17 Mayıs 2021 Pazartesi

Murakami’ye göre iyi yazarlık kaçınılmaz olarak akıntıya karşı yapılan bir iştir

İmkânsızın Şarkısı, Rüzgârın Şarkısını Dinle ve Yaban Koyununun İzinde gibi kitaplarından tanıdığımız Japon yazar Haruki Murakami’nin her ikisi de Doğan Kitap’tan çıkan edebiyat dışı iki kitabı daha var Türkçe’de: Mesleğim Yazarlık ve Koşmasaydım Yazamazdım. Bunlar onun, kendisiyle yaşadıkları ve yazdıkları arasındaki mücadelenin ve “basit” hayat tecrübesinin nasıl yazıya ve yazarlığa dönüştüğünün hikâyeleridir. Yazarlığın insanın kendisini değil kendi tecrübesini önemsemeyle ilgili olduğunu anlamamızı sağlayan metinlerdir.

Her meslek erbabı gibi olgunluk gelip çattığında bütün bir ömür yapılan işin yanı sıra belli belirsiz ya da alttan alta sürekli düşünülmüş olan ne varsa açığa çıkmaya zorlar ve kendi başına bir varlık kazanma ihtiyacı duyar. Dolayısıyla her yazar bir gün gelir neden yazdığını yazar. Mesleğim Yazarlık da öyle bir kitap. Fakat okuyunca anlaşılacağı üzere ironik olan şu ki yazarlık ayrı bir meslek olamayacak kadar hayatın kendisine ait ve onun içinde olan bir iştir. Yaşarken bir yandan da hayat hikâyemizi yazarız, yazarlar bunu kağıda dökebilen ve yazıya geçerebilenlerdir sadece.

Yazmak için belki de ilk şart insanın basit hayatındaki sıradan tecrübelerini önemseyebilmesidir. Hayatın, dünyanın her yerinde çok benzer ve bir o kadar bambaşka yaşandığını bilerek aynılığın içindeki özgünlüğü ve farklılıktaki sıradanlığı bulabilmesi de bir o kadar önemlidir. Bu insanı hem çok özgün hem de fazlasıyla herkes gibi kılan şeydir ve çok değerlidir. Biri olmadan öteki anlamını yitirir çünkü. Bunun için kişinin kendini değil yaşadıklarını önemsemesi gerekir; yazmak için lazım olan şey kendi kendini şişirmiş bir ego değil sıradan olanla hiç düşünülmemiş olanın karışımından süzülüp gelen gösterişsiz düşüncedir. Gösterişsiz düşünce, olan biten her şey üzerine düşünmeye cüret etmenin kendiliğinden gelen hediyesidir.

Yazı, konuşmanın aksine düşünceyi gösterişsizleştirir, uçarılığına son verip ayaklarını yere bastırır ve kendi iç yolculuğuna çıkmaya hazır hale getirir. Hayata var olan görme biçimlerinden farklı bakabilmeyi gerektirir. Yaşananları bütünüyle bize ait bir edebiyata dönüştürür. Tam da bu nedenle, Ursula K. Le Guin’in harika kitabı Sözcüklerdir Bütün Derdim’de (hep kitap) dediği gibi, “Sahip olduğumuz en iyi el kitabıdır edebiyat. Ziyaret ettiğimiz ülkenin, yani hayatın en kullanışlı rehberidir.”. Yazabilenler yaşadıkları hayatı biraz da ziyaret edilen bir ülke gibi görebilenlerdir. Her şeyin çok farklı göründüğü ve çok farklı görülebildiği yabancı bir ülke…

Yazmak, hayatı kendine anlatmaktır bir bakıma ve bunun için illa yazıya dökmek de gerekmez. Pek çok insan hiç yazmadan bütün ömür bir yazar gibi yaşar. Diğer bir deyişle, hayatı kendimize anlatır gibi yaşamaktır yazmak ve bütünüyle kendi hayatımızın ürünüdür. Hiç kimse bir başkasını yazar yapamaz. Uzak ve ilginç diyarlara gitmek, enteresan insanlarla karşılaşmak ya da ilginç bir hayat yaşamak da gerekli değildir çoğu zaman, hatta hiç. Tıpkı Saramago’nun Nobel konuşmasında söylediği gibidir: “Toprağını işlediğim küçük arazimin ötesine geçmeye cüret etmek için pek heves etmediğimden, bana düşen tek şey derinlere inme, aşağıya, köklere doğru kazma ihtimaliydi. Kendimin ve böyle ölçüsüz bir gayeye müsaade edilirse dünyanın da köklerine doğru pek tabii.”. Yazmak, kişinin kendinden geçtiği bir yolculuktur; kendinden yola çıkıp yine kendine vardığı ama her defasında bambaşka birini bulduğu bir dönüşüm hikâyesi.

Murakami yazarlığın ayrı bir uzmanlığa dayalı bir meslek olmadığı için herkese açık olduğunu anlatır ilk olarak. “Dışarıdan” geleni içine almakta zorlanan, dar bir menfaat grubunun otoritesine tabi bir iş değildir (neyse ki ve bereket versin ki!). Yetenekli ve başarılı olan herkesin kendi yerini kendisinin belirleyebileceği, bir takım suni destekler ya da ödüllerle şişirilen insanlar olsa da asıl yaşam gücünün hiçbir zaman birileri tarafından bahşedilemeyeceği bir mecradır burası. Tam ona göredir! Japonya’da küçük bir bar işleten adamdan dünya çapında bir isim haline gelmesini sağlayan inanılmaz bir fırsatlar ülkesidir! Ancak görmesini bilene kendini açan bir sırlar ülkesi ya da.

Yazarlık, şeklin ve maddi dünyanın ötesine geçmeye imkân sunduğu için giderek artan bir çekiciliğe ve dıştan içe doğru sürekli bir ilerleme hissine sahiptir. Oysa insanlar şekilsizliği ve soyut olanı hem sevmez hem de kavramak için gerekli çabayı göstermek istemezler. Birilerinin söz konusu eseri parlatmasını, ondaki değerli olanı bulup söylemesini ve çok satmasını ya da ödüller kazanmasını isterler. Değerli görebilmek için bütün bunlara ihtiyaç duyarlar. Diğer bir deyişle okur, kendi yetersizliği nedeniyle yazarı aşağı çekmek ister ve buna kapılan yazar en hafif tabiriyle mesleğini kaybeder; “İnsanlar çoğu durumda somut olarak şekli olan şeylerden başkasına bakmazlar. Oysaki edebi eserin niteliği şekilsizliğidir; o esere bir ödül ya da madalya verildiğinde, orada somut bir şekil belirir. Ve insanlar bu ‘şekle’ bakar.

Murakami’ye göre, yazarlık, iyi yazarlık kaçınılmaz olarak akıntıya karşı yapılan bir iştir (hangi iyi iş öyle değil ki!). Polonyalı şair Zbigniew Herbert’in şu sözleri bununla ne kastettiğini çok iyi anlatır: “Kaynağa ulaşmak için akıntıya karşı yüzmeli. Akıntıyla yüzüp giden şey çöptür sadece.”. Akıntıya karşı durabilen insanın kim olduğuna ve nasıl bir hayat hikâyesinden geldiğine dair de önemli ipuçları yakalamak mümkündür söylediklerinde. Bu tür insanlar dışarıdan verilene değil kafalarının içindekine tabi ve kendi başlarına olmayı sevenler arasından çıkmaktadır genellikle. Dışardaki yaşam çekicidir, güzeldir, hareketlidir ve değişkendir ama hiçbir şey insanın bütün bunlardan geçtiğindeki kadar tarifsiz değildir. Onun Koşmasaydım Yazamazdım’da uzun bir koşunun sonunda yitirilen bilinç halinden hareketle söylediği şu cümle biraz da bu durumu anlatır: “Şuurunu kaybetmek üzere olan insanların hayalinden geçen çılgınca güzel şeyler, gerçek dünyanın hiçbir yerinde var olamaz.

Murakami’nin hayat hikâyesi de aslında tam bir akıntıya karşı kürek çekmek, daha doğru ifadesiyle akıntıya karşı koşmaktır. İstemediği okullarda, istemediği ortamlarda ve istemediği sayısız durumun içinde kala kala, yetmeyen realitenin içinden sıyrılıp gerçek dünyanın hiçbir yerinde var olamayacak kadar güzel olan kendi hayal ülkesini yaratmıştır: “‘Okuldan hoşlanıyorum, okula gitmezsem kendimi çok yalnız hissederim’ diyen insanlardan roman yazarı olmaz. Demek istediğim, roman yazarı kafasının içinde kendi dünyasını kuran kişidir. Ben ders sırasında hiç ders dinlemez, bin bir çeşit hayale dalardım. Eğer şimdiki zamanlarda çocuk olsaydım okulu kesinlikle benimseyemez, okula gitmeyi reddeden çocuklardan biri olurdum sanırım.

Murakami yazarlığın yetenek mi çalışmak mı olduğu konusuna da girer bir yerde (hangi yazar girmez ki!) ve bunu sevdiği bir anekdotla anlatır. Paul Valery, Albert Einstein’la bir söyleşisi esnasında, “Aklınıza aniden gelen iyi bir fikri yazmak için yanınızda not defteri taşıyor musunuz?” diye sorar. Bunun üzerine Einstein nezaketini kaybetmese de biraz şaşırır gibi olur ve şöyle der: “Yoo, öyle bir gereksinimim olmuyor. Aklıma aniden iyi bir fikir gelmiyor çünkü.

Murakami’nin aklına ise iyi fikirler çoğu zaman koşarken gelir. Bu her tarafından sefalet akan hayatın kıyısından ve bazen içinden, yanından yöresinden koşup giderken sanki her şey ona doğru koşar ve zihnine üşüşerek -kimi zaman ona rağmen- yeni bir dünya kurar; “Roman yazmak konusunda bildiklerimin çoğunu yollarda, sabahın erken saatlerinde koşarak öğrendim.” Hayat fazlasıyla yaralayıcı ve yıpratıcıdır belki ama koşmak aynı zamanda bütün bunlara rağmen ileri gidebilmek demektir. Ve “Yürekte açılan yaralar, bir insanın bağımsızlığı karşılığında dünyaya ödemek zorunda olduğu çok doğal bir bedel”dir.

Bir maratonu bitirmek, her defasında tam olarak ne için olduğu belli olmayan bir şeylerin bedelini ödemektir. Yol boyu hayatın tamamı bütün insanlar adına gözden geçirilir; “Dünyanın neresinde olursa olsun, uzun mesafe koşan insanların yüz hatları aşağı yukarı aynıdır. Hepsi koşarken bir şeyler düşünüyormuş gibi görünür. Hiçbir şey düşünmüyor da olabilirler, ama sanki son derece odaklanmış bir şekilde bir şey düşünüyormuş gibi dururlar.” Dışarıdan bakıldığında hiçbir şey yapmazken bile böyle görünen kişi yazar olmak üzeredir! Kısacası Murakami okumak yazar olmanın kendi koşusunu yapmayı öğretici bir tecrübe gibidir ve sadece koşarak bile olunabileceğini gösterdiği için değerlidir.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

Hilmi Yavuz’un Okuma Notları ve eleştirinin pişmanlığına dair

Hilmi Hoca ile bir sohbetimizde, ben ve yanımdaki gruba, merak ve tecessüsün farkına dair sanırım Cemil Meriç ile olan bir anısını aktarmıştı. Hatta Meriç’in kendisine bu iki kavramın farkını ortaya koyan tatlı sert bir tepkisini de tüm ayrıntısı ile anlatmaktan çekinmemişti. Bu, benim için ciddi bir ders olmuştu zira galiba farkına varmadan ben de merak ile tecessüsü karıştırıyordum. Özellikle de yazar ve düşünürlerin nerede ise özel hayatına dair birçok anekdotu, biyografilerinden ayırıp zihnimde tutacak kadar. Ancak insan zamanla değişip dönüşüyor. Hal böyle olunca da yazarın özel hayatından çok, düşünce tarzı, yazma alışkanlıkları, çalışma düzeni ve okudukları daha fazla ilgi çeker hale geliyor.

Hilmi Hoca’nın benim de bile isteye okumasını uzattığım Okuma Notları, aslında nerede ise 30 sene önce basıldı ilk kez. Kendi adıma geç çocukluğuma denk gelen bir dönem o tarih. Okumam mümkün değildi. Ama sonraki dönemlerde birçok Hilmi Yavuz kitabını okumak nasip oldu. Başka bir yazı vesilesi ile ifade ettiğim üzere, 1999 yılında ikinci baskısı çıkan Denemeler (Boyut Kitapları, 1. Baskı, 1996) kitabındaki Ya Kebikeç (imzalatmak da nasip olmuştu o yazıyı) yazısı da benim kitapla ilişkimi inşa eden en önemli teşvik kaynaklarından biri olacaktı. Konudan sapmayalım. Hilmi Hoca’nın okuma notlarını bir kitaptan azade, bahse konu bir merakla ve bile isteye geciktirerek okumak nasip olunca ona gelene kadar okuduğum aynı beklenti ve niyetli kitaplar bir yönlendirici olmuştu. Mesela Alberto Manguel’in Okumalar Okuması tam da buna dair bir örnek. Fakat belki daha sonraki bir yazıya konu olabileceği için uzatmamak niyeti ile o kitaba dair yorumumu kısa tutacağım. Manguel, beklentimin aksine, okumanın bir eylem olarak niteliğinin arttırılabilmesine dair tecrübelerini aktarırken herkes için bir kitap kaleme almıştı. Dolayısı ile Yavuz’un okuma notları ile benzeştirilecek ya da kıyaslanacak bir muhtevası yok. Dolayısı ile ve öncelikle belirtmek gerekir ki, Hoca’nın, kitabın girişinde de ifade ettiği pişmanlığının temelinde ancak kitap okunduğunda anlaşılabilecek bir cüret ve cesaret yatıyor. Ki onu tanıyan herkesin bildiği bir şey var ki Hilmi Yavuz bu çağın rüşvet-i kelamcı “hocalarından, üstatlarında, abilerinden” değil, hem de hiç. Bu tavrının ona kazandırdığı tek şey de kendi ifadesi ile düşman. Rahatsız mıdır bu durumdan, hiç zannetmiyorum.

Okuma Notları bir aydın sorumluluğu tavrı. Göreceli olana değil belgelenen, somut ve emek isteyen çabanın sonucunda varılan sonuçlara dair net bir döküm. Birçok puta bazen balyozla cepheden bazen de küçük bir keski ile ince ince yapılan müdahale. Düzelti. Ama öyle teklifsiz bir tenkidin tahrip ediciliğiyle değil, teklifi olan bir mizahi ve hicvî dil ile. Eski usul bazen. İncitmekten çok, fark ettirmek ve düzeltme şansı vermek gayesi ile. Babacan ama bazen oldukça sert ve çekilmez bir dost edası ile. Zaten bu kitabın yeniden ve eklemeli baskısının 30 sene bekleme sebebini de böyle izah ediyor Hoca. Onca eleştiri, tespit, teşhis… sonuç; edinilen düşmanlar ve düzelmeyen hatalar. Belki de bir kırgınlık da yaratıyor bu durum onda, kim bilir. Ben ise bunu bir şans olarak görüyorum. Keşke bugün de bir bütün olarak olmasa da her mahallenin Hilmi Hoca birikiminde ve babacanlığında bir taşlayanı, bilgesi, eleştirmeni olsa. Bu sadece bir kitabın teknik düzeltisi düzeyinde değil, bir entelektüel tavrın yeniden ve ideale giden inşası için de zarurî. Belki de bir türlü tespit edemediğimiz eksikliğimiz budur.

Yanlış anlaşılmasın, Hilmi Yavuz kitapta sadece bulduğu hatalara, yanlışlara, aksaklıklara değinmemiş. Bunun ötesinde, okumalarını, keşiflerini, düşüncelerini de aktarmış. Bu çağda artık alışkanlık haline gelen taassupların aksine kıyıda köşede kalmış bir yazıdan çıkardıkları, köşe yazılarını nasıl takip ettiğini, bazen duymadığınız bir mülakat ya da röportajın entelektüel birikime neler katabileceğini de anlatmış. Bu manada kışkırtıcı bir rehber olduğunu söylemek, bu eserin, çok da yanlış değil. Ki muhtevasına dair alınacak notlar belirli bir seviyenin üstü yeni okuma düzeni yaratabileceği gibi başlı başlına okuma düzeninizi şekillendirebilecek not alma alışkanlığının biçimine dair de fikirler vermiş. Ben bu manada Hilmi Hoca’nın eserini böyle bir birikime rağmen, bugün alışıla gelen “aydın” egosunun çok dışında bir tevazuun da ürünü olarak görüyorum.

Hilmi Hoca “genç” bir kalem bence. Gençleri çok seven bir kalem. Münevver. Bu bir övgü değil zira Hoca’nın her metni, konuşması bence ciddi manada tenvir ediyor. Hatta bazen sadece anıları dahi. Bu yüzden elimizdeki eser eklemeleri olan güncellenmiş bir sürüm olsa da bazen keşke Hilmi Hoca ve onun gibi birkaç kişi daha bu tip notlarını paylaşsa diyorum. Çünkü bu zamanın gençlerinin tecessüslerini besleyen magazinel bilgilerden çok, yazarın, düşünürün, münevverin zihin dünyasına, göz ucuna girmeye ihtiyacı var. Başka bir açıdan ifade edersek ısrarla bir muhite intibak edip “uymak”tan ve tâbi olmaktansa çekinmeden eleştirmenin -ama teklif ve emekle- yollarını bulmalı. Ben Okuma Notları’nı okurken sanırım tam olarak bu hisse kapıldım. Bizden olanı takdis etme alışkanlığına bağlı olarak bir türlü aşılamayan yazım arızaları, düzelmeyen alışkanlıklar, galat haline gelmiş kullanımlar evvela Türk diline zarar veriyor. Şu eleştiri elbette yerinde: o kadar çok ki, bir yerden sonra dışlanmak ve aynı Hilmi Hoca gibi düşman edinmek mukadder. Ve elbette bugünün düşmanları eskiye göre çok daha acımasız ve niteliksiz. Lakin bunun kolay olduğunu da söylemiyoruz.

Hülasa Okuma Notları içeriği ile bugün belirli düzeyde bir okuyucu kitlesini ilgilendiriyor gibi dursa da biçim ve tavır olarak ortaya koydukları zamanımızın genç okurunun çok fazla aradığı bir metin. Güncel bir tartışma olarak Z kuşağının birçoklarını korkutan usanmaz eleştirel tavrı göz önüne alındığında Hilmi Hoca bu çağa da öğretmen olmaya devam ediyor. Eminim ki Hoca bu yazıyı da okuyacak, o yüzden son olarak ona da seslenmek de fayda var. Israrla korkuya hapsedilen ve eleştiri yetenekleri törpülenen bir kuşağın bu notlara daha fazla ihtiyacı var. Dileriz ki başta Hilmi Hoca olmak üzere hala gençlerin düşünmesinden ve eleştirmesinden rahatsız olmayan büyüklerimiz gençleri kışkırtmaya devam etsinler. Çünkü gençler; Hoca’nın dediği gibi külli câhilûn cesûrûn. O zaman siz onlardan daha cesur olun!

Galiğ Çağ
twitter.com/caggalip

14 Mayıs 2021 Cuma

Kim bu barbar?

barbar
1. Gürültücü, patırtıcı (kimse).
2. Palavracı.
3. Sert, haşin (kimse).
4. Atak: Barbar bir çocuk.
5. Yabancı.
6. Bir kimsenin aleyhinde bulunan, kötülük yapan.
7. Gelişigüzel, saygısızca konuşan.
- TDK sözlüğü

Sema Kaygusuz tarafından kaleme alınmış olan Barbarın Kahkahası 2015 yılında Metis Yayınları'ndan çıkarak 2016 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü’nü de almaya hak kazanmış bir roman. Kitabı incelemeye başlamadan önce epigrafta “barbar” kelimesinin anlamı üzerinde özellikle durmak istedim çünkü “barbarın kahkahası” kullanımı kitapta tek bir bölümde geçiyor olsa dahi, tüm kitap boyunca peşinde olduğumuz bir tanım. Üstelik barbar diye adlandırabileceğimiz kimseler kısmen ya da tamamen bu yedi anlamı tümüyle üzerlerine cuk oturmuş bir gömlek gibi giyiniyorlar. Kitapta yer alan isimler birbirine karşı kendilerince haklı olarak “gürültülü” olabilmenin verdiği rahatlıkla, birbirleri hakkında ve hatta birbirlerine karşı da “saygısızca konuşabiliyor”, bir yandan “sert” görünürken, bu görünümün ardında “kötücül bir görme” eyleminin faili olabiliyor. Bunları yaparken de arkasına saklandıkları başka bir barbar tanımını yüklüyorlar bir ötekine: “yabancı”.

Kitap, Mavi Kumru Moteli’ne yaz tatili için gitmiş olan bir grup insanı konu ediniyor. Anlatıcı, bir suçla açılış yapıyor kitaba ki ilerleyen sayfalarda suç diye nitelendirilen bu davranışın sadece kahraman tarafından psikolojik bir rahatlama mekanizmasıyla eylem haline dönüştüğü görülüyor. Ancak fitili ateşlemek için sanki hazırda bekleyen otel müşterilerine bu davranış yetiyor da artıyor bile. “Suç” diye tanımlanan konu kitabın kahramanlarından olan Turgay’ın denize işemesi. Ardından otelin havlularına, çarşaflarına, minderlerine, müşterilerin eşyalarına karşı adeta bir başkaldırı niteliğinde bu çiş konusunun devam etmesi.

Çiş, aslında bir taraftan konuyu güçlendiren, bir taraftan da olayın tüm şüphelilerini, yani tüm karakterleri birbirine muhatap kılan bir metafordan ibaret, verdiği mesaj açık: Bu işi aslında kimin yaptığı belli değil, dolayısıyla hepimiz bir anlamda suçlu ve kirliyiz. Aramızdan birini bu iş için kurban seçemeyeceğimize göre, bizden olmayanı, alt sınıftan olanı, bize hizmet edeni ilk tahlilde suçlamak en akıllıcası. Ancak o da gidince ve biz aynı sınıftaki insanlar bir başımıza kalınca kimi suçlayacağız? Bizden olanı değil elbette, böyle çirkin bir şeyi yapsa yapsa öteki yapar. Ötekinin kim olduğuysa bizim kendimizi nasıl tanımladığımıza göre değişir. Kitap, biraz da bu sorunun peşinde giden bir polisiyeyi andırıyor ancak klasik polisiyelerdeki gibi bir çözüm bölümü beklemeyin. Çünkü anlatıcı bu unsuru sadece anlatmak istediğini anlatabilmek, vermek istediği mesajı ortaya koyabilmek adına adeta bir dekor gibi kullanıyor. Öyle ki anlatı aslında düz seyrinde ilerleyen bir kurmaca bile değil. Önemli olan olay örgüsü değil, özellikle diyalogların güçlendirdiği ve okuyucunun da tanık olduğu birtakım anlar.

Belirgin bir çizgisel kurgusu olmamakla beraber öne çıkan bir ana kahraman da yok Barbarın Kahkası’nda. Yaşanan anlara konuk olurken aslında mercek altına alınmış olan karakterlere de değiniyor anlatıcı. Tıp tarihçisi ve deontolog olarak çizilen Simin karakterinin diğerleri ile ilgili yazdığı notlarda psikoanalitik bir değerlendirme yapılırken, karakterler arası diyaloglarda kişilerin o gün nasıl öyle olduklarının kaynaklarına ulaşılabiliyor. Bu diyaloglar, yazlık motellerde iki üç insanın bir araya geldiğinde yaptığı çaylı muhabbetlere hiç benzemiyor. Bilakis her birinden acı bir feryat yükseliyor. Kiminden bir tecavüz vakası, kiminden oldurulamamış bir eşcinsel ilişki, kiminden bir katliam, kiminden bir kadın baskısı sızıyor. Birçoğu da gidip bir erk söylemine takılıveriyor. Anlatıda bu söylemi destekleyen en güçlü temsil ise ergenlik çağında olan Ozan’a ait. Elinde zıpkınla her seferinde motele ölü bir hayvan getirerek yetişkinlerin dünyasına ancak güçle, iktidarla dahil olabileceğini gözler önüne seriyor. Her ne kadar tüm tatilciler Ozan’ın davranışlarını tuhaf bulsalar da içten içe hepsi farklı şekillerde bu erke hizmet ediyorlar. Aynı çiş gündeminde olduğu gibi, ölü hayvanları görünce de ikiyüzlülükleri ortaya seriliyor. Sanki sahiden temizlermiş gibi, kirli olduğunu düşündükleri bir şeye tepki gösteriyorlar.

Öte yandan karakterlerin ikili konuşmaları her ne kadar o ana ve o kişilere özel gibi görünse de bu diyalogların bütünü kapsayan anlamlar barındırdığı söylenebilir. “Sen benden ne istiyorsun Melih? Neden her fırsatta beni tespit edip duruyorsun? Büyüteçten böceğe bakar gibi gözetliyorsun? Her fırsatta ağzıma sıçıyorsun. Resmen suratıma karşı dedikodumu yapıyorsun lan!” diyen İsmail her ne kadar bunu Melih’e söylüyor gibi görünse de aynı cümleyi kitapta yer alan diğer ilişkilere uyarlamak çok da zor değil örneğin. Ya da “Ben meğerse, inancımın karşısına babamı dikmişim inzibat gibi. Dinimin sahibiymiş babam. Ona bir şey olunca bana da oldu.” diyen Alikar bu tespiti sadece kendisi için yapıyor olmasa gerek.

Tüm bu kapsayıcı diyaloglara Simin’in defterine yazdığı notlardaki birkaç satır nokta koyar gibi: “Büyümüş de küçülmüş olanın kan dökerek yarattığı ürküntü ile küçülmüş de büyümüş olanın yarattığı çiş kargaşası arasında müphem bir bağlantı var bence. Evcil hayatlarımıza sızmış biri çocuk, diğeri yetişkin iki barbar, hicveden bir kahkahayı, karşılıklı atışan aşıklar gibi tamamlıyorlar.

Barbarın Kahkahası, her bir karakteri, her bir diyalogu ile oldukça güçlü anlar sahneleyen sinematografik bir görsel şölen gibi. Öte yandan, beklenmeyen, şaşırtıcı, merak ettiren unsurlar barındırdığını söylemek güç. Karakterlerin temsilleri başarılı ancak her ne kadar örtülü bir metin izlenimi yaratsa da aslında tahmin edilmesi zor değil. Kim bilir, belki yazarın da amacı zaten bu değildir, dert edindiği birtakım konuları roman zeminine taşımak istemiştir ve doğrusu bunu çok başarılı gerçekleştirdiği aşikar.

Barbarın Kahkahası, sadece Türkiye için değil dünyanın birçok yerinde nefes alan bu insanların, gerçekleşmiş olayların, var olan muktedirin ve ötekinin sayfalarda izini sürerken polisiye, psikoanalitik kuram gibi yardımcı ögelerden destek alıyor ve “hepimiz en az bir diğerimiz kadar kirliyiz” özeleştirisi ile gücünü gösteriyor.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

13 Mayıs 2021 Perşembe

Türk hassasiyetini ve irfanını yaşatan mektuplar

Mektuplar hangi dönemde yazılmış olursa olsun, tarih kitaplarının çizdiği çerçevenin dışına çıkabilmemizi sağlar. Böylece önümüzde zengin bir düşünme boşluğu uzanır. Hem tarih kitaplarından hem de mektuplardan, anılardan, hatıralardan edinilen bilgiler o boşluğa serilir. Aklın imkânları el verdiğince, okuyucu burada kendi filtrelerini devreye sokar. Dünyaya hangi nazarla bakıyor olursa olsun, zenginleştiğini hisseder. Tarihin çok büyük bir bölümünün kurgulanmış olduğunu fark edince, özel metinlerin peşine daha çok düşer. Bu metinleri görgüsü, irfanı yüksek kimseler yazmışsa şayet, hem okuma lezzeti yüksek olur hem de dünyaya bakılan pencere her seferinde daha çok genişler.

Sâmiha Ayverdi, yazar olan kuzeni Semiha Cemal’in genç yaşta vefatının akabinde mürşidi Kenan Rifâî'nin “Onun yerine artık sen yazacaksın” işaretiyle eline kalemi almış, bir daha da bırakmamış, söyledikleriyle ve yazdıklarıyla hâlâ aramızda olan ve kıyamete dek de böyle kalacak kimselerdendir. Ayverdi, eserleriyle Türk görgüsünü ve yaşayışını, kaybettiklerimizi, ne iken ne olduğumuzu anlatırken; özümüzle olan irtibatın harcı olarak tasavvufu merkeze almış bir zihindir. Onun romanlarını yahut diğer eserlerini okumak; sadece dil zevki açısından değil, yaşadığımız coğrafyanın zihniyet haritasını çıkarmak bakımından da oldukça önemlidir. Misal vermek gerekirse, İbrahim Efendi Konağı (1964) ne kadar romansa o kadar hâtıradır. İstanbul Geceleri (1952) ne kadar hâtıraysa o kadar romandır. İnsan ve Şeytan (1942) ile Dost (1980) arasında neredeyse kırk sene vardır ama bir romanla bir hâtıra birbirini ancak bu kadar tamamlayabilir. Türk Tarihinde Osmanlı Asırları (1975) her evde bulunması gereken bir başucu eseriyken, Boğaziçi’nde Târih (1966) gibisi henüz hâlâ yazıl(a)mamıştır. Mektup ve mektuplaşma, Ayverdi için belli ki mühim bir meseledir. Zeynep Uluant, TDV İslâm Ansiklopedisi'ndeki Sâmiha Ayverdi maddesinde bu durumu "Kendisine gelen bütün mektupları cevaplandırdığı bilinen Samiha Ayverdi’nin siyaset, eğitim, kültür, dil konusu ve toplum ahlâkı gibi Türkiye’nin birçok meselesine dair dönemin başbakanları ile bakanlarına, parti ve belediye başkanlarına yazdığı mektuplar bu konudaki hassasiyetini göstermektedir." sözleriyle açıklar. Meraklısı, Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı'nın internet sitesinden, Sâmiha Ayverdi Arşivi - Mektup Listesi'ne bakabilir.

Mektuplardan Gelen Ses, 1985 yılında neşredilmiştir. Kitabın başında Ayverdi, "Son bir buçuk senedir hastayım. Müstesnâ ve mümtaz bir insan olan İlhan Ayverdi'nin ısrârı, Sinan Uluant ve İngiltere'de bulunan Gülşah Akçal'a yazmış olduğum mektupların bâzı kısımlarını, yüzünü gördüğüm veya görmediğim vatan evlâtlarına ithaf etmem kârarında müessir oldu. Böylece de bu kitapçık meydana geldi" der ve ekler: "Bu küçük risâlede karşıma aldığım şahıslar, görünüşte iki torunum ise de, gâyem, onların penceresinden bütün gençliğe seslenmektir."

Sâmiha Ayverdi'nin mektupları öyle uzun sayfalara yayılmıyor. Belli ki gençlerin öğüt dinlemekten zevk almadıklarını bilerek, onların gönüllerine birer fidan ekme bahanesiyle yazmış hep sultan. Ektiği fidanlar, Rifâî bahçesinden geliyor. Biliyor ki gençlerin göğsüne ekilecek bu güzellik tohumları elbet bir gün meyvesini verecek. Çoğu mektupta aileye ve evlat yetiştirmeye dair günümüzde hâlâ tartışılan meselelere çok ince, belki iki üç cümleyle çözüyor Ayverdi. O yıllar göz önünde bulundurulursa, aile kurumunun iyice yıkılmaya yüz tuttuğundan, bunun da memleketteki maarif sorunuyla alakalı olmasından yakınıyor. Diğer yandan kalemini annelere ve babalara da çeviriyor, evlâtların hayatını bütünüyle kontrol etmenin mümkün olmadığını, bunun tam tersi neticeler doğuracağını söylüyor. Terbiye, elbette aileden başlıyor. Ama asıl terbiye edicinin (irşad) kim olduğunu unutmanın, ailenin evlât üstünde ciddi bir baskı unsuruna dönüşeceği noktasında ikâzlarda bulunuyor.

"Hayatı tatlandıran, biraz da, onu kabul tarzına bağlı olduğuna göre, siz de sivrilikleri törpülemeyi âdet hâline sokar, sıcak mizâcınızla, korukları pişirip bal gibi üzüm eylersiniz" diyerek, ev huzurunun nasıl sağlanacağına yönelik bir anahtar veriyor. Vazife ve insanlık şuuru kazanan kimselerin, nasiplerden en güzeline ulaşacağını söyleyerek, şikayet etmekten sıyrılıp seyrin içindeki seyri görmenin marifet olduğunu hatırlatıyor: "Asıl kudret sahibi olan küllî irâdeye yaslanmak gibi bir mânevî imtiyâza sâhip olmak, her türlü derdin dermanı... Bir velî kişinin dediği gibi en kestirmesi: Seyrancısın seyrânın eyle / deme zinhar neden şu böyle, bu böyle!"

Ken'an Rifâî sultan, insanları terbiye eden iki türlü yol olduğunu söylemiş. Bunlardan biri şevk-i muhkem, yani coşkun sevgi. Diğeri ise sille-i Hüdâ, yani Allah'ın vurduğu tokat. Cemâl ve celâl. Ayverdi her zaman cemâl yolunu niyaz edenlerden, hem kendisi hem de sevdikleri için. Zaten o, kendini çoktan bir kenara bırakıp, ihtiyacı olana ihtiyacı kadarını vermeye hazır. İlmiyle, irfanıyla, görgüsüyle, birikimiyle, iki torununa gönderdiği mektupları cümle torunlara gönderir gibi yazması bundan. Şu cümleler, yolun başındaki herkesin dayanağı olmalı: "Hâdiseleri zorlamak bizim işimiz olmamalı. Hâline râzı ol... Sabır, her zorluğun anahtarıdır. Dûrendiş (ileriyi düşünen, ileriyi gören, tedbirli) ol, basîretli ol, teennî (acele etmeden iş görme, düşünceli hareket etme) göster. Çileler ve ıztıraplar, onları iyi karşıladığımız takdirde birer mânevî hazîne demektir. Karı, yağmuru, fırtınayı yemeden gül fidanı çiçek açar mı? Bizim her nefesimizin başkalarına faydalı olması, dervişlik şiârımızın elifbâsı sayılır."

