25 Ocak 2021 Pazartesi

Günlük hayatın sevimli ve acı yanları

Barış Bıçakçı ile yaklaşık iki ay önce Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı romanıyla tanıştım. Çok sevmiştim o romanı okurken. Daha sonra okulda aldığım bir ders vesilesiyle Baharda Yine Geliriz adlı öykü kitabını okudum. İlk romanı olan Herkes Herkesle Dostmuş Gibi'yi okumak, bugüne kısmetmiş.

Bir yazarı okurken, bir kitabında aynı yazarın başka bir kitabının atmosferini solumak çok olağan bir durumdur. Barış Bıçakçı’da da aynı durum söz konusu oluyor. Ancak bendeniz bunun fazlasını gözlemledim. Şimdilik üç kitabını okumuş olmama rağmen, Herkes Herkesle Dostmuş Gibi kitabında, Baharda Yine Geliriz kitabındaki Anlamayan Kadınlar öyküsünün adını ve Bizim Büyük Çaresizliğimiz romanının baş karakterleri Ender ve Çetin’in de küçük öykülerini buldum. Bunun yanında henüz okumadığım Veciz Sözler kitabının adı da bu romanda bir cümlenin içinde geçiyor. Yazarın ilk kitabı olduğu düşünülürse, Herkes Herkesle Dostmuş Gibi ve bundan sonra yazdığı diğer kitaplarındaki karakterler ve tabii ki atmosfer, bu kitapta toplanmış diyebilirim. Barış Bıçakçı’nın diğer kitaplarını okuduğumda bazı isimleri görüp, tekrar bu kitabı hatırlayacağımı düşünüyorum.

Roman, Abidin karakteriyle başlayıp, Burhan ve Mustafa Amca karakterleriyle sona eriyor. Esasen kitap, olaydan çok, duygusal dünya ve karakterler üzerine kurulmuş. Karakterlerin yaşamlarından kısa kesitler ve karakterlerin duyguları anlatılmış kitapta. Ancak, bu kısacık yaşam kesitlerinin, çok mühim, yaşamsal dönüm noktaları olmaması dikkat çekici. Gün içinde bir arkadaşınızla telefonlaşmanız kadar basit zaman dilimleri ele alınmış. Ya da evde yemek yaparken bir lise anınızın aklınıza gelmesi gibi. Hayatta gözümüze çok önemsiz görünen basit şeyler vardır ya, ama onları içimizde biriktirdikçe büyük sorunlar haline gelirler. İşte Barış Bıçakçı, bu küçükken birikip kocaman bir dağa dönüşen gündelik sorunlarımızı aydınlatmakta, oldukça usta. Aynı zamanda kitapta adı geçen kahramanların hepsinin birbiriyle arkadaş olduğunu düşündüm okurken.

Kitapta iç monolog ve bilinç akışı tekniğiyle yazılmış kısımlara rastlamak mümkün. Olay bütünlüğü olan bir roman şeklinden çok karakterler üzerine kurulu öykülerin ucu ucuna eklenmesiyle oluşturulmuş gibi görünüyor kitap. Bu da incecik bir kitapta, pek çok duyguyu tatma fırsatı bulduruyor okura. Anlatım ve hissettirilen duygular bakımından bazı paragraflarda Oğuz Atay kokusu aldım diyebilirim. Ayrıca birbiriyle arkadaşmış gibi görünen insanların öykülerini ele alması yönünden de Oğuz Atay anlatılarıyla kitap arasında bir benzerlik kurulabilir. Barış Bıçakçı’nın duygusal atmosferinin ise Behçet Çelik’le benzeştiğini düşünüyorum.

Okuduğumuz kitaplarda yazarın kendisini aramamız, okur olarak sık yaptığımız bir şeydir. Ve genellikle metinlerde yazarın kendi hayatından parçalar bulunur. Bu eserde ve yazarın diğer eserlerinde yazar karakterlere rastlanması, Barış Bıçakçı için bu durumu destekliyor. Kitabın tamamına yoğun, incelikli bir anlatım hâkim. Yani dikkatle okunduğunda basit görünen cümlelerden oldukça duygu yüklü anlamlar çıkarılabilir. Kitapta beni etkileyen birkaç kesiti paylaşmak isterim:

Böyle şeyler köyde o kadar olağandır ki! Orada herkes doğuştan bir ölü yıkayıcıdır. Köylüler doğar, yaşar ve ölür, şehirliler ise doğuyorlar, yaşıyorlar ve ölümden korkuyorlar.

Hayat yine de kitapta durduğu gibi durmuyor, demişti Sulhi.

Uzun bir fermuarın dişlileri gibi birbirine kenetleniyor kendisi ve şu dünyanın dertleri. Kalbine dikiş iğneleri, topluiğneler, tığlar gibi saplanıyor tasalar."

Çünkü zamanla her şeyi sever insan. Çünkü bir gün öleceğini anlar.

Herkes Herkesle Dostmuş Gibi, benim için, anlatılarını tanıdığım yazarların, hayatın ve gençliğin kokusunu aldığım, bazen anlık kahkahalar attıran, bazen acı tebessümler ettirip, bazen de hayrete düşüren satırlarla karşılaştığım, okurken çok zevk aldığım bir eser oldu. Kitabı okuyacak olan herkese keyifli okumalar dilerim.

Nidâ Karakoç

23 Ocak 2021 Cumartesi

Haklı suskunlukların romanı

"Bizim kanatlarımız uçmazken de çırpar, âh
Yazgımızı biliriz, hep başkasına ıslanan mendiliz."
- Kemal Varol, Bakiye

Taşkale Cezaevi'ndeyiz. C-6 koğuşunda. Hepimiz oradayız. Tüm mahkumların pişmanlıklarına, sessizliklerine, zaaflarına şahidiz. Bu şahitlik kimi zaman yürekte bir acı, kimi zaman ve her şeye rağmen yaşama tutunma inadı. Mesut Hoca anlatıyor, koğuşun hikâyecisi. O aslında mahkumları ve hayat hikâyelerini bize aktarırken, kendi hikâyesini de ancak bir yere kadar gizleyebileceğini biliyor. Elbet koğuşa biri gelecek ve Mesut Hoca'ya sen neden buradasın diye sormadan, hoca tüm yaşamını, neden hüküm giydiğini anlatacak. İçini dökecek. Pişmanlığını bir kez daha, belki de daha güçlü biçimde yaşayacak. Ama hiç değilse anlatacak. Anlatmak, böyle durumlarda bir ekmeği ikiye bölüm paylaşmak gibidir. Dinleyen, duyduğu hikâyeden payına düşen lokmayı yerken belki kendinden bir şeyler bulacak, belki de bulmayacak. Ama neticede ortak olacak. Dostluk ve muhabbet, hayata 'her şeye rağmen' ortak olmayı gerektirir çünkü.

Bir gün Taşkale Cezaevi'ne yeni bir mahkum gelir. Adı, Barana. Müebbet yemiştir. İşlediği suçu kimse bilmiyor. Oysa bir cezaevinde hiçbir şey gizli kalmaz. Hiç yoksa, duvarlar şahit olur kimin hangi suçu işlediğine. Duvarlar dinleyicisi olur susmuşların, yalnızların. Barana, sanki dudaklarını mühürlemeye yeminli biri gibi giriyor cezaevine. Ta ki rüzgârın egemenliğine kendini bırakıp avluya düşen bir kızıl saç teli ona hayat verene kadar. O, bulduğu umut ve hayatla birlikte suskunluğunu bozmuyor aslında. Susmaya devam ediyor. Elindeki temizlik malzemeleriyle koğuşu kıyı bucak tertemiz ediyor. Yeryüzüne temizlik yapmak için gelmiş gibi yaşıyor, yaşamaya devam ediyor. Tam, acaba vicdanını temizlemek için mi bu kadar temizliğe düşkün diye düşünürken okuyucu, Barana'nın hikâyesi açılmaya başlıyor. Mesut Hoca, sonsuz sabırlı bir psikiyatrist gibi yaklaşıyor ona. Yavaş yavaş çözüyor. Sonra hikâyesine ortak oluyor. Zaman zamana Taşkale Cezaevi'ne çöken meşhur kara sisle birlikte tüm parçalar yerine oturuyor. Mesut Hoca aslında baştan biliyor ne yaşayacağını. Çünkü bir hikâyede mutlaka 'geriye kalanlar' vardır. Onların parçaları tamamlanmaz, koca bir eksiklik olarak kalırlar: "Dünya ve zamandan umudunu çoktan kesmiş kapkara bir nokta gelip adımızın yanına konmuştu. Hatta Barana'da fazladan iki nokta daha vardı. Herkes günün birinde dışarı çıkıp kendi yarım cümlesinin peşine düşecekti ama bizim cümlemiz hiçbir zaman tamamlanmayacaktı."

Koğuşun elbette başka misafirleri de vardı. İşlediği suça karşılık Kuran-ı Kerim'de ve hadis kitaplarında öbür dünyada alacağı cezayı aramakla zaman geçiren Asım Abi. Suçu sorulduğu zaman en yakın arkadaşını 'Timur adlı şahıs' diye anarak hikâyesini anlatmayı çok seven ve en az herkes kadar haksızlığa uğrayan Sıçan. Çevre köylerdeki bağ sahiplerinden aldığı birbirinden lezzetli boğazkere üzümlerini kasabadaki rakı fabrikasına satarak son derece rahat geçinen, günün birinde geçinemeyişine sebep olarak fabrika müdürünü vuran ve dolayısıyla hiç pişman olmayan Reco Dayı. Allah vergisi uzun parmaklarıyla kendisini çağa uydurmaktan asla geri kalmayan, kendi düğününde bile hırsızlık yapmaktan geri durmamış azılı bir yankesici, Casper. Babasının, en sevdiği türküyü kendisine isim olarak seçmesiyle kaderine bu türkünün şekil verdiğini düşünen Candan İleri. Burada, romanın her bir karakterinin kendisine verilen rolü yerli yerince oynadığını, ne bir eksik ne de fazla bir şey yapmamak için yazarın tüm maharetini ortaya koyduğunu söylemek gerekiyor. Onlar belki çok sonraları birbirlerine karşı vefasız oldular ama koğuşu paylaştıkları her anda dosttular. Bazı dostlukların nasıl bir yol süreceğine mekan ve zaman karar verir. Mühim olan, ortak mekanda ve zamanda aynı pencereden yeryüzüne bakma zorunluluğunu bir sabra, hatta şükre dönüştürmek belki de. Üstelik bunu yaparken mekanı da zamanı da hayatta kalmak, çökmemek, delirmemek için unutmak, unutmaya çalışmak.
Karşındakinin hırsız mı yoksa Hızır mı olduğuna takılmadan, acının birleştirici gücüyle nefes almaya çalışmak: "Çünkü bazı insanlar birbirlerini acılarından tanırdı ve yara sarmasını ancak canı yananlar bilirdi."

