15 Aralık 2020 Salı

Boşluksuz şehirler ve boşluğa düşmüş insanlık

Şehir ve mimari üzerine metinler okumayı hep çok sevdim. Gezilen görülen yerlere daha önce bakılmadık bir yerden bakan, mümkünse tarihin ve sosyolojinin zenginliğiyle donanmış, dünyanın neresinde olursa olsun gönül coğrafyamızı da hatırlayan metinler beni çok heyecanlandırıyor. Gitmiş kadar olmak vardır ya, biraz öyle oluyor.

Âkif Emre merhumun yazdıklarını hep hassasiyetle okudum, okuyorum. Yolum Edirnekapı'ya her düştüğünde mezarını ziyaret ediyorum, üzerimde hakkı olduğunu düşünüyorum. Bu vesileyle her kitabını aynı heyecanla hazırlayan Büyüyenay Yayınları'na gönülden teşekkür ediyorum.

Mekânı Paranteze Almadan, dört yüz sayfayı aşkın bu kitap, kendi albümünden fotoğraflarla birlikte tam anlamıyla bir arşiv kitabı. Âkif Emre, bilhassa balkanlara dikkat kesilmiş bir zihindir. Özellikle Bosna'ya derin bir sevgisi vardır: "Türkiye'de yaşanan tarih katliamının yok ettiği mirasın izlerini tüm olumsuzluklara rağmen Balkanlar'da görmek mümkün. Osmanlı medeniyet birikiminin mimari anlamda yaşayan unsurlarını görmek istiyorsanız Balkanlar'a gitmeniz gerekiyor."

Fas'ta bir çarşı içinde kaybolurken ya da Üsküp'te bir cami avlusunda nefeslenirken ansızın sizi alır, Anadolu'nun ortasında bir yere bırakır. Okur, bizim coğrafyamızın aslında sınırlarla tarif edilemeyeceğini de anlamış, hissetmiş olur böylelikle. Öte yandan Avrupa'da, özellikle Londra ve Paris gibi şehirlerde yürürken bir caddenin hangi -korkunç- fikirlerle şekil kazandığını, ezber bozan bir bilinçle aktarır. Böylece mimarinin sadece bir inşa süreci değil, bir zihin faaliyeti olduğunu hatırlatır. Bazen bir kişinin fikrinin milyonlarca insanı asırlar boyunca etkilediği düşünülürse, medeniyet kavramı içinde mimarinin nasıl bir yer edindiği anlaşılabilir.

Peki İstanbul yok mu kitapta? Olmaz olur mu... Kapak zaten her şeyi anlatıyor. Ataşehir'deki Mimar Sinan Camii ve hemen ardında bugün İstanbul'daki bir çok yerde görülen, "meydan okuyan", ölçüsüz, hakikatsiz yapılar. Çünkü: "Yeryüzünde İstanbul kadar tecavüze uğramış hiçbir şehir yoktur. İstanbul adeta, bir milletin kültürel olarak kendi kendini sömürgeleştirmesinin göstergesi haline gelmiştir."

Âkif Emre; mimarînin oldukça ideolojik bir meslek olduğunu birçok yazısında dile getiriyor. Bir mimar; kendi düşünce dünyasının yanı sıra içinde büyüdüğü yahut etkilendiği düşüncelerin de etkisin yansıtıyor yapılara. Bu yapılar sadece bir caddeyi değil koca bir şehri meydana getiriyor. Kısacası bir insanın sağlıklı projeler geliştirmesinin, insan hakkını gözetmesinin, hukuka riayet etmesinin ve yalnızca bugünü kurtarmak adına değil geleceğe ulaşacak, tüm insanların huzur içine yaşamasını sağlayacak imkânları ortaya koymasının ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor:

"İnsan tekinin toplumun nesiller boyu hayatını şekillendirecek çözümler meselesi birkaç müteahhidin kâr hesaplarına emanet edilemeyecek kadar ciddi bir meseledir. Ve hiçbir disiplinin şehircilik ve mimari kadar insan ve toplum hayatının her anını ve nesiller boyu biçimlendirecek kadar kalıcı tesiri olamaz. Açılan bir caddenin kıvrımından imar izni verilen yeni bir yapılaşmaya, yükselen bir binanın çevresinden pencere ölçüsüne kadar her detay o şehirde, o evde yaşayan fertlerin hayatını biçimlendirdiği gibi gelecek nesillerin hayatını da ipotek altına alıyor. Bunca medeniyet, şehir, kültür edebiyatının yapıldığı bir dönemde hayata, şehre ve insana dair daha ciddi yaklaşımlar ortaya konmalı."

Birbirinden doğal ve güzel fotoğraflar eşliğinde kitabı dolanırken, okuyucunun zihnine sık sık soru sormayı gerektirecek şimşekler bırakıyor Âkif Emre. Mesela, neden caminin yakınındaki bir yapı, haşmetiyle o camiyi gölgeler? Neden demiryollarına, karayolları kadar önem verilmez? Eskiden boğazın manzarası ve kendine has sesleri içinde vapur seyahati yapmak büyük bir lezzetken, şimdi neden vapurdaki insanlar televizyon gürültüsüne maruz bırakılıyor? Asırlarca mezarlıklar şehrin görünür yerlerindeyken, bilhassa Müslümanlar yaşama 'ölüm dikkati'yle bakıyorken, şimdilerde mezarlıklar neden gözün hiç göremeyeceği, insanların kolay ulaşamayacağı yerlere yapılıyor? Suyun medeniyet, yağmurun rahmet olduğunu neden unuttuk? Tevekkül, kalp gözü, sabır ve rikkat hayatımızdan nasıl oldu da çıkıverdi?

Kitaptaki hac yazılarında merkez nokta elbette ki tevhid... Burada yazarın gözlem yeteneğinde tevhidin ne boyutta olduğunu görüyoruz. Gün geçtikçe tarih düşüncemizin içine nefret söylemi yerleşiyor ve tavaf sırasında bile bu ayrışma çabası, ötekileştirme biçimleri insanın ruhaniyetini zedeliyor. Fizikten bir türlü metafiziğe geçemeyişimizin bedeli, bir başkasında kusur ararken kendimize hiç bakmayışımız.

"Türkler arasında en sık duyduğum cümle: "Bu Araplardan adam olmaz!" Renklerin, dillerin harman olduğu bir yerde, daha çok muhafazakâr okumuşlardan sadır olan bir söz bu! Anadolu kasabalarından gelen müminler mütevekkil, sakin, kendi manevi ritminde, aşkın merkez etrafında dönmekte. Okumuşların bir tür nefret söylemine kaçan bu cümleleri tarihsel deneyimlerden öte bilinçaltını ifşa eder gibi. Kâbe'nin etrafı tam bir katliam manzarası sergiliyor. Söylenecek hiçbir şey yok: Edep sınırlarını zorlayan bir hayasızlık örneği; kuleler... "Araplardan adam olmaz" diyen bir umrecinin o kulelerde kaldığını öğrendiğimde sözün anlamı yerli yerine oturdu."

Şehir anlayışımız, geldiği yer itibariyle tıkanmış durumda. Şikayet etmekten çözüm bulmaya sıra gelmiyor. Hep Süleymaniye örneği veriliyor. Bunu yapmış bir medeniyetiz, peki şimdi neden bu düşünce dünyasından uzaklaştık? Elbette çok makul bir soru. O birikimin bugünlere neden yansımadığını sormak hepimiz için bir vazife. Âkif Emre, günümüz mimari anlayışının Mimar Sinan karşısında yaşanan eziklik duygusuyla irtibatlı olduğunu söylüyor. İlham almaya, tefekkür etmeye dayalı bir düşünce biçimi olsaydı, bu eziklik duygusuna tutunup kibirli ve ruhsuz yapılar ortaya çıkarılmazdı. Bir medeniyetten nasıl kopulur? Onun kaynaklarından, referans sistemlerinden ve tarihî tecrübesinden yararlanmayı bırakarak. Kısacası medeniyetin canlılığından faydalanmayarak. Oysa ki yeniden icat ederek yaşatmak mümkündü. Biz bunun yerine kaba bir taklitçiliğe sığındık. "Her taklit durağanlaşmayı işaret eder. Durağanlaşan değerler bir iç deniz gibi içe kapanır ve yaşama umudunu yitirir" diyor yazar. Geldiğimiz yer, tükendiğimiz yer esasında. Peki şimdiden sonra meselemiz ne olmalı? Bu soruya şöyle bir cevap bulabiliyoruz kitapta: "Süleymaniye'nin kitabesini okumaktan mahrum bir sanatçının Mimar Sinan'dan ilham alması, onun temsil ettiği değerlere nüfuz ederek yeni bir açılım yapmasını beklemek boşunadır. Mesele, tarihsel tecrübesi ve referanslarıyla yaşayan medeniyetimizle sağlıklı ilişkiye geçip, onu üretecek kurumları oluşturmadan halledilemez."

Anadolu insanının mekânla ilişkisi, 'bizi biz yapan' değerlerle aramızdaki mesafe, türlü coğrafyaları gezerken kazanabileceğimiz 'görme biçimleri', dağların sunduğu 'metafizik ürperti', turizmin 'aslında' ne olduğu, 'steril muhafazakârlık' ve daha nicesi kitapta kendine hususi yer bulan konular. Kitaba ismini veren makalenin son paragrafını buraya almak isterim: "Bütün sahteliği, abartısı, gösterişçiliğiyle tarihi duyumsama peşindeki insanımızı aptallaştıran turizmin iğvasına karşı, mekânı paranteze alan ruhun esintisini hissettiremezsek bu topraklarda ruhen ve fiziken mülteci olmaya mahkûm oluruz."

Mekânı Paranteze Almadan, özellikle son yirmi yılda değişen ve durağanlaşan şehir düşüncesinin insan ruhunda açtığı boşlukları ortaya seren bir arşiv-kitap. Yaşama biçimimizi gerçekten dert edinmiş bir gönülden, dertli gönüllere.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

12 Aralık 2020 Cumartesi

Kutlu bir medeniyetin hayali

Medeniyet suyla kurulmuş, su ise rahmet olarak indirilmiştir. Bu nedenle medeniyetin özünde rahmet vardır. Bugün İslam âleminin içine düştüğü buhranın esas sebebi medeniyetin özündeki rahmetin yitirilmesidir. İshak Aslan, Hacer Günlüğü'nde medeniyetimizin özündeki rahmeti hatırlatırken günümüz Müslümanlarının hal-i pür melalini de gözler önüne seriyor. Bir eğitimci olan hocamız, unuttuğumuz şehir, medeniyet ve rahmet kavramlarını dillendirerek aslımıza rücû etmemizin mümkün olduğunu gösteriyor. “Hacer” sözcüğünün; terk etmek, hicret etmek, şirkten uzaklaşmak, emsalinden üstün olmak gibi anlamlarını düşünerek kitabın; hem Hz. İbrahim’in eşi ve Hz. İsmail’in annesi olarak yeni bir medeniyetin kurucusu olan mübarek kadını hem de günümüz Müslümanlarının şirkten uzaklaşmalarını konu olarak aldığını düşünebiliyoruz. 

Yeniden kurulabilir mi bir site ve evren” diyor önsöz yerine yazdığı şiirinde. Bu dizeden şairin kutlu bir şehir ve kutlu bir medeniyeti ihya etmeyi amaçladığını görebiliyoruz. Şair bu amaç için çalışmaya hazır bir yüreğin sözcülüğünü yapıyor adeta. “Bir vadiyi bekliyor özlem, vadi ise özlemi” diyor aynı şiirin devamında. Ve bu şiiri şu dizelerle bitiriyor: “Öyleyse hazırsan hazırlığın Hızırdır / Çelik çomaktan yoruldu çocukluğumuz / Duvarları onara onara seyahatimiz / Kalbin vadilerinde yürüyelim yalınayak / Denizin evlerinden geçelim su tutmaz bizi.

Hacer, bir anne olarak doğurganlığı ve Allah’ın rahmetini temsil ederken şair Hacer’in nezdinde İlahî bir muştunun güzellemesini yapıyor. “Hacer” adını verdiği şiirinin son dizesinde şair, bu muştunun peşinde koşmaya hazır olduğunu ifade ediyor: “Ardından koşmaya hazır gövdelerimiz.

Şair, Hacer’in hikâyesi üzerinden Müslüman’ca bir okuma yapıyor. “İnsan bu daim menkıbesini yaşar / Yürüdüğü yolun hikâyesi kadardır ömrü” dizelerinde Hacer’in iki tepe arasındaki yürüyüşü bir ömrün hikâyesi olarak sunuluyor. “İnsan büyük medeniyettir, küçük / Yapılar enkazından büyüktür oysa” dizelerinde medeniyetin merkezinde insanın bulunması gerektiği vurgulanıyor.

Şair, “İbrahim Şehirleri” başlıklı bölümde özlemini duyduğu ve yeniden kurulacağından emin olduğu medeniyeti temsil edecek şehirde bulunması gerektiğine inandığı beş unsuru dile getiriyor. Şaire göre bir şehirde bulunması gereken ilk unsur “selam” yani barış, ikinci unsur “gilaf” yani koruma, üçüncü unsur “ayd” yani bayram, dördüncü unsur “kalp” yani dua, beşinci unsur ise “hitam” yani bitiştir. Bu unsurları şu şekilde ifade edebiliriz. Kutlu bir medeniyetin temsilcisi olacak şehir; barışın tesis edildiği, güvenli, korunaklı, herkesin mutlu olduğu, gönüllerin Allah’a açıldığı ve sınırları belli olan bir alan olmalıdır. Kalp nasıl ki vücudun merkezi ise Allah’ın evi olan camiler de şehrin merkezinde yer almalı, böylece şehrin kalbi Allah’a her daim el açmış olsun.

