"Gönlü saf sûfiyim ben,
Benim tekkem âlem;
Medresem dünya benim,
Değilim abalı sûfilerden."
- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî
Kur’an-ı Kerim’deki her bir cümleyi ya da ifadeyi karşılayan “
ayet” sözcüğünün sözlük anlamının “
işaret” olduğunu düşününce kâinatın bir bütün halinde Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini, ilmini, keremini ve dahi bütün sıfatlarını işaret eden bir ayet olarak okunması gerektiğini görebiliyoruz. Bu hakikati ifade eden pek çok ayet; geceyle gündüzün; güneşin, ayın ve yıldızların; dağların, denizlerin ve daha nice unsurun birer ibret vesile olduğunu hatırlatıyor. Pek çok hadis ve ariflerin sözleri de kâinata bakarak Hakk’ın hakikatini görebileceğimizi hatırlatıyor.
Mümine Yıldız,
İnce Hayat adlı kitabında; yoğun ve yorucu bir hayatın içinde; kalabalık ve gürültülü büyük şehirlerde kâh bir ağacın sonbaharda dökülen yapraklarına tutunuyor kâh bir nisan yağmurunun tanelerine. Şehrin betonları arasına süzülen doğanın içindeki hakikat parçalarından Hakk’a doğru güçlü bir yol buluyor. Çocukların saflığı, hayatın karmaşası içinde adeta bir bilgelik örneği olarak çıkıyor karşımıza. Mümine Yıldız, çocuklarındaki bu saf bilgelikte ayrıca kendi gündelik problemlerine de pratik çözümler buluyor.
Ağaç, güçlü bir motif olarak çıkıyor karşımıza kitapta. Özellikle sonbaharda düşen yapraklar ve ilkbaharda yeniden canlanan dallar ölüm hakikatini yeniden diriliş olarak okumamız gerektiğini hatırlatıyor bize. Vakti geldiğinde büyük bir teslimiyetle yere düşen yapraklar, her türlü problem karşısında direnç gösteren ve isyan eden insana gerçek bir kulun nasıl davranması gerektiğini de gösteriyor. İnsan, ölümün esas dünyaya açılan bir kapı olduğu hakikatini idrak edemeyip onu yok saymayı tercih ederken yere düşen yapraktaki sükûnet ve dinginlik her bir ağacın bir derviş misali kâinat tekkesinde ders aldığını düşündürüyor. Bu konuyla ilgili olarak Mümine Yıldız bize Kızılderililerin doğayla olan ilişkisini örnek gösteriyor: “
Görünen o ki bu insanlar tevhidi bulmuştu. Bu yüzden bir arif ile bir Kızılderili reisi, ‘yabani hatta ‘yamyam’ diye alçaltılan bir Aborjin, aynı dili konuşabiliyor zira hepsi de bilgiyi, görgüyü tek kaynaktan alıyor. Sanki kâinatın ortak bir bilinci, hafızası, aklı, bilgi deposu adı her neyse ortak bir şuuru vardı ve kaynak tam da oydu. İhtiyaç duydukça oradan çekip alıyorlardı has doğruyu.”
“
Kulum beni nasıl bilirse ona öyle muamele ederim” ayeti ile “
Şüphe yok ki Allah, insanlara hiçbir suretle zulmetmez fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler.” ayetini birlikte düşündüğümüzde insanın başına gelenler konusunda başkalarını suçlamalarının ya da problemlerini çözmek için başkalarından yardım istemelerinin ne kadar anlamsız olduğu da ortaya çıkıyor.
Said Nursi’nin; “
Güzel bakan güzel görür, güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” sözü de bu anlamda okunduğunda daha bir anlam kazanıyor. Tevekkül ederek Allah’a teslim olmak, problemlerin çözülmesi için insanlara bel bağlamaktan çok daha isabetlidir zira yardım edeceklerin de en hayırlısı ve en bilgilisi Allah’tır.
Hz. Mevlânâ’nın; “
Dostum, sen düşünceden ibaretsin, gül düşünür gülistan olursun, diken düşünür dikenlik olursun.” sözü de aynı hakikati işaret ediyor.
Müminin üç hasleti olduğunu söylerler. Her kimde bu üç haslet bulunmazsa kendini yoklasın diye tavsiyede bulunurmuş arifler. Bu hasletler: dert, hastalık ve geçim darlığıdır. İnsan, günlük hayatın içinde büyük küçük pek çok nedenden ötürü şikâyet ediyor. Ayağımıza diken batsa dünya başımıza yıkılmış gibi tepki veriyoruz. Baş ağrısı, diş ağrısı; işe geç kalma, yağmura yakalanma, trafiğe takılma gibi ertesi güne kalmayacak dertler için birbirimizle tartışıyor hatta kalbimizi kırıyoruz. Allah’ın, derdi sevdiği kuluna verdiği gerçeğini unutarak derdin içindeki dermanı görmek yerine dertsiz tasasız bir hayat diliyoruz. Mümine Yıldız; “
Neticede her sıkıntı Rabbimizin bizimle irtibatta olduğu ve bizimle bizzat ilgilendiği demek değil midir? Ne ki Firavun ömrü boyunca bir kez bile baş ağrısı çekmemiştir, o zaman yürürken ayağın taşa çarpması bile nimettir ve bu sebeple güzeldir.” diyerek bu gerçeğe işaret ediyor.
İnsanın asıl huzursuzluğu varlığı parça parça düşünmesindedir. Varlık birdir, bu nedenle Allah her yerde ve herkesledir; her yer ve herkes birdir. İnsan, kendi varlığını mutlak varlıktan ayrı düşündüğü için vahdet gerçeğini idrak etmekte zorlanıyor ama bütün kâinat her zerresiyle vahdeti işaret ediyor. Toprağın altındaki solucanın ağacın dallarındaki kuşlarla, gökyüzündeki bulutların yeraltındaki mağaralarla, hatta ayın dönüşü ile okyanusların yükselişi arasında kuvvetli bir bağ var. Bu bağ bize varlığın birliği hakikatini haykırıyor. Cenab-ı Hakk,
Hz. Âdem’e balçıktan şekil verdikten sonra ona kendi ruhundan üfleyerek yaratmıştır. İnsanın hakikatinde Allah’ın hakikatinin sırrı vardır. İnsanın varlık gayesi bu sırra ermektir. Bu sırra ermek de nefsi terbiye etmekten geçer.
Mümine Yıldız, şükretmenin ehemmiyetine de vurgu yapıyor. Günlük yaşantımızda bizi yoran, bize zahmet veren durumların bir şükür vesilesi olduğunu ve şükretmenin nimeti artıracağı hakikatini dile getiriyor. “
Evet ev kirleniyor, çamaşır bulaşık çıkıyor, bu demektir ki bu evde yaşayanlar var. Şükür ki kalabalığız, şükür ki yaşıyoruz ve bunlar çıkıyor. Evet uzaklarda özlediklerimiz var ama şükür ki yalnız koymuyor Yaradan. En evvela kendini hatırlatıyor, yalnız değilsin, diyor.” Bu ifadeler; bize dert gibi görünenlerin ardında bir rahmetin gizli olduğunu ve bu nedenle derde şükretmenin derdi verene imanın gereği olduğunu hatırlatıyor.
İki çocuk annesi olan Mümine Yıldız, çocukların içten gelen, saf sözleriyle güçlü bir aydınlanma yaşıyor. Pek çok müşkülün içinden çocukların farkında olmadan verdikleri tepkilerle ya da söylediği sözlerle çıkıyor. Evin ortasında oyun oynayan çocuklar kendi etraflarında dönmeye başladıklarında çocuklardan biri şöyle bir cümle kuruyor: “
Döndükçe her şey bir oluyor anne!”. Bu cümlede derin bir hakikatin gizli olduğunu keşfediyor anne. Daha sonra dünyanın güneş etrafındaki dönüşünü, ayın dünya etrafındaki dönüşünü, Kâbe’nin tavaf edilişini ve Mevlevilerin semasını birlikte düşünüyor ve
İbn-i Arabî’nin varlığın kökenin hareket olduğu ve iki cihanda bu yolculuğun durmayacağı görüşünü hatırlatıyor bize. Evet, döndükçe bir oluyor dünya çünkü döndükçe akıl devreden çıkıyor ve insan ortak aklın tesiri altına giriyor.
Etrafına bakmasını bilen insan, Allah’ın ayetlerini de okuyabilir. Mümine Yıldız, rüzgârın da bir ayet olduğunu fark etmiş ve bu ayetten bir ibret almış. İbn-i Arabî’nin naklettiği “
Rüzgâra sövmeyiniz çünkü o Rahman’ın nefesindendir.” Hadisi gereğince ne kadar sert eserse essin, rüzgâra dahi bir nimet olarak bakabiliyor ve bu bakış açısının problemlerin çözümünde olumlu katkısının olduğunu ifade ediyor.
Kâinat, her gün bir kitap gibi açılıyor önümüzde ve kalp gözü açık olanlar o kitabı okuyor. Ağaçtan, yağmurdan, rüzgârdan, topraktan; kısacası tabiattan uzak kaldıkça, kendimizi şehirlerin betonları arasına hapsettikçe, insanların gönüllerine dokunmayı bıraktıkça bu ayetleri okumayı da unutuyoruz. Doğadan uzaklaşmak Allah’ın ayetlerinden de uzaklaşmak olarak yansıyor yaşantılarımıza. Şehrin gürültüsünden, kalabalığından kaçıp birkaç saat doğayla baş başa kaldığımızda yaşadığımız o iç huzurunun adı vahdetin tadıdır.
Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc