14 Mayıs 2021 Cuma

Kim bu barbar?

barbar
1. Gürültücü, patırtıcı (kimse).
2. Palavracı.
3. Sert, haşin (kimse).
4. Atak: Barbar bir çocuk.
5. Yabancı.
6. Bir kimsenin aleyhinde bulunan, kötülük yapan.
7. Gelişigüzel, saygısızca konuşan.
- TDK sözlüğü

Sema Kaygusuz tarafından kaleme alınmış olan Barbarın Kahkahası 2015 yılında Metis Yayınları'ndan çıkarak 2016 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü’nü de almaya hak kazanmış bir roman. Kitabı incelemeye başlamadan önce epigrafta “barbar” kelimesinin anlamı üzerinde özellikle durmak istedim çünkü “barbarın kahkahası” kullanımı kitapta tek bir bölümde geçiyor olsa dahi, tüm kitap boyunca peşinde olduğumuz bir tanım. Üstelik barbar diye adlandırabileceğimiz kimseler kısmen ya da tamamen bu yedi anlamı tümüyle üzerlerine cuk oturmuş bir gömlek gibi giyiniyorlar. Kitapta yer alan isimler birbirine karşı kendilerince haklı olarak “gürültülü” olabilmenin verdiği rahatlıkla, birbirleri hakkında ve hatta birbirlerine karşı da “saygısızca konuşabiliyor”, bir yandan “sert” görünürken, bu görünümün ardında “kötücül bir görme” eyleminin faili olabiliyor. Bunları yaparken de arkasına saklandıkları başka bir barbar tanımını yüklüyorlar bir ötekine: “yabancı”.

Kitap, Mavi Kumru Moteli’ne yaz tatili için gitmiş olan bir grup insanı konu ediniyor. Anlatıcı, bir suçla açılış yapıyor kitaba ki ilerleyen sayfalarda suç diye nitelendirilen bu davranışın sadece kahraman tarafından psikolojik bir rahatlama mekanizmasıyla eylem haline dönüştüğü görülüyor. Ancak fitili ateşlemek için sanki hazırda bekleyen otel müşterilerine bu davranış yetiyor da artıyor bile. “Suç” diye tanımlanan konu kitabın kahramanlarından olan Turgay’ın denize işemesi. Ardından otelin havlularına, çarşaflarına, minderlerine, müşterilerin eşyalarına karşı adeta bir başkaldırı niteliğinde bu çiş konusunun devam etmesi.

Çiş, aslında bir taraftan konuyu güçlendiren, bir taraftan da olayın tüm şüphelilerini, yani tüm karakterleri birbirine muhatap kılan bir metafordan ibaret, verdiği mesaj açık: Bu işi aslında kimin yaptığı belli değil, dolayısıyla hepimiz bir anlamda suçlu ve kirliyiz. Aramızdan birini bu iş için kurban seçemeyeceğimize göre, bizden olmayanı, alt sınıftan olanı, bize hizmet edeni ilk tahlilde suçlamak en akıllıcası. Ancak o da gidince ve biz aynı sınıftaki insanlar bir başımıza kalınca kimi suçlayacağız? Bizden olanı değil elbette, böyle çirkin bir şeyi yapsa yapsa öteki yapar. Ötekinin kim olduğuysa bizim kendimizi nasıl tanımladığımıza göre değişir. Kitap, biraz da bu sorunun peşinde giden bir polisiyeyi andırıyor ancak klasik polisiyelerdeki gibi bir çözüm bölümü beklemeyin. Çünkü anlatıcı bu unsuru sadece anlatmak istediğini anlatabilmek, vermek istediği mesajı ortaya koyabilmek adına adeta bir dekor gibi kullanıyor. Öyle ki anlatı aslında düz seyrinde ilerleyen bir kurmaca bile değil. Önemli olan olay örgüsü değil, özellikle diyalogların güçlendirdiği ve okuyucunun da tanık olduğu birtakım anlar.

Belirgin bir çizgisel kurgusu olmamakla beraber öne çıkan bir ana kahraman da yok Barbarın Kahkası’nda. Yaşanan anlara konuk olurken aslında mercek altına alınmış olan karakterlere de değiniyor anlatıcı. Tıp tarihçisi ve deontolog olarak çizilen Simin karakterinin diğerleri ile ilgili yazdığı notlarda psikoanalitik bir değerlendirme yapılırken, karakterler arası diyaloglarda kişilerin o gün nasıl öyle olduklarının kaynaklarına ulaşılabiliyor. Bu diyaloglar, yazlık motellerde iki üç insanın bir araya geldiğinde yaptığı çaylı muhabbetlere hiç benzemiyor. Bilakis her birinden acı bir feryat yükseliyor. Kiminden bir tecavüz vakası, kiminden oldurulamamış bir eşcinsel ilişki, kiminden bir katliam, kiminden bir kadın baskısı sızıyor. Birçoğu da gidip bir erk söylemine takılıveriyor. Anlatıda bu söylemi destekleyen en güçlü temsil ise ergenlik çağında olan Ozan’a ait. Elinde zıpkınla her seferinde motele ölü bir hayvan getirerek yetişkinlerin dünyasına ancak güçle, iktidarla dahil olabileceğini gözler önüne seriyor. Her ne kadar tüm tatilciler Ozan’ın davranışlarını tuhaf bulsalar da içten içe hepsi farklı şekillerde bu erke hizmet ediyorlar. Aynı çiş gündeminde olduğu gibi, ölü hayvanları görünce de ikiyüzlülükleri ortaya seriliyor. Sanki sahiden temizlermiş gibi, kirli olduğunu düşündükleri bir şeye tepki gösteriyorlar.

Öte yandan karakterlerin ikili konuşmaları her ne kadar o ana ve o kişilere özel gibi görünse de bu diyalogların bütünü kapsayan anlamlar barındırdığı söylenebilir. “Sen benden ne istiyorsun Melih? Neden her fırsatta beni tespit edip duruyorsun? Büyüteçten böceğe bakar gibi gözetliyorsun? Her fırsatta ağzıma sıçıyorsun. Resmen suratıma karşı dedikodumu yapıyorsun lan!” diyen İsmail her ne kadar bunu Melih’e söylüyor gibi görünse de aynı cümleyi kitapta yer alan diğer ilişkilere uyarlamak çok da zor değil örneğin. Ya da “Ben meğerse, inancımın karşısına babamı dikmişim inzibat gibi. Dinimin sahibiymiş babam. Ona bir şey olunca bana da oldu.” diyen Alikar bu tespiti sadece kendisi için yapıyor olmasa gerek.

Tüm bu kapsayıcı diyaloglara Simin’in defterine yazdığı notlardaki birkaç satır nokta koyar gibi: “Büyümüş de küçülmüş olanın kan dökerek yarattığı ürküntü ile küçülmüş de büyümüş olanın yarattığı çiş kargaşası arasında müphem bir bağlantı var bence. Evcil hayatlarımıza sızmış biri çocuk, diğeri yetişkin iki barbar, hicveden bir kahkahayı, karşılıklı atışan aşıklar gibi tamamlıyorlar.

Barbarın Kahkahası, her bir karakteri, her bir diyalogu ile oldukça güçlü anlar sahneleyen sinematografik bir görsel şölen gibi. Öte yandan, beklenmeyen, şaşırtıcı, merak ettiren unsurlar barındırdığını söylemek güç. Karakterlerin temsilleri başarılı ancak her ne kadar örtülü bir metin izlenimi yaratsa da aslında tahmin edilmesi zor değil. Kim bilir, belki yazarın da amacı zaten bu değildir, dert edindiği birtakım konuları roman zeminine taşımak istemiştir ve doğrusu bunu çok başarılı gerçekleştirdiği aşikar.

Barbarın Kahkahası, sadece Türkiye için değil dünyanın birçok yerinde nefes alan bu insanların, gerçekleşmiş olayların, var olan muktedirin ve ötekinin sayfalarda izini sürerken polisiye, psikoanalitik kuram gibi yardımcı ögelerden destek alıyor ve “hepimiz en az bir diğerimiz kadar kirliyiz” özeleştirisi ile gücünü gösteriyor.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

13 Mayıs 2021 Perşembe

Türk hassasiyetini ve irfanını yaşatan mektuplar

Mektuplar hangi dönemde yazılmış olursa olsun, tarih kitaplarının çizdiği çerçevenin dışına çıkabilmemizi sağlar. Böylece önümüzde zengin bir düşünme boşluğu uzanır. Hem tarih kitaplarından hem de mektuplardan, anılardan, hatıralardan edinilen bilgiler o boşluğa serilir. Aklın imkânları el verdiğince, okuyucu burada kendi filtrelerini devreye sokar. Dünyaya hangi nazarla bakıyor olursa olsun, zenginleştiğini hisseder. Tarihin çok büyük bir bölümünün kurgulanmış olduğunu fark edince, özel metinlerin peşine daha çok düşer. Bu metinleri görgüsü, irfanı yüksek kimseler yazmışsa şayet, hem okuma lezzeti yüksek olur hem de dünyaya bakılan pencere her seferinde daha çok genişler.

Sâmiha Ayverdi, yazar olan kuzeni Semiha Cemal’in genç yaşta vefatının akabinde mürşidi Kenan Rifâî'nin “Onun yerine artık sen yazacaksın” işaretiyle eline kalemi almış, bir daha da bırakmamış, söyledikleriyle ve yazdıklarıyla hâlâ aramızda olan ve kıyamete dek de böyle kalacak kimselerdendir. Ayverdi, eserleriyle Türk görgüsünü ve yaşayışını, kaybettiklerimizi, ne iken ne olduğumuzu anlatırken; özümüzle olan irtibatın harcı olarak tasavvufu merkeze almış bir zihindir. Onun romanlarını yahut diğer eserlerini okumak; sadece dil zevki açısından değil, yaşadığımız coğrafyanın zihniyet haritasını çıkarmak bakımından da oldukça önemlidir. Misal vermek gerekirse, İbrahim Efendi Konağı (1964) ne kadar romansa o kadar hâtıradır. İstanbul Geceleri (1952) ne kadar hâtıraysa o kadar romandır. İnsan ve Şeytan (1942) ile Dost (1980) arasında neredeyse kırk sene vardır ama bir romanla bir hâtıra birbirini ancak bu kadar tamamlayabilir. Türk Tarihinde Osmanlı Asırları (1975) her evde bulunması gereken bir başucu eseriyken, Boğaziçi’nde Târih (1966) gibisi henüz hâlâ yazıl(a)mamıştır. Mektup ve mektuplaşma, Ayverdi için belli ki mühim bir meseledir. Zeynep Uluant, TDV İslâm Ansiklopedisi'ndeki Sâmiha Ayverdi maddesinde bu durumu "Kendisine gelen bütün mektupları cevaplandırdığı bilinen Samiha Ayverdi’nin siyaset, eğitim, kültür, dil konusu ve toplum ahlâkı gibi Türkiye’nin birçok meselesine dair dönemin başbakanları ile bakanlarına, parti ve belediye başkanlarına yazdığı mektuplar bu konudaki hassasiyetini göstermektedir." sözleriyle açıklar. Meraklısı, Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı'nın internet sitesinden, Sâmiha Ayverdi Arşivi - Mektup Listesi'ne bakabilir.

Mektuplardan Gelen Ses, 1985 yılında neşredilmiştir. Kitabın başında Ayverdi, "Son bir buçuk senedir hastayım. Müstesnâ ve mümtaz bir insan olan İlhan Ayverdi'nin ısrârı, Sinan Uluant ve İngiltere'de bulunan Gülşah Akçal'a yazmış olduğum mektupların bâzı kısımlarını, yüzünü gördüğüm veya görmediğim vatan evlâtlarına ithaf etmem kârarında müessir oldu. Böylece de bu kitapçık meydana geldi" der ve ekler: "Bu küçük risâlede karşıma aldığım şahıslar, görünüşte iki torunum ise de, gâyem, onların penceresinden bütün gençliğe seslenmektir."

Sâmiha Ayverdi'nin mektupları öyle uzun sayfalara yayılmıyor. Belli ki gençlerin öğüt dinlemekten zevk almadıklarını bilerek, onların gönüllerine birer fidan ekme bahanesiyle yazmış hep sultan. Ektiği fidanlar, Rifâî bahçesinden geliyor. Biliyor ki gençlerin göğsüne ekilecek bu güzellik tohumları elbet bir gün meyvesini verecek. Çoğu mektupta aileye ve evlat yetiştirmeye dair günümüzde hâlâ tartışılan meselelere çok ince, belki iki üç cümleyle çözüyor Ayverdi. O yıllar göz önünde bulundurulursa, aile kurumunun iyice yıkılmaya yüz tuttuğundan, bunun da memleketteki maarif sorunuyla alakalı olmasından yakınıyor. Diğer yandan kalemini annelere ve babalara da çeviriyor, evlâtların hayatını bütünüyle kontrol etmenin mümkün olmadığını, bunun tam tersi neticeler doğuracağını söylüyor. Terbiye, elbette aileden başlıyor. Ama asıl terbiye edicinin (irşad) kim olduğunu unutmanın, ailenin evlât üstünde ciddi bir baskı unsuruna dönüşeceği noktasında ikâzlarda bulunuyor.

"Hayatı tatlandıran, biraz da, onu kabul tarzına bağlı olduğuna göre, siz de sivrilikleri törpülemeyi âdet hâline sokar, sıcak mizâcınızla, korukları pişirip bal gibi üzüm eylersiniz" diyerek, ev huzurunun nasıl sağlanacağına yönelik bir anahtar veriyor. Vazife ve insanlık şuuru kazanan kimselerin, nasiplerden en güzeline ulaşacağını söyleyerek, şikayet etmekten sıyrılıp seyrin içindeki seyri görmenin marifet olduğunu hatırlatıyor: "Asıl kudret sahibi olan küllî irâdeye yaslanmak gibi bir mânevî imtiyâza sâhip olmak, her türlü derdin dermanı... Bir velî kişinin dediği gibi en kestirmesi: Seyrancısın seyrânın eyle / deme zinhar neden şu böyle, bu böyle!"

Ken'an Rifâî sultan, insanları terbiye eden iki türlü yol olduğunu söylemiş. Bunlardan biri şevk-i muhkem, yani coşkun sevgi. Diğeri ise sille-i Hüdâ, yani Allah'ın vurduğu tokat. Cemâl ve celâl. Ayverdi her zaman cemâl yolunu niyaz edenlerden, hem kendisi hem de sevdikleri için. Zaten o, kendini çoktan bir kenara bırakıp, ihtiyacı olana ihtiyacı kadarını vermeye hazır. İlmiyle, irfanıyla, görgüsüyle, birikimiyle, iki torununa gönderdiği mektupları cümle torunlara gönderir gibi yazması bundan. Şu cümleler, yolun başındaki herkesin dayanağı olmalı: "Hâdiseleri zorlamak bizim işimiz olmamalı. Hâline râzı ol... Sabır, her zorluğun anahtarıdır. Dûrendiş (ileriyi düşünen, ileriyi gören, tedbirli) ol, basîretli ol, teennî (acele etmeden iş görme, düşünceli hareket etme) göster. Çileler ve ıztıraplar, onları iyi karşıladığımız takdirde birer mânevî hazîne demektir. Karı, yağmuru, fırtınayı yemeden gül fidanı çiçek açar mı? Bizim her nefesimizin başkalarına faydalı olması, dervişlik şiârımızın elifbâsı sayılır."

Mektupların yazıldığı 60'lı ve 70'li yıllar, Türk siyasetinde dengeleri her an değiştiği ve bilhassa gençlerin birbirini yediği, halkın da türlü imkânsızlıklardan içini kemirdiği bir döneme tekabül ediyor. Ayverdi, olayları öz biçimde değerlendirirken torunlarına nelerden uzak durmaları gerektiğini yine öğüt vermeden, perdeyi hafif aralayıp, hakikati göstererek izah ediyor. Üzerinde en çok durduğu konu ise maarif. Gençler ne yapacaklarını bilmiyorlar ve ilk kabul ettiklerine koşulsuz inanıyorlar. Bir takım siyasi davaları, şahsî meselelerinin çok üstüne koyuyorlar. İş işten geçtikten sonra da hayatın manasından, insan olmanın haysiyetinden çok uzaklaşmış oluyorlar. Kaçırdıkları evvela kendileri oluyor. Ayverdi de memleketin 'zaten' sahipsiz olduğu uyarısını yaptıktan sonra siz içinize ve işinize bakın diyor, daima ümidi aşılıyor ve kurtarıcıların önemine değiniyor kendi nezaketiyle: "Ümitsizlik, Allah'ın kerim ve rahîm sıfatlarını inkâr etmek olur ki, bu da bize asla yakışmaz. Her şey, Hakk'ın iki kudret parmağı arasındadır. İstediği an, bir vesîle ile celâli cemâle çeviriverir. Yeter ki biz buna müstehak olalım. İnsan oğlunun ümit ve tesellîsi, bir ilâhî akıl ve aşk ile üstün olan kahramanlardır. Bu, fikir, îman ve aşk kahramanları, kütlelerin sırtlarını dayadıkları kurtarıcılardır."

Kitabı bir Kadir Gecesi'nde bitirmiştim. Sâmiha Ayverdi okumak için bir güzel vakit de Kadir Gecesi'dir. Çünkü o sultan, 25 Kasım 1905 ramazanının Kadir Gecesi'nde doğmuş, 1993 ramazanında da Mevlâ'ya kavuşmuştur. Bir mektubunda şöyle yazar, dua niyetine geçsin diyerek öyle bitireyim: "Allah'ım verdiği lutfun kıymetini bildirsin."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

12 Mayıs 2021 Çarşamba

Gelenek dinin neresindedir?

Modern çağda metafiziğin öldüğü ilan edildiğinde tüm aşkın anlayışlar gibi dinler de geçmişin tozlu raflarına terk edilmek istenmişti. Fakat insanın metafizik yönünü terk etmesi bu kadar kolay olmadı. Zira hayat boşluk kabul etmez; bir şey yerinden çıkarıldığında başka bir şeyle orayı doldurur. Nitekim modern düşünce eliyle hayat dinden soyutlandığında yeri boş kalmamış, baskılanmış veya dönüşüme uğramış tepkisel bir metafizik açığa çıkmıştır. İnsanlık tarihindeki tüm metafiziksel eğilimler gibi bu yeni metafiziksel oluşumun da belirleyicisi insanın manevi açlığının paradigmal niteliğidir. Dönemin paradigması geleneği tümüyle reddeden modernite olduğundan, ortaya çıkan metafizik eğilim de moderniteye içkindir.

Bugünden geriye doğru bakıldığında, on dokuzuncu yüzyıl sonlarında yavaş yavaş görünmeye başlayan metafiziksel hareketler fark edilir. Modernitenin hayatı etkileyiş biçimlerine tepki olarak ortaya çıkan bu hareketler Batı orijinlidir. Onlardan biri yirminci yüzyılın ilk yarısında biraz daha sistemleşerek Tradisyonalizm/Gelenekselcilik adını almıştır. Amacı, modernitenin katı rasyonalist ve materyalist yapısının neden olduğu sorunları çözmek olan ekolün yöntemi geleneği canlandırmaktır. Yalnız, bu hareketin gelenek kavramına yüklediği anlam bilinenden farklıdır. Gelenekselci Ekol’ün gelenek anlayışı tüm inanç sistemlerini kapsayan bir genellemeye ve evrenselliğe sahiptir. Ekolün görüşüne göre, eğer bir din varsa gereklidir ve özü ilahi nitelik taşımaktadır. Vahiy din(ler)i, din(ler) geleneği oluşturur. Dolayısıyla tüm inançlar kutsal bir bütünün parçalarıdır ve hepsi “ezeli bilginin”, “kadim bilgeliğin” ya da “hikmetin” tezahürüdür. Dinlerin Aşkın Birliği olarak tanımlanan bu ilahi/kutsal birlik tüm inançları bir potada eritmeyi öngörür.

Gelenekselci Ekol, modernitenin katı akılcı ve salt maddeci anlayışının insanları dinlerin ilahi özünden uzaklaştırdığını iddia etmiştir. Bu gelişmeler insanlığı kutsal olan aşkınlıktan uzaklaştırmakla kalmamış, insanda bulunan metafiziksel eğilimin de kaybına yol açmıştır. Bilim ve teknolojiyle desteklenen modern dünya materyalist bir oluşumdur ve insanlık açısından felaketlere sebep olmuştur. Çözüm, aşkınlık kaynaklı geleneğe dönmektir.

Pruva Yayınları etiketini taşıyan Gelenekselci Ekol Eleştirisi çeşitli yönleriyle Tradisyonalizm’i ele alıyor. Abdullah Kasay’ın uzun soluklu çalışması yüz seksen beş sayfadan oluşuyor. Metnin akademik üslubu analitik bakabilen okur için sorun teşkil etmeyecektir. Sorun olabilecek boyut, fanatik ya da romantik eğilimliler açısından eserin kapsamının aşkın bağlamında; tasavvuf ve sufizm bahislerinde olacaktır. Bu bahisler genel anlamda tasavvufi/sufi geleneğin ezoterik/mistik görüşlerini içermekle birlikte özellikle İbni Arabi’nin (1165-1240) ‘Vahdet-i Vücûd’ ve Celaleddin Rumi’nin (1207-1273) ‘dinleri eşitleyen çoğulculuk’ düşünceleriyle öne çıkıyor.

Kitap genel anlamda iki kısma ayrılıyor diyebiliriz. İlk kısım Gelenekselci Ekol’ün Batı’da ortaya çıkışı, amacı, düşünsel dinamikleri ve önde gelen temsilcilerine değiniyor. Açıkça söylemek gerekirse, Tradisyonalizm’in amacı, ortaya çıkış süreci ve felsefi arka planı modernite karşıtlığı açısından ilgi çektiği ve sempati doğurduğu yadsınamaz. Batı’nın insanın manevi yönünü ihmal ettiği bir dönemde, metafiziksel açılım arayanlar için önemli bir yer doldurduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Fakat asıl sorun ekolün görüşlerinin içeriği değerlendirildiğinde beliriyor. Zira Gelenekselcilik, birbiriyle uyuşmayan ve birbirini reddeden inanç sistemlerinin metafizik ve ezoterik yanlarını sentezleyen bir öğreti olarak karşımıza çıkıyor.

Gelenekselci Ekol’ü çözümleyebilmek için önde gelen isimlerine bakmak fayda sağlayacaktır. Kitapta ekolün birçok temsilcisi sıralanıyor fakat özellikle Türkiye’deki ‘dindar aydınların’ yakından bildiği bazı isimler dikkat çekiyor. Bu isimlere ekolün kurucusu sayılan René Guénon/Abdülvâhid Yahyâ (1886-1951) başta olmak üzere Frithjof Schoun/Îsâ Nûreddin (1907-1998), Titus Burckhardt/İbrahim İzzeddin (1908-1984), Martin Lings/Ebûbekir Sirâceddîn (1909-2005) ve Seyyid Hüseyin Nasr’ı (1933) sayabiliriz. Buradaki isimlerin birçok ortak noktası bulunuyor. Öncelikle İranlı Nasr dışındaki ilk dört ismin mühtedi olduğu görülüyor. Batılı entelektüellerin İslam’ı kabul etmesi Müslümanlar nezdinde otomatik olarak olumlu bir imaj bırakıyor ve onlara daha müsamahalı yaklaşılmasına neden oluyor diyebiliriz. Süreç, oradan gelen bilginin daha az filtrelenmesi sorununu doğuruyor.

Temsilcilerinin birbirine benzeyen yaşam öyküleri de Gelenekselci Ekol hakkında önemli veriler sunuyor. Dikkatle bakıldığında ilgi alanları, merakları, yaptıkları ruhsal-fiziksel yolculuklar, etkilendikleri kişiler ve aldıkları eğitimlerin hemen hemen aynı olduğu görülüyor. Gelenekselcilerin anlam dünyasında Uzak Doğu dinleri ve Hint mistisizmi önemli bir konuma sahiptir. Bunun yanında Hıristiyan ezoterizmi, Yahudi Kabalizm’i ve paganizmin mitik özelliği de ekolün felsefi zeminini oluşturan önemli parametreler.

Bu ‘karma’ya İslam coğrafyasındaki tasavvuf ve sufi oluşumların zahiri yok sayan batıni yönleri de eklenince ortaya fantastik ve ütopik bir ‘inanç’ anlayışı çıkıyor. Ayrıca ekolün masonik yapılarla bariz etkileşimi meselenin boyutunu bambaşka alanlara taşıyor. Özetle, Gelenekselci Ekol’ün düşünsel içeriğini Hindu, Çin, Mısır, İran, Kelt, Hristiyan, Yahudi ve İslam geleneğinin derlenmesinden oluşan metafiziksel malumat yığını oluşturuyor. Buradaki sentezci faaliyetlerin İslam metafiziği adı altında yapılıyor olması üzerinde düşünülmesi gereken bir durum.

Gelenekselci Ekol’ün gelenek kavramı gibi bilgi ve sanat kavramlarını da yeniden anlamlandırdığı görülüyor. Gelenekselci anlayışa göre sanat ancak kutsal ise bir işleve sahiptir fakat insanlık tarihi sanatın kutsallık boyutunu yok ederek eşyanın bilgisinin anlaşılmasına engel olmuştur. Edebiyat da dâhil İslami sanat, vahyin tezahürlerini ihtiva eder fakat sanatın kutsal olarak ilahi kaynaklı olması onu dini yapmaz. Sanatı kutsal yapan onun ilahi kaynaklı ilhamla oluşturulan sembolizmle olan ilişki düzeyidir.

Ekol’e göre batıni bilgiyle üretilen gelenek kutsaldır ve bu bilgiye dayanan sanat ve bilim geçerlidir. Kutsal bilim, kişinin metafizik boyutta erişebildiği bilginin kendisi de dâhil kaynağı, mahiyeti ve edinim sürecidir. Bu aşamaların en sonunda tam olarak tanımlanamayan hikmete sahip olunur. Gelenekselci Ekol’e göre hikmet anlamında bilgi/bilim/bilgelik tek başına akılla elde edilemez. Metafiziksel boyutların işin içine girdiği kalbî bilme önemlidir. Hatta nihai bilmeyi ve hakikate ulaşmayı sağlayan metafiziksel boyuttur. Herhangi bir aracıya ihtiyaç duymaksızın ulaşılan metafizik bilgi ilahi bilgidir her türlü felsefi, akli ve deneysel bilgiden üstündür.

Kitabın, daha çok Türkiye ile ilgili olan ikinci kısmı Gelenekselci Ekol tarafından ortaya atılan fikirlerin bu coğrafyadaki etkilerini somutlaştırmaya odaklanıyor. Konu ilk bakışta Türkiye’deki toplumsal yapı için çok bir şey ifade etmiyormuş gibi gözükse de bağlantılar doğru kurulup bağlam doğru okunduğunda hiç de yabancısı olmadığımız bir düşünceye kapı aralıyor. Öyle ki, Gelenekselci Ekol’ün görüşleriyle bu coğrafyadaki hem geleneksel yapıda hem de modern düşüncede çok fazla örtüşme olduğunu söylemek mümkün.

Tam bu noktada bir detay dikkat çekiyor. Esasında kitabın tam ismi Düşüncemizde Gelenekselci Ekol Eleştirisi. Kapakta, daha büyük boyutta yazılan “Gelenekselci Ekol Eleştirisi” ifadesiyle metnin genel anlamda Tradisyonalizm eleştirisi olduğu vurgulanırken, daha küçük boyuttaki “Düşüncemizde” ibaresi ekolün Türk düşüncesi üzerinde muhtemel etkisine yoğunlaşıyor.

Buradaki “Düşüncemizde” ifadesini açmak gerekiyor sanırım. Kast edilen, her ne kadar izleri Osmanlı’ya uzansa da, Cumhuriyet’in gadrine uğramış bir hareket olan Türk-İslam sentezi, Türk dindarlığı, Türk muhafazakârlığı veya Anadoluculuk diyebileceğimiz yerli ve milliliği ön plana çıkaran ve fakat Batı’ya dönük yüzü nedeniyle dünyadaki modernist gelişmelerden bigane kalamayan düşüncedir.

Abdullah Kasay, Osmanlı entelektüellerinden dindarından materyalistine kadar bu düşüncenin temsilcilerine bazı örnekler veriyor. Ama özellikle Hilmi Ziya Ülken (1901-1974) ve Nurettin Topçu (1909-1975) öne çıkarılmış. Ülken ve Topçu’nun seçilmesinin nedeni, zoraki Batılılaşmaya veya modernleşmeye maruz bırakılan Cumhuriyet sonrası sosyal yapı ve entelektüel ortam bahsinde önemli isimler olmaları olsa gerek. Zira her iki isim de Batı’ya karşı geleneksel, milli ve manevi değerleri dindarlık veya muhafazakârlık kapsamında modern dünyada konumlandırma arayışına girişmiştir.

Kasay, Türkiye’deki muhafazakâr düşünceyle ilgili yaptığı değerlendirmede, moderniteye alternatif olarak Batı’da ortaya çıkan felsefi arayışların büyük bir etki bıraktığının altını çiziyor. Özellikle Henri Bergson’un (1859-1941) sezgicilik felsefesi Türk muhafazakârlığında önemli bir karşılık bulmuştur. Bu geçişkenlik aşamasında Gelenekselcilik, gelenekçilik ve muhafazakârlığın farklılıklarını belirten Kasay, Gelenekselci Ekol’ün bu iki yapı üzerindeki etkilerini sorguluyor. 1980 öncesinin Türkiye’sinde Gelenekselcilerin eserlerinden kısmi çeviriler yapılmıştır fakat ekolün önde gelenlerin birçok eseri 1980 sonrasında tercüme edilmiştir. Bu tercümelerin toplumun genelinde görünür bir etkinlik düzeyi bulunmamaktadır. Bununla birlikte akademik ve entelektüel alanlarda önemli bir çalışma konusu olmuştur.

Kitaptaki en önemli detayın her fırsatta vurgulanan Gelenekselcilik anlayışının çelişki ve tutarsızlıkları diye düşünüyorum. Aşağıya birkaçını eklediğim bu çelişki ve tutarsızlıklar konunun çerçevesini netleştiriyor diyebiliriz. Gelenekselcilik bir yönüyle öze dönüş hareketidir fakat zaman ve mekân bağlamında hangi gelenek olduğu ve nitelikleri muammadır.

Ekolün Vahiy, din ve geleneği eşitleyerek tüm inançları kapsaması tutarsız yönlerinden bir diğeridir. Bu anlayışa göre tüm inanç sistemleri aşkın bir birlik içindedir ve bütün inançlar Mutlak Hakikat’in tezahürüdür. Gelenek buradaki hakikatin açığa çıkışıdır. Birbirini reddeden ya da yalanlayan inanç sistemlerinin Mutlak Hakikat’i temsili ettiği çoğulcu yapı mantık dışıdır. Zira hakikat birbiriyle çelişen çoğulcu değil, uyum hâlindeki tektir.

Gelenekselci Ekol’ün her türlü mistisizm, metafizik, ezoterizm ve sembolizmden beslenmesi zahiri olanla arasına sınır çekmektedir. Bu durum varolan gerçekliğin dışında bir dünya çizilmesine yol açmaktadır ve aynı zamanda iddia edildiği gibi çoğulculuğu savunmak değil hakikati, Gelenekselciliğe özgülemektir.

Gelenekselci Ekol tasavvuf/sufi gelenekteki ‘keşf’te olduğu gibi, metafizik bilginin akli önermeler sunmadan bir bilme durumu ve ilahi kökenli olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır. Bu aşamada Gelenekselci Ekol’ün metafizik bilgiyi açıklarken akli önermeler sunarak iknaya yönelmesi düşüncenin kendi içinde çeliştiğini göstermektedir.

Gelenekselci Ekol’e göre varoluş, varlık ve varlığın mahiyeti meselesi ancak metafiziksel boyutla anlaşılabilir. Bunun için de insanüstü bir bilgiye ihtiyaç vardır. Tradisyonalizm’in ontoloji hiyerarşisi Saf Varlık, varlık ve varoluş aşamalarını içerir. Varoluş, varlık’a, varlık da Saf Varlık’a tâbî olur. Gelenekselci Ekol’ün varlığın birliğine dikkat çeken Vahdet-i Vücûd temelli ontolojik anlayışı panteizmdeki yaratan-yaratılan eşitlemesine benzemektedir. Diğer taraftan bu anlayış iyi-kötü, doğru-yanlış, gerçek-sahte ikiliğini ortadan kaldırarak anlamsızlaştırmaktadır. Bu durum sadece İslam’ın değil diğer inanç sistemlerinin de kabul edebileceği bir şey değildir ve Dinlerin Aşkın Birliği anlayışının tutarsızlığını yansıtmaktadır.

Düşüncemizde Gelenekselci Ekol Eleştirisi, Tradisyonalizm konusuna giriş açısından önemli bir çalışma olmasının yanında Batı ve modernite karşısında Müslümanların bir fayda sağlamayan katı modernist veya fanatik gelenekçi tavrını da gösteriyor. Geçtiğimiz birkaç yüzyıl içinde hızla moderniteye çarpan Müslümanlar aksiyona yönelik bir refleks gösterememesi ve kendi değerleriyle özgün bir hareket alanı oluşturamaması geleneğin toptan reddi veya geleneğe koşulsuz bağlılık şeklindeki iki anlayışın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ne, zamanın gerçekliğiyle uyuşmayan geleneği tümüyle kabul, ne de modernitenin kurguladığı terminoloji ve metodolojiyi taklit ederek geleneğin reddi bir fayda sağlamıştır. Gelenekselcilik bu iki zıt anlayıştan farklı olmakla birlikte uzlaştığı kısımlar bulunuyor fakat ironik olan, modernite ve Batı’ya karşı İslami metafizik adı altında farklı inanç sistemlerinden sentezlenen bu alternatif düşüncenin de Batı’dan geliyor olmasıdır.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

10 Mayıs 2021 Pazartesi

İyi ve kötü yanlarıyla iç dünyamızın portresi

Hepimizin içinde şüphelere duçar olmuş bir taraf vardır. İç dünyamızla, psikolojimizle, kimseye göstermediğimiz ‘ikinci ben’imizle, varız. Bu bizim kötülüğe meyyal tarafımız. Bir de kendimizi muhafaza etmek için öne çıkardığımız kuşkucu, korumacı, sorgulayıcı taraf var, psikolojik kalkan, etrafımıza çizdiğimiz kırmızı bir halka.

O içimizi kemiren şüpheci tarafımızı, ikili ilişkilerde sıklıkla kullanıyoruz, “arkadaşım telefonda konuşurken arkasından tramvay sesi geliyordu, ama bana evde olduğunu söyledi, eğer tramvay sesi televizyondan gelmiyorsa, beni ekip, başkasıyla buluşmaya gitti” diye düşünüyoruz örneğin. Günlük hayatımızda çok fazla mevcut olan, ama çoğumuzun önemsemediği, sinek ısırığı gibi, önemsenmeyen ama tatlı tatlı kaşınan, kaşındıkça acıtan, içini yiyen huyu bireyin.

İşte Yalnızız romanı, her satırında kuşkucu tarafımızı keşfedeceğimiz, şüphe duygusuyla ilerleyen, rahatsız eden, kızdıran, duygulandıran, hayretlere düşüren bir roman.

Roman, oldukça rahatsız edici bir tablo ile, okurun sinirini bozan duyguları okura yükleyerek başlıyor. Böyle bir tablo ile başlaması ise ilk sayfadan itibaren soru işaretleri oluşturuyor, dolayısıyla merak sâiki başlıyor, son sayfaya değin tükenmeden sürüyor. Romanın başındaki rahatsız edici ahlaki tabloyla karşılaştığınız zaman devamı da böyle gelecek, olay bu başlangıcın üzerine kurulacak diye düşünüyorsunuz, ancak ilk 100-150 sayfa sonunda olaylar derinleşiyor ve diken üstünde duygularla başladığınız romanı okumak biraz daha kolaylaşıyor. Her karakterde farklı bir yanını buluyor okur Yalnızız’ı okurken, kitap okuru vicdani hesaplaşmaya itiyor.

Samim ve Meral’in hikayesini okuyoruz romanda esasen. Yalnızız’ın psikolojik tahlil ve tespitler üzerine kurulu bir roman olduğu genel olarak bilinir. Peyami Safa, derin psikolojik tahlilleri bu romanda Samim karakterinin ağzıyla okuruna aktarmış, ve o kadar ince, o kadar gerçek duyguları, öyle açık bir üslupla tasvir etmiş ki, kitabı okurken hayret ediyorsunuz. Ve bitirdikten sonra da üzerinizde bıraktığı duygular bir süre daha devam ediyor. Kuşkucu bir insan olarak özellikle kuşkunun tasvir edildiği paragraflar içime saplandı kitabı okurken.

Samim birdenbire doğruldu. Zihninin karanlığında, başka koldan ilerleyen fikir gölgeleri birdenbire şuurunun aydınlığına çıktı. Şüphesiz Feriha’ya merhamet ve Paris’e muhabbet bu yalanı izah etmez. Deminden beri niçin başka sebepler aramıyorsun? Ne olabilir başka sebepler? Samim ayağa kalktı. Ne olabilir? Ne olabilir?

Yatağının baş ucuna gitti ve düğmeye bastı. Ne olabilir? Odanın ortasına doğru geldi, durdu. Ne olabilir? Ne olabilir başka sebepler? Feriha’nın yanında aşığının bir arkadaşı. Hayır, Paris’ten böyle bir adamla gelmiş olamaz. Otelde de çarçabuk onu bulamaz. Başka ne olabilir?

Bu roman hakkında hiçbir fikri olmadan eline alan bir okuyucu, bunun ilişkiler ve entrika üzerine kurulmuş bir roman olduğunu düşünebilir, pek tabii. İlişkiler üzerinden, başka başka hayatlarda dönen başka dolaplar üzerinden, hiç bitmeyen olaylar üzerinden insanın içindeki iyi ve kötü tarafın portresini çiziyor Safa. Bireyi anlatırken ahlaki yozlaşmayı okurun adeta gözüne sokup, doğrusunu bulmayı bir nebze okura bırakırken, Simeranya kavramı ile de olması gereken toplum yapısının tuvalini çiziyor. Simeranya, kitapta adı geçen ütopik bir kavram. Ve aslında kitapta okura yüklenmeye çalışılan temel fikir de hayal edilen toplum yapısına adım atmak için, bireylerin kendilerini düzeltmekle işe başlamaları gerektiği. Bireyler toplumun tohumları, yapıtaşları çünkü. Kurguya büyük bir başarıyla yedirilerek anlatılan ahlaki yozlaşma yanlış batılılaşmayla temellendirilmiş, romandaki olay, toplumsal ve ahlaki çöküşün sebebini yanlış batılılaşmaya bağlıyor. Ve biraz da doğu-batı çatışmasına. Yanlış anlaşılan bir batılılaşma, yanlış anlaşılan bir ilerleme...

Toplum batılılaşma denen şeyi yanlış anlıyor, topluma bağlı olarak birey yozlaşıyor, birey yozlaştığı için aileler yozlaşıyor, ahlak temelsizleşiyor ve en sonunda toplum çöküyor. Burada şöyle bir dipnot geçmek yerinde olacaktır diye düşünüyorum, Tanzimat edebiyatı devrinden yakın tarihlere değin Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ahmet Midhat Efendi, Hâlid Ziya, Reşat Nuri, A.H. Tanpınar, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay gibi pek çok isim romanlarında yanlış batılılaşmayı eleştirmişler, demek ki bu sorunsal yıllardır toplum içerisinde bizimle birlikte yaşıyor, çözemiyoruz, oldukça trajik ilerleyen bu romandan çıkarılabilecek pek acı bir sonuç da bu.

Kızdıran, hayret ettiren, yüzünüzü buruşturmanıza sebep olan, bütün bunlara rağmen çok keyifli ilerleyen, merakınızı dürten bir roman olacaktır Yalnızız. Okuyacak olan herkese keyifli okumalar dilerim.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

5 Mayıs 2021 Çarşamba

Tasavvuf tarihine içeriden ve dışarıdan bir bakış

Mahmud Erol Kılıç hoca, 8 Ocak 2017 tarihli köşe yazısına "Din adamı modelimiz Yunus Emre olsaydı" başlığı atmış, oldukça önemli bir meseleyi hem düşünerek hem de sorarak gündeme getirmeye çalışmıştı. Elbette böyle 'şeyler' bu memlekette sadece 'bazıları'nın gündemi olabildi. Çünkü tasavvuf merkeze konarak ihsan, irfan, nefsle mücadele, batın ilmî gibi kavramlar insanların hayatlarından uzaklaştırıldı, metafiziksiz bir fizik benimsendi ve merhum Ömer Lütfi Mete'nin kitabına verdiği isim gibi ortaya bir Allah'sız Müslümanlık çıkıverdi. Mahmud Erol hoca, gelişen bu tip Müslümanlığa dair yazısından kritik bir meseleye işaret etmiş, varılacak hedefin hakikat olduğunu söylemiş, bütün diğer ilimlerin, çabaların ve gayretlerin bu kutsal hedefe doğru konumlanması gerektiğini belirtmişti. İbrâhîm Hâs Halvetî'nin Tezkiretü’l-Hâs'ına göre medreseden geçmiş bir âlim olduğu bilgisine eriştiğimiz Yunus Emre'nin "Şeriat, tarikat yoldur varana / hakikat, marifet andan içeru" dizelerini şöyle açıklamıştı: "Demek ki ilk iki mertebe bu son iki mertebe için vardırlar. Yani bizatihi varoluşları yoktur. Kendileri için var değillerdir. Ancak son ikisi varsa onlar da vardır. Onlar yoksa bunların var oluşları perdelerden bir perde, engellerden bir engel olmaya başlarlar ve akış durur, pıhtılaşma başlar."

İşte bu cümleler, tasavvufun bu çağda nasıl anlaşıldığı, nasıl yaşandığı, yani günümüz için ne söylediği konusunda yeni gözlemlere, yorumlara ihtiyacımız olduğunu gösteriyor. Çünkü bir pıhtılaşma var ve durum 'yoğun bakım'ı çağrıştırıyor. Özellikle batılı yazarların tasavvufa dair araştırmaları bize kendi zenginliğimize yeniden dönmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Zira araştırmalar her ne kadar samimi olsa da içinde tasavvufun geçip gittiği, bir rüyaya dönüştüğü ve bir anıt olarak kaldığı türünden yorumlar göze çarpıyor.

Tasavvuf tarihine dair yapılan okumalarda şöyle bir zenginlikle karşılaşırız: içeriden, yani belirli bir tasavvuf yoluna bağlı olanlar yahut muhibler tarafından yazılanlar; dışarıdan, yani akademik araştırmalar niyetiyle bir yola bağlanmadan ve hatta muhib dahi olmadan, eleştirel bir yaklaşımla yazılanlar. Son dönemde bu ikinci ekolü temsil eden isimlerden Alexander Knysh'in yeni bir kitabı dilimize kazandırıldı: Sûfilerin Tarihine Farklı Bir Bakış Denemesi. Okuması keyifli, doyurucu bir çalışma. Fakat tıpkı sevgili Kerim Güç'ün takdim yazısında belirttiği gibi, yazara itiraz edilecek çok nokta da barındırıyor. Mühim olan, yazarın saygı duyan bir biçimde meseleye yaklaşması. Knysh de bu konuda gayet edepli diyebiliriz. Şu sözler, yaklaşım niyetini ifade ediyor: "Tasavvuf heybetli bir anıttır: İçten, çoğu zaman yüce mânevi bir ideale, pazarlıksız bir tutkuyla, sözle ve fiille mükemmelleşmeye gayret eden insan yaratıcılığının muhteşem bir anıtı. Tasavvufun sürekliliği bugün, kurucularının ve sayısız müntesiplerinin onu iyi tasarlayıp, inşa ve tahayyül etmiş olduklarını gösteriyor."

Knysh'in bu cümlelerinin içinde bir kelime var ki üzerinde durmak gerekiyor: anıt. Çoğu zaman bir hatırayı devam ettirmek üzere inşa edilen mimarî eseri ifade eden anıtın bir başka anlamı daha var; asırlarca yaşayan ve devam eden kıymetli eser, âbide. Tasavvuf kavramı 8. yüzyıldan bu yana kullanılsa da hemen yüz yıl sonrasında Kelâbâzî'nin tasavvufun temel kaynaklarından biri olarak gösterilen et-Taʿarruf'undaki "Nihayet mana gitti, isim kaldı. Hakikat kayboldu, şekil zuhur etti. Sonuç olarak hakikatı aramak bir süs, onu tasdik etmek bir zinet haline geldi." cümleleri, çok erken bir dönemde sufilere dışarıdan yöneltilen tenkitlere işaret ediyor. Mânevî, derunî, ufkî bir yaşam biçimini temsil eden tasavvuf, gün geçtikçe sadırlardan satırlara, oradan da raflara kaldırılıyor. Toz tutuyor, zamanla da kıymeti aranmıyor, bulunmuyor.

Sûfilerin Tarihine Farklı Bir Bakış Denemesi; tasavvufun nasıl ve niçin ortaya çıktığından başlıyor. Tasavvuf isminin nereden geldiğini sorguluyor. İlhâm, tefekkür, Kur'an, hadis, tevil, tefsir, vahdet metafiziği, İbnü'l-Arabî ve Necmeddîn Kübrâ okulu, New Age çağına yönelik eski konular ve iddialar başlığıyla geçmişten günümüze ekolleri analiz ediyor. Son derece tartışmaya açık bir konu olarak sûfî düşüncedeki Helenistik maya ile sûfî psikolojisinin öncülerini gündeme getiriyor. Özellikle tasavvufa dışarıdan bakanlar için hep merak edilen âdab, mecaz yoluyla anlatım, mürşid-mürid ilişkisi, çilecilik, çöküş tezi gibi konulara değinirken, son dönemdeki sûfî-selefî çatışmasının ardında yatan sebepleri de özellikle Dağıstan'daki tarikatların tarihî rolleri üzerinden değerlendiriyor. Kitabın özellikle bu bölümü takdire şayan. Hem güncel siyaseti hem de Nakşîbendiliğin Dağıstan kolunun gelişim serüvenine dair Alexander Knysh'in hakimiyeti, buraya özel olarak eğildiğini gösteriyor. Meseleye şu açıdan da bakmalı: tasavvufunun başına da sonuna da mistisizm konunca, ortaya pasif, çileci bir anlayış çıkıyor. Halbuki 20. yüzyıl Dağıstan'ında da, bin yıl önce de bir çok sûfî hak ve hakikat için savaşmış, bunu telkin ettiği için de başına gelmedik iş kalmamıştır.

Başta İbnü'l-Arabî olmak üzere, Kuşeyrî, Sühreverdî, Sülemî, Serrâc, KâşânîGazzâlî, İsmâil Hakkı Bursevî’gibi tasavvuf düşüncesinin yıldızlarından ve onların kaynaklarından yararlanırken, Nâzım Kıbrısî ve Muzaffer Ozak gibi 21. yüzyılın önemli şeyhlerine de değiniyor ve hatta 2012'de bir kadın intihar eylemcinin patlattığı bomba sonucu vefat eden Çirkeyli Said Efendi'den Şeyh Şamil'e dek Kafkaslardaki tarikat-siyaset ilişkisini de analiz ediyor. Bu zengin birikime ve araştırma gayretine rağmen Alexander Knysh, kendisini William Chittick gibi tasavvuf araştırmacılarından ayırıyor. Çünkü birçok kez dile getirdiği gibi tasavvuf ona göre 'icat edilen' yahut 'tahayyül edilen' bir olgudur. Devasa edebiyatıyla, öğretileriyle, tekkeleriyle, davranış ve tavırlarıyla, çeyizleriyle 'kutsallık' kazanarak varlığını güçlendirmiş, iyi veya kötü niyetli aktörler tarafından bu güçlü varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Tüm bunlara rağmen hakkını vermemiz gerekir ki bilhassa yirminci yüzyılın ilk yarısından itibaren birçok Batılı araştırmacının tasavvufun çökeceğine dair olan inancının boşa çıktığını da gösteriyor Knysh: "İşe bakın ki tasavvuf yeni gerçeklere uyum sağlayarak modern iletişim teknolojileri ve sosyal medya ile canlandı, bugün tekrar yükselişe geçti. Gerçek hayat insanoğlunun inanç ve uygulamalarını gözlemleyen akademisyenler için daha pek çok sürprize gebe, bu yüzden insanın analitik, metodolojik cesaretine ve aşırı özgüvene karşı en iyi çare bir miktar mahcubiyettir."

Yazar, Gazzâlî'nin dünyayı akılcı bir biçimde müşâhede etmekle mutluluğun ve huzurun yakalanamayacağına, zühdî-mistik inanç ve amelin sağladığı bilgi ve basîretin saadet getireceğine olan inancının içeriden ve dışarıdan bakan muhtelif kesimler nezdinde teyit edildiğini söylese de, dışarıdan bakan biri olarak tasavvufu "vaadi uzaktan göz kırparak kendisine çağıran fakat elle tutulamayan, asla gerçekleşmeyecek güzel bir rüyadan ibaret" olarak gördüğünü söyleyerek bitiriyor çalışmasını. Keşke bu kitaba karşılık okunabilecek, özellikle 21. yüzyıldan tasavvufa bakan ve elbette 'içeriden' bir ses çıkıverse. Belki de böyle olunca Alexander Knysh'in bu önemli çalışması daha doğru bir biçimde okunur.

Sûfilerin Tarihine Farklı Bir Bakış Denemesi, tasavvufun içinden gelen ve ona dışarıdan bakan isimleri bir araya getirerek, başlangıçtan günümüze dek sûfîlerin davranış sistemine cesur, özgün bakış açıları sunuyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Tasavvuf ve İslâm düşünce tarihinin büyük sûfîsi

"Bizim ıstılahlarımızı ve kitaplarımızı anlamayana kitaplarımız haramdır."
- İbnü’l- Arabî

Hakkında en çok konuşulan şahsiyetler, anlaşılamayan ya da yanlış anlaşılan şahsiyetlerdir. Mesnevi’de yer alan filin hikâyesindeki hikmet, olayların ya da şahısların mahiyetini tek boyutlu bakışlarla değerlendirmenin yanlış olacağıdır. İslam düşünce tarihinin üzerinde en çok konuşulan isimlerinden biri de İbnü’l-Arabî’dir. “Şeyhü’l- Ekber” unvanı atfedenler olduğu gibi küfre düşmekle itham edenler de olmuştur. Mahmut Erol Kılıç’ın İbnü’l-Arabî adlı kitabı onu bütün yönleriyle tanımamızı sağlayan oldukça başarılı bir çalışma. Onu eleştirenler de savunmaya çalışanlar da İbnü’l-Arabî’yi bütün yönleriyle tanıyabilmiş değildir zira özellikle Fütûhat-ı Mekiyye ve Fusûsü’l- Hikem başta olmak üzere kaleme aldığı eserleri İlahî bir keşf ve feyz yoluyla kaleme aldığını dile getirmiştir. Pek çok İslam âlimi de İbnü’l- Arabî’nin eserlerinde dile getirdiği birtakım düşünceleri anlamak için kendisinin manevi ruhsatına ihtiyaç duyulduğunu ifade etmiştir.

İbnü’l-Arabî, Selçuklu sultanlarına mektuplar yazmış ve onlara çeşitli konularda yol göstermiştir. Bununla beraber İbnü'l- Arabî ve öğrencilerinin Osmanlı’nın kuruluşunda da manevi tesirleri vardır. Mahmut Erol Kılıç, Osmanlı Devleti’nin doğuşunu ve çöküşünü önceden haber verdiğine dair rivayetin oldukça ilgi gördüğünü belirtiyor. Yine Mahmut Erol Kılıç’ın ifadesiyle Şeyh Edebâlî’nin Dımaşk’ta öğrenim görürken İbnü’l-Arabî’nin sohbetlerine katılmış olması, Fusûsü’l- Hikem'i şerh eden Dâvûd-i Kayserî’nin devletin ilk şeyhülislamı olması da İbnü’l Arabî mektebi ile Osmanlılar arasındaki manevi bağı gösteren örneklerdir. Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi dönüşünde Şam’a uğraması ve burada İbnü’l-Arabî’nin mezarını buldurup mamur etmesi de Osmanlı Devlet erkânınca İbnü’l-Arabî’ye verilen ehemmiyeti gösterir.

Mahmut Erol Kılıç, Osmanlıların gerileme ve çöküş dönemine girmeleriyle İbnü’l-Arabî ekolünden uzaklaşılmış olması arasında da bir ilişki bulunduğunu ifade ediyor. İbnü’l-Arabî hakkında uzun yıllar, ciddi bir çalışma yapmış olan Mahmut Erol Kılıç, Şeyhülislam İbn Kemal’in gerileme döneminde İbnü’l-Arabî’nin eserlerine dair yapılan olumsuz eleştirileri durdurmak üzere bir fetva verdiğini söylüyor. Bu fetva, esas itibariyle günümüzde de İbnü’l-Arabî’nin eserlerine nasıl yaklaşılması gerektiğine dair bir reçete özelliği taşıyor. Fetvanın içeriği şöyle: “İbnü’l-Arabî’nin birçok eseri mevcuttur. Bunların içerisinde ‘Fusûsü’l- Hikem’ ve ‘el- Fütûhatü’l- Mekiyye’ de vardır. Bu eserlerdeki meselelerin bir kısmının sözü ve manası belli, İlâhî buyruğa ve şer’-i nebevîye uygundur. Bir kısmı da zâhir ehlinin anlayışına kapalı, gizli olup keşif ve bâtın ehlinin anlayışına açıktır. Meramını anlamayana susmak lâzımdır. Zira Allah’Bilmediğin şeyin ardına düşme.' buyurmaktadır. Allah doğru yola götürür ve dönüş O’nadır.” Bu fetvada önerilen düstur, ehli olmayana kapalı olan manalar için susulmasıdır zira İbnü’l-Arabî. “Bizim ıstılahlarımızı ve kitaplarımızı anlamayana kitaplarımız haramdır.” diyor.

İbnü’l-Arabî, varlığın ancak keşif yoluyla bilinebileceğini ve bunun da nebilere ve seçkin velilere has olduğunu belirtir. Mahmut Erol Kılıç bu konuyla ilgili şu tespiti yapıyor: “İbnü’l-Arabî ‘feth’ ve ‘fütûhat’ kelimeleriyle, keşf kabiliyeti açılan kalbin İlâhî feyze nail olması ve ilham almasını kastederek peygamberlerin ve velilerin Allah hakkında akıl ve fikir yoluyla oluşturulan bir bilgiye sahip bulunmadıklarını, Allah’ın onları bundan uzak tuttuğunu ve keşflerinin açılmasıyla Hakk’ın bilgisini elde ettiklerini söyler.” Bu ifadeden bilginin insan tarafından üretilen bir şey olmayıp insana vahyedildiğini anlayabiliyoruz. Ancak velilere vahyi elbetteki nebilerin vahyi gibi değildir. Onlar daha ziyade ilham ve keşif yoluyla bilgiye ulaşırlar. Mahmut Erol Kılıç’ın ifadesiyle İbnü’l-Arabî, bütün eserlerinin Kur’an’ın hazinelerinden olduğunu, kendisine Kur’an’ın fehminin ve nusretinin bahşedildiğini söyler. Bundan dolayı el-Fütûhat'a tasavvufî bir Kur’an tefsiri demek mümkündür.

Mahmut Erol Kılıç’ın tespitine göre Abdülvehhâb eş-Şâ’rânî, Fütûhatü’l- Mekiyye ile ilgili “Bu eserde şeriatın sır ve hikmetlerine, müçtehitlerin içtihatlarını ortaya koyarken dayandıkları esaslara yer verilmiştir. Bir müçtehit bu eseri inceleyecek olursa bilgisi artar, daha önce bilmediği istidlâl şekillerini ve bunların sırlarını öğrenir. İsabetli bir şekilde gerekçe tespit etme imkânını kazanır. Bir müfessir, bir hadis yorumcusu, bir kelâmcı, bir dil veya kıraat âlimi hatta rüya tabircisi bu eserden kendi alanıyla ilgili pek çok yeni şeyi öğrenir.” diyor. Bu sözden otuz yedi ciltlik bu eserin çok geniş bir konu dağarcığının olduğunu ve ele aldığı konuları derinlemesine işlediğini anlıyoruz.

el-Fütûhatü’l- Mekiyye hakkında lehte ve aleyhte pek çok eleştiri yapılmış olmasına rağmen aleyhte yapılan eleştirilerin ekseriyeti İbnü’l-Arabî’nin üslubunun anlaşılamamış olmasıdır. Pek çok mutasavvıf, İbnü’l-Arabî’nin eserlerini seçkin bir azınlıkla okuyup ders etmeyi tercih etmiştir zira onun eserlerindeki sırları çözmek ehil olmayanlar için mümkün değildir.

Mahmut Erol Kılıç, İbnü’l-Arabî’nin eserlerinin muhteviyatına dair şu değerlendirmeyi yapıyor: “İbnü’l-Arabî bütün eserlerinde “marifetullah”ı ilimler dairesinin merkezine almış ve bu noktadan hareketle hakikâte dair ilimlerin çeşitli konularına açıklamalar getirmiştir. Tasavvuf, tefsir, hadis, fıkıh, tarih, ilm-i havas gibi çok geniş bir alanda yazdığı yüzlerce eserin hareket noktası hep 'marifetullah'tır.” Her ne kadar İbnü’l-Arabî “vahdet-i vücut” kavramını bizzat kullanmamış olsa da onun öğretileri ve varlık konusundaki fikirlerinden ötürü kendisine bu kavram atfedilmiştir. Var olan sadece Allah olduğuna göre ilimlerin temeli de onu bilmeye yönelik olmalıdır. Burada vahdet-i vücutla panteizm arasındaki farka özellikle dikkat çekmek gerekir. Panteizm tabiatın Tanrı olduğunu iddia ederken vahdet-i vücut bütün kâinatın tek bir yaratıcının yansımasından ibaret olduğunu söyler.

İbnü’l-Arabî’nin eserlerinde dil de sırlı bir şekilde kullanılmış ve kendisine keşf izni verilmeyenlerce bu sırrın çözülmesine de izin verilmemiştir. İbnü’l-Arabi eserlerindeki dile dair şunları söylüyor: “Biz bir şeyi remzederiz, lugazlaştırırız… ama bizim bundan kastımız bir başka şeydir. Bizim şiirlerimiz ister sevgiliye hasbihalle başlasın ister bir methiye olsun isterse de kadın isimleri ve sıfatlarıyla ırmak, yer, yıldız isimleriyle dolu olsun hepsi de bütün bu suretler altındaki maârif-i İlâhiyyeden ibarettir.

İbnü’l-Arabî’nin yaratma sürecine dair görüşlerini şöyle açıklıyor Mahmut Erol Kılıç: “Ona göre vücut bir dairedir. Bu dairenin başlangıcı ilk aklın varlığıdır. Yaratılış insan cinsiyle son bulmuş ve vücut dairesi tamamlanmıştır; dairenin sonunun başlangıcına ulaşması gibi insan da bu ilk akla ittisal etmiştir.” Burada tasavvuftaki devir düşüncesinin fikrî alt yapısını görüyoruz. İbnü’l-Arabî’nin “ilk akıl” dediği kavram “hakikât-i Muhammedî” olarak da karşımıza çıkıyor. Hakikât-i Muhammedî veya insan-ı kâmil, tasavvufta ulaşılabilecek son mertebedir ki yaratılmış olanın yaratıcıya ulaşmasını ifade eder.

Şeyhü’l-Ekber olarak nitelendirilmesine rağmen sistematik bir tarikat kurucusu değildir. Pek çok şeyhin sohbetine katılmış, onlardan feyz almış hatta bir kısmından hırka dahi giymiştir ama onun belli bir tarikata mensup olduğunu gösteren bir kanıt da yoktur. Mahmut Erol Kılıç bu konuya dair şunları söylüyor: “Kalbinde İbnü’l-Arabî’nin fikirlerine bir meyil ve muhabbet duyan herkes onun yolundan sayılır. Onların bu adla anılan bir zaviye veya dergâhları yoktur. Nitekim İsmail Hakkı Bursevî, İbnü’l-Arabî’nin yolunun bütün tarikatları ihtiva ettiğini, zevki eksik, yolculukta sebatsız olanlar dışında onun yolundan gitmeyen, ilminden istifade etmeyen hiçbir Allah yolcusunun bulunmadığını ve onun da istidat sahiplerinden himmetini esirgemediğini söyler. Hangi tarikata mensup ve hangi neşveye sahip olursa olsun herkesin ondan feyiz alması mümkündür.” Pek çok mutasavvıf, İbnü’l-Arabî’ye atfedilen Ekberiyye'nin entelektüel veya felsefi bir tasavvuf olduğunu ve tarikat yerine mektep olarak görülmesi gerektiğini vurgulamıştır.

Bugün karşımızda iki ayrı İbnü’l-Arabî var. Mutasavvıfların “şeyhü’l-ekber” olarak niteledikleri İbnü’l-Arabî portresi ile araştırmacıların sadece eserleri üzerinden çıkardıkları İbnü’l-Arabî portresi elbette aynı değildir. Tarih biliminin metodlarından biri, olayları yaşandıkları dönemin şartları içerisinde değerlendirmektir. Benzer bir yöntem şahsiyetler için de geçerlidir. İbnü’l-Arabî’yi anlamak, eserlerinde dile getirdiği tasavvufi sırları anlamakla mümkündür. Bu da kalbi İlahî keşfe açılmış olanların ayrıcalığıdır.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

2 Mayıs 2021 Pazar

Şiir ve hikâyeyle irtibatlı denemeler

Edebi bir tür olarak denemenin kendi içinde gösterdiği çeşitlilik, onu sınıflandırma hususunda da farklı birtakım görüşlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Denemecinin dikkat noktasının değişmesiyle birlikte deneme de kendi içinde ayrılmış, bu ayrılışlar yeni isimlendirmeler doğurmuştur. Yazarın herhangi bir konuya ilişkin objektif gözlemlerini içeren yazıları, edebiyat eleştirileri, makale tonuna yaklaşan denemeler, felsefe, din, toplum üzerine yazılan nesnel yazılar, yazar ve entelektüellere dair portreler, yazarın düşünme ve hayatı algılayış biçiminden süzülen birtakım öznel metinler ayrı ayrı sınırlandırılıp isimlendirilmiştir. Denemelerin konuları dikkate alınarak yapılan bu sınıflandırma, Batı edebiyatındaki yaygın kabullerden birisidir.

Bahsi geçen bu sınıflandırmaya, Türk Edebiyatı Kavramları ve Terimleri Sözlüğü’nde rastladığımdan bu yana, zihnimdeki deneme tanımları yerli yerine oturdu, diyebilirim. Sınırları ve geçirgenliği net olmayan bir türü, konularına göre sınıflandırmak isabetli bir düşünce olarak görünmüş olmalı. Bu makul yönelim, denemenin sunduğu imkân ve yazara sağladığı serbestiyet, yazıya yeni başlayanların zihninde bir “kolaylık” fikri uyandırdığından olacak ki denemeye meylettirir onları. Fakat deneme zannedildiği gibi kolaycılığın evi midir? Nilüfer Kuyaş’ın Başka Hayatlar kitabının ön sözünde geçen bir cümlesi, türün ciddiyetini ifade etmesi bakımından dikkate değer. “Deneme yazarlığın esas sınavıdır,” diyordu Kuyaş. Yazar, orada sınanır bütün çıplaklığıyla. Kendini samimiyetle anlatabildiği ve hayatla kurduğu sıcak teması ince bir görme biçimiyle sunabildiği nispetle de iyi bir metin çıkarır. Böylece yazar, denemeyi denerken hem kendini hem de kalemini sınavdan geçirir.

2000’li yılların denemesinden ve türün tabi tuttuğu sınamadan geçen isimlerden bahsedeceksek eğer, Ali Ayçil denemeciliği, zikretmemiz gerekenlerin başında gelir. Ceviz Sandıklar ve Para Kasaları, Kovulmuşların Evi, Yenilgiden Dönerken ve Usta Konuşmak İstiyor isimli kitaplarından biri bile, bu kadarıyla, son dönem denemeciliğimizin tazeliğinden hiçbir şey yitirmeyecek örnekleri arasına girer. Bu denemeler, bahsi geçen sınıflandırmaya göre subjektive essays, yani öznel denemeler kategorisinde değerlendirebileceğimiz metinlerdir. Ali Ayçil’in yazınsal haritası; yaşama dair hemen her ayrıntıyı, taşrayı, okul yıllarını, otobüs terminallerini, edebi heyecanları içinde barındıran geniş bir avlu gibidir. Bir çeşmenin kurnasında on beş yıl boyunca oturan ve bilinmez bir kederle hızla yaşlanan kadın, sokakta telaşsız oynayan çocuklar, ayakkabı tamircisinin sabahları, bir masaya konup kalkan hikâyeler, yaz akşamları, ebedi göçüne hazırlanan bir ihtiyarın çocukluğunun evine dönme arzusu, ficek atmaya giden kızlar, bir heyecanla çıkan ve çok geçmeden batan dergiler, geçim darlıkları, sokağın yazı masasına ulaşan uğultusu… hepsi doğallıkla, içten gelen bir ezgi gibi sızar satırlara.

Ayçil’in meraklı bir bilgelikle nesneler ve insan hikâyeleri üzerinde dolaştırdığı bakışı muhtevanın çeşitlenmesine, şairliği de şiirin müzikal perspektifinden faydalanmasına ve kelimelerin ses çağrışımlarının öne çıktığı bir dilin yakalanmasına vesile olmuştur. Bu dilsel ritim başka başka seslere ulanır. Çağın gürültüsünden kendine kaçan ve yarasına uymayan kabuğundan avazını esirgemeyen şaire mesela. Bir yazar okurun içinden geçtiği başka yazarlara, onların seslerine, onların hikâyelerine ulanır. Üstelik yalnız dilin ve sesin değil, imgesel anlatımın da kapıları aralanır okura, “Dünya, bir meleğin kanadında titreyip duran bir su damlasından daha ağır değil. Bütün bitkinlikler, bütün meraklar, bütün aşklar, bütün kentler ve tarih, o su damlasının içinde saklı. Orada geçmiş de yok gelecek de. Bir tek “anın” iniltisi koca bir tarih tutuyor.” Bu çok yönlülük Ayçil’in, son dönem denemeciliğinin öne çıkan isimlerinden biri olmasının sebepleri arasında gösterilebilir.

Deneme, öteki türler gibi belli başlı kurallarla çevrelenmiş bir tür olmadığından üslup öncelenir. Orhan Burian’ın dediği gibi, “Anlatımda özgünlük ve zerâfet en çok denemede aranır. Üslubun gaye olduğu tek yazı nevidir.” Ali Ayçil’in denemeleri, üslubu dikkate alan, söylenene yeni biçimler ve sesler ekleyen bir yere doğru ilerler. Bu ilerleyiş, son kitabı Usta Konuşmak İstiyor’da başka bir ivme kazanır. Önceki kitaplarında, özelde Yenilgiden Dönerken’de, baskın bir içe dönüş vardır. Yazarın kendisidir ortaya dökülen. Başkalarında gördüğü, nesnelerde ve hayat kırıntılarında aradığı bizzat kendisidir. Kitabın “Sen” bölümündeki İstanbul anlatımında, gördüğü İstanbul değildir anlatılan, içte imgeleşmiş kenttir. Okur, bir şehir anlatısında bile içe yöneltilmiş dikkate odaklanır bu yüzden. Okuru metne dahil eden bu iç ses, Yenilgiden Dönerken’de sürekli olarak beslenir. Yazar da bu bağı kuvvetlendirmek için sık sık okura seslenir, onu karşısına alır, düşüncelerini okumaya ve metnin karşı tarafta uyandıracağı reaksiyonu ölçmeye çalışır, “İçinizden kimileri bu yazıyı okuduklarında, meseleyi biraz abarttığımı düşüneceklerdir. Sözü edilen kıskançlığın mağduru siz değil de ben olduğuma göre, şimdilik, kendi tecrübelerimin ayak izinden yürümeyi daha uygun buluyorum.

Ancak Usta Konuşmak İstiyor‘da denemelerin seyri değişir ve yazar, penceresini tamamen farklı hikâyelere aralar. Okur bu aralıktan anlatılanları dinler yalnızca, ona seslenilmez, buyur edilmez. Bilinçli bir tercihle dışarda, salt dinleyici konumunda bırakılır. Bir hikâye anlatıcısı tavrıyla tahkiyenin öne çıkarıldığı bu metinlerde yazar, sıradan insanlara odaklanır. Hani şu hayatları herhangi bir habere konu olmayacak ve hemen her yerde karşılaşabileceğimiz türden insanlara; monotonluğun uyuşukluğuyla çepeçevre kuşatılmışlara, bir zamanlar genç olan yaşlılara, kahvehanenin herhangi bir masasında oturan herhangi bir adama; balıkçıya, kundura tamircisine, aşçıya, yorgun kadınlara, gülümsemeleri içine kaçanlara odaklanır ve onların hikâyesinde gördüğünü yazar, hikâyelerdeki “ben”i değil.

Üstelik bu metinler, öykü olabilecek tahkiye ve yoğunluğuna sahip metinlerdir. Deneme, öykücükler anlatarak türün geçirgenliğinden faydalandığı gibi, yazarın kendi kıyısından beslenerek de ben evrenin, yani denemenin içinde kalır. Ayçil, Usta Konuşmak İstiyor‘da , anlattıklarını kendi beninden geçirse de odak noktası hep ötekinin hikâyesi, ötelere gönderilen bir mektup ve bir selamdır. Hem form hem de muhteva olarak bu kitabıyla tali bir yola girdiğinden, farklı bir ivme yakaladığından söz edebiliriz.

Yazının başında vurgulanıldığı gibi, başlangıçtan bu yana çıkan denemelerinden biri bile, kuşağının önemli denemecileri arasında hak ettiği yeri almasına vesile olmuştur. Genel edebî tercihlere ve kanonik yaklaşımlara bakıldığında da denemeye edebiyatın üvey çocuğu muamelesi yapıldığını, yazarın ilgilendiği “asıl” türün yanında denemeye şöyle bir uğradığını görebilmek zor değil. Fakat yalnızca denemeyle söylenebilecek şeylerin varlığı; öyküyle, şiirle irtibatlı, söylem alanı geniş bir tür olduğu düşüncesi göz önünde bulundurulursa, fikirlerin doğuşunun ve içe yöneltilmiş dürbünün en doğal biçimde denemeyle açığa çıkacağı da kolaylıkla fark edilecektir. Ali Ayçil denemeleri bu farkındalıkla ilerleyen, türü ciddiye alan ve türün imkânlarını tanıyan metinler olarak dikkati hak ediyor.

Feyza Kartopu