Barana, koğuşta bir tek Sıçan'a yakınlık besliyor, o da Sıçan delirdikten sonra. Sanki anlaşmak için delirmek gerekiyormuş gibi. Mesut Hoca'yla, bazı öteberi alışverişleri dışında hem koğuşu hem de maruz kaldığı işkencelerdeki yaralarını temizlemek için bir yakınlık kurduğu doğru. Ama bu yakınlık konuşkan bir yakınlık değil. Daha çok, müebbet yemiş bir mahkumun dahi kendisine mutlaka bir yaşama gücü bulabileceğine dair başka birini şahit tutma hevesi belki de. Heves demişken, Âşıklar Bayramı'nın saz ustası Heves Ali de, yazarın hayal gücümüze armağan ettiği coğrafya, Arkanya da kendini hatırlatıyor romanda. Barana, kimliği belirsiz ama âşık olduğu çok belli olan birine yazdığı mektuplarda tüm suskunluğunu konuşturuyor. Edebi derinliğine edebiyat öğretmeni olan Mesut Hoca da şaşırıyor. Barana hemen her mektubunda sanki yarın intihar edecekmiş gibi bir duygu hâli sergiliyor. Diğer yandan, intiharın işaret ettiği bazı diğer duyguları da akla getiriyor: kaçma, karşılama, kovulma, kurtulma: "Hayat her seferinde bir ağaç dalından düşmektir. Bir kez de benim için düş dünyadan. Bir kez de benim için kanat dizlerini. Bir kez de benim için sar yaralarını. Duyulmaz yaraları vardır çünkü aşkın ve çocukluğun.

Bir yazara sahiden gönül verdiğinizde, onun içinizdeki ses olduğunu düşündüğünüzde, yazdığı romanın karakterleriyle bir yakınlık kurduğunuzda, o yazarın kitabıyla yürüyüşe çıkarsınız. Kitabı montunuzun cebinde gezdirmek ferahlık verir. Dünyanın saldırısı yavaşlar. Kalp ferahlar...

Kemal Varol
, 21. yüzyıla Türkçenin en güzel romanlarını emanet etmiş bir şair. Kara Sis, susmanın vazgeçmeye değil umuda dönük yüzünü hatırlatan bir roman. Haklı suskunlukların romanı. En esaslı suskunluklar haklılara yakışır çünkü yalnız haklılar pişman olmazlar.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Bu kadar kalabalığın içinde insan nasıl yalnız kalır?

Ben yalnızlığı istemiyorum ama yalnızlığa gereksinim duyuyorum."

Roland Barthes’in Yas Günlüğü kitabından yaptığı alıntıyla okuyucularına merhaba diyen Jean-Louis Fournier, yazdığı kitapları ile okuyucularına her zaman ki gibi duygu hazları yaşatmaya devam etmekte. Bu sefer ise yalnızlık üzerine bir kitap kaleme alır ve Yapı Kredi Yayınları tarafından Tek Yalnız Ben Değilim adıyla okuyucunun takdirine sunar. Kitabın ilk sayfasında yaptığı alıntıyı okuyunca 20. yüzyıla damgasına vurmuş sanatçı Orson Welles’in “Yalnız doğarız, yalnız yaşarız ve yalnız ölürüz. Sadece aşk ve arkadaşlık hissettiğimiz dönemlerde yalnız olmadığımızı düşünürüz” sözünü aklıma getirdi.

İki engelli evlada sahip bir babanın, çocuklarının hislerini, umutlarını, umutsuzluklarını, beklentilerini ve hayal kırıklıklarını samimiyetle kaleme aldığı "Nereye Gidiyoruz Baba?", Fournier’a ödül kazandırmakla beraber ünü Fransa sınırlarının dışına çıkıp geniş kitlelere hitap etmeye başlamasını sağladı.

Ayşe Ece çevirisiyle raflarda yerini alan Tek Yalnız Ben Değilim kitabı yalnızlıktan şikâyet etmemekte olup, bu kadar kalabalığın içinde insan nasıl kendisini yalnız hissettiğini sorgulamakta veya haykırmakta. "Bu kadar çok sayıda insanın yalnız olabileceğini hiç düşünmemiştim" cümlesiyle aslında kitabın içinde bize sesini duyurma çalışmaktadır.

Şuan yaşanan Covid-19 süreci belki bizi biraz birbirimize, iletişim halinde olmamıza bir dirhem olanak sağladı. Yalnız süreç içeresinde bizler sağlıklı iletişim kanalları içerisinde miydik? Cevap: Hayır. Elbette bu satıların size doğru iletişim kanallarını sunmayı vaat etmiyor ama iletişimin, sosyalleşmenin koptuğu bu çağda covid-19 ile birlikte daha da diplere indiği bir gerçektir. Sosyal medyanın başımızı gömdüğümüz kum olduğunu her gün bir uçak dolusu insanın vefat ettiği ortamda duyarsızlaşıp narsistik çağın hakkını vererek gösteriyoruz. İşte tam da burada Fournier yetişiyor imdadımıza, bu çağın başına gelmiş en büyük belanın kalabalık olduğunu satırlara düşerek.

İnsan sosyal bir varlık mıdır? İbn Haldun bu durumu "İnsan için, toplum içerisinde yaşamak zorunludur" diye belirtirken Fournier’da kitabında "Çiçeğin açmak için nasıl güneşe ihtiyacı varsa insanın da gelişmek için başka insanların sıcaklığına ihtiyacı var" diye yazar. Sanal bir kalabalığa dönüştüğümüz bir ortamdayız. Fakat Fournier kitabında bu yalnızlığın iç savaşını vermekte. İyi mi? kötü mü? Bunu okuyucunun görüşüne bırakmakta. Sizi bir yola sokmamakta ama yaşadığı tecrübeleri yalın ve mizahi bir dille eleştirmekten kaçınmamaktadır. Fournier hazırladığı bir belgesel sonunda bir mektup alır ve o mektupta kadın eşi ile arasında geçen diyaloğu anlatır. Fournier bu mektubun sonunda şöyle yazar: "Yalnızlık insanın başına gelecek en kötü şey mi yoksa en iyi şey mi?"