Burada ilk unsur olarak selamın verilmesi mühimdir. Allah’ın selamı ile bütün kapıların açılacağına kesin olarak inanırız. Bu yüzden şehrin kapısı da Allah’ın selamıyla açılmalıdır. “Kapakçığından giriyoruz saraya duvarlarından/ Sultan dergâhından daha yüksekçe dehrin taht” dizeleri bize şehrin esas girişinin ibadethaneler olduğunu ve buraların gerçek saraylar yani idare mekânları olduğunu gösteriyor. Buradan da kutlu bir medeniyeti temsil eden şehrin yönetiminde Allah’ın emirlerinin esas olduğunu anlıyoruz. “Diyorum ki dil sancağının evini alıp yeryüzüne kurmalı” dizesi de aynı anlamı çağrıştırıyor.

Şair bir başka şiirinde tabiatı Hacer üzerinden okuyor. Geyik, karaca, maral, hazal ve ahuda Hacer’in naifliğini, zarafetini görürken onu avlayan avcıda Kabil’in ruhunu görüyor. Yılan, Hacer’in suyunu bulandırdığı için pişmanlık duyup tövbe etmek isterken gelincik rengini ve kokusunu Hacer’den almış şaire göre.

"İbrahim Hacer ve İsmail’den bir kutlu ev / Lale avuçlarından dua ile mübarek / Yepyeni bir milletin doğduğu büyüdüğü ev / Vadiye kurulup taşacaktır sonsuzluğa nehir” dizeleri şairin medeniyetin merkezine evi, dolayısıyla aileyi koyduğunun göstergesidir.

Şair, Hz. İsmail’i kutlu bir medeniyetin kurucusu olacak ümmeti temsil etmek için kullanırken Hacer Allah’ın bu medeniyet için uzattığı rahmet elidir adeta. Şair Hacer’in ağzından şu dizelerle günümüz İslam âlemine de ağıt yakıyor sanki: “Benden kopan Hacerleri görüyorum koştukça / Susuz elleri bağlı naçar çöllerinde şehrin / Kucağında bebeleri sevgi yürümemiş kıyılarında / Yurtsuzlar susuzlar kavruk beton yüreklerde / Canparem İsmailim hâlâ ağlamakta / Ah su bulmalıyım yolumu göster ey hayatın sahibi.

Şair kutlu bir medeniyetin hayalini kurarken Günümüz Müslümanlarının da gerçekçi ve acı bir portresini çıkarıyor: “Komşusu aç iken kış uykusuna yatanları da zem / Komşusunu tarumar edip kucak açanı sonra zem / Onlardan kaçıp denizde boğularak kurtulan çocukları zem / Metropollerde çöplüklere sığınan kadın gövdeleri zem (…) Sonra soyumuzdan olan kentleri gördüm paramparçaydı zem / Alınıp satılan adaleti gördüm terazi bomboştu zem / Birbirini boğazlamıştı İbrahim koçlar ise salınmıştı zem / Çobanlardan bina binalardan çıban sarılmıştı yeryüzü zem / Şehrin en uzağı da yoktu koşup gelsin yabancı zem.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

İnsanı insan yapan acılar

Arzu Alkan Ateş’in ikinci öykü kitabı Hayy hakkında dünyabizim.com sitesine yazdığım yazıyı, Türk Edebiyatı çok iyi bir öykücüye sahip ama maalesef farkında değil, diyerek bitirmiştim. Şimdi yazarın üçüncü öykü kitabı Mahir Efendi’nin Papağanı yayımlandı. Güzel bir haber olarak şunu söyleyebilirim ki, yazar bu kitabıyla sanırım hak ettiği ilgiyi görmeye başladı. Benim şimdiki yazıma kadar, kitabın dumanı üstünde olmasına rağmen (Eylül, 2020) eser hakkında birkaç değerlendirme yayınlandı bile. Üstelik Arzu Alkan Ateş’in bu sefer çalıştığı yayınevi, bana ve birçok kişiye göre son zamanların adından söz ettiren, bilinen bir yayınevi haline gelen Alakarga Yayıncılık. Bu yayınevinde, Türk Edebiyatı’nın iyi öykücülerinden ve romancılarından Faruk Duman’ın bulunması, bundan sonra yazarın kaderini olumlu yönde etkileyecektir.

Biçimsel olarak çok bir şey değiştirmemiş yazar kitabında. Az sayfalı fakat bol öykülü diğer kitapları gibi bu kitap da 122 sayfadan ve 25 öykü (üç bölüme ayırmış yazar öykü kısmını) ve bir son sözden oluşuyor. Az kelimeyle çok şey hissettirebilen yazarların başında geliyor Arzu Alkan Ateş. Bu yüzden on sayfalık öyküleri de iki sayfalık öyküleri de derinlik açısından birbirinden çok farklı değil (nitelik olarak uçurum olmasa da ufak tefek farklar var öyküler arasında).

Arzu Alkan Ateş’in en iyi yaptığı şey toplumdaki aksaklıkları çok iyi gözlemleyip bunu kendine özgü bir öykü diliyle okura aktarabilmesiydi. Bunu yazarın daha önceki kitapları hakkında yazdığım yazılarda da belirtmiştim. Bu yeni kitabında, kendine has öykü dilini koruduğunu ancak tematik arayışlara girdiğini görüyoruz yazarın. Bir kere perde arkasından dünyaya bakması devam ediyor ancak baktığı yer biraz daha değişmiş. Toplumun genelindense biraz daha insan tekine yöneltmiş kamerasını Arzu Alkan Ateş. Bu insan teki için ise çocuk kahramanları tercih etmiş. Doğal olarak da çocukluk; çocuk gözüyle kişi ve olaylara bakma, çocuk gözüyle mekânın ruhunu anlamaya çalışma bu öykülerde kendine daha çok yer buluyor. İki çocuğun kahraman olarak görüldüğü, onların kitabı yönlendirdiği, asıl kahraman onlar olmasa bile onların gözlerinden bir şeylerin anlatıldığı bir kitap bu. Elbette toplumsal aksaklıklara veya çıkmazlara yine değiniyor yazar fakat bu durum diğer kitaplarındaki gibi keskin uçlarda -eskisi kadar- dolaşmıyor. Biraz daha içe kapalı biraz daha suskun bir kitap sanki bu.

Yazarın bu seferki kahramanları yine çeşitli ancak hemen hemen bütün kahramanlar iki çocuğa değiyor demiştim. Bu çocukların büyümeleri öykü öykü izlenebilen bir yol çiziyor okuyucunun önüne. Çizgisel bir hatta gidiyor diyebiliriz kitap için. En sonda da çocukların lise döneminde sonlanıyor Mahir Efendi’nin Papağanı. (Son sözü dâhil etmezsek) İnsanın büyümesini kötülük kavramı üzerinden işleyen yazar çocukluk dönemini de dikkate alarak kötülün içinden bir nahiflik de çıkarmıyor değil: “İşte o günden sonraki günlerde elimize tutuşturulan çorbayı kuş evin bahçesindeki erik ağacının dibine döktük. Bu bilerek yaptığımız ilk kötülüktü. Demek büyümeye başlamıştık.

Bu kitaba öykü kitabı demek, evet çok doğru. Zaten kitabın kapağında da tür olarak öykü isminin yer aldığını görebiliyoruz ancak ben bu kitaba, belki itirazlar gelecek olsa da, novella demeyi de öneriyorum. Çünkü bu kitap, çoğu öykünün kahramanlarının ortak olduğu, genel anlamda öyküler arasında bir süreklilik içeren bir kitap. Öyküleri tek tek okuduğumuzda da bir anlam yakalayabiliriz ancak bir bütün halinde baktığımızda daha derli toplu bir şey çıkacaktır karşımıza. Kıl Haydar, Kızgınların Kemal, Hatmi Nine, Rüçhan Öğretmen gibi karakterlerin yanı sıra mekân olarak da genel olarak ortak bir yerden bahsediyor Mahir Efendi’nin Papağanı: Kuş Ev. Çoğu öykünün kameramanı olan çocuklar da ortak olunca bana küçük bir roman havası vermedi değil bu kitap. Türk Edebiyatı’nda benim okuduklarım arasında iki eserle benzeşim gösterdiğini söyleyebilirim. Bunlardan biri Mitat Enç’in Uzun Çarşının Uluları diğeri de Barış Bıçakçı’nın Herkes Herkesle Dostmuş Gibi kitabı. Uzun Çarşının Uluları’na tematik ve mekânsal benzerlikler yönünden, Herkes Herkesle Dostmuş Gibi’ye ise kahramanların hayatlarının birbirine değerek devam etmesi yönünden benzediğini düşünüyorum (örneğin, Uzluların Bey Amcası’nın bir öyküde yan karakterken öbüründe ana karaktere dönüşmesi gibi). Elbette biçimsel olarak bu iki kitabın aynısıdır diyemem; hatta bu iki kitap bile birbirinin aynısı değildir. Ancak Arzu Alkan Ateş’in kitabı bu iki eseri de andırabilen bir şekilde kurgulanmış. Ben bunun esere canlılık kattığını düşünüyorum.

Anlatımın zaman zaman denemeye yaklaştığı kitapta (ki yazarın belirgin üslûbundan biridir bu) öyküler birçok kez düşle gerçek arasında, gerçeküstü ögelerle gerçeğin birlikte kullanıldığı bir hâle bürünebiliyor. Ancak Arzu Alkan Ateş’in en iyi yaptığı ve bence öykülerinin değerini yükselten şeylerden biri burada devreye giriyor. Ne kadar düşsel bir anlatıma kaysa bile öyküler küçük bir yerden de olsa zemine basıyor. Bu da yazarı, son zamanlarda sayıları artan ve deneme mi yoksa öykü mü yazdığı belli olmayan, tamamen soyut bir dünyada okurlarını gezdirmeye çalışan yazarlardan ayırıyor. Küçük bir kısmın toprağa değmesi dahi yetiyor öyküleri anlamlandırmaya. Yazar yer yer halk anlatısına dönüşen bir dil kullansa da temel özelliklerinden biri hâline gelen bu durumda dengeyi kurmayı çok iyi başarmış.

Arzu Alkan Ateş öykülerinde mutlu şeylerden bahsetmiyor. Bu kitabında da diğer kitaplarında olduğu gibi acıdan, kederden bahsediyor. Fakat bu acı insanı insan yapan acılardan. Diğer iki öykü kitabına nazaran daha çok insan tekine odaklanıyor demiştim bu kitabı için. Böyle olunca da toplumsal acılardan veya toplumun aksamasına neden olacak acılardan ziyade insanın bireysel olarak yaşadığı, kişiyi insan yapan acılar ön plana çıkmış: “Acı tarif edilebilir mi? Hatmi Nene olsa, acı insan olduğumuzu unutmayalım, diye Tanrı’nın biz kullarına sunduğu bir lütuftur, derdi.

Bir övgü de yayınevine söylemeden olmaz. Çok titiz bir çalışma gerçekleştirilmiş kitabın kapağından iç düzenine kadar. Özellikle dil bilgisi hatası olmaması ve bir öykü kitabı için olabilecek en sade bir kapakla eseri okuyucuya sunmak, yine son zamanlarda pek görmediğimiz bir şeydi. Alakarga hem nitelikli eserlerle (yerli-yabancı) hem de titiz çalışmasıyla iyi yönde ilerliyor.

Arzu Alkan Ateş öykü serüvenine iyi bir kitapla devam ediyor. Mahir Efendi’nin Papağanı ve yazarın diğer iki öykü kitabı, Ateş’in bundan sonraki edebî yolculuğuna referans olabilecek düzeyde iyi eserler.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

8 Aralık 2020 Salı

Sıradan ve sürüden olmamak

Hayatta esas olan tekâmüldür. İnsanın tekâmülü ise ibret ve öğüt almasıyla mümkündür. Geçmekte olduğumuz yollardan daha önce geçmiş olanlar, çektiğimiz acıları daha önce çekmiş olanlar, verdiğimiz mücadeleyi daha önce vermiş olanlar; tecrübeleriyle bize yol gösterebilir ya da örnek teşkil edebilir. Her ne kadar, “Bir musibet bin nasihatten evlâdır.” denilmişse de ehlinden dinlenen öğüt, yürüyeceğimiz yolları aydınlatacak bir fener görevi görür; yeter ki gönül kulağıyla dinleyelim. Prof. Dr. Haluk Dursun, gençlere gönül diliyle sesleniyor ve onu gönül kulağıyla dinleyenlere bir yol aydınlığı sunuyor Gençlerle Hayat Bilgisi kitabında. 

Haluk Hoca, yıllarca bürokrasinin en tepesinde çalışmış, ömrünü vatanına ve milletine hizmete adamış, çalışma azmiyle dolu, öğrenmeye ve öğretmeye doymayan, sürekli pozitif, disiplinli ve kararlı bir karakter olarak bir ömre sığdırılması zor görünen pek çok işi başararak gençlere en baştan güçlü bir örnek teşkil ediyor. Bununla da yetinmeyip her fırsatta bir şeyler anlatmanın ve birilerine faydalı olmanın yolunu buluyor. Bu konuda sosyal medyayı dahi kullanmaktan geri kalmıyor. Gençlerle Hayat Bilgisi kitabında yer alan yazıların bir kısmı da sosyal medyadaki paylaşımlarından oluşuyor.

Bize hep, “Hocalarınızın sözünü dinleyin!” dediler ama sözünü dinlediğimiz hocalarımız, “Ben sizinle bir hoca olarak konuşmuyorum…” diye başladı söze. Sözün tam da burasında “halden anlayan hoca” dediğimiz tanım imdadımıza yetişiyor. Haluk Hoca da kitabın giriş bölümünde; “Sevgili Gençler, size bir bürokrat, profesör, öğretim üyesi sıfatıyla değil bir ağabey kimliğiyle seslenmek istiyorum.” diyerek halden anlayan öğretmen olduğunu gösteriyor.

Genel olarak kendi deneyimleri ve gözlemlerinden hareketle gençlerin vatanlarına ve milletlerine karşı sorumluluklarını yerine getirmek ve toplumsal barışa katkı sağlamak ve bireysel gelişimlerini tamamlamak için kazanmaları gerektiğini düşündüğü davranışları kendine has mizahî bir üslupla sıralıyor. Öğretmekten ziyade göstermek ve uyarmak amacını taşıyor. Gençlere sahip olmaları gereken hasletleri sıralarken içten içe gençleri ne denli önemsediğini ve onlar için üzüldüğünü görebiliyoruz.

Gençlerde Ne olmalı” başlıklı ilk yazıda gençlerde olması gerektiğini düşündüğü özellikleri özetle şöyle sıralıyor: meraklı olun, bir merakınız olsun, soru sormaktan çekinmeyin, öğrenmeye doymayın, takipçi olun, işlerinizi önem sırasına göre dizin, danışın, zamanlama konusunda dikkatli olun, hafızanıza güvenmeyin, not alın, randevulara vaktinde gidin, bilgi sahibi olmadan yorum yapmayın, gözlem ruhuna sahip olun, çözüm odaklı olun, insan kıymeti bilin, eleştiriye açık olun, gündelik siyasi çekişmeler sizi esir almasın, şükrü ihmal etmeyin, Allah’a şükredin, insanlara teşekkür edin.

Eğitime Devam” başlıklı yazıda şöyle diyor Haluk Hoca: “Sıradan ve sürüden olmayan, meraklı, özverili, bağımsız gençler yetiştiren, bir sistemi kastediyorum. Bunu başarmanın en önemli ve tek yolu ise çok basit: Değerli, fedakâr, okuyan ve kendini geliştiren yani idealist öğretmenler yetiştirmek; öğretmenlerin sayısını değil saygınlığını artırmak.”. Bu ifadeyle hem öğrencilere hem de öğretmenlere bir vizyon çizerken toplum ve öğrenci nazarında öğretmenin tanımının yeniden yapılması gerektiğini de hatırlatıyor.

Hayatımızdaki insanların kıymetini bilmemiz gerektiğini ve onları duyduğumuz sevgiyi zamanında göstermemiz gerektiğini özellikle vurguluyor hocamız. “Kitap okunur, mekân görülür. Adam gitti mi gelmez…”diyerek buna dikkat çekiyor. “Kiminle musahip olalım?” diye soruyor bir yazısında ve insan hayatında sohbetin ehemmiyetine dikkat çekiyor. “Musahipsiz kalmayınız. Kendinize doğru musahipler bulunuz.” diyerek bitiriyor yazısını. Musahip, sohbet ehli demektir. Sahabe sözcüğü de aynı kökten gelir. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (sav) sohbet meclisinde bulunanlar İslam nurunu yedi düvele yaymış ve binlerce yıldır yanan bu ateşin bir vesile olmuşlardır. Doğru sohbet arkadaşları bizi de güzel ve kutlu işlere taşıyacaktır.

Sadece gençlere seslenmiyor Haluk Hoca; İstanbul ekseninde şehirlerin yaşanılmaz hale gelişini eleştiriyor, kültür mirasımızı korumaya yönelik hükümete tavsiyelerde bulunuyor, kendi tecrübelerini aktararak yetişkinlere de yol gösteriyor. Anlattıkların onun köylü kimliğini koruduğunu, bu kimlikte bir çeşit Anadolu irfanı bulduğunu görüyoruz. Gençlere seslenirken adeta yeniden genç olmayı, daha çok çalışmayı, vatanına daha çok hizmet etmeyi arzulayan bir yürek çıkıyor karşımıza. Hem akademik başarı hem adab-ı muaşeret kuralları hem de vatanın istikbali için gençlerin kazanmasını istediği hasletleri kendi evlatlarına anlatırcasına tatlı, naif ve esprili bir dille dile getiriyor. Kitabın son bölümünde ise “Bir insanı çok sevdiğinizi nasıl anlarsınız?” diye soruyor ve “Onun yanındayken, onunla beraberken değil, onsuz kalığınızda sevginizin derecesi meydana çıkar.” diyerek cevaplıyor. Adeta bütün bir kitaptaki öğütleri evlatlarına miras bırakırcasına bitiriyor kitabı.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

7 Aralık 2020 Pazartesi

Üsküdar'ın derviş, gül, şiir yetiştireni: Mehmed Nasûhî

"Kâbe et kalbini kim puthâne sansınlar seni
Beyt-i akla girme kim divâne sansınlar seni."
- Mehmed Nasûhî

Ömer Fuâdî
'nin Nefs Eğitimi ve yine kendisinin Şâbân-ı Velî'ye dair derlemiş olduğu menkıbeleri (Menâkıb-ı Şeyh Şa‘bân-ı Velî) ele alan kitapları daha evvel incelemiştik. Bu kez yine Halvetî-Şâbânî ekolünün bir temsilcisi olan, bilhassa şiirleriyle nice gönlü tevhid nuruna daldıran Üsküdarlı Mehmed Nasûhî'nin bir kitabına temas edeceğiz. Öncesinde hazretin hayatından bahsetmeliyiz.

Mehmed Nasûhî, 1648'de Üsküdar'ın Toygar Tepe'sindeki Bulgurlu Mescidi civarında dünyaya gelmiş. Babası Seyyid Nasûhî bin İhtiyâreddin Bey, bir Osmanlı sipahisi. Annesi Afîfe Hanım, hazret henüz altı yaşlarındayken vefat etmiş. Nasûhî Efendi, medrese tahsilinden bir süre sonra gönlüne Hakk aşkı düşünce tasavvufa meyletmiş. Nihayet Atîk Vâlide Tekkesi'nde irşad hizmetinde olan zamanın büyük velîlerinden, Karabaş Velî'ye intisab etmiş. Niyâzî-i Mısrî'nin çağdaşı olan bu büyük zât da tıpkı onunu gibi Limni'ye sürgüne gönderilmiş. Asıl adı Ali olmasına rağmen halk arasında manevî hâllerinin yüceliğinden Alâeddin, boyunun uzun oluşu sebebiyle Atvel lakaplarıyla bilinirmiş. Şâbâniyye ekolünün siyah mürşid tâc-ı şerifiyle dolaştığı için bir diğer lakabı da Karabaş. Kendisi Şâbâniyye erkânı içinde yaptığı yeniliklerden ötürü Pîr-i Sânî olarak tanınmıştır.

Nasûhî Efendi, hazrete bağlandıktan hemen sonra manevî hayatında büyük kabiliyetler gösterip seyr u sülûkunu on iki sene hizmetin sonrasında tamamlamış ve henüz otuz yaşına varmadan hilafet alarak Mudurnu'daki Sun‘ullah Efendi Zâviyesi gönderilmiş. Burada halkı irşad ve tekke şeyhliği görevini sürdürürken Karabaş Velî'nin Limni'ye sürgüne gönderilmesiyle ona hizmet için ardından gitmiş. Bazı kaynaklara göre, o yıllarda Limni'de sürgünde olan bir başka büyük velî Niyâzî-i Mısrî'ye de hizmet etmiş ve onun duasını almış. Limni'den dönüşünde tekrar Mudurnu'daki zaviyede ikamet eden Nasûhî Efendi, Karabaş Velî'nin 1686'da hac dönüşü Kahire'de vefatı üzerine zaviyeye Abdullah Rüşdî'yi halife bırakarak, Üsküdar Doğancılar'da kendisi adına yaptırdığı tekkede irşad makamına geçmiş. Yine kaynaklardan öğrendiğimize göre 1705 senesinde III. Ahmed tarafından Eyüp Sultan Camii kürsü şeyhliğine tayin edilmiş. Otuz küsur sene irşâd postunda kalarak nice dervişler yetiştiren Nasûhî Efendi, 14 Ağustos 1718'de vefat etmiş, dergâhın hazîresine defnedilmiş. Sonradan buraya bir türbe inşa edilmiş. Türbenin niyaz penceresinde sonradan Ümmî Sinan Dergâhı şeyhliği yapacak olan şair Zekâî'nin şu beyit yazar: "Makām-ı evliyâdır menba-ı feyz ü fütûhîdir / Edeble dâhil ol sûfî bu dergâh-ı Nasûhî’dir."

Gençliğinde zahirî ilimler üzerine tahsil görmesi ve akabinde derinleşerek Kur'an-ı Kerim'den birçok sûrenin tefsirini yapması, Nasûhî Efendi'yi pek çok kitabın müellifi hâline getirmiştir. Mü'min, Nûr, Furkân, Şuarâ, Nahl, Kasâs, Ankebut, Yâsîn, Saffât, Sâd ve Zümer surelerini tefsir etmiş olan hazret, Şerh-i Kasîde-i Mevlanâ ve Şerh-i Kasîde-i Niyâzî ile birlikte pek çok risâle de kaleme almıştır. Bu yazıda bahse konu olan kitabı ise Risâle-i Fahriyye adıyla bilinen, hazretin seyr u sülûk esaslarını ele aldığı, Beşiktaş'ta medfun bulunan halifesi Fahreddin Efendi'nin sorularına verdiği cevaplardan oluşan er-Risâletu'r-Ruşdiyye Fî't-Tarîkati'l-Ahmediyye'dir. H Yayınları'nın Tasavvuf Eğitiminde Nefs / Tevhîd / Zât ismiyle neşrettiği eseri Mustafa Tatcı ve Musa Yıldız hazırlamıştır. Eser; mukaddime, üç fasıl ve hâtimeden oluşur.

Nasûhî Efendi eserinin mukaddime bölümünde bir insanın kamil mürşide olan ihtiyacını vurgular. Bir mürşide bağlanmayı telakkun-telkîn kavramlarıyla yorumlayan hazret; telkin yoluyla kalpten Allah'ın dışındaki her şeyin sökülüp atılabileceğini, "meyvesi acı bir ağacı kesmeden yerine meyvesi tatlı bir ağaç dikilmez" sözüyle açıklar. Sık sık Hazreti Mevlânâ'ya atıflar yapan hazret, Allah ile sâlik arasında bir münasebet kurulacaksa bunun ancak insan-ı kamil vasıtasıyla olabileceğini söyler. Diğer yandan, her zamanda sahte ve yalancı şeyhler olabileceğinden, halifesini mühim nasihatleriyle uyarır. Sonrasında hazret, bağlı bulunduğu silsilenin erkanı üzerine beş mühim tavsiye yapar: Zikir, halvet, sükût, oruç ve uykuyu terk. Zikir nurdur, kalbi istila ederse kişiyi de nurlandırır. Halvet, duyu organlarını dışarıya kapatmayı ve kalbin kapılarını ardına kadar açmayı sağlar. Sükût boş sözlerden ve içinde Allah'a aşk olmayan muhabbetten kişiyi korur, böylece gaflete duvar örülür. Oruç, kalbi hırstan uzaklaştırır ve talibi Allah ile buluşmaya yakınlaştırır. Uykuyu terk için evvela yemeği -özellikle yağları ve etleri- azaltmak lâzımdır, akabinde devamlı abdestli olunmalı ve doğru söz, doğru davranış üzere yaşanmalıdır. Nihayet uyku yerine ibadeti ve tefekkürü seçen derviş; ilme’l-yakîn, ayne'l-yakîn ve Hakka’l-yakîn ile hakiki bilgiye, kesinlik açısından en doğru bilgiye vasıl olur. Mühim olan en önemli şey, dervişin neyi istediğidir. Nasûhî Efendi burada bir hadis nakleder:

"İki adam eşit derecede ibadet ediyorlardı. Cennete girdiklerinde onlardan birisi yüksek bir makama getirildi. Diğeri sordu: 'Allah'ım onu benden üstün bir makama niye getirdin? O, dünyada benden daha çok ibadet etmemişti...' Allah o adama: 'O, benden yüksek makamlar istiyordu. Sen ise ateşten kurtulmak istiyordun. Ben de herkese istediğini verdim' buyurdu."

Mevlânâ Hazretleri, "Bir kuyudan her gün toprak kazarsan, sonunda temiz suya ulaşırsın" der. Bu nasihat, dervişin gayret kemerine sarılması gerektiğini gösterir. Nasûhî Efendi, halifesi Fahreddin Efendi'ye daima bunu hatırlatır. Derviş gerekirse tecritten bile kaçınmamalıdır. Allah'ın emrine daima teslim olmalı, mürşidlere daima saygı göstermeli ve onları sevmelidir. Ne kadar şey öğrenirse ve lezzetine erişirse erişsin, dilini bağlamalıdır: "Bilgi iddiasının karanlığı, kalbin nurunu söndürür."

Eserin devamında nefsi bilme, tevhidin bilinmesi ve ilâhi nesebin (zât) bilinmesi gibi son derece hassas konular yer alıyor. Nasûhî Efendi bu bölümleri az ama öz söyleyerek izah ediyor. Fazlasının okumayla değil zevk edinerek öğrenilebileceğini ve bunun da anlatılmasının güç yahut gereksiz olduğunu söylüyor. Fakir, bir paragraf var ki kitabın özeti olduğunu düşünüyorum. Elbette sadece kitabın değil; iyi bir kul, sağlam bir derviş ve Allah adamı olmanın da formülü sanki. Aşk ile buyurun:

"Halil İbrahim yatağında bir saat istirahat ettiğinden, ona 'kalk ve oğlunu kurban et' denildi. Yakûb, Yûsuf ile bir saat buluşmasına sevindiği için kırk sene hüzün evine hapis oldu. Yûsuf, bir gün güzelliğine bakarak 'şayet bir köle olsaydım değerim acaba ne olurdu?' dediğinden çok az bir değere satıldı ve yıllarca zindanlarda kaldı. Musâ kendisini zamanın en iyi bileni zannettiğinden, ilmi ve faziletiyle gururlandığından Hızır ile imtihan edildi. Hâsılı, kim Allah'tan başkasından uzaklaşır ve Allah'a yönelirse Allah'ın lütfuna ve şefkatine nail olur."

Eserin hâtime (sonuç) bölümünde çok ciddi uyarılarda bulunuyor hazret. Her insana ve her şeye kemâl nazarıyla; nefsine küçümseyerek, eksik olduğunu bilerek ve hor görerek bak diyor. Dünyaya meyledenin dünya ile gururlanacağını, dolayısıyla da Allah katında hakir ve zelil olacağını söylüyor. Cömert olmayı nasihat ediyor. Doğrunun peşinden gidenin iyiliğe (birr) kavuşacağını hatırlatıyor. Yol kesiciler konusunda ikaz ediyor. Postnişîn olmanın on beş adabını sıralıyor ki bugün kendine mürşid arayan herkesin bu bölüme dikkat etmesi gerekiyor. Hakiki velîlerin Allah'ın en büyük ayetleri ve en mükemmel delilleri olduğunu söylüyor.

Kendine mahsus güller yetiştiren (Nasûhî gülü) ve daima muhabbeti nasihat eden bir mürşid imiş Mehmed Nasûhî Efendi: Allah'a muhabbet, velilere muhabbet, insana muhabbet...

Mevlâmızdan tüm taliplerin manevî derecelerini yükseltmesini, böyle güzide eserleri yalnız okumayı değil zevk etmeyi de nasip etmesini niyaz ederim. Amin.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

3 Aralık 2020 Perşembe

İnsan, var olmak için mücadele etmelidir

İhtiyarlık, bir imtihan ve yüzleşmedir. İnsan geçmişiyle, yaptıkları ve yapamadıklarıyla yüzleşmek zorundadır. Bu yüzleşmede hayatın içinde kendini konumlandırdığı yeri koruyup koruyamadığının da imtihanını verir. Tıpkı sürü lideri olan alfanın kendi liderliğine baş kaldıran gençlerle ölümcül bir savaşa girmesi gibi yaşlanan insan da kendi gerçekliğini savunmak için kendisiyle alay etmeye başlayan insanlara karşı amansız bir mücadeleye girer. Şöyle bir farkla ki bu sefer mücadele kendi kendisiyledir. Gücünü, kudretini, zekâsını ve saygınlığını koruduğunu önce kendine kanıtlamalıdır. Böylece “yaşlı kurt” payesini alabilir ve ihtiyarlığını onurlu bir şekilde yaşayabilir. Aksi takdirde bir köşeye atılmış “sünepe” muamele görmekten kendini kurtaramaz. 

Santiago, yaşlı bir denizcidir. Gençliğinde güçlü bir adamdır. Bilek güreşinde istediği herkesi yenebileceğini ve en zor avlardan alnının akıyla çıkarak maharetini herkese kanıtlamıştır. Her insan gibi hayata dair zevkleri ve uğraşları vardır ama ihtiyarlık bu zevkleri yavaş yavaş elinden almıştır. Hatta neredeyse üç aydır denizden eli boş dönmektedir. Ernest Hemingway, Yaşlı Adam ve Deniz'de Santiago’nun kendini kanıtlayışını ve bir devrin kaçınılmaz sonunu gözler önüne seriyor. Hikâyedeki Santiago, bizzat “insan”ın kendisiyken okyanus hayatın bütün zorluklarını ve hayatta kalmak için vermek zorunda olduğumuz mücadeleyi simgeliyor. Küçük çocuk Santiago’nun en önemli motivasyon kaynağı olmasına rağmen o da ailevi nedenlerden ötürü Santiago’nun yanından ayrılıyor.

Yaşlı adam, seksen dört günün sonunda belki de son kez balığa çıkarken hayatı boyunca kazandığı ve onu o yapan bütün hünerini ortaya koyarak insanlar arasında hak ettiği yeri yeniden kazanmaya kararlıdır. Kendisiyle alay eden diğer balıkçıları umursamadan sadece hedefine odaklanır ve gidebileceği kadar uzağa gidip herkesin saygı duyacağı büyüklükte bir balık yakalayacaktır. Bu iş için inancından başka pek bir hazırlığı da yoktur. Beklediği büyük balık oltasına yakalanana kadar da bunları dert etmez. Ne zaman ki balıkla baş başa kalır, işte o zaman 'keşke'ler devreye girer. İnsan da tıpkı bu hikâyede olduğu gibi hakikatin yumruğunu yemeden nelerden pişman olması gerektiğini düşünmez. Hakikat ancak bir silkelenmeden sonra idrak edilir. İşte yaşlı adam bu silkelenmenin ardından balığı yakalamak ve kıyıya götürmek uğruna hayatını ortaya koyar.

Yaşlı adamın tecrübesi sayesinde balığı yakalayıp teknesine bağlasa da hesaba katması gereken başka bir gerçek daha vardır. Köpek balıkları kanın kokusu alıp balıkçının peşine düşerler. Elinde bulunan sınırlı silahı kullanarak ilk gelenleri püskürtmesine rağmen köpek balıkları akın akın gelmeye devam eder ve nihayet kıyıya vardığında elinde balığın sivri burnu ve kafası kalır. Yaşlı adam kendini kanıtlamış ve insanların saygısını kazanmıştır ama yaşlanmış olduğunu, yalnız başına bir şeyleri başaramayacağını da kabul etmiştir artık. Yazar, Santiago’ya saygı duymakla beraber hayatın gerçekliğini galip ilan etmiştir.

Yaşlı adam, denizde kaldığı üç gün boyunca hayatını sorgular ve günahlarıyla yüzleşir. Hayatın anlamını ve hayatı boyunca yaptığı seçimleri sorgular. Sanki hayatının -en azından onu Denizci Santiago olarak hayatın içinde var eden gerçeğin- sonuna geldiğinin farkına varmış gibi kendi varlığına ve geçmişine bir anlam arayışı içindedir. Geceleri kıyıdan gelen ışıklar onu devam eden hayata dair düşünmeye sevk ediyor. Kıyıdan uzaklaştıkça sanki yavaş yavaş hayattan da uzaklaşıyor yaşlı adam. Bu noktada kendi kendine ve oltanın ucuna konan kuşla konuşmaya başlıyor. Kuşla konuşmak ona hata yaptırıyor ve bu hata pahalıya patlıyor. Eskiden iyi bir Amerikan futbolu izleyicisi iken artık maç sonuçlarını bile günler sonra öğrenebiliyor. Bütün bunlar yaşlı adamın hayatın dışına itilmeye başladığının göstergeleri.

İnsan, var olmak için mücadele etmelidir. Mücadele azmini yitirdiği an köşesine çekilmekten ve başka insanların insafına güvenmekten başka yapacağı bir şey kalmaz. Yaşlı adam bize bu mücadele azmini gösteriyor. Küçük çocuk, yaşlı adamı hayata bağlayan en önemli unsur olarak görünüyor. Genç ve güçlüyken biriktirdiğimiz dostluklar ve sergilediğimiz onurlu davranışlar hayat mücadelesinin sonuna geldiğimizde karşılık bulurlar.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

2 Aralık 2020 Çarşamba

Unutmak istiyorsan, önce hatırlayacaksın

"Heyhat, hepimiz unutmayı becerecek kadar şanslı değiliz."
- Nermin Yıldırım, Unutma Dersleri

Bak Feribe,

Er ya da geç hepimizin bir şekilde unutmak için başvuracağı yöntemleri, başaramazsak, hatırlamamaya gayret edeceği dertleri olacak. Dertleri, anıları, aklın ve aşkın işveleri, cilveleri, bereket ki arkasından gelecek hüsranları olacak. Unutmaya çabalayacağız, biliyorsun. Akıl-kalp-vicdan koalisyonuyla girişeceğimiz bu çabanın neticesinde yaşamımız türbülansa girecek, şöyle bir sarsılacağız. Yetmezse, olur da içimizin kuyruğu dik ordusu seferden mağlup dönerse -ki bu hep böyledir, yeni bir yol bizi bekliyor olacak: unutmak için hatırlamak!

Bundan dört asır önce, insanlığın onuru ve haysiyetine uygun olarak kımıldayan Shakespeare’i hatırla, Feribe. Atinalı Timon’da, ufak bir güç karşısında eğilip bükülenler adına “onurdur benim için,” demişti, “dövüşmek kötü devletlerle.” Hatırlıyorsun, değil mi? İçimizde koca bir kenti öldürecek kuraklık taşıyoruz, Feribe. Ama olsun, herkes ölür, iyiler bile. İçimiz kuraksa, farklı coğrafyalarda benzer şekilde kırılıyorsak eğer kötülerle dövüşmek onurdur bizim için de. Bu yüzden Feribe, bu yüzden, unutacağız. Herkes gibi, bütün mağluplar gibi eve döneceğiz. Aklı incitmeden, yıkım ve felaketimizi de alarak döneceğiz. Unutacağız, Feribe, önce hatırlayacak, sonra bir güzel unutacağız. Neleri unutmuyor ki insan.

İlk kez unuttuğumda on sekiz yaşımdaydım, Feribe.

Sen bu hallere düşecek adam mıydın, dediğimde tam da o hallerdeydim. Bahtıma her şeyin kırılganı düşmüştü diyordun, haklısın, kuşku çağımda ben de öyleydim. Gökten yere yağmur olarak insem havada kururdum. Güneş olsam üşür, şahken şahbaz olurdum. Diyebilirim ki Feribe, duygular benden değil, ben duygularımdan oluşuyordum. Ama ne oldu, her şey geçip gittiğinde yanımda yine kendim kaldı, Feribe. Üzerime oturan bir kıyafet gibi sarmamıştı beni hayatımdan çıkardıklarım. Unutmak zorundaydım ve unutmak ortada bir hezimeti ikiye üleşmek gerektiğinde tek başına onu üstlenmek gibiydi. On sekizimde, yirmi ikimde, yirmi beş ve yirmi sekizimde Feribe, beni de arkamdan vurdular, ama edebimle öldüm. Sen de öleceksin. Ölmeden önce bir güzel öleceksin. Kaybolan yıllarımızın hesabını yan masadan ödemiyorlar, Feribe!

Kendinden öte kaçacak bir yerin yok, Feribe.

Bir kitap okumuştum. Babaya Mektup'ta, Kafka’nın kitabı, dünya haritasının üzerine boylu boyunca uzanan bir baba vardı. Yüzleşmekten ziyade, yüzleşmek zorunda olduğunu bilmeyen bir babaydı. Mümkündür, belki de bize Oedipus kompleksini hatırlatıyordu, yine de hatırlattığı ilk şey kaçacak bir yerin olmadığıydı. Çünkü oğlu kaçmak, bir mümkünü bir başka imkânsızlıkla doldurmaya çalışmak istiyordu. Ama nereye kaçacaktı, Feribe? Haritada yer mi kalmıştı. Dahası, tut ki kendinden kaçtın, içindeki harita kadar değil misin? Belki de uzandığı hudutlar kadardır babanın da kaçışı. Ne baba kendinden ne de oğul babadan kaçabilir, Feribe. “Etkin bir unutma,” der Deleuze, “belleğin kuvvetinden daha yeğdir.” Öyledir, Feribe.

Tahammül, o intihar ve neredeyse ölecek olan duygu. Ölmesin isteriz ama, bazen de ölsün isteriz. Durmak, dayanmak, kabullenişin adı ya tahammül, bu değil söylediğim, Feribe, bu hiç değil. İnsanı alıp yalnızca dünyanın üzücü tarafına oturtan Nietzsche’yi belki de yalnızca burada tasvip etmiyorum. Kendisine yuva yapan ve oradan ayrılmayan herkesten, her şeyden uzaklaştım, Feribe. Uzak durdum. Yüklerinden kurtulamadığından, artık kendisi de koca bir yükten farksızdır oradakiler. Oysa toprağı darbeleyen, yeni yollar arayan, kazan, ilerleyen, kaçış formülasyonunu yeni başlangıçlar üzerine kuran köstebeği ben de onurlu bulurum. Ölümden kaçış yok, değil mi Feribe? Bilirim, yok, fakat ölümün hızına müdahale edebiliriz. Şekliyle oynamalar, arsızlıklar veya onurlu dokunuşlar yapabiliriz. Bu yüzden Feribe, her şey durulduğunda acısı dinmeyen o yumruk büyüklüğündekini kurtarmak, şakaklarının arasına yerleşen kıvrımlı saksıyı çalıştırmak, içine çiçekler ekmek zorundasın. Bağlanmak, toplumsal bir sıkıntıdır, Feribe!

Dinle Feribe,

Ayağa kalkacaksın. İçinden yükselen bir sesle, hem de kendinden başkasına benzemeyen bir sesle, olanı biteni itiraf edeceksin. Hatırlayacaksın, Feribe! Unutmak istiyorsan, önce hatırlayacaksın. Denedin, biliyorum fakat derslerine, unutma derslerine daha sıkı sarılacaksın. 21 Aralık yetişkinlik hayatının hissedilen en uzun gecesi diyenler halt etmiş, evet, çünkü doğru bir unutma, doğru bir hatırlamanın evladıdır Feribe. 21 Aralık değil, ayağa kalkınca, 21 Haziranı kutlayacağız, Feribe!

Hüseyin Hakan
twitter.com/huseyinhakann