğrafın Batı’nın zihin dünyasıyla olan ilişkine yönelik verdiği cevap bazı şeyleri erkenden açığa çıkarıyor. Bununla birlikte fotoğrafı çekenin karakteri, düşüncesi, inancı, bakma biçimi, kültürü, ideolojisi, duygu durumunun fotoğrafa yansıdığını belirtiyor. Yazarın yaptığı değerlendirmelerden modern anlamıyla fotoğrafın Batı’nın zihin dünyasından ayrı düşünülemeyeceğini anlıyoruz. Zira hem fotoğrafı icat eden ve hem de fotoğrafçıyı yetiştiren orası.

Modern Batı düşüncesinin en temel özelliklerinden biri olan kural koyma, tanımlama, sınırlandırma ve çerçevelemeye yönelik işleyişi burada da karşımıza çıkıyor. Aristoteles’in (MÖ 384-322) fizik-metafizik tasnifi bugünün dünyasının aksi mümkün olmayan kategorizeleştirme vasfını oluşturuyor. Bugün söz konusu kategorizeleştirme eşyayı herhangi bir aşkın güce veya ilkesel kurala bağlı kalmadan kendi keyfiyeti içinde istediği yere yerleştirip, istediği gibi çıkarabiliyor. Dursun Çiçek bu durumu kitabın konusu içine taşıyarak ‘modern fotoğrafçılık gösterilmek istenen dışındakini ‘kadraj’ın dışında tutar’ şeklinde özetliyor. Çiçek, denemelerin hemen hemen hepsini bu anlam dünyası içinde şekillendirerek görüntünün modernitede geçirdiği aşamalar üzerinden total bir modernleşme sürecinin okumayı deniyor. Oldukça yoğun felsefi atıflar ve yorumlamalarla bu okumayı kotardığını söyleyebiliriz.

Müellif sık sık Rönesans, Reform Hareketleri, Aydınlanma dönemleri sonrasında ortaya çıkan rasyonalist-pozitivist (akılcı-bilimci) anlayışın arka planını irdeleyerek modern düşüncenin/hayatın gelişim ya da değişim aşamaları üzerinde duruyor. Buradaki gelişim ya da değişim, geleneksel anlayışta aşkın olan Tanrı düşüncesi veya inancının modernite ile ortadan kaldırılarak yerine her şeyin ölçütü olarak insanın, insan aklının koyulmasıyla başlıyor. Bu aşamada, akılcı paradigma Kilise’nin temsilcisi olduğu ve bir anlamda Tanrısal aşkınlık içeren mistisizme karşı kendi mistik anlayışını konumlandırıyor. Kısacası akılcı ve bilimci modern düşünce kendi ritüellerini ve metafiziğini oluşturarak bir anlamda dine dönüşüyor ve uygulamalarını adeta kutsallaştırıyor. Süreç sonunda bugünün dünyasını şekillendiren, düzenleyen, etkisi altında tutan anlayışın arka planını buradaki felsefi içerik oluşturuyor.

Dursun Çiçek bu çok katmanlı metnin içinde Batı düşüncesi içinde köşe taşı diyebileceğimiz filozofları ismen anmanın yanında modern paradigmaya yaptıkları düşünsel katkıları yerleştiriyor. Felsefi temelde oluşturulan bu düşünce insanın algı ve anlayışını da inşa ediyor. Bugün hayatımızı her açıdan işgal eden ve düzenleyen görsellik olgusunun bu inşanın ekseninde geçirdiği aşamaları irdeliyor. Diğer yandan görsel’in insan hayatındaki derin etkisi Rönesans, Reform Hareketleri ile başlayıp Aydınlanma ve nihayetinde modern dönemdeki etkin seviyesine ulaşmıyor elbette. Konunun arka planında antik döneme kadar uzanan bir etkileşim söz konusu. Rönesans ile başlayan süreçte görsel’in formu (kutsal olandan seküler olana doğru) değişerek günlük hayatın içine katılıyor. Dolayısıyla her ne kadar öncesi olsa da esas olarak Rönesans, Reform Hareketleri ile başlayıp Aydınlanma ile doruğa ulaşan modern düşüncenin ortaya çıkardığı yeni bilgi sistematiği ve bilme yöntemlerinin kullanılmasıyla değişen algılayış, anlayış, yorumlayış biçimleri görsel alanı da etkiliyor. Çiçek, bu noktada kitabın ana konusu açısından önemli bir detaya değiniyor: Süreç, içindeki felsefi açılımlarla beslenen yeni bir sanat anlayışını (modern sanat) ortaya çıkarıyor. Tıpkı modern felsefede olduğu gibi modern sanatta da aşkın olan Tanrı yerine içkin olan insan merkeze yerleştiriliyor. Yalnız burada insanın bu sürecin gerçekten öznesi olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu diyebiliriz. Zira müellifin de dediği gibi özne olarak tanımlanan insan nesne olmaktan kurtulamıyor. Yazarın bu kapsamlı çabası aynı zamanda ortaya attığı görüş için de bir temellendirme ve gerekçelendirme işlevi görüyor.

Kitaptaki denemelerde karşılaştığımız en önemli detaylardan birisi, fotoğraf özelinde görsel olanın hakikat ve gerçek ile ilişkisinin ne olduğu. Çiçek, Batı düşüncesi içinde eleştirel yaklaşan filozof ve entelektüellerden örnekler vererek modern paradigmanın gerçeği yansıtmayan yönünün fotoğrafa da sirayet ettiğini göstermeye çalışıyor. Yapılan felsefi değerlendirmeler en başından bir kurgu olan fotoğraf çekiminin hakikate gelemeden gerçeği bozduğunu, kendine yeni bir gerçeklik ürettiğini ortaya koyuyor ve fotoğrafın görünen (gerçekte var olan) ve gösterilen (görüntü olan) arasında neye tekabül ettiği üzerine uzun uzun tartışıyor. Yazarın anlatmaya çalıştığı çerçevenin temel dinamiklerinden biri görüntü-görünen ayrımı olduğu görülüyor. Bu bağlamda modernitenin ortaya çıkardığı görüntü anlayışı insan merkezli, tekçi, dayatmacı, mutlaklaştırıcı iken gelenekte var olan görünen olgusunun çoklu perspektife sahiptir, dayatmacı ve insan merkezli değildir. Buradaki bilinçli çalışmanın toplumu yönlendirme ve şekillendirme konusunda önemli bir işleve sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu çıkarımı destekleyen ve kitapta sık sık yer verilen temel düşüncelerden biri, fotoğrafın yalnızca fotoğraf olmadığı. Zira görme biçimini düzenleyen felsefe yaşama biçimini de düzenleme özelliğine sahip. Bu bağlamda Dursun Çiçek fotoğrafın hakikat ile ilişkisinin koptuğunu söylemenin ötesine geçerek, onun kendi gerçekliğinden de azade olduğunu ifade ediyor. Gerçek olandan bir iz olma özelliğinden soyutlanan fotoğraf anlayışındaki bu durumu ‘temsilin mutlaklaştırılması’ şeklinde özetliyor. Bütün bunların sonucunda ortaya çıkan görüntü oldukça ilginç. Fotoğraf meselesi meşhur ‘tavşanın suyunun suyu’ fıkrasındaki duruma dönüşüyor. Hakikatten koparak, gerçek olanı kendi gerçekliği çerçevesinde yansıtan görsel unsur muhatabının kendi gerçekliği içinde bambaşka bir şey oluyor.

Görsel olanın seyri modernite ile akıl ve bilim tarafından düzenlenen bir ‘resim’ olma özelliği teknik ve teknolojinin gelişimiyle mekanikleşerek yeni bir boyut kazanıyor. Önce fotoğraf ve ardından sinemaya dönüşen görsel unsur yoluna artık daha güçlü devam ediyor. Bugüne geldiğimizde dijitalleşen görselliğin etkisi, zaten aşkın olandan soyutlanmış hayatı bir kez daha içkin olanın daha da içine gömüyor. Daha önemlisi, insanın, o olmadan var olamayacağı yanılmasasına kapılmasına yol açıyor. Bu yanılsama sonucu var olma dürtüsüyle hareket eden insan gerçeklikten koparak eşyaya olduğu gibi kendine de yabancılaşıyor.

Kitapta sıklıkla değinilen konulardan bir diğeri görsellik ile tüketim ilişkisi. Bugün için görselliğin en önemli etkilerinden birisi de kapitalist yapının bir aracı olarak tüketimi, tüketim kültürünü tetiklemesi diyebiliriz. Dijital dünya makineleşmenin bir uzamı olarak hayatı şova dönüştürüyor. Sanal ortamdaki şovmen bir yandan üretirken diğer yandan da ürettiğinden fazlasını tüketiyor. Sanal dünyadaki tüketime yeniden üretilmesi söz konusu olmayan mahremiyet de dâhil. İşin ilginci, geleneksel ve gerçek dünyada izleniyor olmak rahatsızlık verirken, gösteri toplumuna dönüşen sanal dünyada izlenmiyor olmak sorun oluyor. Zira görüntünün egemenliği gösteriyi zorunlu kılıyor. Gösterinin olduğu yerde gösteren vardır ve onun asıl işlevi teşhirdir. Teşhir ise çift yönlüdür. Görülme arzusunun yanında görme arzusu da gelişir. Sonuç itibarıyla ortaya tümüyle pornografi diyebileceğimiz teşhircilik ve röntgencilik çıkmış oluyor. Burada hakikati perdeleyen sadece yanılsamaya neden olan sanal görsellik değil, aynı zamanda görsel kirlilik de gerçeğin üzerini örtüyor. Çok fazla görüntü yanılsamaya neden oluyor ve insan gördüğü şeyden ya emin olamıyor ya da duyarsızlaşıyor.

Yazar, eserin amacı niteliğinde modernitenin insan için taşıdığı olumsuzlukları içeren görsellik olgusuna karşı İslami bir bakış açısıyla oluşturulmuş yeni bir görme biçiminin oluşturulup oluşturulamayacağını sorguluyor. Bunun her şeyden önce insanlık için bir gereklilik olduğunu vurguluyor ve önerisini İslami düşünce içinde var olan kavramlarla destekliyor. Yazarın burada dikkat çektiği en önemli detay, görsellik konusunda İslami literatürün çok katmanlı bir varlığa sahip olduğu. Zira, kısıtlı bir görme çerçevesi çizen mevcut kavram listesi, yazarın aktardığı kavramların yanında sönük kalıyor. Diğer yandan bu çok katmanlı tasnifi, yeni bir görme biçimini oluşturmanın ötesinde zaten var olan bir yaşama biçiminin de ‘göstergesi’ olarak değerlendirebiliriz. Fakat yazar gerçekçiliği elden bırakmayarak bu değişimin nostaljik-romantik geleneksel düşünceye dönüşle olamayacağının altını çiziyor.

Fotoğrafın Ötesi çok katmanlı bir metin olarak sadece görselin analizini yapmıyor. Aynı zamanda bir modernite ve modernleşme eleştirisi yaparak alternatif bir düşüncenin, muhayyilenin, eylemin imkânını arıyor. Görüntünün hem müteal (aşkın) hem de dünyevi tarafını (fiziki gerçekliğini) bir arada görebilen dengeli bir bakışa ve/veya anlayışa ihtiyaç duyulduğunu belirtiyor. Batılı muhayyilenin aşkın olandan soyutlanmış, tek taraflı, akılcılık ve bilimcilik ile dizayn edilmiş bir perspektife dayalı görme biçimi yerine aşkın olanı içeren, dengeli, itidalli ve eşyayı kuşatan bir görme biçimidir bu. Tüm bunların yanında görsel olanın, görüntünün, fotoğrafın inanç, ahlak, etik, şehir, doğa, tüketim, aile, iletişim, toplum, iktidar ve ekonomi gibi birçok kavram ile ilişkisini de irdeliyor. Kitabın tamamındaki en önemli vurgulardan biri, postmodernitenin aslında modernitenin devamı olduğu yönündeki kanaat diyebiliriz. Yazara göre postmodernite modernitenin bitişi değil, modernitenin ortaya çıkardığı krize modern aklın yeni bir çözüm arayışından ibaret. Diğer bir deyişle, modernitenin kendini yenilemesi, yeni bir aşamaya geçmesi olan “postmodernite, modernitenin simüle olmuş hâlidir.” Buradan mülhem, bugünün dünyası kesinlikle moderniteden bağımsız bir atmosfere sahip değil. Aksine, hayatı şekillendiren paradigmanın tümüyle moderniteye ait olduğunu söyleyebiliriz.

Dursun Çiçek, birçok yerde görme biçiminin modernite öncesi ve sonrası değişimine dikkat çekiyor. Görme olgusunun tarihsel süreçteki farklılıkları sebep ve sonuçlarıyla açıklamaya çalışıyor. Metinde dikkat çekilen sürecin dünyanın içinden geçtiği paradigmal değişimle doğru orantılı oluştuğunu görüyoruz. Bu bağlamda Batı düşüncesinin akılcı-materyalist yönü varlıkta olduğu gibi görünenin de metafizik uzamını yok ettiğinden metafizik uzamından soyutlanan görünen, görüntüye dönüşüyor. Oysa İslam düşüncesinde görünen temsil ettiği şeyden bağımsız değildir ve bu yüzden ne sanallık ne de mutlaklık izafe edilebilir. Her şeyden önce İslam’a göre bakma/bakış sırf görmeyle alakalı değildir. Bilme ve şahitlik ile yakından ilişkilidir. Bu sebeple Müslüman kendi değeriyle bir görme biçimi oluşturmalıdır. Metnin satır aralarında Müslüman bireyin nasıl bakması gerektiğine dair müellifun görüşleriyle karşılaşıyor okur. Örneğin ‘Batı düşünce dünyasına dâhil olmayan birinin fotoğrafı kullanmasının yolu olabilir mi’sorusunun cevabı aranıyor. Moderniteden kaçış olmadığına göre, tüm cihetleriyle görüntü ve görsel olgularını modernitenin özelliklerinin içkin olduğu şeklinin dışında ele alabilmek zor gözüküyor. Daha önemlisi, verilen cevaplar hayatın içine aktarabilir mi sorusunun teoride yanıtı olsa da pratikte muğlak olduğunu kabul etmeliyiz. Zaten Dursun Çiçek de eğer “bir hafıza, ortak bir dil, hayat nizamı ve dünya tasavvuru yoksa bu mümkün degildir” diyor. Ona göre Batı’da ortaya çıkmış ve Batı düşüncesine eleştirel yaklaşan görüşleri araçsallaştırarak kendi değerlerimize, ahlaki anlayışımıza, ortak dil ve hafızamıza, dünya görüşümüze ve bu unsurların çerçevesini çizen hayat nizamına uyumlu bir anlayış geliştirilmelidir. Dursun Çiçek anlattıklarının hülasası olarak çok daha zor olanı öneriyor ve “düşünmek yalnızca kavramlara bağlı kalarak yapılan zihinsel bir uğraş mıdır, görmeye dayalı alternatif bir düşünme biçimi oluşturulabilir mi” diye soruyor. Henüz tam anlamıyla çözümleyemediğimiz için etkilerinden kurtulamadığımız Batı tarzı görme biçiminden yakamızı kurtatıp bize özgü görme biçimini inşa ederek yeni bir düşünme biçiminin zeminini oluşturabilir miyiz? Bu ‘hakikaten’ mümkün mü diye sormadan/düşünmeden edemiyor insan.

Fotoğrafın Ötesi öğreticiliğinin yanında üzerinde ciddi anlamda düşünmemiz gereken tek bir konuyu değil, birbiriyle bağlantılı birçok konuyu bir araya getiren analitik bir çalışma. Oldukça istifade ettiğim bir gerçek fakat elbette doğal olarak şerh düştüğüm ve eleştirdiğim kısımları bulunuyor. Daha spesifik olanlar bir yana, kitabın genelinde gördüğüm birkaç örneği baraya aktarmak isterim. Bunlardan biri, yazarın (hikmet kısmını ayrı değerlendirmek kaydıyla) hikmet ve irfan geleneği adıyla kişiye özel olan tasavvufi/sufi anlayışı genele teşmil edilerek ‘mutlaklaştırmaya’ çalışması. Oysa kitapta Batı düşüncesine yapılan en temel eleştiri konularından birisi mutlaklaştırma olarak karşımıza çıkıyor. Yine aynı anlayışın bir uzantısı olarak ‘varlığı birleme’ çabasının sözü edilen sorunları çözmeyeceği gibi bugünkü durumumuzun nedenlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda kitapta yer alan irfani gelenek konusundaki tevile kaçan yorumları aşırı (aşırı-yorum) bulduğumu söylemeliyim. Kitabın genelinde yer aldığı için dikkat çekmek istediğim bir diğer konu ise denemelerde çok fazla tekrar bulunuyor olması. Müellif her ne kadar farkında olduğu bu durumun anlamaya katkı sağlayacağını söylese konuya vâkıf ya da metnin takipçisi okur için yorucu olabiliyor. Bir yerden sonra aynı yeri okuyorsunuz hissi oluşuyor.

Son söz olarak, Dursun Çiçek’in fotoğrafçılık konusundaki ustalığının hakkını en başta vermemiz gerekir. Kendisi bu toplumda fotoğrafçılık ile ilgili söz söyleyecek dikkate değer kişilerden birisi. Bununla birlikte, kitapta yapmaya çalıştığı şeyin sınırları zorladığını da kabul etmeliyiz. ‘Görsellik’ (bakma, görme, gürünen, görüntü, imaj) üzerinden moderniteyi, modern düşünce ve yaşam biçimini anlamaya ve açıklamaya çalışmak bizim zihin coğrafyamızda oldukça zorlayıcı bir çaba. Yukarıda da değindiğim gibi, Dursun Çiçek bu zorlayıcı çabayla yetinmeyerek ötesine göz kırpıyor. Bize has bir görme biçimi felsefesine işaret eden bu özgün çabayı takdir etmekle kalmayarak, alanla ilgilenen muhatabın müteşekkir olması gerektiği kanaatindeyim. Zira artık görünen köy kılavuz istiyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

[1] Albrecht Dürer’nin (1471-1528) otoportresine düştüğü not.
[2] Pablo Picasso (1881-1973) Amerikalı ressam, yazar, şair Gertrude Stein’in (1874-1946) portresini yaptığında, Stein portrenin kendine benzemediğini söyleyince Picasso bu cevabı vermiştir.
[3] Erkan Yüksel vd., İletişim Kuramları. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2013, s. 96.
[4] Rasim Bakırcıoğlu, Ansiklopedik Eğitim ve Psikoloji Sözlüğü. Ankara: Anı Yayıcılık, 2012, s. 53.
[5] Ahmet Şerif İzgören, Dikkat Vücudumuz Konuşuyor. Ankara: Elma Yayınevi, 2010, s. 19-21.

18 Aralık 2021 Cumartesi

Ait olduğu yeri arayanların öyküleri

Öyle kafanızın karıştığı, göğsünüzün önüne geçemediğiniz bir his yoğunluğu ile ağırlaştığı dönemler vardır ki, adını koyamaz, hâkim olamazsınız kendinize. Hayatınızda hiç yaşamadığınız bir sarhoşluğu hissettirir size o anlar. Böyle hislerin içinin etrafınızdaki kötü örneklerin size doğru yolladığı negatif enerjiyle, bazen günlük hayatınızın ve bilinçaltınızın size gösterdiği tabire muhtaç olmayan karmakarışık rüyalarla dolu olduğunu bilir, yine de tatmin edemezsiniz kendinizi. Bu çukurun içinden çıkmak ister, ama çıkamazsınız. Peki ne merhem olur bu anlara? Nasıl olduğunu anlayamadığınız bir şekilde sevdiğiniz, kapıldığınız insanların yanınızdaki, kaburgalarınızın içindeki bir kara noktadaki varlığı. Öyle söylüyor ya Barış Manço: “Nasıl olduğunu anlayamadım ama seviyorum seni delicesine.

Böyle insanların hayatınızdaki varlığıyla, daha genel geçer bir ifade ile, sevgiye bağlı olarak oluşan bir aitlik duygusuyla çözülür her şey. Gönül, asla yalan söylemez. Dışarısı hep bizim içimizin yansımasıdır aslında. Melisa Kesmez, Nohut Oda’da, dışıyla içi arasında kalan insanların, ait olduğu yerin arayışında olanların, yalnızlığı kendine düstur edip kabuğuna çekilenlerin, geride, kendiyle bir başına kalıp gidenlerin arkasından bakanların, bazen bir kedicikte aitliği arayanların hikayelerini anlatıyor bize. Öykülerdeki karakterler, bazen çocukluklarını kendi iç dünyalarındaki bir karanlık odada muhafaza ediyorlar, bazen duygu sellerinden, fırtınalardan sonra serin ama üşütmeyen bir rüzgâra bırakıyorlar gönüllerini. Bazen de âşıklar baş başa kalıyor. Kitabın kapağını ilk açtığınızda karşınıza çıkan iki epigraf konuyu haber veriyor size, hissettirerek…

Kendini bildi bileli kabuğunu arayanlara…

Yaşamın ilk çabası kabuk oluşturmaktır.

Yukarıda değindiğim o aitlik duygusunun Nohut Oda’daki ifade ediliş tarzı olmasa da, hissettiriliş tarzını, koklattığı atmosferi Nermin Yıldırım’ın romanlarındaki aitlik kavramının işlenişine benzettim. Bazı öykülerde, özellikle “Annemin Çadırı” öyküsünde, aitliğin, gerçek bir aitlik duygusu veren sevginin olmadığı bir evdense, bir çadırın bile daha huzurlu olabileceğini çok sağlam şekilde vurguluyor yazar. Ayrıca “aile” kavramı içinde anne babası arasında devamlı bir sevgi emaresi görmeye çalışan çocukların yıpranmışlığına da değiniyor.

Ailemizi aynı çatı altında kenetleyen şey eşyaydı sanki; tek sandalyesini kullanmadığımız dört kişilik yemek masamızdı, odalarımızı birbirine bağlayan koridorlardı, yüzümüzü birbirimizin ıslaklığına kuruladığımız havluydu, paltolarımızı birbirine sarılma mesafesinde muhafaza eden portmanto, çamaşırlarımızı birbirinin kirli sularında döndürüp duran çamaşır makinesi…

Beni dünyaya getiren şeyin mayasında tek taraflı da olsa aşk vardı. Sevindim o zaman. Hiç sevinecek zaman değildi ya, yine de sevindim ben.

Kitapta temel tema olarak gördüğüm meselelerden biri de, adı çok geçmese de aşk idi. Ancak Melisa Kesmez, öykülerinde aşkı, aşk kavramını, aitlik duygusunun içine doldurarak, aitlik ve aşk kavramlarını birbirine sarmalayarak işlemiş. Nitekim, “Görüşürüz” adlı öyküde aşk kavramının bir tanımı yapılmış ki, çok etkili olduğunu düşünüyorum:

Ayaklarımızın altında bir zemin yok artık. Bir çatımız da. Gelecek yok. Geçmişin izleriyse çoktan silinmeye başladı. Aşk, bize bu sonsuz boşlukta ev olacak tek şey.

Bazı kitaplar hem kurguları hem de atmosferleri itibariyle gönül telinize dokunur okurken, ama bazıları vardır ki, deniz kıyısında saçınızı hafifçe savurtan bir rüzgârın yakıcılığı misali, kurgusuyla çok yaklaşmasa da, atmosferi itibariyle burnunuzdaki bir kılcalı kanatır. Sizi kendinizden alır, biraz gezdirir, nefes aldırır, burnunuzu sızlatır, sonra kendi sinenize tekrar bırakır. O kitabı bitirdiğinizde geriye kalan, çoğu zaman gamzelerinizi bile belli ettirmeyecek kadar küçük bir tebessümdür. Nohut Oda böyle kitaplardandı benim için, okumak isteyen herkese, keyifli okumalar diliyorum. Bu arada, ince belli bardakta tavşan kanı bir çayın da, Nohut Oda’nın yanına çok yakışacağını düşünüyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

Bizi bize anlatan öyküler

Tarihi Hoşça Kal Lokantası, Şermin Yaşar’ın yirmi dokuz öyküden oluşan bir öykü kitabı. Yazarı ilk önce çocuk kitaplarıyla tanımış ve çocuklar için yazdıklarını çok kıymetli bulmuştum. Yetişkinler için yazdığı bu kitapta da kendimden bir şeyler bulup öykülerini beğenerek okudum.

Kitaptaki “Kaya Bakkaliyesi” adlı ilk öyküde şu cümleler dikkatimi çekiyor: “İnsan burada her aradığını bulabilir, bazen ne aradığını bilmeyen insanlar da gelir; ama onlar dahi aramadıkları şeylerin dışında, aslında aradıkları ama aradıklarını unuttukları bir şeyler alıp giderler.” Yazar burada bakkaldaki ürünlerden bahsediyor fakat cümlelere yoğunlaştıkça öyküden bağımsız olarak hayatla bağdaştırdım bu okuduklarımı. Dünya da insanların her aradıklarını bulabildikleri yerdir. Bazı insanlar vardır; hedefleri, istekleri, ne aradıkları bellidir. Öyle insanlar da vardır ki akışa kapılıp giderler, nereye gittikleri belli değildir. Fakat öyle ya da böyle bu dünyadan herkes payına düşeni alır. Hedefi için yeterince savaşan insan aradığını alır, bir hedefi bile olmayan insan ise payına düşene zaten razıdır. Öyküye dönecek olursak yazar öyküyü bitirirken söz konusu Kaya Bakkaliyesi’ne gelen herkesin “yine bekleriz” diyerek uğurlandığını söylüyor. Az önceki benzetmeyle ilişkilendirelim; biz bu dünyaya yine beklenecek olsak bile gelmek ister miyiz? Üzerinde günlerce düşünecek olsak bile sanırım bu soruya net bir cevap veremeyiz.

Kitabın ilerleyen sayfalarında “Kusura Bakma Dağları” adlı bir öyküye düşüyor yolumuz. Yazar kalp için kurduğu şu etkileyici cümlelerle giriş yapıyor öyküye: “Kalbim, tüm vücudum içerisinde, hassaten jeolojik bir öneme sahiptir. Şimdi şu çorak halini görünce insanın inanası gelmiyor tabii ama sizi temin ediyorum, buralar eskiden hep dutluktu. Öyle ki bakmaya doyamazdınız.” Bu cümlelerden sonra söz konusu kalbin yorulmuş, kırılmış ve yıpratılmış olduğu kanısına varıyoruz ve devam eden cümlelerde kalbi kıran kadar kalbin sahibinin de buna izin vermiş olduğu için kendisini suçlu hissettiğini görüyoruz: “Mal sahibi zamanında araziyi iş bilen bir müteahhide verseydi; o ağaçları yerinde bırakır, cevherin kadir kıymetini bilir, orayı öyle güzel imar ederdi ki rahmetli Tanpınar altıncı şehir diye kalbimi yazardı.” Bir yerde bir sorun, bir olmaz, bir çıkmaz varsa oradaki sorun asla tek taraflı değildir. Bu öyküde de gördüğümüz üzere kalbin kırılma mevzusu da aynı şekilde… Kalbi kıran zaten tartışmasız bir şekilde suçlu fakat o kalbin sahibi de buna izin verdiği için kusurlu. Hâl böyle olunca “sevdim” diyerek çıkmaya çalışıyoruz bazı meselelerin içinden, fakat yaptığımız her hataya sevgimizi şahit tutmak yerine mantığımızı da devreye sokarsak belki de olası kalp kırıklıklarından kendimizi korumuş oluruz. Çünkü bunca kusurdan sonra “kusura bakma” deyip işin içinden çıkacak kadar da “umursamaz” olabiliyor bazen kalbi kıran taraf. Her şeyin bu kadar kolay olmaması gerektiğini de şu cümlelerle anlatıyor yazar: “Beş dakika gecikince ‘kusura bakma’ dersin, birine kazara bir omuz geçirince dersin. Fakat insanın kalbini dağlayınca denir mi?” Ama diyorlar… İnsanı kırıklarla dolu bir kalple yapayalnız bırakıveriyorlar. Hatta hiç ardına bile bakmıyor bunu yapanlar. Yıllara, hatta bazen koca bir ömre mal oluyor belki de o hatalar. Bunu da ne güzel ifade ediyor Şermin Yaşar: “Yine de kusura bakmadım. Sadece kusura değil, kimselere bakmadım, kendime bakmadım, önüme bakmadım, arkama bakmadım… Ardından, ömrü billah kimseyle aynı yastığa baş koymamış, kimseye inanıp güvenememiş, suratsız ve depresif bir coğrafya öğretmeni olarak öylece kalakaldım.

Kestane Karası” başlıklı bir öyküyle karşılaşıyoruz kitabın sonlarına doğru. “En büyük umutsuzluk, neyi aradığını bilmeden aramak diye okumuştum bir yerlerde.” diyor yazar bu öyküde. Çağımızın en büyük sorunu, umutsuzluk… Yarından umudu olmayan pek çok insana rastlıyorum bir yerlerde ve bu durumu değiştirmek için elimizi taşın altına koymazsak çok daha büyük sorunlarla karşılaşacağız uzun vadede. Umudu çoğaltmalı ve etrafımıza yaymalıyız. Umut etmek için kendimize sebepler aramalı ve bulmalıyız. Evet, kötülüğün kol gezdiği bir dünyada yaşıyoruz. Fakat kötülerin varlığı kadar iyilerin çabasını da görüyoruz. Yağmur yağdığında “Yaşasın, susuz kalmayacağız!” diyen bir çocuğun masumiyeti, bu hayat için hâlâ umut etmemize yetebilir. Bir kitapta da arayabiliriz umudu, okuduğumuz bu öykü kitabında da bulabiliriz. Biz yeter ki isteyelim, umut etmekten hiç vazgeçmeyelim. Kitapları ve kelimeleri kendimize dost bilelim.

Bizden, içimizden, sokağa çıkıp biraz yürüsek rastlayacakmışız gibi hissettiğimiz kişilerin olduğu öykülerden oluşan bir kitap Tarihi Hoşça Kal Lokantası. “Umudunu kaybetme, yalnız değilsin, hepimiz benzer dertlerle sınanıyoruz.” diye fısıldıyor âdeta, okurlarının kulağına…

Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk

10 Aralık 2021 Cuma

Bir güzel kelimenin peşinden açılır bir gönül

"Dil taşıyıcıdır; bir milletin kültürünü, sanatını, îmânını, düşünüş sistemini, yaşayış özelliklerini, sahip olduğu değerleri asırlar boyunca dünden bu güne taşıyan kutsal bir nehir gibidir."
- İlhan Ayverdi (Misalli Büyük Türkçe Sözlük)

Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Fütûhat-ı Mekkiyye'sinde; bir kelimenin onu işiten herkeste iz bıraktığını, bu yüzden Arapçada kelimenin yaralamak anlamına gelen "kelem"den türediğini söyler. İşiten, konuşan ve yazan herkesin hem yaralı hem de yaralayıcı olduğunu düşündüren bu hatırlatma şunu çağrıştırmalı belki de: Hâlden anlamak ancak insan olabilene mahsustur. William Shakespeare'in "Yarayla alay eder yaralanmamış olan" dizesini en güzel ifade eden hikâye Hoca Nasreddin'de yer bulur: Gece boyunca kar yağmıştır ve hoca damın çökmesinden endişe eder. Kan ter içinde dama çıkar, temizleye başlar. Derken ayağı kayar ve damdan düşer. Komşular hocanın durumuna feryad edip "Derhal hekim çağıralım" derler fakat hoca durdurur: "Hayır ben hekim falan istemem, bana damdan düşmüş birini getirin."

Sure-i İbrahim'de "Güzel bir söz, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir." buyrulmuş. Kalplerin Tabibi "Ya hayır söyle ya sus" öğüdünü vermiş. Demek ki kelime, sahiden de yerini bulduğunda, insanını bulduğunda anlamlı olabiliyor. Kelimelere ve onların köklerine olan sevdam Nihad Sâmi Banarlı'nın Türkçenin Sırları adlı kitabını okuduğumda başlamıştı. Lütfen okuyunuz, okuduysanız bir daha okuyunuz ve çocuklarınıza, sevdiklerinize armağan ediniz. Ta lise yıllarında alıp okuduğum bu kitabı kütüphanemden yürüten her kimse, ona da kaşlarımı çatıp parmağımı sallayarak şöyle diyorum: Helal-i hoş olsun. Yeter ki Türkçe'ye sevdalı ol.

Etimoloji, kelimenin yara olduğunu öğreten bilimdir. Sosyal medyada son yıllarda rastladığım en güzel hesaplardan (twitter / instagram) birinin de adıdır. Erhan İdiz'in kitabı Sözün Başladığı Yer, bize bu bilimin hayretler veren yanlarını hatırlatıyor. İşitebildiğimiz, konuşabildiğimiz ve yazabildiğimiz her an için şükretmeye bir vesile. Kitaptan, en sevdiğim renklerden hâkîyi anlatan bir misal: "Toprak, toprağa ait, toprakla ilgili demektir. Yeşile çalan toprak rengi olarak da bildiğimiz hâkî, Farsça hâk 'toprak'tan geliyor. Kelime insanı anlatmak için de kullanılır. Geldiği yeri unutmaması için insana hâkî denir, yani topraktan olan."

Hâkî, hakîkî, hakîkat. Bir bağlantı var mı? Dil sevdası bu tip sorularla başlar, tadına doyum olmaz. Kelimelerin kökenine doğru bir yolculuğa çıktığımızda, bugün ağzımıza pelesenk olmuş sözcüklerin de çıkış noktasını öğrenmiş oluyoruz. Mesela sosyal medyada güncel hadiseler karşısında bir reaksiyon olarak ortaya çıkan ve psikolojik şiddet olarak görülen "linç", hikâyesi itibariyle pek ilginç: "Linç, Amerikalı bir yargıcın adıdır. Normalde bir lahana yetiştiricisi olan Charles Lynch (Linç) Amerika'nın iç savaşla çalkalandığı günlerde yargıçlık yapmıştır. Beğenmediği herkesi yargılayan ve garip cezalar veren Lynch, hızlı ve adaletsiz yargılamanın adı olmuştur. Sanıkları adil bir yargılama olmadan kalabalığın önüne atan Lynch’in bu cezaları Senato tarafından onaylanmış ve tarihe Lynch Yasaları olarak geçmiştir. Linç, yığınlar eliyle infazdır. Cehaletin göstergesidir. Toplumsal ve kişisel cehaletin."

Erhan İdiz bizi kelimelerin anlamla buluştuğu noktaya çekerken, dilin anlam arayışı içinde nasıl bir öneme sahip olduğunu da hatırlatıyor. Türkülerimiz, atasözlerimiz, deyimlerimiz ve birçok geleneğimiz esasında dilin anlamla buluşmasıyla ortaya çıkmış. Bu zenginliğin kaynağını bilmek, insanın ayaklarını yaşadığı coğrafyaya daha sağlam basmasını sağlarken, günümüzde sık görülen "bir yere ait olmama" duygusunun da önüne geçiyor. İdiz, kelimelerin peşine düşme hikâyesini şöyle anlatıyor: "Aşkın, sarmaşık ile aynı kökten geldiğini ve ikisinin de iç içe geçmek olduğunu öğrenince kelimelerin peşine düştüm. Yalnızca Farsça pa “ayak” kelimesinden patika, paytak, pabuç, paça, piyon, paten, sehpa, pedikür, payitaht, podyum ve futbol gibi sözcüklerin türetildiğini fark edince etimolojiye olan ilgim arttı. Teyzeye aslında hala dendiğini; üzmenin kesmek anlamına geldiğini; hasretin hasar verdiğini; tahammül, hamal ve hamilenin ortak noktasının yük olduğunu bu yolda öğrendim."

Yıkılma Sakın'ı, özellikle İsmet Özel'in kendi sesinden dinlediğimizde "Sana durlanmış kelimeler getireceğim / pörsümüş bir dünyayı kahreden kelimeler / kelimeler, bazısı tüyden bazısı demir..." dizeleri kulağımızdan gönlümüze daha sert iner. Şiirin meselesi de budur. Kişiye bir gönlü olduğunu hatırlatmak. Kelimeler, birkaç harften ibaret değildir. Onda tarifi mümkün olmayan duygularla bizi hayata tutunduran düşünceler bir araya gelir. Kimisi bunu resimle, kimisi heykelle yapabilir. Şarkı sözü yazılır ama müziksiz akılda kalması güçtür. Özellikle eski(mez) alfabemizi bilenler ve yazanlar hep şunu söylerler: O harflerin hem yazılış anında hem de okunuş anında bambaşka bir ahenk vardır. Durdukları yerde bile konuşur harfler. Göze ve gönle aynı anda hitap eder. Eskiden sadece tekkelerde değil evlerin en görünen noktalarında hatların, levhaların olması en çok da bundandır. Kökü geçmişte olan bir sahafa girdiğinizde her bir yanda bu harfleri görmek size müthiş bir manevi kuvvet verir. Çekim yasasının hikmeti ortaya çıkar böylece: O güzeldir, güzel olanı sever.

Özellikle Anadolu'da, eskiden biri ortalıktan uzun süre kaybolduğunda "kırklara karıştı" denirmiş. Bu sözün kökünde tasavvuftaki kırklar meselesi vardır. Gayb aleminin erenleri. Yine biri öldüğünde mesela, "hayatını kaybetti" denir. Buradaki kaybetme, bir şeyi yitirme anlamına geldiği gibi diğer anlamı da yine tasavvufîdir: gayba karışma, yokluk alemine göçme. Arife tarif gerekmez, abdal olan anlar gibi deyimlerimiz de yine Anadolu erenlerinin dilimize aşıladığı meyvelerdir. Bu misallerin de sonu yoktur. Bir ihtiyar, "yol göründü, çizmeleri giydim" ya da "ata eğer vuruyorlar artık" deyince anlarız ki bize öleceğini haber ediyor. Sezai Karakoç, "Artık ben gideceğim, ata eğer vuruyorlar / hatıralarımı birer birer yakacağım" der Monna Rosa'da. Madem gitmekten söz ettik, o hâlde "tahta at" kavramını da açalım. Malumunuz çocukların bir zamanlar en sevdiği oyuncaklardan biriydi tahta at. Üzerine binip "dıgıdık dıgıdık" gittiklerini düşünürler, hayal kurarlar, eğlenirlerdi. Diğer yandan tahta at, tabutu simgeler. Necip Fazıl'a kulak verelim: "Ölüm ölene bayram, bayramda sevinmek var / oh ne güzel bayramda tahta ata binmek var."

Birçoğumuz yol kelimesini çok severiz, yol fotoğraflarını ve yol türkülerini de. İnsan hep gitmekten örülmüştür sanki ama mutlaka bir yerde durmak, soluklanmak ister. Çünkü yaşamak yalnızca gitmekle değerlenmez. Durmak insanı biçimlendirir. Erhan İdiz bizi yol kelimesine daha da ısındırıyor kitabında: "On sekiz farklı anlamı vardır yol kelimesinin. Fakat ulaşım ve yöntem anlamları diğerlerine göre ağır basar. Yol, yürek ve yürümek sözcükleri aynı kökten geliyor. Türkçede birbirine bu kadar yakışan başka akraba kelimeler var mıdır? İki yüreğin aynı yolda yürümesinden daha güzel bir şey var mıdır?"

Sözün Başladığı Yer, lezzetinden ve manasından giderek uzaklaştığımız dilimizin kıymetini yeniden hatırlatıyor. Kitabın son sayfası da bitince, insan o lezzeti aramanın yollarını düşünüyor. İşte tam o esnada raflardan Karacaoğlan ile Yunus Emre, Ahmet Hamdi Tanpınar ile Sâmiha Ayverdi gülümsüyor...

Yağız Gönüler

Gidilmeyen yollar insana çok şey kaybettirir

Kimi aşıklar vardır ki ne yaparlarsa yapsınlar vuslata eremezler, vuslata erseler bile kader bir cihette onları rüzgarda savrulan yapraklar misali ayrı ayrı yollara savurur. Mutluluktan ziyade hüzünleri tattırarak onları bir ömür boyu hasret içinde yaşatıp, ölümün soğuk kucağına teslim eder... Sabahattin Ali, böyle bir aşkın üzerine yazmış Kürk Mantolu Madonna kitabını. Birbirini çok seven fakat kavuşamayan iki sevgili... Roman ise adı bilinmeyen bir karakterin Raif Efendi'yle tanışıp, onunla arkadaş olmasıyla başlıyor. Raif Efendi, o kadar içine kapanık, adeta kilitli bir günlüğe yazılmış yazılar gibi kendini saklayan, gizleyen, sessiz bir adamdır ki diğer kahraman tarafından hayatı çok merak edilir. Bir gün arkadaşının çok hastalanmasıyla da evine sıklıkla gitmeye başlar. Öyle ki hane halkıyla tanış olup aileden biri gibi olur. Fakat onun tek muhatabı Raif Efendi’dir. Ne gözü ondan başkasını görür ne de kulağı ondan başkasını duyar. Tek düşündüğü bir şey varsa da karşısında duygularını yitirmiş bu adamın hayat hikâyesidir ki işte kitabın bu kısmında ortaya siyah kaplı bir defter çıkar.

Kahraman, nihayet eline geçen bu defterle arkadaşının hayatına dair bir şeyler öğrenmenin heyecanını yaşarken, Raif Efendi defteri sobaya atmasını ister. Fakat o, telaşla ve ısrarla bunu yapmak istemediğini bir gecede olsa defteri alıp okumayı talep eder. Nihayet bu isteği kabul görülür ve defter bir gece boyunca onda kalır...

Raif Efendi’nin gizemli hayatı ise 20 Haziran 1933 tarihinden itibaren yazdığı yazılarla yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başlar... Havran’da başlayan hikâye ilk önce İstanbul’la daha sonra Berlin ile devam eder... Kimi insanlar vardır ki ne kadar kalabalığın içinde bulunsalar da kendi içlerinde kurdukları dünyalarında sessiz sedasız yaşarlar. Kimseye tebessümlerini, ağlayışlarını, acılarını hissettirmeden usulca ömürlerini tamamlayıp dünyadaki yolculuklarının sona ermesini beklerler. Raif Efendi de böyle bir adamdır. Çocukluğundan beri içine kapanık, kitaplarla dost olan, resim yapmayı çok seven, duygularını belli edemeyen belli etse dahi utangaç olan bir karaktere sahiptir. Onun bu halleri ise babasının hiç hoşuna gitmez. Sürekli küçümseyici tavırlarla oğluna yaklaşır. Yaralayıcı sözler sarf eder...

Aradan zamanın geçmesiyle de nihayet delikanlılık çağına ulaşır. Babasının isteği üzerine İstanbul’a okumaya gider. Fakat bir türlü İstanbul’da tutunamaz. Havran’a dönmek için mektup yazar. Babası ise memlekete dönmeyip, Almanya’ya gitmesini ister. Amacı oğlunun “mis sabunculuğu” öğrenip kendi sabunhanesini büyütmesidir ki bu fikir Raif Efendi’nin hoşuna gider ve Berlin’e yolculuğu başlar...

İlk günlerini kendini ifade edecek kadar lisan öğrenmeye ayırırken geri kalan zamanını şehri dolaşmak için ayırır. Pansiyonda da bir iki kişiyle arkadaşlık yapmaya başlar. Fakat bir gün sokaklarda rastgele gezerken kendini bir serginin açılışında bulur. İçeriye girdiğinde birçok tablo ile karşılaşır. Ancak onu etkileyen bir tablo olur. O da Kürk Mantolu Madonna’nın portesidir. Gözleri bir an olsun ondan ayrılmaz, olduğu yerde mıhlanmış gibi durur. Bir süre sonra tablonun, Maria Puder isminde ressam bir kadına ait olduğunu öğrenerek, sergiden ayrılıp tekrar pansiyona geri döner ama aklında hep o gördüğü görüntü vardır.

Olaylar ise bu kısımdan sonra hızla gelişir. Raif Efendi her şeyi anlar ve Maria ile aralarında garip bir ilişki başlar. Garip diyorum çünkü; bir tarafta hayata, insanlara, aşka, özellikle erkeklere inancını yitirmiş bir kadın vardır. Diğer tarafta ise sevdiği kadın için ömrünü feda edebilecek kadar aşık bir adam...

Bu iki zıt karakter Berlin’in soğuk, karlı günlerinde gece gündüz demeden dolaşırken yılbaşının gelmesiyle kendilerini bir türlü anlam veremedikleri, manasız bir eğlencenin içinde bulurlar. Sabah olunca da bir rüyadan gerçeğe uyanmış gibi ertesi günü karşılarlar ama Maria kesin bir kararla Raif Efendi’nin gitmesini ister. Raif Efendi, bu isteyin karşısında şaşkına uğrarken çaresizce çıkıp gider ve bir ölüden farksız olarak günlerini yaşamaya devam eder. Fakat bir gün sevdiği kadının hasta olduğunu öğrenince tekrar onu bularak yanına olur. Kader yine onları kötü bir vesileyle de olsa bir araya getirir. Maria ise Raif Efendi’den uzak duramayacağını ve onu gerçekten çok sevdiğini anlayarak gönlünden geçenleri dile getirir. Bunu ise şu sözlerle ifade eder:

Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için, sana aşık olmadığımı zannediyormuşum... Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar... Ama şimdi inanıyorum... Sen beni inandırdın... Seni seviyorum... Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum...

Tabii her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi onlarında mutluluğu kısa sürer ve bahar gibi sevinçlerine hüzün yağmurları düşer. Raif Efendi ise babasının vefatı üzerine zor da olsa memleketine dönme kararı alır. Sevdiği kadını bir daha görmemek üzere trenle Prag’a yolcu eder... Arada sadece mektuplar kalır fakat bir gün onlarda nihayete erer. Nitekim geçen on senenin ardından Raif Efendi, öyle gerçeklerle yüzleşir ki bin bir pişmanlık içinde kalır.

Biz okuyucular ise şunu bir kez daha iyi anlarız ki zamanında söylenmeyen sözler, tutulmayan eller, gidilmeyen yollar insana çok şey kaybettirir ve geriye acı bir pişmanlıktan, harabe olmuş bir kalpten başka bir şey bırakmaz... Hani Sezai Karakoç’un “Her şey zamanında gerek, geç yağan yağmurun faydası dokunmaz kurumuş çiçeklere...” dediği gibi...

Hüzünlü ve bir o kadar da kalbe dokunan kıymetli bir kitaptı benim için. Hâlâ okumayanlar varsa geç kalmadan mutlaka okumasını tavsiye ederim. Zira ben son sayfaları gözlerim dolu dolu kapattım...

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Tesadüf seni önüme çıkarmasaydı, gene aynı şekilde, fakat her şeyden habersiz, yaşayıp gidecektim. Sen, bana dünyada başka türlü bir hayatın da mevcut olduğunu, benim bir de ruhum bulunduğunu öğrettin."

"Bir insan diğer bir insana bazen hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş."

"Ben dünyadan ziyade kafamın içinde yaşayan bir insanım... Hakiki hayatım benim için can sıkıcı bir rüyadan başka bir şey değildir..."

"Bir insanın diğer bir insanı, hemen hemen hiçbir şey yapmadan, bu kadar mesut etmesi nasıl mümkün oluyordu?"

"İnsan tahammül edemeyeceğini zannettiği şeylere pek çabuk alışıyor ve katlanıyor."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_