Burada Carl Gustav Jung’a kulak verelim: yalnızlık, çevrede insan olmaması değil, önemsediği şeyleri başkalarına ulaştıramaması ya da başkalarının olanaksız bulduğu bazı görüşlere sahip olduğunda hissedilen duygudur. İşte Fournier kitabında okuyucuya aslında bunu anlatmaktadır. Ve satırlarına kitabın ilk başlarında şu notu düşmektedir: "Yaşadığımız bu çağın vebası yalnızlık."

Bu kitapta gizli Şükrü Erbaş dizeleri gördüm. Yaş aldıkça yalnızlaştığını söyleyen Fournier, "çok kötüyüm… daha da acısı bütün kadınlar öldü" diye yazarken şair Erbaş'ın Ağaran Bir Suyum şiirinde “Nerden mi anlıyorum yaşlandığımı / kadınlar gittikçe daha güzel” dizelerini aklıma getirdi.

Kırlarda hiç yalnız olmayız, hep bir gürültü olur der Fournier, devamında ise; “köy boşalır her yeri bir sessizlik kaplarsa, kuşlar bir yiyecek bulamazsa, geceleri şehir ışıklarının kör ettiği gece kuşları aramızdan ayrılıp soyları tükenmeye yüz tutmuşsa bende bu dünyada kalmak istemiyorum.” diye yazar.

Peki siz hangi yalnızlığı tercih edersiniz?

Yasin Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan

Gördüklerimizin öteki yüzü

Hayatta bazı manzaralar vardır. İnsanoğlunun gördüğünde, hatta göreceğini hissettiğinde beş duyu organını birden tıkadığı manzaralar. Asla sağalmayacağına inandığımız yaralar… Bir gün bir komşu kahve içmeye gelir, “Aşağı mahalledeki falan teyzenin başına şu hal gelmiş,” diye sanki kendi başına gelmesi imkansızmış gibi anlatır insanların acılarını. “Vah vah, yazık olmuş,” deriz. Oysa içeride duyumsadığımız tek cümle, “Nasıl olsa benim başıma gelmez,” ya da “İyi ki benim başıma gelmedi,” olur.

İşte Rüyalar Anlatılmaz’ı okurken, insanlar olarak o kulak tıkadığımız sesleri, çok yakından duyma fırsatı buldum. Bir tarafta kocası kaybolmuş bir kadının gelgitleri, bir tarafta kardeşini yıllardır görememiş, yalnızlığın burukluğuyla ciğer delmiş bir abla, hayatla bir türlü barışamamış, rüşdünü ne yapsa ispat edememiş ve edemeden göçmüş bir adam ve kadınca dertlerini hep içine atmış, anneliğini bile kendi iradesiyle seçememiş, kalbi ezilmiş bir kadın..

Nermin Yıldırım’la tanışma fırsatını bulduğum eser oldu Rüyalar Anlatılmaz. Kitabın her satırında hayatın bir başka acı yüzü, duru ve iz bırakan tasvirlerle anlatılmış. Roman, kahramanların duygu ve zihin dünyaları ve hedef kahraman Eyüp’ün rüyalarıyla ilerliyor. Romanda özellikle kadın karakterlerin, her yaştaki duygu dünyaları dikkat çekiyor. Bunlar, hayatlarının her döneminde mutluluğu beklemiş ama aradıklarını bulamamış gözü yaşlı kadınlar. Kitabın tamamına hâkim olan ana duygu “bekleyiş.” Bekleyişin ne denli can yaktığını şu satırlarla dile getirmiş Nermin Yıldırım:

Birini arayıp beklemek, onun varlığından başka her şeye kapatıyordu insanı. Beklenilenin sesinden başkasına sağır, arananın suretinden ötesine kör ediyordu. Beklenen bekleyene ne denli yakın olursa olsun, zamanla üçüncü tekil şahsa, uzaklaştıkça daha beter saplanılan bir bataklığa dönüşüyordu. Derken, varsa yoksa o oluyordu. Varsa o, yoksa hiç kimse!

Kitap, Pilar’ın bir sabah uyandığında yanında bulamadığı kocasının İstanbul’a uçtuğunu öğrenmesiyle başlıyor. Pilar, kocasının psikolog tavsiyesiyle tutmuş olduğu rüya günlüğünü de yanına alıp, ilk uçakla kocası Eyüp’ün peşinden İstanbul’a gidiyor. Ve kocasının yıllardır görüşmediği ailesinin evine misafir oluyor ve sorup soruşturarak Eyüp’ü aramaya başlıyor. Kitabın sonuna kadar nereye kaybolduğu çözülemeyen Eyüp’ün kaçışının altından büyük aile dramları çıkıyor. Kitapta okura, “aile” kelimesinin toplumsal bir kavram olmanın ötesinde, “birey”in zihin ve duygu dünyasının en derinlerini etkileyen çok önemli bir yapı olduğu mesajı veriliyor.

Pilar’ın kocasının kendisine bıraktığı küçük notu bulamayarak İstanbul’a gitmesi, kocasının en derin yaralarına dokunmasına ve ona hiç olmadığı kadar yakın olmasına vesile oluyor. Belki de o notu okuyup kocasının peşinden gitmeseydi, ya da notu okuduktan sonra İstanbul’a gitseydi, Eyüp’ün içinde boğuştuğu ailevi sıkıntıları hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Roman, bu ve bunun gibi birbiri ardına sıralanmış sebep-sonuç zincirleriyle dolu. Günlük hayatta bir tesadüf olarak nitelendireceğimiz basit hadiselerin aslında ne büyük tevafuklar olduğunu görüyoruz Rüyalar Anlatılmaz’da. Hayattaki her şeyin ve herkesin var oluşunun bir sebebe bağlı olduğu açıkça vurgulanıyor. İnsanın zâhirde gördüklerinin, bâtını bilmesi için ne kadar yetersiz olduğunu net şekilde yansıtıyor roman. Dışarıda görünen yüzün, derinden gelen bir sebebi olduğu muhakkak. Kitaptaki eksiksiz her karakterin iç dünyasından hareketle bu kanıya varmak mümkün. Ve romandan çıkarılması gereken bir diğer önemli mesaj da, insanın kötü olanı hiçbir zaman kendine yakıştırmıyor oluşu. Oysa hayatta dışarıdan duyduğumuz acıklı masalların içinde, -tıpkı Pilar gibi- biz de olabilirdik.

Rüyalar Anlatılmaz’ı okumak benim için etkileyici bir deneyim oldu. Nermin Yıldırım’ın okurken hissettiren anlatımını her okurun çok beğeneceğini düşünüyorum. Kitabı okuyacak olan herkese iyi okumalar dilerim.

Nidâ Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

21 Ocak 2021 Perşembe

Sıradan hayatların sıra dışı hikâyeleri

Okuma eylemi gerçekleşirken bazen kendimizden bazen çevremizdeki insanlardan birtakım izler görmek isteriz anlatılarda. Bu bizi öykülere, romanlara bağlayan en önemli araçlardan biridir. Tam da burada sanatçının gücü devreye girer; sıradan olanı sıra dışı hale getirip, belki de söylenmeye layık bulunmayanı kalem ile dile getirip önümüze servis etmek. Çoğu zaman başımıza gelen olayların bir öykü haline geleceğini düşünemeyiz ama biri çıkar, yaşananları size öyle bir anlatır ki bunun sizin yaşadığınız ya da şahit olduğunuz bir şey olduğuna inanamaz, şaşırır kalırsınız. İşte Şermin Yaşar bunu çok başarılı bir şekilde gerçekleştiren yazarlarımızdan birisi.

2020’nin son demlerinde raflarda yerini aldı Deli Tarla. İçinde on altı farklı öykü bulunuyor. Kitaba adını veren öykü aynı zamanda kitabın açılışını da yapıyor. Dördüncü kitabında da daha önceki kitaplarıyla benzer bir üslubu var yazarın. Bir yandan gülüyor, bir yandan ağlayabiliyorsunuz. Mizah, psikolojik ögeler, duygusal sahneler, antikahramanlar, iyiler ve kötüler, hepsi iç içe anlatılarda. Zaten girişteki cümlelerimin sebebi de bu. Son derece gündelik, olağan konuları işliyor aslında ama o konuları öyle güzel işliyor ki bir kere okurken aynı zamanda izliyor gibi bir hisse kapılıyorsunuz, hatta bu edilgenliğin dışında öykünün bir parçası oluveriyorsunuz, hayatlarımızın doğal akışında nasıl gülüp ağlayabiliyorsanız kitapta da benzer bir duygu geçişini deneyimliyorsunuz.

Öykü kitaplarında genel bir durumdur, bazı öyküleri çok seversiniz, bazılarını ise başarısız bulursunuz. Deli Tarla, o kitaplardan biri değil. On altı hikayenin on altısı da kendi içinde hem üslup hem olay örgüsü hem kullanılan teknikler açısından oldukça başarılı. Her bir öykü, okuyucuların şaşkınlıkla noktalayacağı bir son barındırıyor kendi içinde. Burada da şu eksik kalmış diyebileceğim tek öykü yok.

Başlıkları dahi çok güzel belirlenmiş bu on altı öyküye kısaca değinmek isterim. Deli Tarla, sıklıkla şahit olduğumuz kardeşler arası miras kavgalarına farklı bir bakış açısı getiriyor. Bu öyküde olayların ortasında üç kardeş tarafından da istenmeyen bir miras var. Mizahi yönüyle öne çıkan bu öykü gerçekten de öyle güçlü ki adını kitaba vermeyi hak ediyor. Adieu Hala, göçmen ailelerin çocuklarıyla yaşadıkları zorunlu ayrılıkların sonuçlarını anlatan, okuyucuyu hüzünlendiren bir hikaye. Bir Garip Külkedisi Masalı’nda zengin kız-fakir oğlan evliliğinin ortaya çıkarabileceği absürtlükleri görürken ve yine gülümserken, Cebimdeki Osman’da bir antikacının dükkanında bulunan, tuhaf bir hikayesi olan bir fotoğrafın peşinden gidiyoruz. Ama Böyle Olmadı öyküsünde yazar, anne ve babası olmayan, hormonel bir sorun nedeniyle dev halini alan Ramiz’in acı hikayesini anlatıyor bize. Çitile öyküsünde ise aşkın gücünü, aşk için insanların neleri sineye çekebileceklerini bir temizlik hastası kadın kahraman etrafında izliyoruz. Senden Çocuğum Olsun, kitaptaki mizahi yönü güçlü öykülerden biri, kaçarak evlenen iki aşığın ve etrafındaki herkesin çiftin ilk çocukları İlker ile olan imtihanını okuyoruz. Çıksın Halim, işsiz kalan bir üniversite mezunu gencin yaratıcılığını kullanarak nasıl bir patrona dönüştüğünü anlatıyor bize. Marş Marş, öyküsünde üşengeç ama gerçekten tam anlamıyla üşengeç bir adamın hayatını pratikleştirme çabaları sonucunda başına gelenlere şahit olurken, Geçinip Gidiyoruz İşte öyküsünde evlilikte anlayışın nasıl sağlanacağı konusunda mizahi bir yorum görüyoruz. Kamil’in Denizkızı, annesini küçük yaşta kaybeden bir adamın kendine çare için oluşturduğu savunma mekanizması anlatırken, Büyük İkramiye’de umutları çeşitli nedenlerle tükenen bir adamın yeniden ayağa kalkmasını ve mutlu sonunu okuyoruz. Seni Seviyorum, Nice Senelere Aşkım öyküsü içten içe travmaları olan bir anne ve eşin terörüne maruz kalmış bir koca ve çocuklarını, tesadüfen ortaya çıkan bir aldatmayı anlatan birkaç konuyu ve kahramanı aynı anda paralel irdeleyen bir anlatı. İki Elma, bir vazgeçiş, bir iç hesaplaşma anlatısıyken Dünya Ahiret Abimsin tesadüfen iyi olmuş bir adamın eğlenceli hikayesi. Son olarak, Muazzez ve Yelkovan Çetesi’nde terk edilen ve tabir-i caizse yavaş yavaş deliren bir adamla sonlanıyor kitap.

Öykülerin tamamına kısacık birer cümle ile değinmeye çalıştım okuyuculara fikir olması açısından. Özetlemek gerekirse, gündelik hayatta rastlayabileceğimiz aslında sıradan olayların bile bu denli ustalıkla ve yaratıcılıkla işlenmiş olması ve en başta da dile getirdiğim gibi sıradan olanı sıra dışı hale getirmesi açısından Deli Tarla çok başarılı bir öykü kitabı. Şermin Yaşar’ın okurken bir yandan duygulandırıp, belki gözlerinizi doldurup hemen arkasından sizi güldürebilecek dolu dolu, akıcı, yormayan üslubu da bu öykülere bambaşka bir lezzet katacak.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

20 Ocak 2021 Çarşamba

Don Kişot'a öykünmek yahut İbrâhimî bir mücadele

Gerçek ile kurgu, sahte ile hakikî arasındaki çatışmanın zirve yaptığı çiğ bir çağın çocukları olarak açtık gözümüzü dünyaya. En basit, günlük işlerimizde, ilişkilerimizde dahi sonuçları bir güven bunalımına dönüşen, ruhumuzu örseleyen şizofrenik bir durum yaşadığımız. Tarafında olduğumuz yahut karşısında durduğumuz şeyler bütünlük algımızdaki eksiklik ve daha çok zayıflayan hafızamız sebebiyle sürekli yer değiştirip durmakta. Türlü kalbî hastalığın pençesinde can çekişen insanlar olarak kesilen dermanımıza yüksek dozlu heyecan yüklü gelecek söylemleri ile eczalar arıyoruz. Bu cümleleri yazınca annemin de çokça kullandığı bir deyimi hatırladım: Boşa yelmek.

Kelimelerden serbest sıçrayışlar yapmanın kaçınılmazlığından aldığım cesaretle sözü İspanyol yazar Cervantes’in 17. yüzyılda kaleme aldığı ve o dönemin tüm yazınsal türlerin otoritesini yıkan ve hatta postmodern anlatıyı dört yüz sene önceden haber veren meşhur Don Kişot romanına getireyim.

Malumunuzdur ki Batı edebiyatı için romanslardan romana geçişte bir başlangıç sayılan bu romanda, okuduğu şövalye romanlarından etkilenen, Le Mancha bölgesinde yaşayan daha sonra Don Quijote ismini alacak Alonso Quijano ve silahtârı Sancho Panza’nın serüvenleri anlatılır. Ünlü Rus yazar Dostoyevski’nin “İnsan düşüncesinin son ve en yüce sözlüğü” olarak tanımladığı eserde ironik bir dille o dönemde fevkalâde alaka gören şövalye romanlarının bir çeşit eleştirisi yapılır.

Toplum içinde Don Quijote deli olarak görülür. Romanda esasında deli olanın toplumun kendisi olduğuna dair bir alt mesaj verilmeye çalışılır. Sevdiği ve uğruna yel değirmenlerine saldırdığı Dulsinya’yı bir köylü kızı iken asil bir hanımefendi olarak gören kahramanın sevimli, tutkulu ve tabiî bir portresini çizen Cervantes’in romanın ilk bölümünde kendi gerçekliği ile ideali arasındaki bariz bir uçurum ve türlü maceralarıyla ünlenen Don Quijote’u, ikinci bölümde kafasındaki kurguladıkları ile yüzleştirdiğini görürüz. Özetle Dük ve Düşes’in davetiyle şatoda gerçek bir şövalye gibi iltifat gören Don Quijote ve kendisine bir ada niyetiyle bir çiftlik parçasının valiliği verilen arkadaşı Sancho Panza kendi kurgularına uygun bulmayınca bu gerçekliği, tekrar eski hayatlarına geri dönerler. Bir manada iyileşmiştir Don Quijote ancak onu yaşatan hayallerini kaybetmiştir.

Zihnimizin iki zıt kutup ucuna dokunan sorular karşısında her zaman kısa devre yapma tehlikesinin varlığını unutmadan gelin bir başka sıçrayış yapalım başka bir hikâyeye, ilk gençlik yıllarından itibaren kâinatı ve içindeki konumunu, içinde yaşadığı toplumun eğilimlerini sorgulamaya başlayan, kendisini dönemin hâkim anlayışına karşı hikmetli bir mücahedenin içinde bulan bir peygamberin Hz. İbrahim (a.s)’ın hikâyesine.

Kur’an-ı Kerîm’deki ifadesiyle “İbrahim çok içli, bağrı yanık ve Allah’a yönelen bir kimseydi.” (Hûd 75). İbrahim (a.s) çok farklı şekillerde sınanmış ve teslim olduğu ilahî irade tarafından risalet ile vazifelendirilmiş daha sonra da türlü eza ile yüzleşmiş bir peygamberdir. Gençlik yıllarında babası ve içinde yaşadığı toplum ile yaşlılık döneminde ise oğlu İsmâil (a.s) ile imtihan edilmiştir. Onun ulvî mücadelesinde “Halîl” olmanın verdiği yüksek bir seciyeye şahit olur kulak verenler. Hz. İbrahim (a.s) hayalin peşinde değildir, bilakis son derece buhranlı, her zaman mutmainliğin peşinde hikmetli bir arayışın içindedir. Karşısına aldığı her şeyin zorbalığı ve yalnızlığındaki ıstırap son derece gerçek ve gönül yakıcıdır. Ateşin bir selamet yurdu olması ilahî nusreti celbeden bir teslimiyet ve hakikî bir yöneliş sebebiyledir. Nemrut’un ateşinde yanmayan İbrahîm (a.s)’i en yakınlarını bile tasallutu altına alan sahtelik yakmıştır. Buna rağmen babası ile diyaloglarında, dualarındaki içli tavırda onun mücadelesindeki samimiliği ve hakikiliği görebiliriz. Onunkisi bir hülyanın peşinde koşmak değil bilakis belini büken bir yükün altına girmektir.

Çıplak gözle bakıldığında yaşadıkları toplum nazarında her iki hikâyenin kahramanına benzer bir şekilde delilik izafe edildiği görülür. Ancak iki kahraman arasında esastan bir mahiyet farkı vardır. Bize düşen belki bu iki hikayede, çabasını verdiğimiz şeylerin Don Quijote’a bir öykünme mi yoksa evvelâ kendimizi, insanlığımızı olgunlaştıran bağrı yanık, içli, İbrâhimî bir mücadele mi olduğu konusundaki empati tercihidir. Boşa mı geldik doluya mı? Soru bu. Hem ne demiş şair:

Eğer âşık isen yâre
Sakın aldanma ağyâre
Düş İbrahim gibi nâre
Bu gülşende yanar olmaz


Orhan Gazi Gökçe
twitter.com/OGGokce

Kâinat tekkesine tutkun bir mecnun

"Gönlü saf sûfiyim ben,
Benim tekkem âlem;
Medresem dünya benim,
Değilim abalı sûfilerden."
- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî

Kur’an-ı Kerim’deki her bir cümleyi ya da ifadeyi karşılayan “ayet” sözcüğünün sözlük anlamının “işaret” olduğunu düşününce kâinatın bir bütün halinde Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini, ilmini, keremini ve dahi bütün sıfatlarını işaret eden bir ayet olarak okunması gerektiğini görebiliyoruz. Bu hakikati ifade eden pek çok ayet; geceyle gündüzün; güneşin, ayın ve yıldızların; dağların, denizlerin ve daha nice unsurun birer ibret vesile olduğunu hatırlatıyor. Pek çok hadis ve ariflerin sözleri de kâinata bakarak Hakk’ın hakikatini görebileceğimizi hatırlatıyor. Mümine Yıldız, İnce Hayat adlı kitabında; yoğun ve yorucu bir hayatın içinde; kalabalık ve gürültülü büyük şehirlerde kâh bir ağacın sonbaharda dökülen yapraklarına tutunuyor kâh bir nisan yağmurunun tanelerine. Şehrin betonları arasına süzülen doğanın içindeki hakikat parçalarından Hakk’a doğru güçlü bir yol buluyor. Çocukların saflığı, hayatın karmaşası içinde adeta bir bilgelik örneği olarak çıkıyor karşımıza. Mümine Yıldız, çocuklarındaki bu saf bilgelikte ayrıca kendi gündelik problemlerine de pratik çözümler buluyor.

Ağaç, güçlü bir motif olarak çıkıyor karşımıza kitapta. Özellikle sonbaharda düşen yapraklar ve ilkbaharda yeniden canlanan dallar ölüm hakikatini yeniden diriliş olarak okumamız gerektiğini hatırlatıyor bize. Vakti geldiğinde büyük bir teslimiyetle yere düşen yapraklar, her türlü problem karşısında direnç gösteren ve isyan eden insana gerçek bir kulun nasıl davranması gerektiğini de gösteriyor. İnsan, ölümün esas dünyaya açılan bir kapı olduğu hakikatini idrak edemeyip onu yok saymayı tercih ederken yere düşen yapraktaki sükûnet ve dinginlik her bir ağacın bir derviş misali kâinat tekkesinde ders aldığını düşündürüyor. Bu konuyla ilgili olarak Mümine Yıldız bize Kızılderililerin doğayla olan ilişkisini örnek gösteriyor: “Görünen o ki bu insanlar tevhidi bulmuştu. Bu yüzden bir arif ile bir Kızılderili reisi, ‘yabani hatta ‘yamyam’ diye alçaltılan bir Aborjin, aynı dili konuşabiliyor zira hepsi de bilgiyi, görgüyü tek kaynaktan alıyor. Sanki kâinatın ortak bir bilinci, hafızası, aklı, bilgi deposu adı her neyse ortak bir şuuru vardı ve kaynak tam da oydu. İhtiyaç duydukça oradan çekip alıyorlardı has doğruyu.

Kulum beni nasıl bilirse ona öyle muamele ederim” ayeti ile “Şüphe yok ki Allah, insanlara hiçbir suretle zulmetmez fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler.” ayetini birlikte düşündüğümüzde insanın başına gelenler konusunda başkalarını suçlamalarının ya da problemlerini çözmek için başkalarından yardım istemelerinin ne kadar anlamsız olduğu da ortaya çıkıyor. Said Nursi’nin; “Güzel bakan güzel görür, güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” sözü de bu anlamda okunduğunda daha bir anlam kazanıyor. Tevekkül ederek Allah’a teslim olmak, problemlerin çözülmesi için insanlara bel bağlamaktan çok daha isabetlidir zira yardım edeceklerin de en hayırlısı ve en bilgilisi Allah’tır. Hz. Mevlânâ’nın; “Dostum, sen düşünceden ibaretsin, gül düşünür gülistan olursun, diken düşünür dikenlik olursun.” sözü de aynı hakikati işaret ediyor.

Müminin üç hasleti olduğunu söylerler. Her kimde bu üç haslet bulunmazsa kendini yoklasın diye tavsiyede bulunurmuş arifler. Bu hasletler: dert, hastalık ve geçim darlığıdır. İnsan, günlük hayatın içinde büyük küçük pek çok nedenden ötürü şikâyet ediyor. Ayağımıza diken batsa dünya başımıza yıkılmış gibi tepki veriyoruz. Baş ağrısı, diş ağrısı; işe geç kalma, yağmura yakalanma, trafiğe takılma gibi ertesi güne kalmayacak dertler için birbirimizle tartışıyor hatta kalbimizi kırıyoruz. Allah’ın, derdi sevdiği kuluna verdiği gerçeğini unutarak derdin içindeki dermanı görmek yerine dertsiz tasasız bir hayat diliyoruz. Mümine Yıldız; “Neticede her sıkıntı Rabbimizin bizimle irtibatta olduğu ve bizimle bizzat ilgilendiği demek değil midir? Ne ki Firavun ömrü boyunca bir kez bile baş ağrısı çekmemiştir, o zaman yürürken ayağın taşa çarpması bile nimettir ve bu sebeple güzeldir.” diyerek bu gerçeğe işaret ediyor.

İnsanın asıl huzursuzluğu varlığı parça parça düşünmesindedir. Varlık birdir, bu nedenle Allah her yerde ve herkesledir; her yer ve herkes birdir. İnsan, kendi varlığını mutlak varlıktan ayrı düşündüğü için vahdet gerçeğini idrak etmekte zorlanıyor ama bütün kâinat her zerresiyle vahdeti işaret ediyor. Toprağın altındaki solucanın ağacın dallarındaki kuşlarla, gökyüzündeki bulutların yeraltındaki mağaralarla, hatta ayın dönüşü ile okyanusların yükselişi arasında kuvvetli bir bağ var. Bu bağ bize varlığın birliği hakikatini haykırıyor. Cenab-ı Hakk, Hz. Âdem’e balçıktan şekil verdikten sonra ona kendi ruhundan üfleyerek yaratmıştır. İnsanın hakikatinde Allah’ın hakikatinin sırrı vardır. İnsanın varlık gayesi bu sırra ermektir. Bu sırra ermek de nefsi terbiye etmekten geçer.

Mümine Yıldız, şükretmenin ehemmiyetine de vurgu yapıyor. Günlük yaşantımızda bizi yoran, bize zahmet veren durumların bir şükür vesilesi olduğunu ve şükretmenin nimeti artıracağı hakikatini dile getiriyor. “Evet ev kirleniyor, çamaşır bulaşık çıkıyor, bu demektir ki bu evde yaşayanlar var. Şükür ki kalabalığız, şükür ki yaşıyoruz ve bunlar çıkıyor. Evet uzaklarda özlediklerimiz var ama şükür ki yalnız koymuyor Yaradan. En evvela kendini hatırlatıyor, yalnız değilsin, diyor.” Bu ifadeler; bize dert gibi görünenlerin ardında bir rahmetin gizli olduğunu ve bu nedenle derde şükretmenin derdi verene imanın gereği olduğunu hatırlatıyor.

İki çocuk annesi olan Mümine Yıldız, çocukların içten gelen, saf sözleriyle güçlü bir aydınlanma yaşıyor. Pek çok müşkülün içinden çocukların farkında olmadan verdikleri tepkilerle ya da söylediği sözlerle çıkıyor. Evin ortasında oyun oynayan çocuklar kendi etraflarında dönmeye başladıklarında çocuklardan biri şöyle bir cümle kuruyor: “Döndükçe her şey bir oluyor anne!”. Bu cümlede derin bir hakikatin gizli olduğunu keşfediyor anne. Daha sonra dünyanın güneş etrafındaki dönüşünü, ayın dünya etrafındaki dönüşünü, Kâbe’nin tavaf edilişini ve Mevlevilerin semasını birlikte düşünüyor ve İbn-i Arabî’nin varlığın kökenin hareket olduğu ve iki cihanda bu yolculuğun durmayacağı görüşünü hatırlatıyor bize. Evet, döndükçe bir oluyor dünya çünkü döndükçe akıl devreden çıkıyor ve insan ortak aklın tesiri altına giriyor.

Etrafına bakmasını bilen insan, Allah’ın ayetlerini de okuyabilir. Mümine Yıldız, rüzgârın da bir ayet olduğunu fark etmiş ve bu ayetten bir ibret almış. İbn-i Arabî’nin naklettiği “Rüzgâra sövmeyiniz çünkü o Rahman’ın nefesindendir.” Hadisi gereğince ne kadar sert eserse essin, rüzgâra dahi bir nimet olarak bakabiliyor ve bu bakış açısının problemlerin çözümünde olumlu katkısının olduğunu ifade ediyor.

Kâinat, her gün bir kitap gibi açılıyor önümüzde ve kalp gözü açık olanlar o kitabı okuyor. Ağaçtan, yağmurdan, rüzgârdan, topraktan; kısacası tabiattan uzak kaldıkça, kendimizi şehirlerin betonları arasına hapsettikçe, insanların gönüllerine dokunmayı bıraktıkça bu ayetleri okumayı da unutuyoruz. Doğadan uzaklaşmak Allah’ın ayetlerinden de uzaklaşmak olarak yansıyor yaşantılarımıza. Şehrin gürültüsünden, kalabalığından kaçıp birkaç saat doğayla baş başa kaldığımızda yaşadığımız o iç huzurunun adı vahdetin tadıdır.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc