23 Nisan 2021 Cuma

Esaretin insanda açtığı yaralar

Samipaşazade Sezai, Tanzimat sonrası Türk edebiyatının ikinci nesline mensup hikaye ve roman yazarıdır. Babası Abdurrahman Sâmi Paşa, annesi Gülârâyiş Hanım’dır.

Sergüzeşt romanı ilk olarak 1888 yılında Mahmut Bey Matbaası tarafından basılır. Türkçe romanın ilk dönemine ait olmasından klasikler arasında sayılmaktadır. “Romanda realizime geçişin işaretleri görülmesi eserde bulunan en önemli özelliklerinden biridir.” Sami Paşazade Sezai çağının ruhunu resmetmek amacıyla roman yazmıştır. Bu sebeple romanın kahramanlarından realist tablolar yapan ressam Celal Bey’le arasında benzerlik vardır. Eserini sansür nedeniyle Bir Esirin Sergüzeşti olan başlığını Sergüzeşt olarak değiştirmiştir. Fakat yine de esaret ve hürriyet fikrini savunmuştur.

Kitabın konusuna değinecek olursam: Romanın esas kahramanı Kafkasyalı esir bir genç kız olan Dilber’dir. Bütün olaylar Dilber’in etrafında gerçekleşir. Romanın ilk kısmında Hacı Ömer daha Dilber küçücük bir kız çocuğuyken onu Harput Sabık Mal Müdürü Mustafa Efendi’nin karısına halayık olarak satar. Zamanın geçmesiyle de Dilber evde çalışmaya ve ağır işler yapmaya başlar. Özellikle evde çalışan Arap uyruklu Taravet tarafından işkenceler görür ve bir gece vakti Çerkez paltosunu ve kalpağını giyinerek evden kaçar.

Gecenin bir vaktinde kendini sokakta bulan Dilber çok korkar, bayılarak arkası üstüne düşer. Daha sonra kendini bilmediği bir evde bulur. Kendine geldiğinde karşısında ihtiyar bir kadını görür. İhtiyar kadın onun kim olduğunu sorar. Dilber ona halayık olduğunu söyler ve yaşadıklarını anlatır. Bunun üzerine ihtiyar kadın duyduklarına daha fazla dayanamaz Mustafa Efendi’nin evine gider. Onlardan “beş kese akçe” karşılığında Dilber’i ister ama onlar Dilber’i vermezler. İhtiyar kadın mecburen Dilber’i onlara geri teslim eder. Dilber de evde yine işkenceler görmeye başlar. Gece, gündüz hep ağlar. Aradan zaman geçmesiyle Mustafa Efendi tekrardan devlet kurumunda çalışmaya başlar ve başka şehre kaymakam olarak atanır. Dilber ise altmış beş liraya satılır.

Romanın asıl konusu bu kısımdan itibaren başlıyor diyebiliriz. Çünkü bu kısımda dönemin zengin, yoksul, asiller ve köleler ayrımını daha net bir şekilde okuyup öğrenebiliyoruz.

Asaf Paşa yalısına halayık olarak gelen Dilber evin yirmi üç yaşındaki Celal Bey’ine aşık olur. Celal Bey ise Paris’te resim eğitimi almıştır. Ressam olarak vatanına geri dönmüştür. Son derece zenginlik içinde yaşamış olan Celal Bey şımarık birisidir. Maddi zenginlikten ziyade gönül zenginliğine önem verir. Bir gün Celal Bey Dilber’i taşlığa götürerek eski yırtık bir dilenci elbisesini giydirmek ister. Dilber giymek istemeyince: “Rica ederim Kleopatr” diye yalvararak onu bu elbiseyi giymeye ikna eder. Elbisenin içinde vücudunun bazı yerleri gözükünce çok utanıp ağlamaya başlar ve bu durumda bile olsa ayrı bir güzelleşmeye başlar. Celal Bey Dilber’in bu güzelliğini görüp fark edince ona aşık olur. Daha fazla onu utandırmak istemeyip, özür dileyerek serbest bırakır. Bir gece vakti Dilber’in odasına girerek Dilber’in uyurken avucunda kendi fotoğrafını görür o an Dilber’i uyandırıp aşkını itiraf etmek istese de onu uyandırmaya kıyamaz ve gözyaşlarıyla odasına kapanır. Birkaç zaman geçmesiyle Celal Bey ve Dilber birbirlerine olan aşklarını itiraf ederler. Celal Bey’in annesi Zehra Hanım bu durumu anlayınca asla oğlunun halayık olan Dilber’le evlenmesini istemez.

Sami Paşazade Sezai işte bu kısımda köle olan bir insanın zengin ve asil bir insana aşık olsa bile kavuşamayacağını vurgular. Çünkü dönemin şartlarında burjuva sisteminde olduğu gibi ancak zenginlerin zenginlerle olabileceği düşüncesi vardır. Bu düşüncenin aksi düşünülemezdi.

Zehra Hanım oğlunun bu durumunu eşine anlatır ve birlikte bir karara varıp Dilber’i satmak isterler. Ve Dilber’i Celal Bey’den habersiz satılır. Uzun süre Dilber’i göremeyen Celal Bey ise bu durumdan şüphelenir ve Çaresaz’dan Dilber’e ne olduğunu öğrenir. Dilber’i bulma arayışına girer fakat uzun arayışlardan sonra bulamayınca şiddetli bir hastalığa tutulur. Zehra Hanım oğlunu böyle gördükçe Dilber’i sattığına pişman olur ama ne fayda ki artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Dilber ise Mısır’a gönderilmiş ve orada bulunan bir evde halayıklık yapar. Her günü Celal Bey’e olan aşkı ve hasretiyle geçer. Ve günden güne hali perişan olur. Mısır’da harem ağası olan Cevher, Dilber’in bu durumunu fark eder ve onun için çok üzülür. Başından neler geçtiyse ona anlatmasını ister. Kısa bir zamanda Dilberle sırdaş ve arkadaş olur. Cevher'in bu arkadaşlığı daha sonra Dilber’e aşık olmakla değişir. Ama ne var ki Cevher, hadım edilmiş bir harem ağası olduğu için Dilberle olamayacağını ve onunla evlenme saadetine kavuşamayacağını da acı bir şekilde bilir. Bir yandan da Dilber'in huysuzluğundan dolayı ev halkı onu bir odaya hapseder. Bu durumu duyunca çok üzülen Cevher ağa Dilber’i bir gece vakti kurtarmak ister.

Odaya dayadığı merdivenden demir parmaklıkları kırar ama Cevher ağa kan içinde kalır. Merdiven Cevher ağanın üzerine düşünce artık son nefesini vermeye başlar. Bu durumu görünce Dilber çok üzülür. Cevher Ağanın ölümüne sebep olduğunu düşünür. Bunun üzerine “Ben sana ne yaptım ki benim yolumda hayatını feda ettin?” diye sorar. Cevher ağa ise son sözlerine karşılık “Çünkü seni seviyordum. Zararı yok. İlk gördüğüm zaman senin gözlerin kalbimde ölümcül yaralar açmıştı. Zaten yaşamazdım.” dedikten sonra ona “Yarın... İstanbul’a... Vapur... Var... Biletim cebimde” der.

Bileti eline alan Dilber çaresizlikle yollara düşer. Geri dönmeyi düşünse de gururuna yenilenemez. Kötülüklere de uğramaktan bir o kadar da korkar. Sonunda kendini Nil nehrinin yanında bulur. Derdini hiç kimseye anlatamaz ve bu çıkmazın içinden kurtulmak için kendini nehrin sularına bırakır. Hürriyetine ölümle kavuşur...

Okuduğumuz bu romanda özgürlüğün bir kez daha önemini kavrarken, köleliğin, esaretin, insanları zengin, fakir, asil, köle diye ayırmanın ne kadar kötü olduğunu acı bir hüzünle tekrar anlamış oluyoruz. Edebiyatımızın değerli eserlerinden biri olan Sergüzeşt'i okumanızı tavsiye ediyorum.

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

18 Nisan 2021 Pazar

Modern insanın hakikat ve anlam krizinde irfanın yeri

"Modern insan kendisini hakikat seviyesine yükseltmeye çalışacağı yerde, hakikati kendi seviyesine indirmektedir."
- Rene Guenon, Modern Dünyanın Bunalımı

İnsanoğlu yeryüzündeki hayatını anlamlandırma bahsinde bir çıkmaza girmiştir. Zira anlam, çoğu zaman 'görünen'de kendine bir yer bulabilmiştir. Bu durumda 'görüneni bilmek'ten ötesine geçmeyen bir anlam krizi söz konusudur. Görünenden ötesini bilmek için aklın, metafizik boyutta kullanıma sokulması gerekir. İnsana verilen akıl, iki şekilde kullanılır. İlki maddeye, eşyaya, görünene yöneliktir. 'Aşağı alem'e doğru çalışan akla, akl-ı cüzi denir. Esmada kalan, müsemmaya geçmeyen aklı temsil eder. İkinci kullanım, 'yukarı alem'e doğrudur. İnsan, akl-ı cüziden sıyrılıp yahut vazgeçip, metafizikle temas kurarak, varlığın birliğine yönelik bir anlayış ve kavrayış üzerine çabaladığında, akl-ı külli ile buluşur. Burada dikkat edilmesi gereken şudu: Akl-ı cüzi de akl-ı külli de aynı akıldır. Aralarındaki tek fark, ilkinin metafizik kavrayıştan uzak olup madde âleminde patinaj çekmesidir. Anlamı ve hakikati, manaya doğru giderek kavrayabileceğini düşünen insan, halihazırda sahip olduğu akl-ı cüzi'nin kirini, pasını silmiş, tabiri caizse cilalamış, belli bir seviyeye taşımıştır. Bu taşıma işleminde akıl, kalple birlikte hareket eder. A'raf suresinin 179. ayetinde geçen "lehum kulûbun lâ yefkahûne bihâ", yani "Onların kalbleri vardır fakat anlamazlar" ifadesi çok açık biçimde aklın kalple ortaklığını vurgular. 

Akletmek, kalple mümkündür. Bu farkındalığa ulaşmak için geleneksel ekol devreye girer. Sahih bir silsileye bağlı olan tasavvuf yoluna kişinin talip olmasıyla başlayan bir süreçtir. Sürecin gidişatı ve nihayeti kişiden kişiye değişir zira yaradılıştan gelen istidatla alakalıdır. Bunun yanı sıra kişinin gösterdiği mücadele ve metafizikle olan irtibatı, yolun bereketini yaşamasını, yani zevk etmesini sağlar. Burada İbn Arabî'nin belirttiği gibi arzunun sahih olması önemlidir, arzusu sahih olana çareler gösterilir. Bu aynı zamanda gelecek olan bilginin kaynağına yapışmak, oradan gelecek olan bilginin her an gelebilecek oluşuna inanmakla ilgilidir: "O, her an yeni bir ilâhî tasarruftadır." (Rahmân, 29)

Geleneksel ekol, batıda birçok önemli düşünürün ilgisini çekmiş, bu yöndeki çalışmaları neticesinde hayatlarında önemli değişimler yaşamışlardır. Martin Lings (Ebûbekir Sirâceddin) ve onun mürşidi Frithjof Schuon (Îsâ Nûreddin) Türk okurlar tarafından çok sık sık atıfta bulunulan isimlerdir. Her ikisi de Şâzeliyye'nin Derkāviyye koluna bağlı Aleviyye yolunun kurucusu olan Ahmed el-Alevî'den bereketlenmiştir. Birbirilerini etkileme noktasında bu isimler geniş bir halkaya tesir etmiştir. Gai Eaton (Hasan Abdülhakîm), Titus Burckhardt (İbrâhim İzzeddin), John Gustaf Agueli (Abdülhâdî) bu halkadandır. Yine, Gariplerin Kitabı'ndaki arayış hikâyesiyle okurları etkilemiş Ian Dallas'ın (Abdülkadir Es-Sufi) ve bilhassa batıya tasavvufu sevdirmesinin yanı sıra bu coğrafyanın insanı tarafından da kitapları ilgiyle takip edilen William Chittick'in isimlerini de zikretmek gerekir.

İşte bu geniş halkayla beraber kendisini okuyanları, izleyenleri ciddi biçimde etkilemiş en önemli isimlerden biri olan Rene Guenon, özellikle modern insanın bunalımını oldukça etkili biçimde anlatmıştır. Modern Dünyanın Bunalımıİslam Maneviyatı ve Taoculuğa ToplubakışKadim Bilimler ve Bazı Modern YanılgıcılarYatay ve Dikey Boyutların Sembolizmi isimleriyle İnsan Yayınları tarafından özenle neşredilmiş kitapları, konuyla ilgilenenlerin başucu eserlerindendir. 1886’da Fransa’nın Blois şehrinde doğan Guenon'un gençliği, tam manasıyla bir arayış gençliği biçiminde geçmiştir. Yeni-Spiritüalizm akımından etkilenmiş, bir arkadaşının vesilesiyle bâtın ilimlerle uğraşan okültist bir cemiyete gidip gelmiş ve akabinde mason locasına dahi girmiştir. Arayışlarını bitmez bir şevkle sürdüren Guenon, 1912 yılında bir Şâzeli şeyhi olan Abdurrahman İlîş el-Kebîr’in halifesi Abdülhâdî (John Gustaf Aguéli) vesilesiyle hem Müslüman hem de bi Şâzeli dervişi olur, Abdülvâhid Yahyâ adını alır. Özellikle Müslüman olduktan sonra yaşadığı yerlerin kültürünü benimseme, bir yaşam üslubu olan edebe riayet ve basit yaşam konusunda kendisini ziyarete gelen birçok batılı-doğulu kimseyi etkilemiştir. 1940'lı yıllarda onu ziyaret eden diplomat ve fikir adamı Necmeddin Bammat, Rene Guenon'a dair hatıratında ekmeği bölerken ve yemeğe tuz katarken bile hareketlerine ibadet kıymeti verdiğini yazmıştır. Bir önemli hatırlatmayı da Mahmud Erol Kılıç hoca yapmıştır: Guenon, Müslüman olmadan çok önce sufizmle tanışmıştır. Bir nevi, kendisini İslâm'a sufizmle hazırlamıştır. Bu belki de onun hem tesirinin hem de aldığı 'bereket'in yüksek olmasında önemli bir etken olabilir.

Mona A. Tufan, Rene Guenon'u merkeze alarak modern insanın anlam problemini masaya yatırdığı kitabı İnsan, Hakikat ve Anlam'da, evvela modern insanın kim olduğu sorusuna bir cevap arıyor. Bireyci, ilerlemeci, yararcı ve yabancı olan modern insanın; ontolojik, epistemolojik ahlakî problemlerini masaya yatırıyor. Gelenekten, irfandan ve dolayısıyla metafizikten uzağa düşmüş, özüyle arasını açmış olan modern insan, Guenon için "bilimselcilikle rasyonel aklın kalıpları içine girmekte, ahlakçılıkla duygu dünyasını tatmin etmeye çabalamakta"dır. Bu durumda anlamı ve hakikati maddi dünyada aramaktadır. "Gelenek insana hem ilk düşüşle kaybedilen asli mükemmelliğe dönüş imkânı hem de hakikat ve anlamı içinde bulunduran irfanı temin eder. Anlam ve hakikat katmanlıdır. Bu katmanlar insanın melekeleri kuvveden fiile çıktıkça anlaşılır hâle gelir" diyen Mona Tufan, Guenon'un kurucusu olduğu geleneksel ekolün nihai amacını ortaya koyarken, bir şeylere sahip olarak ancak yatay bir biçimde ilerleyen modern insanın, dikey bir biçimde ilerlemesi, yükselmesi için 'olma' konusuna eğilmesi gerektiğini işaret ediyor. İşte, hocasız, mürşitsiz, rehbersiz; tek başına çıkılması mümkün olmayan dikey yolculuk için Guenon'un çözüm olarak sunduğu ve tasavvufta 'intisap' olarak adlandırılmış kavram, 'inisiyasyon'dur: "Guenon düşüncesinde inisiyasyon, Gelenek'in zahirî kısmında değil bâtıni kısmında yer alır ve insanın bilkuvveden bilfiile geçmesini ve kendini gerçekleştirmesini hedefler. Bu hedef iki aşamalıdır. İlk aşama yatay düzlemde Kadim İnsan'ın gerçekleştirilmesini, ikinci aşama ise dikey düzlemde Kâmil İnsan'ın gerçekleştirilmesini içerir. İnsan iki doğumla temsil edilen iki aşamayı gerçekleştirebilmek için ilk olarak zahirî, dinî bir Gelenek'e bağlanmak ve onun gereklerine riayet etmek, ardından bâtıni, inisiyatik bir Gelenek'e bağlanmak ve bu Gelenek'in kendisine sunduğu yol ve yöntemi takip etmekle mümkün olur."

Guenon'a göre bu takibin neticesinde kişinin anlam ve hakikat problemi kalmamaktadır. Bu insan artık kemalat yolunda öze ulaşmış, varlığın anlamını bilip kavramış, "göğün ilhamlarına açık, yeryüzünde tüm varoluş durumlarını anlamlandırma becerisine sahip" bir hâle gelmiş, tasavvufta "en ileri derecede bulunan doğru bilgi" olan hakka’l-yakîn'e ulaşmıştır. Meselenin kritik noktası metafizik arayıştır: "Sahih bir metafizik arayışın olmadığı çabalar, psikolojik düzeyde bazı iyileştirmelere vesile olsa bile, insanın hakikat ve anlam problemi karşısında çözümsüz kalmaya mahkûmdur. Zira problemin temeli olan anlam meselesi bir öz meselesidir ve öze dair bilgi de fenomenal alanı aşkın bir metafiziğe dayanmak zorundadır. Metafizik bilginin oluşla ilgisi yoktur; o, 'varlık'la, ilkeyle ilgilidir."

Mona Tufan, insanın anlam ve hakikat krizini, Rene Guenon'un düşünceleri eşliğinde değerlendiriyor. Gelenekçi ekolün tavrını önceliyor: zihni olabildiğince derine daldırmak, kökten bir değişim sağlamak için özü ortaya çıkarmak ve merkeze Tanrı'yı koymak. İnsan, Hakikat ve Anlam'ı, insanı kendine dair yeniden düşünmeye ve Rene Guenon'un çözümleri eşliğinde irfanî olanla yeniden buluşmaya bir davet olarak okumak mümkün.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

15 Nisan 2021 Perşembe

Kaçacak bir söğüt gölgesi

Oldukça karışık günler geçirdiğimiz bu hararetli dönemimizde, kaçacak bir söğüt gölgesi arıyoruz. Ben de gündemden uzaklaşmak, ama gündemden uzaklaşırken dünyanın acı-tatlı gerçeklerine gözlerimizi yummamak istiyorum. Hem dinlenmek, dinlenirken bir taraftan kendimi doldurmak, kendimi dünyadan tecrit etmemek. Bir taşla birkaç kuş vurmak. Vizelerimi soluksuz beklediğim, raflarımda okunmayı bekleyen tuğla gibi ders kitaplarımın bana göz kırpıp vicdanıma oynadığı şu günlerimde, muhterem Yağız Gönüler beyefendinin vesilesiyle elime aldım Düğümlere Bitişik’i. Şifa oldu benim için.

Çok yeni bir kitap olan Düğümlere Bitişik, bir öykü kitabı efendim. İçinde 15 öykü mevcut bu güzel kitabın. Ve başından sonuna her öykü, okurken yüreğinizin teline vuruyor. Hem bireysel, hem toplumsal pek çok mesaj alıyoruz Düğümlere Bitişik’ten. Kitaptaki özellikle ilk birkaç öyküde, balkan Türklerine özgü ağız hususiyetleri dikkat çekiyor. Bu da öykülere ayrı bir tat, hoş bir rayiha ve çeşni katıyor.

Saldin ayvanları teslim etsin gitti abe kızcagzim, te burdan almazmişler epiciğini.

Te büle ağlanmak ne kaa fenadır! Orada zulüm yoktur bre. Hürriyet vardır.

Merve Sevde Selvi, bazı öykülerde savaşın toplum ve özellikle bireyin hayatı üzerindeki etkisini çok etkileyici bir şekilde işlemiş. Şehit düşen bir askerin eşine yazdığı mektubu okuyorsunuz mesela bir öyküde. Savaşa giden, kurşunlara sadrını açan binlerce askerden birisi. Arkasında bıraktıklarıyla empati kuruyorsunuz. Ve o askerle.

Öykülerin bir kısmında, anne-kadın ve çocuk karakterleri var. Örneğin Üzüm Buğusu adlı öyküde, bebeğini kaybeden, dertlerini dillendiremeyen, acılarla doldurduğu yüreğini boşaltamayan bir anne karakteri yaratılmış. Ben Buralı Değilim adlı öyküde, annesinin ölüsünü gasleden, kendisine sahip çıkmayan bir kocaya verilen bir genç kız karakteri yaratılmış. Bazı öykülerde ise, bireyin tek başına kalmasını, kabuğuna çekilip kendiyle ve hayatındaki insanlarla hesaplaşmalarını okuyoruz. Her öykünün bir karakterinde mutlaka, silik ya da belirgin, kendime ait bir şeyler bulabildiğimi söylemeliyim. Özellikle Şizodüş adlı öyküde, anlatıcı karakterle kendi aramda adeta duygusal bir bağ kurdum.

Öykülerde dikkat çeken çok önemli bir ayrıntı ise şu; bazı öykülerin ikişer ikişer, bir karakterin kurduğu cümleyle ya da daha fazlasıyla birbirine bağlanması. Örneğin, Yol ve Yoldan Gelen öyküleri birbirine bağlantılı olaylardan oluşuyor. Düğümlere Bitişik ve Dağların Çağrısı keza öyle. Üzüm Buğusu ve Bağ Bozumu adlı öykülerin ise, özellikle aynı cümleyi ve bir ismi ihtiva etmekle birbirine bağlanıyor. Yani, özellikle bağlantı cümlesine geldiğinizde, “Evet bu bir önceki öykünün başka bir gözden tekrarıdır,” kararına varıyorsunuz. Bir başka deyişle, yazar öykülerini yazarken karakterler oluşturuyor, ve aynı öyküyü okura farklı bir karakterin gözünden sunuyor, bir karakterin gözünden okuduğunuz öyküyü, bir başka karakterin gözünden okuduğunuzda ufak çaplı bir şok yaşıyorsunuz, bakış açılarına göre iyiyle kötü yer değiştiriyor adeta. Bu konuda Türk edebiyatından bazı örnekler de geldi aklıma, Tomris Uyar Otuzların Kadını’nda art arda öyküleri neşretmiştir, ancak öykü kitabı olarak yayınlanan bu kitap adeta bir roman gibidir, müstakil okunabilecekleri gibi, birbirleriyle ve sıralamalarıyla anlam kazanırlar. Ya da günümüz öykücülerinden Behçet Çelik’te de bunun örneklerini inceden görebiliriz. Düğümlere Bitişik’te bu edebî oyun, adeta somutlaşıyor ve okurken çok hoşa gidecek bir atmosfer yaratıyor.

Tüm kitapta beni en çok vuran öykü olan Bir Yaşam Taslağı'na değinmeden edemeyeceğim, bu öyküde Alzheimer hastası olduğu anlaşılan bir kadının not defterini okuyorsunuz, bence öyküyü vurucu yapan temel şey ise, öykünün gerçek bir not defterinden, gerçek bir el yazısıyla basılmış olması. Hasta her gününü, o gün aldığı ilaçları, yaptıklarını not ediyor, bazen unutup fark etmiyor, günler geçtikçe, yazılar itidalini kaybediyor, derste en arkada oturup kendi kendine sırayı karalayan bir ortaokul talebesinin sıraya karaladığı tabloya benziyor defterin sayfaları, ve son sayfada bir ölüm belgesiyle karşılaşıyorsunuz, yüksek miktarda demans ilacı kullanımından kaynaklı bir ölüm belgesi. Anlaşılan o ki, kadın unutup, ilaçlarını fazla kullanmış ve bu ölümle sonuçlanmış. Tüm kitapta haline en çok üzüldüğüm karakter oldu bu hasta. Sakinleşmek isteyen, bir ilham arayan herkesin, birkaç saatliğine kabuğuna çekilip bir solukta okuyabileceği bir kitap Düğümlere Bitişik. Her satırının ruhunuza dokunmasını ümit ediyor, okuyacak olan herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

Bir vazgeçiş sanatı: Bartleby sendromu

"Bir akşam, dalgın dalgın hoş bir kitabı karıştırırken, bir an bile duraksamadan: ‘Tutkulu ruhların çoğunda olduğu gibi, yaşamdaki inancının tükendiği an gelmişti’ cümlesini okudum. Bir saniye sonra, cümle içimde bir kez daha yankılanıyordu ve gözyaşlarına boğulmuştum.
- Albert Camus

Bir sanatçıyı sanatını yaparken seyretmek, sanatın kendisinden daha sanat bazen. Bir sanatçıyı sanatçı kılan sanatından vazgeçmesi, sanat olamaz mı peki? “Bartleby Sendromu” diyorlar. Yoklukta bir varoluş; vazgeçişin sanatına. Sanatçı ruhu, yeteneği, yaratma kudreti olduğu halde çeşitli nedenlerden, nedensizlikten, nedenin ne olduğunun dâhi bilinmediği durumlardan dolayı sanatçının yaratmaktan vazgeçmesi haline. Sanatın intiharı budur belki, yaratmaktan vazgeçmek. Vazgeçiş; mağlubiyet, bırakış, uzanamayış değildir. Vazgeçebilmek, tıpkı seçmek gibi kudret gerektirir. İnsan bir şeyi yapabilecek kudreti, istidadı, potansiyeli olduğu halde yaratmaktan neden vazgeçer peki?

İnsan yazmaktan, yaratmaktan neden vazgeçer sorusu “insan neden yazar?” sorusuna götürüyor aklı. Yaşamı nükseden bir hastalık gibi geçirenler çok defa yaşamanın tesellisini yazmanın şifasında bulurlar. Sait Faik’in meşhur “Yazmasam deli olacaktım”, Slavoj Zizek’in “Yazmak hayatımı kurtardı” gibi bazı yazma gerekçeleri yazmanın şifacı etkisini gösteriyor. Zizek’te yazmak, intihar erteleyici bir karakteristik de taşır. Bir röportajında şöyle ifade eder: “İntihar edebilirim ama bitirmem gereken bir yazı var. Önce onu bitireyim, sonra kendimi öldürürüm. Sonra başka bir yazı sonra başka bir tane. Ve işte hâlâ buradayım.” Bu şifacı etki Cioran’da zirveye çıkar. Ezeli Mağlup’ta “Yazmak olağanüstü bir tesellidir. Daha da ileri gideceğim: eğer yazmamış olsaydım, katil olabilirdim. İfade etmek bir kurtuluştur.William Faulkner, yazmak ve yaşam arasındaki gelgitli ilişkiye daha başka bir perspektifle bakar: “Yaşayabilenler yaşar, yaşayamamanın acısını çekenler de bu acıyı yazarlar.” Faulkner bu sözüyle, Oscar Wilde’ın yaşamla yazı münasebetini de izah etmiş olur. Çünkü Wilde dehasını hayatına; yeteneğini yapıtlarına harcadığından bahseder. Andre Gide, Wilde için “Yunan filozofları gibi Wilde da bilgeliğini yazıya dökmez, konuşmasıyla ve hayatıyla aktarırdı; bilgeliğini tedbirsizce, insanların uçucu belleğine emanet ederdi, suyun üzerine yazar gibi.” derdi.

Yazmak gerekçeleri ise, yazarların mizacı, üslupları miktarınca çeşitleniyor, başkalaşıyor. Onlardan diğer ikisi Virginia Woolf’u “şimdiki an” hissinden alıp, onu iyileştiren akıntısına sürükleyen, zamanlar arası yolculuk edebilen bir sandal işlevi gören yazısı; diğeri ise tıpkı yapıtlarına benzeyen bir gerekçeyle George Orwell’un yazısı. Orwell, yazarı yazmaya sürükleyen nedenleri dörde ayırıp yazma gerekçelerini şöyle söylüyor: “egoizm, estetik hevesi, tarihsel dürtü ve politik amaç.” Bu bambaşka yazma gerekçeleri arasında ben, yazmak gerekçemi bedeli yaşamak israfı olan, pahalı bir ihtiras olarak yahut düşlerin yaşamdan intikamı olarak izah ederdim.

Yazma gerekçelerinin varlığı kadar yazarları bekleyen başka tehlikeler de var. Bartleby Sendromu’nun ne kadar tetikleyici olduğu bilinmez ama her iyi yazar “etkilenme endişesi”ne sahip değil midir? Ruhun gücünün alâmeti budur belki: Tesir kudreti. Birinin ruhuna sinmek, öyle bir ruh taşımak ki, muhatabın ruhuna nüfuz etmek. Mevlâna neye talipsen o’sun” der. Katılıyor ve artırıyorum: Neyin tesirinde isen, o’sun. Tesirinde kaldığımız şey kadar ruhumuzu ifşa eden ne var? Tam bu noktada devreye taklidin talihsizliği girer. Sanatçıların ya da sanat eseri yaratma hevesi güden insanların başına gelebilecek en talihsiz şey; tesirinde, çekiminde, cezbesinde kaldığı güçlü bir ruhu şuursuz taklit etmek değil midir? Taklit ne kadar şuursuz, ego ne kadar yaralıysa vaziyetleri o derece trajik olur üstelik.

Tezle değil antitezle başlayan fikir akımları gibi yazmak reaktif tavırla yapılıyor bazen. Reaktif bir tavırla yazanların rekabet hırsından beslendiğini görürsünüz. Yaratma edimi kendiliğinden değil “o yazıyorsa/o yapıyorsa/ben de yazarım/ yaparım” diyedir. Kendiliğinden, kendilikleriyle değil, reaktif bir tavırla yola çıkanlar en çok üslûp ve özgünlük konusunda sıkıntı yaşarlar bu yüzden. Kendilerine ait bir odaları, kavramları, sözcükleri yoktur çünkü. Belki de bu yüzden özgünlük yetenekten daha mühim. Yetenek, zekâ, birikim hepsi büyük avantajlar ama yeteneği, zekâyı, birikimi özgünlükle birleştiremeyenler benzersiz bir eser ortaya koyamıyor. Napolyontaklit edilemez tek şey” der cesaret için. Şuursuzca tesirinde kaldığı herkesi, her şeyi taklit edebilen insan, cesareti taklit etmeye cesaret bulamıyor. Özgünlüğünü bir cesaret gibi ortaya koyanlar için de geçerli bu, özgünlük cesareti taklit edilemiyor.

Konuşmak ve susmak arasındaki münasebet, yazmak ve okumak ilişkisine de münasip düşüyor. Boş konuşmak gibi yersiz düşüyor bazen yazmak ve bilge bir susuşa benziyor okumak. Okumanın pasif, yazmanın aktif bir hâl sanılması büyük bir yanılgı. İyi okumayı vasat yazmaya yeğleyen bir eşik vardır; orası yazmak, var olmak, yazarak var olmak hevesine galip gelir. İyi kitaplar okumak, yazmak hevesini kırıyor. İyi ve eski bir kitap; vasat olan yenisini, fikriyle, üslûbuyla yıkıp geçebiliyor. Gerçekten iyi bir metin tahrik etmeli zihni, ayartmalı ruhu, titretmeli kalbi. Yapamıyorsa neden var olsun ki? Neden yazılsın ki?

Moby Dick’ten de tanıdığımız Herman Melville’in kitabı Kâtip Bartleby; “yapmamayı tercih eden”, eylememeyi eylemi edinen kahramanından alır adını. Bartleby’in pasif direnişi, altında çalıştığı “efendisine” tabi olmayacak kadar minnet etmeyişi de beraberinde getirir. Bu yüzden kitaptaki Bartleby’in işvereni olan anlatıcı ses, bu pasif direniş karşısında iktidarını sorgular ve çok defa mağlup olur. Fakat Kâtip Bartleby’in hayır deme cüreti bir zafer meydana getirmez. Kahramanımızın “solgunca, derli toplu, acınacak ölçüde saygıdeğer, iflah olmaz derecede hüzünlü” mizacına benzer yaşamı da. Eylememeyi eylem edinen Bartleby’in varlığı da yokluk görünümünde olur. Ölümünden sonra hakkında ulaşılan tek cümlelik biyografisi dahi şaibelidir: “Bir zamanlar Washington’da Ölü Mektupları Dairesinde çalışan yardımcı bir kâtip.” Otuzlu yaşlarında yazmayı bırakan Melville, kalan ömrünü New York’ta büro işleri yaparak geçirir. Belki de Kâtip Bartleby ondan başkası değildir.

Yirmili yaşlarda ilk romanını yazdığında keşfedilmeyen, yarım asır sonra ancak fark edilen, tanındığı için sonsuza dek unutulmak isteyen Henry Roth; sanatın aptallık olduğunu iddia eden, ardından yaşamın da öyle olduğunu düşünmüş olacak ki intihar etmiş Jacques Vache; artık kitap yazılamayacağına inanan, tüm kitapların ciltlere dönüşene değin şişirilen dipnotlardan başka bir şey olmadığını savunan Bobi Bazlen; 1956’da Nobel Edebiyat ödülünü almasına rağmen en iyi yapıtını, yapıtlarından pişman olması olarak tanımlayan Juan Ramon Jimenez; artık yazmak istemeyen, son isteği yazılarının yakılması olan ve onu tanıyışımızı dostunun (Max Brod) sözünde durmayışına borçlu olduğumuz Franz Kafka; otuzuna varmadan yazmayı bırakan, eserlerini beğenmeyip kendini yazmaya değil, yaşamaya adayıp dünyayı keşfeden Arthur Rimbaud; diğer kitaplardan, felsefe kitaplarından bambaşka bir kitap yazmaya tutkusu olan, tutkusu yaşamına sığmayan Ludwig Wittgenstein ve Goethe’nin şiirlerinin “Züleyha” sesi Marianne Jung.

Vazgeçişleri sınanma kaygısı, mağlubiyet korkusuna yoracak belki bazıları. Bu listenin gerçek halini asla bilemeyecek, sonunu ise asla kestiremeyeceğiz. Ve muhteşem bir tezatla, yok olmak istedikçe onlar, onları daha çok var edeceğiz. Dünya, tarihe adını “en iyi” olarak geçirenlerin gerçekten en iyi olanlar olduğunu asla ispat edemeyecek. İddia edecek sadece. Sıfatların gerçek sahiplerini asla bilemeyeceğiz. Fakat sıfatların gerçek sahiplerinin duyduğumuz isimler olmadığı bilgisini, onlar sayesinde bileceğiz.

Zeynep Merdan
twitter.com/kesfsever
* Bu yazı daha önce Sabit Fikir dergisinde "Bir Vazgeçiş Sanatı: Bartleby Sendromu" ismiyle yayınlanmıştır.

14 Nisan 2021 Çarşamba

Anadolu'nun kurgulanmamış tarihi: Neşet Ertaş

"Sana tarif eder özün'
İyiyi kötüyü görür gözün
Bu Garib'in acı sözün'
Sıradan bir söz sayma sakın."
- Neşet Ertaş, Aldanıp Şeytan Sözüne

Bize bırakılan miras içinde her an parıldamaya hazır ama çoğu zaman üzeri tozla kaplı duran bir hazine var: müziğimiz. O hazineye ulaşıp bir kez olsun üzerindeki tozu temizleyip kapağını açtığımızda, özümüzle karşılaşacağımız kesindir. Müziğimiz bizi yanıltmaz, bizi bekletmez, oyalamaz, zaman çalmaz, bizi bizden uzaklaştırmaz. Bu coğrafyada var oluşumuzun en otantik hâlidir seslerimiz, sözlerimiz. Gücünü kimi zaman şiirden alır, kimi zaman topraktan. Ruhunu insandan almıştır. İnsanın ruhunu Hakk'tan aldığı düşünülürse, müziğimiz metafizik bağlamda incelenmesi gerekir. Söylenen değil yakılan bir şey olan türkülerimize işte tam da bu nedenle hikmet nazarından bakılması gerekir. Bu gereklilikleri vurgulamak, çağın yaşayanlarına göstermek düşünen kimselerin üzerinde bir vazifedir. Türkünün Ötesi: Neşet Ertaş'ta Dursun Çiçek, tıpkı daha önce dağlara baktığı gibi, Neşet Ertaş'ın sürdüğü geleneğin izini takip ederek; müziğimize, sazımıza, sözümüze, türkülerimize de felsefî bir gözle bakıyor. Bu bakış oldukça cesur ve yürekli bir bakış. 

Dursun Çiçek, kitabın peşrev "Türküler neyi çığırır?" diye soruyor. Bu oldukça önemli olan soru, coğrafyamızın psikolojisinden sanatına, inancından sosyolojisine, kısacası hikâyesine temas ediyor. Bizim hikâyemizi bize ancak, bizden çıkmış olan şeyler söylüyor. Türküler, bu coğrafyanın hikâyesidir, özüdür, sözüdür. Türkülere uzak durarak insanımızı, insanımızın eşyayla olan irtibatını, gelenek ve görenek dünyasını, varoluş çabasını kavrayamayız. Türkülere ne kadar yakınlaşırsak, hikâyemizi daha esaslı biçimde anlarız. Türküler bir düşünme, yazma, anlatma neticesinde ortaya çıkmıştır. Derdi bitmediği gibi hikâyesi de bitmez. Esas olan yolculuktur türkülerde ve bu yolculuk, bir yerden bir yere gidilerek yapılandan çok daha ötesidir. Bir ruh yolculuğudur. Derdiyle, neşesiyle, kederiyle, gamıyla, elemiyle, yâriyle, anasıyla, babasıyla, evladıyla, hüznüyle, coşkusuyla, tebessümüyle, tefekkürüyle...

Tutuşarak söylenir, yakılarak anlatılır, yanarak anlaşılır türkülerimiz. Büyük yürekler, büyük sesler, büyük sözler, türküleri bir vasıta edinerek fani hayatlarını anlamlandırır, baki olan hayata geçmeden evvel nice gönülleri tutuştururlar. Bir gönül bir defa tutuştu mu artık sırrın lezzetini tadar. Bu öyle bir lezzettir ki hakikat bağının bülbülleriyle haşr-neşr cilveleri yaşanır. Neşet Ertaş, hakikat bağının bir bülbülüdür. Gönül kelimesini en doğru, en güzel biçimde telaffuz edişi, hakikat bağından tattığı sırla ilgilidir. Gönül deyip geçmemelidir. Onun kendi gönlünü keşfediş öyküsünde birçok mihenk taşı var. O taşları Dursun Çiçek anlatıyor, okuyucu sık sık nefeslenme ihtiyacı duyuyor. Kah durarak, kah not alarak, kah bir tütün sararak yahut türkü çığırarak. Derviş, demir leblebi yutmaya talip olandır. Neşet Ertaş'ı tanımak da bu anlamda kolay değildir. Çiçek, Neşet Baba'yı tanımak için mutlaka Muharrem Usta durağına da uğranılması gerektiğini söylüyor. O Muharrem Usta ki oğlunun sazına, sözüne, tavrına yön veren, ona ad veren bir baba: "Neşet Ertaş türküler vermeye başladığı dönemde, türkülerini fark eden babası 'Adını türkülerde diyor musun?' diye sorduğunda Neşet sorar 'Ne diyeyim?' diye. Muharrem Usta da 'Garip de oğlum, bize garip derler' der."

Gariplik kolay mı? Biz garip denince sadece mağdur, mazlum birini düşlüyoruz. Halbuki sadece o kadar mı? Neşet Ertaş, anacığını çocuk yaşta kaybediyor. Onca çocuk, babanın etrafında döne döne anasını yakarıyor. Ana aranmaz mı? Cüceloğullarından Doğan'ın -ki o da bir gönül eridir- "Annen yok, kimsen yok" sözü unutulmamalı. Kimsesizlerin kimsesi, gariplerin garibi, hiç kolay olmayan bir ömür yolculuğu yaşadığı için varlıkla bir yakınlık kurmuyor asla. Onun gönlü hep gariplerle tutuşuyor, kalbi hep garip olanlarla atıyor. Eline her geçeni paylaşması bundan, kul hakkına düşkünlüğü bundan, insanı yüce görmesi bundan. Mahsuni Şerif'in bir hatırasıdır: Konser organizatörü Mahsuni'nin parasını vermez, Neşet'in parasını verip kaçar. Bunun üzerine Neşet, kendisine verilen paranın yarısını Mahsuni'ye verir, geriye kalan yarısını da diğerleriyle bölüşür. "Bizzat ben Almanya'da kazandığı paraların önemli bir kısmını, akrabası bile olmayan kimi insanlara nasıl gönderdiğini çok yakından biliyorum" diyor Çiçek. Dolayısıyla onun türkü yakması, tam manasıyla bir gönül işi, alışveriş değil. Bu sebeple düğün çalmayı hep çok severmiş. Orada, insanların en mutlu gününde, onların coşkusuna ortak olmak, her şeyden öte Neşet Ertaş için. Çünkü kainatın sebebi muhabbet, insana en kutlu emanet muhabbet, varlığın bereketi muhabbet: "Muhabbettir yerin göğün direği / aşkı olmayanın yanmaz yüreği / muhabbetinen yakın eder ırağı / Hak muhabbettendir muhabbet Hak'tan."

Neşet Ertaş hiç isteyenlerden olmamış. Yaşamı boyunca istemeyi bilememiş, öğrenmemiş. Kendisine geleni de dağıtıp paylaşmış. Bir bedel karşılığında saz çalmayı benimsememiş. Sevgi ve aşk var ise, saz da varmış söz de. Gönlü yanana su, başı düşene omuz. "Perdeyi kaldıran sevgidir sevgi" demesi bundan. Mutluluk, onun ömründe erişilecek bir makam, konaklanacak bir yer değil. Halkla beraberse mesele yok. Çünkü gönlünde hiç sönmeyen bir ateş var. Ananın hasreti var, yârin hasreti var. En uzaktakiyle bütünleşme, en yakındakiyle halleşme arasındaki derdi bizim kavramamız çok zor. Böyle bir insanın halkla arasına girmek şüphe yok ki büyük vebal. Bayram Bilge Tokel, işte bu vebali önlemek için çabalamış bir gönül. Giderek küskünleşen, kendini bir kenara çeken, memleket hasretine boyanan Neşet'i yeniden ayağa kaldırıyor. Neşet'in en büyük derdinin halkla arasındaki mesafe olduğunu biliyor. Dursun Çiçek anlatıyor: "Garibe mutlu musun diye sorulmaz ama 'Ustam mutlu musun, muradını almadın biliyorum ama nasılsın?' dedim. 'Bize düşen şükürdür. Garipliğimin en yangın olduğu zamanda bile hep şükrettim. Benim bazen türkülerime yansıyan sitemlerim, karşı çıkışlarım insanadır niye Hakk'a olsun. Hak âdil yaratır âdil verir ama insan açgözlüdür, bozar, yıkar. Dünyada var mı ki muradın alan? İnsan dünyada mutlu olamaz. Bunun için gelmedi zaten dünyaya. İnsan Hak'tan geldiğinden beri hep hüzünlüdür, ağlar sızlar zaten. Bizimki de öyle işte... Lakin Hak'tan ayrı olmanın hüznüne bir de bizi halktan ayıranların hüznü eklenince çekilmiyor dünya. Hak'tan ayrılığın acısı insan çeker, tahammül gösterir lakin halktan ayrılığın acısı çok zor."

Her saz çalan 'datlı' çalamaz Neşet Baba'ya göre. Yâr aşkının yürekte nâr olması gerekir evvela. Kelam kıymetlidir, kıymetli olduğu kadar da tehlikelidir. "Dilin Farsçadaki karşılığı zebândır. Cehennemin bekçilerine zebânî denmesi tesadüf değildir çünkü dil, bilmeyenlerin elinde keskin bir kılıç gibidir. Şifa bulmaz yaralar açabilir." der Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu'nda. Kelam gönülden dile, dilden kulağa... Kulak, çok önemli bir müşteridir bu anlamda. Neye talip olduğunu bilecek, hislerine güvenecek, her duyduğuna düzel demeyecek, iyi süzecek, bir filtre sistemi olacak. İşte burada filtre, tevhiddir, birliktir. Cümle yaratılmışı bir düşünmektir. Neşet Ertaş'ın sazıyla, sözüyle yaptığı budur. Dursun Çiçek'in tasavvufun ne olduğunu özetlediği harikulade ifadesiyle  "Her şey O'ndandır, her şey O'dur ama hiçbir şey O değildir" sırrına kavuşanlar, durmaz yanarlar. Hakk'tan söylerler, Hakk'ı söylerler. Muhabbet onların yakıtıdır. O yakıtın bitmesi mümkün mü? Saz da söz de birer araçtır işin sonunda. Kitaptaki şu ifadelere dikkat buyurun: "Âşık mâşukuna kavuşamadığı zaman gönlünü çöl yapar ve Mecnun olur. Ya da gönül dağını delmeye çalışan Ferhat olur. Kimi zaman da yüreğinin alevinde yanan Kerem olur... Bir süre sonra Mecnun çölde Leyla'nın aslını bulur, Ferhat dağlanır, Kerem yanan bir ateş olur. Biri çölün, biri dağın, öbürü de ateşin hakikatine ulaşır. Bakarlar ki Leyla, Şirin, Aslı birer vasıtadır hakikate ulaşmak için. Her şey aynılaşır burada artık. Çünkü varlık yekpareleşir ve Bir'in aşkına çırpınan bir hâl çıkar ortaya..."

Kendini bilme yolculuğunun garibiydi Neşet Ertaş. O garipliğini sazıyla sözüyle yaptı, gönüllerden gönüllere bozlak olup yağdı, nice sırları türkülerine taşıdı ve öylece gitti. "Bana öldü demeyin, yoruldu gitti deyin" sözü, "insan ölür ama ruhu ölmez" sözünün şerhi gibidir. Âşıklar ölmez, mekân değiştirirler. Neşet Ertaş'ın hâlâ aramızda olmasının başka bir açıklaması var mı? Ne zaman başımız sıkışsa, yanı başımızda. Bizimle ağlıyor, bizimle gülüyor, bizi dinleyip bize söylüyor, hâlâ... 

Neşet Ertaş'ı anlamadan türkülerini anlamak mümkün değil. Dursun Çiçek bu gayretle ortaya koymuş kitabını. Türkülerimize felsefî bir bakış atarak oldukça önemli bir eksikliği tamam etmiş. Bir garibin gönlünden, bin duyguya anlam vermiş...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

12 Nisan 2021 Pazartesi

Zor zamanlarda farklı pencerelerden nefes almak

İnsan iz sürmek için dünyadadır. Ruhuna üflenen hakikatin ardı sıra günlerini tüketmek için buradadır ve neyin peşinde ise sonunda ona dönüşecek olandır. Peki, senin peşinde olduğun gerçeklik nedir? Dünya sürgününde hangi kömürün kahrını çekip sonunda hangi elmasa kavuşmayı arzuluyorsun? Ve kavuştuğun elmas sahiden de çektiğin çileye, harcadın günlere karşılık gelecek mi?

Gökhan Ergür, İnsaniyet Namına adlı kitabında hayallerden çok gerçeklere dokunarak insanların yalnızlıklarını, çocukluklarını, sokakları, kenarda kalmış hayatları anlatıyor. Bir ayna gibi bizlere kendi duygularımızı yansıtıyor. Öyle ki okunan her yazıda kendi hikayemizi bulduğumuz bir kitap oluyor İnsaniyet Namına. Özellikle yazarın samimi dili bunu en derinden hissetmemize vesile oluyorken “bak işte evet ben de böyle yaşamıştım”, “ben de böyle hissetmiştim” dememizi sağlıyor.

Kitap ilk olarak “Neden Âşık Olmalıyız?” yazısı ile başlıyor ve “Terzi Baba”, “Annesiz Evler”, “Galip’tir Bu Yolda Mağlup” yazılarıyla devam ediyor. Tabii birinci bölümde yani “Yara” olan kısımda sadece bahsettiğim bu yazılar yok. Yazar daha birçok konunun üzerinde durmuş. İnsanların kırgınlıklarını, hüzünlerini, buruk tebessümlerini çeşitli mısralarla yazıya dökmüş... Fakat benim sizinle paylaşmak istediğim Galip’tir Bu Yolda Mağlup yazısı: “Kalıba vursan en az üç adam eder Galip, gözlerine baksanız gözlerinin siyahına şaşırır, kalbini açsanız bu kadar acıyla hâlâ nasıl yaşadığını anlayamazsınız.". "Ana baba sesi duymadım ömrü hayatım boyunca," der sürekli, henüz iki yaşında bir trafik kazasında kaybeder anne, baba ve bir de ağabeyini ama kendisi sağ çıkar araçtan, daha görecek çok günü vardır belli ki.

Gel zaman git zaman Galip, bir gece vakti evine dönerken sarhoş bir sürücünün kurbanı olur. Öldü, ölecek derken yeniden gözlerini açar dünyaya ama artık üzerinde duracağı iki bacağı yoktur. Demin de söyledik ya, dünyada görecek günü çoktur.

Yağmurlu bir nisan gecesi Galip eve döndüğünde okuldan dönmüş kızlarını çekyat üzerinde uyuyakalmış buluyor, evi arayıp tarıyor fakat eşi yok, telefonu da kapalı. Aynanın önünde bir mektup gözüne ilişiyor, beş kelimelik: "Beni sakın arama Galip, bitti." Sonraları karşı komşudan öğreniyoruz ki Sevda Abla çocuklarına "yarım saate" dönerim deyip elinde bavuluyla Edirne plakalı kırmızı bir arabaya binip gitmiş. Gidiş o gidiş. Galip'i üzgün gördüğümüz zamanlar birkaç kere, "Hadi ağabey, gidelim Edirne'ye bulalım Sevda Abla'yı, bir canımız var zaten," dedik birkaç kere ama her seferinde, "Biraz gururlu olun," diyerek tersledi bizi.

Zor zamanlarda nefsin değil izzetinefsin kalesine sığınmalı insan. Yokluk, zorluk elbet geçer; unutulur. Fakat o günlerde takındığımız tavır ömür boyu bizimle anılır.

Derken kahvenin kapısı hızla açıldı ve Bitirim Halil hemen siyah beyaz beresini çıkartıp Galip'in yanına koştu: "Galip Abi, Sevda Abla geldi, sizi sordu, ben de koştum buraya geldim, sana haber vermeye. Galip'in gözleri ışıldadı ve "tura" diye bağırdı birden. Evet, Galip, tura, hep kara yazı değil ya, biraz da tura...

Galip’in hayatı o kadar ibret vericiydi ki... İster istemez “insan nasıl olur da bunca ağır imtihandan sonra ayakta durabilir?” sorusunu aklıma getirdi. Tabii bu sorunun tek bir cevabı vardı o da “inanç”...

İnsanın inancı olmadığı zaman, değil en büyük imtihana, en küçük imtihana bile dayanamazdı. Şayet bir kum tanesi gibi dağılırdı. Fakat Galip, gönlündeki inancıyla ve gösterdiği sabırla Rabbinden gelen bir lütuf ile hikayesini mesut bir sonla bitirmiş ve hayatın ona borçlu olduğu mutlu bir ana sonunda kucak açarak kavuşmuş.

Kitabın diğer kısmı yani “Şifa” olan bölümde ise günümüze dair problemlerin çözümleri üzerinde durulmuş. Örneğin şu yazıda olduğu gibi: Ruhumuz dijital bir çöplükte can çekişiyor: “Toplum olarak hepimiz durması, yavaşlaması ve sakinleşmesi gerekiyor. Sürekli hareket halindeyiz ve sabitliği olumsuz bir şey olarak nitelendirmekteyiz. Anlık tatmin tutkumuz sebebiyle bekleme yetimizi ne yazık ki kaybettik. Oysa beklemek kabul ediştir, başına gelecek olanı sevmek ve razı gelmektir.

Yazar, psikolojiye hakim olarak insanların çocukluk ve yetişkinlik dönemine dair hayat yolculuğunda yön gösterirken ruhumuza da şifa oluyor. Dünyaya farklı pencerelerden bakmamıza ve zor zamanlarda nefes almamıza vesile oluyor. Kitapta en sevdiğim birkaç alıntı:

"Utanmanın ayıp ve garip sayıldığı bir çağdayız. “Kendine güvenmelisin” sloganlarıyla çevrildiğimiz bu zamanda, kendine güvenmek yerine Rabbine güvenmeyi seçen taraftayız."

"Yeter ki sevmeyi bilin, ruhunuzun pencerelerini haftalık da olsa açıp havalandırın, baharın temiz rüyaları içinizde dolaşsın, serçe seslerine kulak verin, bulutların o çocuksu telaşına gülümseyin ve mutsuzluklara karşı zoraki de olsa tebessümler biriktirin ve umut edin."

"Çiçeğin olduğu yerde kötülük olmaz, birilerine çiçek hediye eden ya da saksıda çiçek büyüten insanlar kötülük bilmez."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

8 Nisan 2021 Perşembe

İnsan ve içindeki sesler

Sadece bir tür olarak roman yoktur, onu hepimiz okuruz ama kimini okuduğumuzda çok zevk alırız, kimini okuduğumuzda nitelendiremediğimiz duygular içerisine gireriz. Kimini okuduğumuzda “bu neydi şimdi” de diyebiliriz. Kimini okuduğumuzda etkileri uzun süre devam edebilir. Ancak sevdiğimiz ya da sevmediğimiz birçok romanın bize verdiği bir mesaj vardır. Bazı romanlar tek bir mesajı upuzun bir kurguda işler. Bazı romanlarda ise birçok mesaj, birçok duyguyla tek bir kurguya yedirilmiştir. İşte o romanlardan biri İçimizdeki Şeytan. Romanı okumaya başladıktan sonra “bu romandan şu alınır” diyorsunuz, ama sayfaları çevirdikçe, “hayır, şu da alınabilir” demeye başlıyorsunuz. Hülasa, İçimizdeki Şeytan, içinden sosyal, kültürel, ahlaki ve duygusal birçok mesajı alabileceğimiz çok sağlam bir roman.

İçimizdeki Şeytan’da bir önceki paragrafta değindiğim başlıklar altında, okurken bir hikaye gibi gelen, ancak altlarında gerçekliği tartışılmaz derin trajedilere değiniyor Sabahattin Ali. Romanın başkarakteri Ömer’in, vapurda Macide’yi görmesi ve Macide’ye açılacakken uzak akraba çıkmaları ile başlıyor hikaye. Ömer Macide’yi seviyor, (ya da sevdiğini düşünüyor). Ömer’in zihni hep “onunla karşılaşmamızın bir anlamı var, daha önceden kesinlikle tanışıyor olmalıyız” gibi fikirlerle dolu, bir yerde bu hissiyatı doğru da çıkıyor, Ömer, Macide’yi mutlu edemeyeceğini, Macide’nin ancak kendini düzeltmesine bir vesile olabileceğini anlıyor hikayenin sonunda. Ancak Ömer bu vesileyi de değerlendirmiyor. Macide İstanbul’da konservatuar okumak için kaldığı teyzesinin evinden, babasının ölümüyle birlikte ayrılmak zorunda kalıyor. Gidecek hiçbir yerinin olmadığına inanan Macide, Ömer’e aşırı bir anlam yükleyip onunla birlikte yaşamaya başlıyor. Ve Macide artık Ömer’in karısı oluyor. İlk zamanlar tatlı heyecanlarla birlikteliklerini sürdürmeye, parasızlık sıkıntısını sineye çekmeye çalışsalar da Ömer’in müsrifliği, başıboş ve çocukça hareketleri, hatta Macide’yi yok saymaya kadar giden düşüncesizlikleriyle, daha roman bitmeden ayrılıyor Ömer ve Macide’nin yolları. Romanın sonu, Macide için yeni bir hayat kapısı açsa da, Ömer için maalesef hüsran oluyor.

Romanda, yanlış arkadaş seçimlerinin maddi ve manevi büyük kayıplara neden olduğu, ahlaki temelleri ezen bir kültürel hayatın rezillik ve perişanlıktan başka bir şey getirmeyeceği, müsrifliğin insan ilişkilerinin temeline bomba döşediği, bir insanın hayatını birleştireceği insanı seçerken birden fazla kez düşünmesi gerektiği gibi birçok sosyal ve ahlaki mesajlar veriliyor. Roman, kurgusu, toplumsal ve edebi tenkitleri itibariyle kendi dönemine ait olsa da, verdiği mesajların bir zamanı yok. Hepsi her zaman geçerli olan ibretler.

Romanın adının İçimizdeki Şeytan olmasının sebebi ise, kurgudan anladığım kadarıyla, Ömer’in içgüdülerinden hareketle yaptığı hatalardı. Ömer, herkesin ve kendisinin içinde ona hata yaptıran, ayaklarını bir yerlere doğru sürükleyen, bazen doğru yol gösterip, bazen hayatını mahveden bir şeytan olduğuna inanıyordu. Aslında Ömer, içinde ona iyilik emreden sesle, kötülük emreden sesi birbirinden ayırt etseydi, belki de kitabın sonuna hapse düşmeyecekti. İçimizdeki yol gösteren sese, kimileri altıncı his der, kimi bilinç altı, kimi öz.

İşte bu öz benliğin sesiyle nefsini birbirinden ayırsaydı Ömer, Macide ile gerçekten mutlu olabilecekti belki de. Keza, ilk sayfada vapurda onu Macide’ye yakın hissettiren, Macide’yi sevdiren, aile olmak istettiren, Ömer’in öz benliği, çarşıdan çorap çaldıran, bir memuru tehdit ettiren ise nefsiydi. Birçok mesajın yanında roman okura, insanın içindeki sesleri birbirinden ayırması gerektiği mesajını veriyor.

Hem dil, hem kurgu olarak son derece yalın ve güçlü bulduğum bu romanı okumak benim için çok zevkli oldu. Kitabı okumak isteyen herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nidâ Karakoç
twitter.com/nida_karakoc