Mektupların yazıldığı 60'lı ve 70'li yıllar, Türk siyasetinde dengeleri her an değiştiği ve bilhassa gençlerin birbirini yediği, halkın da türlü imkânsızlıklardan içini kemirdiği bir döneme tekabül ediyor. Ayverdi, olayları öz biçimde değerlendirirken torunlarına nelerden uzak durmaları gerektiğini yine öğüt vermeden, perdeyi hafif aralayıp, hakikati göstererek izah ediyor. Üzerinde en çok durduğu konu ise maarif. Gençler ne yapacaklarını bilmiyorlar ve ilk kabul ettiklerine koşulsuz inanıyorlar. Bir takım siyasi davaları, şahsî meselelerinin çok üstüne koyuyorlar. İş işten geçtikten sonra da hayatın manasından, insan olmanın haysiyetinden çok uzaklaşmış oluyorlar. Kaçırdıkları evvela kendileri oluyor. Ayverdi de memleketin 'zaten' sahipsiz olduğu uyarısını yaptıktan sonra siz içinize ve işinize bakın diyor, daima ümidi aşılıyor ve kurtarıcıların önemine değiniyor kendi nezaketiyle: "Ümitsizlik, Allah'ın kerim ve rahîm sıfatlarını inkâr etmek olur ki, bu da bize asla yakışmaz. Her şey, Hakk'ın iki kudret parmağı arasındadır. İstediği an, bir vesîle ile celâli cemâle çeviriverir. Yeter ki biz buna müstehak olalım. İnsan oğlunun ümit ve tesellîsi, bir ilâhî akıl ve aşk ile üstün olan kahramanlardır. Bu, fikir, îman ve aşk kahramanları, kütlelerin sırtlarını dayadıkları kurtarıcılardır."

Kitabı bir Kadir Gecesi'nde bitirmiştim. Sâmiha Ayverdi okumak için bir güzel vakit de Kadir Gecesi'dir. Çünkü o sultan, 25 Kasım 1905 ramazanının Kadir Gecesi'nde doğmuş, 1993 ramazanında da Mevlâ'ya kavuşmuştur. Bir mektubunda şöyle yazar, dua niyetine geçsin diyerek öyle bitireyim: "Allah'ım verdiği lutfun kıymetini bildirsin."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

12 Mayıs 2021 Çarşamba

Gelenek dinin neresindedir?

Modern çağda metafiziğin öldüğü ilan edildiğinde tüm aşkın anlayışlar gibi dinler de geçmişin tozlu raflarına terk edilmek istenmişti. Fakat insanın metafizik yönünü terk etmesi bu kadar kolay olmadı. Zira hayat boşluk kabul etmez; bir şey yerinden çıkarıldığında başka bir şeyle orayı doldurur. Nitekim modern düşünce eliyle hayat dinden soyutlandığında yeri boş kalmamış, baskılanmış veya dönüşüme uğramış tepkisel bir metafizik açığa çıkmıştır. İnsanlık tarihindeki tüm metafiziksel eğilimler gibi bu yeni metafiziksel oluşumun da belirleyicisi insanın manevi açlığının paradigmal niteliğidir. Dönemin paradigması geleneği tümüyle reddeden modernite olduğundan, ortaya çıkan metafizik eğilim de moderniteye içkindir.

Bugünden geriye doğru bakıldığında, on dokuzuncu yüzyıl sonlarında yavaş yavaş görünmeye başlayan metafiziksel hareketler fark edilir. Modernitenin hayatı etkileyiş biçimlerine tepki olarak ortaya çıkan bu hareketler Batı orijinlidir. Onlardan biri yirminci yüzyılın ilk yarısında biraz daha sistemleşerek Tradisyonalizm/Gelenekselcilik adını almıştır. Amacı, modernitenin katı rasyonalist ve materyalist yapısının neden olduğu sorunları çözmek olan ekolün yöntemi geleneği canlandırmaktır. Yalnız, bu hareketin gelenek kavramına yüklediği anlam bilinenden farklıdır. Gelenekselci Ekol’ün gelenek anlayışı tüm inanç sistemlerini kapsayan bir genellemeye ve evrenselliğe sahiptir. Ekolün görüşüne göre, eğer bir din varsa gereklidir ve özü ilahi nitelik taşımaktadır. Vahiy din(ler)i, din(ler) geleneği oluşturur. Dolayısıyla tüm inançlar kutsal bir bütünün parçalarıdır ve hepsi “ezeli bilginin”, “kadim bilgeliğin” ya da “hikmetin” tezahürüdür. Dinlerin Aşkın Birliği olarak tanımlanan bu ilahi/kutsal birlik tüm inançları bir potada eritmeyi öngörür.

Gelenekselci Ekol, modernitenin katı akılcı ve salt maddeci anlayışının insanları dinlerin ilahi özünden uzaklaştırdığını iddia etmiştir. Bu gelişmeler insanlığı kutsal olan aşkınlıktan uzaklaştırmakla kalmamış, insanda bulunan metafiziksel eğilimin de kaybına yol açmıştır. Bilim ve teknolojiyle desteklenen modern dünya materyalist bir oluşumdur ve insanlık açısından felaketlere sebep olmuştur. Çözüm, aşkınlık kaynaklı geleneğe dönmektir.

Pruva Yayınları etiketini taşıyan Gelenekselci Ekol Eleştirisi çeşitli yönleriyle Tradisyonalizm’i ele alıyor. Abdullah Kasay’ın uzun soluklu çalışması yüz seksen beş sayfadan oluşuyor. Metnin akademik üslubu analitik bakabilen okur için sorun teşkil etmeyecektir. Sorun olabilecek boyut, fanatik ya da romantik eğilimliler açısından eserin kapsamının aşkın bağlamında; tasavvuf ve sufizm bahislerinde olacaktır. Bu bahisler genel anlamda tasavvufi/sufi geleneğin ezoterik/mistik görüşlerini içermekle birlikte özellikle İbni Arabi’nin (1165-1240) ‘Vahdet-i Vücûd’ ve Celaleddin Rumi’nin (1207-1273) ‘dinleri eşitleyen çoğulculuk’ düşünceleriyle öne çıkıyor.

Kitap genel anlamda iki kısma ayrılıyor diyebiliriz. İlk kısım Gelenekselci Ekol’ün Batı’da ortaya çıkışı, amacı, düşünsel dinamikleri ve önde gelen temsilcilerine değiniyor. Açıkça söylemek gerekirse, Tradisyonalizm’in amacı, ortaya çıkış süreci ve felsefi arka planı modernite karşıtlığı açısından ilgi çektiği ve sempati doğurduğu yadsınamaz. Batı’nın insanın manevi yönünü ihmal ettiği bir dönemde, metafiziksel açılım arayanlar için önemli bir yer doldurduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Fakat asıl sorun ekolün görüşlerinin içeriği değerlendirildiğinde beliriyor. Zira Gelenekselcilik, birbiriyle uyuşmayan ve birbirini reddeden inanç sistemlerinin metafizik ve ezoterik yanlarını sentezleyen bir öğreti olarak karşımıza çıkıyor.

Gelenekselci Ekol’ü çözümleyebilmek için önde gelen isimlerine bakmak fayda sağlayacaktır. Kitapta ekolün birçok temsilcisi sıralanıyor fakat özellikle Türkiye’deki ‘dindar aydınların’ yakından bildiği bazı isimler dikkat çekiyor. Bu isimlere ekolün kurucusu sayılan René Guénon/Abdülvâhid Yahyâ (1886-1951) başta olmak üzere Frithjof Schoun/Îsâ Nûreddin (1907-1998), Titus Burckhardt/İbrahim İzzeddin (1908-1984), Martin Lings/Ebûbekir Sirâceddîn (1909-2005) ve Seyyid Hüseyin Nasr’ı (1933) sayabiliriz. Buradaki isimlerin birçok ortak noktası bulunuyor. Öncelikle İranlı Nasr dışındaki ilk dört ismin mühtedi olduğu görülüyor. Batılı entelektüellerin İslam’ı kabul etmesi Müslümanlar nezdinde otomatik olarak olumlu bir imaj bırakıyor ve onlara daha müsamahalı yaklaşılmasına neden oluyor diyebiliriz. Süreç, oradan gelen bilginin daha az filtrelenmesi sorununu doğuruyor.

Temsilcilerinin birbirine benzeyen yaşam öyküleri de Gelenekselci Ekol hakkında önemli veriler sunuyor. Dikkatle bakıldığında ilgi alanları, merakları, yaptıkları ruhsal-fiziksel yolculuklar, etkilendikleri kişiler ve aldıkları eğitimlerin hemen hemen aynı olduğu görülüyor. Gelenekselcilerin anlam dünyasında Uzak Doğu dinleri ve Hint mistisizmi önemli bir konuma sahiptir. Bunun yanında Hıristiyan ezoterizmi, Yahudi Kabalizm’i ve paganizmin mitik özelliği de ekolün felsefi zeminini oluşturan önemli parametreler.

Bu ‘karma’ya İslam coğrafyasındaki tasavvuf ve sufi oluşumların zahiri yok sayan batıni yönleri de eklenince ortaya fantastik ve ütopik bir ‘inanç’ anlayışı çıkıyor. Ayrıca ekolün masonik yapılarla bariz etkileşimi meselenin boyutunu bambaşka alanlara taşıyor. Özetle, Gelenekselci Ekol’ün düşünsel içeriğini Hindu, Çin, Mısır, İran, Kelt, Hristiyan, Yahudi ve İslam geleneğinin derlenmesinden oluşan metafiziksel malumat yığını oluşturuyor. Buradaki sentezci faaliyetlerin İslam metafiziği adı altında yapılıyor olması üzerinde düşünülmesi gereken bir durum.

Gelenekselci Ekol’ün gelenek kavramı gibi bilgi ve sanat kavramlarını da yeniden anlamlandırdığı görülüyor. Gelenekselci anlayışa göre sanat ancak kutsal ise bir işleve sahiptir fakat insanlık tarihi sanatın kutsallık boyutunu yok ederek eşyanın bilgisinin anlaşılmasına engel olmuştur. Edebiyat da dâhil İslami sanat, vahyin tezahürlerini ihtiva eder fakat sanatın kutsal olarak ilahi kaynaklı olması onu dini yapmaz. Sanatı kutsal yapan onun ilahi kaynaklı ilhamla oluşturulan sembolizmle olan ilişki düzeyidir.

Ekol’e göre batıni bilgiyle üretilen gelenek kutsaldır ve bu bilgiye dayanan sanat ve bilim geçerlidir. Kutsal bilim, kişinin metafizik boyutta erişebildiği bilginin kendisi de dâhil kaynağı, mahiyeti ve edinim sürecidir. Bu aşamaların en sonunda tam olarak tanımlanamayan hikmete sahip olunur. Gelenekselci Ekol’e göre hikmet anlamında bilgi/bilim/bilgelik tek başına akılla elde edilemez. Metafiziksel boyutların işin içine girdiği kalbî bilme önemlidir. Hatta nihai bilmeyi ve hakikate ulaşmayı sağlayan metafiziksel boyuttur. Herhangi bir aracıya ihtiyaç duymaksızın ulaşılan metafizik bilgi ilahi bilgidir her türlü felsefi, akli ve deneysel bilgiden üstündür.

Kitabın, daha çok Türkiye ile ilgili olan ikinci kısmı Gelenekselci Ekol tarafından ortaya atılan fikirlerin bu coğrafyadaki etkilerini somutlaştırmaya odaklanıyor. Konu ilk bakışta Türkiye’deki toplumsal yapı için çok bir şey ifade etmiyormuş gibi gözükse de bağlantılar doğru kurulup bağlam doğru okunduğunda hiç de yabancısı olmadığımız bir düşünceye kapı aralıyor. Öyle ki, Gelenekselci Ekol’ün görüşleriyle bu coğrafyadaki hem geleneksel yapıda hem de modern düşüncede çok fazla örtüşme olduğunu söylemek mümkün.

Tam bu noktada bir detay dikkat çekiyor. Esasında kitabın tam ismi Düşüncemizde Gelenekselci Ekol Eleştirisi. Kapakta, daha büyük boyutta yazılan “Gelenekselci Ekol Eleştirisi” ifadesiyle metnin genel anlamda Tradisyonalizm eleştirisi olduğu vurgulanırken, daha küçük boyuttaki “Düşüncemizde” ibaresi ekolün Türk düşüncesi üzerinde muhtemel etkisine yoğunlaşıyor.

Buradaki “Düşüncemizde” ifadesini açmak gerekiyor sanırım. Kast edilen, her ne kadar izleri Osmanlı’ya uzansa da, Cumhuriyet’in gadrine uğramış bir hareket olan Türk-İslam sentezi, Türk dindarlığı, Türk muhafazakârlığı veya Anadoluculuk diyebileceğimiz yerli ve milliliği ön plana çıkaran ve fakat Batı’ya dönük yüzü nedeniyle dünyadaki modernist gelişmelerden bigane kalamayan düşüncedir.

Abdullah Kasay, Osmanlı entelektüellerinden dindarından materyalistine kadar bu düşüncenin temsilcilerine bazı örnekler veriyor. Ama özellikle Hilmi Ziya Ülken (1901-1974) ve Nurettin Topçu (1909-1975) öne çıkarılmış. Ülken ve Topçu’nun seçilmesinin nedeni, zoraki Batılılaşmaya veya modernleşmeye maruz bırakılan Cumhuriyet sonrası sosyal yapı ve entelektüel ortam bahsinde önemli isimler olmaları olsa gerek. Zira her iki isim de Batı’ya karşı geleneksel, milli ve manevi değerleri dindarlık veya muhafazakârlık kapsamında modern dünyada konumlandırma arayışına girişmiştir.

Kasay, Türkiye’deki muhafazakâr düşünceyle ilgili yaptığı değerlendirmede, moderniteye alternatif olarak Batı’da ortaya çıkan felsefi arayışların büyük bir etki bıraktığının altını çiziyor. Özellikle Henri Bergson’un (1859-1941) sezgicilik felsefesi Türk muhafazakârlığında önemli bir karşılık bulmuştur. Bu geçişkenlik aşamasında Gelenekselcilik, gelenekçilik ve muhafazakârlığın farklılıklarını belirten Kasay, Gelenekselci Ekol’ün bu iki yapı üzerindeki etkilerini sorguluyor. 1980 öncesinin Türkiye’sinde Gelenekselcilerin eserlerinden kısmi çeviriler yapılmıştır fakat ekolün önde gelenlerin birçok eseri 1980 sonrasında tercüme edilmiştir. Bu tercümelerin toplumun genelinde görünür bir etkinlik düzeyi bulunmamaktadır. Bununla birlikte akademik ve entelektüel alanlarda önemli bir çalışma konusu olmuştur.

Kitaptaki en önemli detayın her fırsatta vurgulanan Gelenekselcilik anlayışının çelişki ve tutarsızlıkları diye düşünüyorum. Aşağıya birkaçını eklediğim bu çelişki ve tutarsızlıklar konunun çerçevesini netleştiriyor diyebiliriz. Gelenekselcilik bir yönüyle öze dönüş hareketidir fakat zaman ve mekân bağlamında hangi gelenek olduğu ve nitelikleri muammadır.

Ekolün Vahiy, din ve geleneği eşitleyerek tüm inançları kapsaması tutarsız yönlerinden bir diğeridir. Bu anlayışa göre tüm inanç sistemleri aşkın bir birlik içindedir ve bütün inançlar Mutlak Hakikat’in tezahürüdür. Gelenek buradaki hakikatin açığa çıkışıdır. Birbirini reddeden ya da yalanlayan inanç sistemlerinin Mutlak Hakikat’i temsili ettiği çoğulcu yapı mantık dışıdır. Zira hakikat birbiriyle çelişen çoğulcu değil, uyum hâlindeki tektir.

Gelenekselci Ekol’ün her türlü mistisizm, metafizik, ezoterizm ve sembolizmden beslenmesi zahiri olanla arasına sınır çekmektedir. Bu durum varolan gerçekliğin dışında bir dünya çizilmesine yol açmaktadır ve aynı zamanda iddia edildiği gibi çoğulculuğu savunmak değil hakikati, Gelenekselciliğe özgülemektir.

Gelenekselci Ekol tasavvuf/sufi gelenekteki ‘keşf’te olduğu gibi, metafizik bilginin akli önermeler sunmadan bir bilme durumu ve ilahi kökenli olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır. Bu aşamada Gelenekselci Ekol’ün metafizik bilgiyi açıklarken akli önermeler sunarak iknaya yönelmesi düşüncenin kendi içinde çeliştiğini göstermektedir.

Gelenekselci Ekol’e göre varoluş, varlık ve varlığın mahiyeti meselesi ancak metafiziksel boyutla anlaşılabilir. Bunun için de insanüstü bir bilgiye ihtiyaç vardır. Tradisyonalizm’in ontoloji hiyerarşisi Saf Varlık, varlık ve varoluş aşamalarını içerir. Varoluş, varlık’a, varlık da Saf Varlık’a tâbî olur. Gelenekselci Ekol’ün varlığın birliğine dikkat çeken Vahdet-i Vücûd temelli ontolojik anlayışı panteizmdeki yaratan-yaratılan eşitlemesine benzemektedir. Diğer taraftan bu anlayış iyi-kötü, doğru-yanlış, gerçek-sahte ikiliğini ortadan kaldırarak anlamsızlaştırmaktadır. Bu durum sadece İslam’ın değil diğer inanç sistemlerinin de kabul edebileceği bir şey değildir ve Dinlerin Aşkın Birliği anlayışının tutarsızlığını yansıtmaktadır.

Düşüncemizde Gelenekselci Ekol Eleştirisi, Tradisyonalizm konusuna giriş açısından önemli bir çalışma olmasının yanında Batı ve modernite karşısında Müslümanların bir fayda sağlamayan katı modernist veya fanatik gelenekçi tavrını da gösteriyor. Geçtiğimiz birkaç yüzyıl içinde hızla moderniteye çarpan Müslümanlar aksiyona yönelik bir refleks gösterememesi ve kendi değerleriyle özgün bir hareket alanı oluşturamaması geleneğin toptan reddi veya geleneğe koşulsuz bağlılık şeklindeki iki anlayışın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ne, zamanın gerçekliğiyle uyuşmayan geleneği tümüyle kabul, ne de modernitenin kurguladığı terminoloji ve metodolojiyi taklit ederek geleneğin reddi bir fayda sağlamıştır. Gelenekselcilik bu iki zıt anlayıştan farklı olmakla birlikte uzlaştığı kısımlar bulunuyor fakat ironik olan, modernite ve Batı’ya karşı İslami metafizik adı altında farklı inanç sistemlerinden sentezlenen bu alternatif düşüncenin de Batı’dan geliyor olmasıdır.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

10 Mayıs 2021 Pazartesi

İyi ve kötü yanlarıyla iç dünyamızın portresi

Hepimizin içinde şüphelere duçar olmuş bir taraf vardır. İç dünyamızla, psikolojimizle, kimseye göstermediğimiz ‘ikinci ben’imizle, varız. Bu bizim kötülüğe meyyal tarafımız. Bir de kendimizi muhafaza etmek için öne çıkardığımız kuşkucu, korumacı, sorgulayıcı taraf var, psikolojik kalkan, etrafımıza çizdiğimiz kırmızı bir halka.

O içimizi kemiren şüpheci tarafımızı, ikili ilişkilerde sıklıkla kullanıyoruz, “arkadaşım telefonda konuşurken arkasından tramvay sesi geliyordu, ama bana evde olduğunu söyledi, eğer tramvay sesi televizyondan gelmiyorsa, beni ekip, başkasıyla buluşmaya gitti” diye düşünüyoruz örneğin. Günlük hayatımızda çok fazla mevcut olan, ama çoğumuzun önemsemediği, sinek ısırığı gibi, önemsenmeyen ama tatlı tatlı kaşınan, kaşındıkça acıtan, içini yiyen huyu bireyin.

İşte Yalnızız romanı, her satırında kuşkucu tarafımızı keşfedeceğimiz, şüphe duygusuyla ilerleyen, rahatsız eden, kızdıran, duygulandıran, hayretlere düşüren bir roman.

Roman, oldukça rahatsız edici bir tablo ile, okurun sinirini bozan duyguları okura yükleyerek başlıyor. Böyle bir tablo ile başlaması ise ilk sayfadan itibaren soru işaretleri oluşturuyor, dolayısıyla merak sâiki başlıyor, son sayfaya değin tükenmeden sürüyor. Romanın başındaki rahatsız edici ahlaki tabloyla karşılaştığınız zaman devamı da böyle gelecek, olay bu başlangıcın üzerine kurulacak diye düşünüyorsunuz, ancak ilk 100-150 sayfa sonunda olaylar derinleşiyor ve diken üstünde duygularla başladığınız romanı okumak biraz daha kolaylaşıyor. Her karakterde farklı bir yanını buluyor okur Yalnızız’ı okurken, kitap okuru vicdani hesaplaşmaya itiyor.

Samim ve Meral’in hikayesini okuyoruz romanda esasen. Yalnızız’ın psikolojik tahlil ve tespitler üzerine kurulu bir roman olduğu genel olarak bilinir. Peyami Safa, derin psikolojik tahlilleri bu romanda Samim karakterinin ağzıyla okuruna aktarmış, ve o kadar ince, o kadar gerçek duyguları, öyle açık bir üslupla tasvir etmiş ki, kitabı okurken hayret ediyorsunuz. Ve bitirdikten sonra da üzerinizde bıraktığı duygular bir süre daha devam ediyor. Kuşkucu bir insan olarak özellikle kuşkunun tasvir edildiği paragraflar içime saplandı kitabı okurken.

Samim birdenbire doğruldu. Zihninin karanlığında, başka koldan ilerleyen fikir gölgeleri birdenbire şuurunun aydınlığına çıktı. Şüphesiz Feriha’ya merhamet ve Paris’e muhabbet bu yalanı izah etmez. Deminden beri niçin başka sebepler aramıyorsun? Ne olabilir başka sebepler? Samim ayağa kalktı. Ne olabilir? Ne olabilir?

Yatağının baş ucuna gitti ve düğmeye bastı. Ne olabilir? Odanın ortasına doğru geldi, durdu. Ne olabilir? Ne olabilir başka sebepler? Feriha’nın yanında aşığının bir arkadaşı. Hayır, Paris’ten böyle bir adamla gelmiş olamaz. Otelde de çarçabuk onu bulamaz. Başka ne olabilir?

Bu roman hakkında hiçbir fikri olmadan eline alan bir okuyucu, bunun ilişkiler ve entrika üzerine kurulmuş bir roman olduğunu düşünebilir, pek tabii. İlişkiler üzerinden, başka başka hayatlarda dönen başka dolaplar üzerinden, hiç bitmeyen olaylar üzerinden insanın içindeki iyi ve kötü tarafın portresini çiziyor Safa. Bireyi anlatırken ahlaki yozlaşmayı okurun adeta gözüne sokup, doğrusunu bulmayı bir nebze okura bırakırken, Simeranya kavramı ile de olması gereken toplum yapısının tuvalini çiziyor. Simeranya, kitapta adı geçen ütopik bir kavram. Ve aslında kitapta okura yüklenmeye çalışılan temel fikir de hayal edilen toplum yapısına adım atmak için, bireylerin kendilerini düzeltmekle işe başlamaları gerektiği. Bireyler toplumun tohumları, yapıtaşları çünkü. Kurguya büyük bir başarıyla yedirilerek anlatılan ahlaki yozlaşma yanlış batılılaşmayla temellendirilmiş, romandaki olay, toplumsal ve ahlaki çöküşün sebebini yanlış batılılaşmaya bağlıyor. Ve biraz da doğu-batı çatışmasına. Yanlış anlaşılan bir batılılaşma, yanlış anlaşılan bir ilerleme...

Toplum batılılaşma denen şeyi yanlış anlıyor, topluma bağlı olarak birey yozlaşıyor, birey yozlaştığı için aileler yozlaşıyor, ahlak temelsizleşiyor ve en sonunda toplum çöküyor. Burada şöyle bir dipnot geçmek yerinde olacaktır diye düşünüyorum, Tanzimat edebiyatı devrinden yakın tarihlere değin Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ahmet Midhat Efendi, Hâlid Ziya, Reşat Nuri, A.H. Tanpınar, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay gibi pek çok isim romanlarında yanlış batılılaşmayı eleştirmişler, demek ki bu sorunsal yıllardır toplum içerisinde bizimle birlikte yaşıyor, çözemiyoruz, oldukça trajik ilerleyen bu romandan çıkarılabilecek pek acı bir sonuç da bu.

Kızdıran, hayret ettiren, yüzünüzü buruşturmanıza sebep olan, bütün bunlara rağmen çok keyifli ilerleyen, merakınızı dürten bir roman olacaktır Yalnızız. Okuyacak olan herkese keyifli okumalar dilerim.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

5 Mayıs 2021 Çarşamba

Tasavvuf tarihine içeriden ve dışarıdan bir bakış

Mahmud Erol Kılıç hoca, 8 Ocak 2017 tarihli köşe yazısına "Din adamı modelimiz Yunus Emre olsaydı" başlığı atmış, oldukça önemli bir meseleyi hem düşünerek hem de sorarak gündeme getirmeye çalışmıştı. Elbette böyle 'şeyler' bu memlekette sadece 'bazıları'nın gündemi olabildi. Çünkü tasavvuf merkeze konarak ihsan, irfan, nefsle mücadele, batın ilmî gibi kavramlar insanların hayatlarından uzaklaştırıldı, metafiziksiz bir fizik benimsendi ve merhum Ömer Lütfi Mete'nin kitabına verdiği isim gibi ortaya bir Allah'sız Müslümanlık çıkıverdi. Mahmud Erol hoca, gelişen bu tip Müslümanlığa dair yazısından kritik bir meseleye işaret etmiş, varılacak hedefin hakikat olduğunu söylemiş, bütün diğer ilimlerin, çabaların ve gayretlerin bu kutsal hedefe doğru konumlanması gerektiğini belirtmişti. İbrâhîm Hâs Halvetî'nin Tezkiretü’l-Hâs'ına göre medreseden geçmiş bir âlim olduğu bilgisine eriştiğimiz Yunus Emre'nin "Şeriat, tarikat yoldur varana / hakikat, marifet andan içeru" dizelerini şöyle açıklamıştı: "Demek ki ilk iki mertebe bu son iki mertebe için vardırlar. Yani bizatihi varoluşları yoktur. Kendileri için var değillerdir. Ancak son ikisi varsa onlar da vardır. Onlar yoksa bunların var oluşları perdelerden bir perde, engellerden bir engel olmaya başlarlar ve akış durur, pıhtılaşma başlar."

İşte bu cümleler, tasavvufun bu çağda nasıl anlaşıldığı, nasıl yaşandığı, yani günümüz için ne söylediği konusunda yeni gözlemlere, yorumlara ihtiyacımız olduğunu gösteriyor. Çünkü bir pıhtılaşma var ve durum 'yoğun bakım'ı çağrıştırıyor. Özellikle batılı yazarların tasavvufa dair araştırmaları bize kendi zenginliğimize yeniden dönmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Zira araştırmalar her ne kadar samimi olsa da içinde tasavvufun geçip gittiği, bir rüyaya dönüştüğü ve bir anıt olarak kaldığı türünden yorumlar göze çarpıyor.

Tasavvuf tarihine dair yapılan okumalarda şöyle bir zenginlikle karşılaşırız: içeriden, yani belirli bir tasavvuf yoluna bağlı olanlar yahut muhibler tarafından yazılanlar; dışarıdan, yani akademik araştırmalar niyetiyle bir yola bağlanmadan ve hatta muhib dahi olmadan, eleştirel bir yaklaşımla yazılanlar. Son dönemde bu ikinci ekolü temsil eden isimlerden Alexander Knysh'in yeni bir kitabı dilimize kazandırıldı: Sûfilerin Tarihine Farklı Bir Bakış Denemesi. Okuması keyifli, doyurucu bir çalışma. Fakat tıpkı sevgili Kerim Güç'ün takdim yazısında belirttiği gibi, yazara itiraz edilecek çok nokta da barındırıyor. Mühim olan, yazarın saygı duyan bir biçimde meseleye yaklaşması. Knysh de bu konuda gayet edepli diyebiliriz. Şu sözler, yaklaşım niyetini ifade ediyor: "Tasavvuf heybetli bir anıttır: İçten, çoğu zaman yüce mânevi bir ideale, pazarlıksız bir tutkuyla, sözle ve fiille mükemmelleşmeye gayret eden insan yaratıcılığının muhteşem bir anıtı. Tasavvufun sürekliliği bugün, kurucularının ve sayısız müntesiplerinin onu iyi tasarlayıp, inşa ve tahayyül etmiş olduklarını gösteriyor."

Knysh'in bu cümlelerinin içinde bir kelime var ki üzerinde durmak gerekiyor: anıt. Çoğu zaman bir hatırayı devam ettirmek üzere inşa edilen mimarî eseri ifade eden anıtın bir başka anlamı daha var; asırlarca yaşayan ve devam eden kıymetli eser, âbide. Tasavvuf kavramı 8. yüzyıldan bu yana kullanılsa da hemen yüz yıl sonrasında Kelâbâzî'nin tasavvufun temel kaynaklarından biri olarak gösterilen et-Taʿarruf'undaki "Nihayet mana gitti, isim kaldı. Hakikat kayboldu, şekil zuhur etti. Sonuç olarak hakikatı aramak bir süs, onu tasdik etmek bir zinet haline geldi." cümleleri, çok erken bir dönemde sufilere dışarıdan yöneltilen tenkitlere işaret ediyor. Mânevî, derunî, ufkî bir yaşam biçimini temsil eden tasavvuf, gün geçtikçe sadırlardan satırlara, oradan da raflara kaldırılıyor. Toz tutuyor, zamanla da kıymeti aranmıyor, bulunmuyor.

Sûfilerin Tarihine Farklı Bir Bakış Denemesi; tasavvufun nasıl ve niçin ortaya çıktığından başlıyor. Tasavvuf isminin nereden geldiğini sorguluyor. İlhâm, tefekkür, Kur'an, hadis, tevil, tefsir, vahdet metafiziği, İbnü'l-Arabî ve Necmeddîn Kübrâ okulu, New Age çağına yönelik eski konular ve iddialar başlığıyla geçmişten günümüze ekolleri analiz ediyor. Son derece tartışmaya açık bir konu olarak sûfî düşüncedeki Helenistik maya ile sûfî psikolojisinin öncülerini gündeme getiriyor. Özellikle tasavvufa dışarıdan bakanlar için hep merak edilen âdab, mecaz yoluyla anlatım, mürşid-mürid ilişkisi, çilecilik, çöküş tezi gibi konulara değinirken, son dönemdeki sûfî-selefî çatışmasının ardında yatan sebepleri de özellikle Dağıstan'daki tarikatların tarihî rolleri üzerinden değerlendiriyor. Kitabın özellikle bu bölümü takdire şayan. Hem güncel siyaseti hem de Nakşîbendiliğin Dağıstan kolunun gelişim serüvenine dair Alexander Knysh'in hakimiyeti, buraya özel olarak eğildiğini gösteriyor. Meseleye şu açıdan da bakmalı: tasavvufunun başına da sonuna da mistisizm konunca, ortaya pasif, çileci bir anlayış çıkıyor. Halbuki 20. yüzyıl Dağıstan'ında da, bin yıl önce de bir çok sûfî hak ve hakikat için savaşmış, bunu telkin ettiği için de başına gelmedik iş kalmamıştır.

Başta İbnü'l-Arabî olmak üzere, Kuşeyrî, Sühreverdî, Sülemî, Serrâc, KâşânîGazzâlî, İsmâil Hakkı Bursevî’gibi tasavvuf düşüncesinin yıldızlarından ve onların kaynaklarından yararlanırken, Nâzım Kıbrısî ve Muzaffer Ozak gibi 21. yüzyılın önemli şeyhlerine de değiniyor ve hatta 2012'de bir kadın intihar eylemcinin patlattığı bomba sonucu vefat eden Çirkeyli Said Efendi'den Şeyh Şamil'e dek Kafkaslardaki tarikat-siyaset ilişkisini de analiz ediyor. Bu zengin birikime ve araştırma gayretine rağmen Alexander Knysh, kendisini William Chittick gibi tasavvuf araştırmacılarından ayırıyor. Çünkü birçok kez dile getirdiği gibi tasavvuf ona göre 'icat edilen' yahut 'tahayyül edilen' bir olgudur. Devasa edebiyatıyla, öğretileriyle, tekkeleriyle, davranış ve tavırlarıyla, çeyizleriyle 'kutsallık' kazanarak varlığını güçlendirmiş, iyi veya kötü niyetli aktörler tarafından bu güçlü varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Tüm bunlara rağmen hakkını vermemiz gerekir ki bilhassa yirminci yüzyılın ilk yarısından itibaren birçok Batılı araştırmacının tasavvufun çökeceğine dair olan inancının boşa çıktığını da gösteriyor Knysh: "İşe bakın ki tasavvuf yeni gerçeklere uyum sağlayarak modern iletişim teknolojileri ve sosyal medya ile canlandı, bugün tekrar yükselişe geçti. Gerçek hayat insanoğlunun inanç ve uygulamalarını gözlemleyen akademisyenler için daha pek çok sürprize gebe, bu yüzden insanın analitik, metodolojik cesaretine ve aşırı özgüvene karşı en iyi çare bir miktar mahcubiyettir."

Yazar, Gazzâlî'nin dünyayı akılcı bir biçimde müşâhede etmekle mutluluğun ve huzurun yakalanamayacağına, zühdî-mistik inanç ve amelin sağladığı bilgi ve basîretin saadet getireceğine olan inancının içeriden ve dışarıdan bakan muhtelif kesimler nezdinde teyit edildiğini söylese de, dışarıdan bakan biri olarak tasavvufu "vaadi uzaktan göz kırparak kendisine çağıran fakat elle tutulamayan, asla gerçekleşmeyecek güzel bir rüyadan ibaret" olarak gördüğünü söyleyerek bitiriyor çalışmasını. Keşke bu kitaba karşılık okunabilecek, özellikle 21. yüzyıldan tasavvufa bakan ve elbette 'içeriden' bir ses çıkıverse. Belki de böyle olunca Alexander Knysh'in bu önemli çalışması daha doğru bir biçimde okunur.

Sûfilerin Tarihine Farklı Bir Bakış Denemesi, tasavvufun içinden gelen ve ona dışarıdan bakan isimleri bir araya getirerek, başlangıçtan günümüze dek sûfîlerin davranış sistemine cesur, özgün bakış açıları sunuyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf