8 Kasım 2020 Pazar

Kahraman olma hakkı ya da vatana sahip çıkma derdi

Okumak, bir keşif hissi de doğuruyor failinde. Kitap kitabı çağırıyor. Ve böyle devam ediyor ya da etmesi gerekiyor. Öte yandan okunması gereken çok fazla kitap var. Bu gereklilik de bir zorunluluktan öte arzudan besleniyor. Ama bir yerden sonra da bir okuma düzeni kaçınılmaz şekilde klasiklerden besleniyor. İyi metinler, sanki herkesin okuduğu kitaplar oluyor. Dostoyevski okumayan ayıplanıyor, Tolstoy’u bilmeyen garipseniyor. Sanki bir yola zorla itilmek gibi. Bu, zararsız bir baskı gibi dursa da keşif hissini, arama dürtüsünü törpülüyor. Güdüsel bir okumaya dönüşüyor eylem. Ve sonuç; değişik tatlardan, kalemlerden uzak bir düzene esir olunuyor.

Yukarıda anlattığım durum Roy Jakobsen’in Oduncular kitabını okurken aldığım lezzete bağlı olarak düştü zihnime. Türkçe’ye çevrilmiş birçok eserine rağmen bu kadar duru bir kalemi tanımamaktan hayıflandım mesela. Hatta kendi kendime de üzüldüm. Norveç dolayısı ile de İskandinav edebiyatının yaşayan en önemli yazarlarından birini tanımamak ve hiç okumamak hem de bu kadar duru ve bu duruluğun altında derin bir his barındırmasına rağmen.

II. Dünya Savaşı’na dair anlatılar çoğunlukla Almanya, Rusya ve sonunda Amerika etrafında toplandığından elli milyon insanın öldüğü bu savaşın en uç bölgeleri hep ihmal edildi. Ya da biz öyle zannettik. Düşünsenize bu savaşın İskandinavya kısmına dair ne kadar bilgiye sahibiz? Bugün Dünya’da en müreffeh ülkeler olarak kabul edilen kuzeyin en beyaz ülkeleri Norveç ve Finlandiya’nın bir vakitler savaştığını, Rus ordularının Norveç’e ulaştığını ve buralarda da nice acıların yaşandığını biliyor muyuz? Uzmanı değilsek hayır. Edebiyat bu yüzden büyük şans işte. Tarihin akademik ve soğuk yüzünün, ilgilisi değilseniz sizi kendinden uzak tutan anlatısı, bahse konu bilgilere ulaşmayı mümkün kılmaz iken bir gün okuduğunuz minicik bir kitap size tam da bu gerçekliği oldukça canlı şekilde anlatıyor. Örnekleri çok ve belki de tarihçi kimliğimizle buna örnek eserleri bu platformda zaman zaman paylaşacağız sizlerle.

Oduncular’ın ana karakteri Timmo. Aslına bakarsanız bir kahraman da değil. Alelade biri. Akılda kalması zor. Oduncu. Vazifesi, hatırlaması zor isimli köyünün (Suomussalmi) odun ihtiyacını karşılamak. Kaldı ki romandaki üçüncü düşman da öldürücü kış. Diğer ikisi Fin ve Rus ordusu.

Oduncular sadece 125 sayfa, hem de her şeyi ile. Ve 125 sayfada II. Dünya Savaşı’nın en soğuk yüzünü, iki farklı ordu tarafından işgal edilişini, kuzey kışı denen beyaz ve soğuk cehennemi anlatacak, üzerine de vatan, ev, yuva, halk ve dahi aidiyet hislerini sonuna dek hissettireceksiniz. Zor iş. Ustalık ister. Ve Jacobsen bunu sonuna dek becermiş.

Oduncular tam ortasından başlıyor hikâyesini anlatmaya. Kendinizi doğrudan masalsı bir gerçekliğin içinde buluyorsunuz. Aralık ayında Ruslar karşısında geri çekilen Fin ordusunun yakıp yıktığı dört bin kişilik Suomussalmi köyünden/kasabasından kimse kalmamıştır geriye. Ama Timmo ve donmuş ormanların sessizliği buraya sahip çıkmıştır.

Herkes gittiğinde geriye kalan yirmi kadar evin ahalisinin buradan ayrılışı ile başlar zaten öykü. Hepsi de Timmo’nun burayı terk etmesini ister. Okurken, onun oradan ayrılmasını isteyen her kasaba sakinin gerekçesini gözleriniz dolarak hissedersiniz. Mesela tüccar Antti’nin gitme gerekçesi şu kısacık cümledir: Evimi yakacaklar (Ruslar) ve ben bunu görmek istemiyorum.

Timmo her gidene sorar; dönecek misiniz? Nedenini anlamasanız da sanki orada kalıp kasabayı korumak için kendine sebepler arar gibidir. Dönecekleri için kasabaya sahip çıkmalıdır, hayatta kalmalıdır.

Oduncular incelikli bir hikâye. Bir kış gecesini sizin için kuzey ışıklarına kavuşturacak ve bilhassa savaşın en çaresiz yüzünü hiçbir ajitasyona başvurmadan ama yüreğinize usul usul işletecek bir metin. Kısacık bir öyküye, zaman dilimine roman dedirten her bir ayrıntı Jacobsen’i okuduğu için okuyucuya çokça şükrettiriyor. 19. Yüzyıl Rus Edebiyatı’nın bir döneme dair canlı anlatımının birçok benzer noktasını burada okuyor ve aslında benzer acıların benzer anlatılar doğurduğuna şahit oluyorsunuz. Hatta Gabriel Garcia’nın Kolombiyası’nın acı dolu hikâyesinin Yüz Yıllık Yalnızlık halinin büyülü gerçekliğini en soğuk, en sessiz ve en donuk haliyle burada okuyorsunuz. Güzel haber şu ki; Jacobsen’in daha birçok metni Türkçe’ye çevrilmiş durumda. Eminim ki okuyan ve tanıyan için bu güzel bir haber olacak.

Son söz Jacobsen ve Oduncular’ın;

"Hiçbir yerde ışık yanmıyordu, kum gibi kuru karlarda tek bir ayak sesi duyulmuyordu, konuşmalar yoktu, köpek havlamaları yoktu, tepinen ya da burunlarından soluyan atlar yoktu, kasabanın sesleri sönüp gitmişti ve her şeyden önemlisi bacalardan duman çıkmıyordu; dört bin nüfusun ve en az bir o kadar hayvanın yaşadığı kasaba birkaç saat içinde, insanlarla hayvanların yaratılması düşünülmeden çok önceki zamanlardan beri buradaki ormanları kasıp kavuran buz gibi soğukta omuz omuza verip soluklarını tutarak bekleşen boş ağaç kabuklarına dönüşmüştü."

Galip Çağ
twitter.com/caggalip

7 Kasım 2020 Cumartesi

Esas fırtına insanın içindedir ve bunu çocuklar iyi bilir

Tam adıyla, Richard Arthur Warren Hughes’un kitabı Jamaika’da Bir Fırtına, Jaguar Kitap tarafından yayımlandığında dikkatimi ilk ismiyle çekmişti. Açıkça söylemek gerekirse isimdeki fırtına kelimesinin mecazî bir anlamda kullanıldığını düşünmüştüm ancak kitabın kırılma noktasını belirleyen şey tam olarak, gerçekten çıkan, ortalığı yıkıp geçen bir fırtınadır. 

1800’lerin ortalarında, Bas-Thornton ailesi İngiltere’den Jamaika’ya taşınır. Her ne kadar köleliğin yasaklanmasından kısa bir süre sonrasının romanı olsa da kölelik ya da ırkçılık etkisini hâlâ sürdürür o dönemde (öyle ki Avrupa’dan Jamaika’ya taşınan Avrupalı ailelerle Jamaika’da doğan Avrupalı aileler arasında bile bir fark hissettirilir romanda). Kendi hallerinde yaşamlarını sürdüren Thornton ailesi bulundukları Ferndale bölgesini yıkıp geçen fırtınadan sonra (bir yerin tropikal özellikleri arazinin şeklinden değil de bitki örtüsünden anlaşılır, ama şimdi bütün bitki örtüsü kilometreler boyunca ezilip posa haline gelmişti… Görünürdeki tek canlı bir inekti ve onun da boynuzları kopmuştu) beş çocuğunun Jamaika’da daha fazla bulunmasını, o şartlarda büyümelerini istemezler ve onları İngiltere’ye gönderme kararı alırlar. Bu gönderme kararına Jamaika’da bulunan başka bir Avrupalı aile de iki çocuğunu göndererek katılır. En büyükleri 13-14 en küçükleri ise 4 yaşındaki çocukları bir gemiye bindirip İngiltere’ye yollarlar fakat bir süre gittikten sonra çocukların bulundukları gemi korsanlar tarafından ele geçirilir. Çocukların yaşamı da bu noktadan sonra değişiklik gösterecektir. Öyle ki daha sessiz sakin bir şekilde yol aldıkları gemilerinden korsanların guletine geçtikten sonra bir takım olumsuz olaylarla karşılaşacaklardır. Aslında korsanların gemisinde de çocukların hem kaptan Jonsen’le hem ikinci kaptan Otto’yla araları iyidir. Silahları bulunmayan ve bir korsan gemisinden görece farklılıklar içeren bu geminin mürettebatı da çocuklara karşı genelde olumlu bir tavır içindedirler ancak her çocuğa karşı değildir bu olumlu tavır. Gerek erkek cinsiyeti üzerinden çocuklara (özellikle yaşı büyük olanlara) bakış açısı gerekse de şiddet olaylarının anlatılması, kitabın yayımlandığında tepki çekmesine sebep olan ögelerindendir. Şiddet kavramı üzerinden ahlâk, vicdan gibi sorgulamalara girişen yazar, çocuklar üzerinden masumiyet kavramını kullanarak iyi-kötü kavramlarını çatıştırır. Bunu bazen basit bir şiddet olayıyla bazen de daha komplike bir şekilde gerçekleştirir.

Jamaika’da Bir Fırtına 1929 yılında yayımlandığında ülkede ciddi sayılabilecek bir etki yaptı demiştim. Sineklerin Tanrısı gibi kült bir esere de ilham kaynağı olan kitap tartıştığı fikirlerle dönemine damga vurmuştur. Kitap yer yer psikolojik roman özelliklerini de gösterir ancak bu durum çok belirgin değildir. Olayları genelde görünen yüzüyle gösterip, o görünen kısım üzerinden tezlerini savunan yazar çocukların iç dünyalarına az yer vermiştir. Kitabın ana kahramanlarından 10 yaşındaki Emily’nin bile psikolojisini detaylı irdeleseydi, eser çok daha başarılı olacaktı.

Gemide küçük bir distopya ortamı oluşturan Hughes küçük karakterlerinin çocuklukla ergenlik arasındaki çizgide gidip gelmelerini başarılı bir şekilde işlemiş diyebiliriz. Özellikle daha çok diyaloga yer verdiği kahramanların kişilik gelişimlerini irdelediği yerlerde görürüz bunu. Zaten üzerinde durduğu kavramları (ahlâk, vicdan vb.) çatıştırırken çocukların bu büyüme hâlinden iyi yararlanmış. Fakat Sineklerin Tanrısı’ndaki gibi salt iyi veya salt kötü olma durumu burada çok belirgin değil. Kült yapıt Sineklerin Tanrısı’ndan daha mı aşağı bir eser diye soracak olursak, buna evet diyemem. Sadece daha az detaylı ve biraz daha durgun bir eser diyebilirim (Sineklerin Tanrısı çok bilinen bir eser olduğu için bu kitapla kıyaslıyorum).

Birkaç olumsuz gördüğüm noktaya değineyim: Olay geçişleri ve vurucu olaylar çok keskin gösterilmiş romanda. Yani gelecek olan olay hissettirilmiyor. Olayın alt yapısını hazırlama konusunda anlatım başarılı değil. Aynı şekilde daha önce değindiğim gibi sadece çocukların değil, baş kahramanlardan kaptan Jonsen’in de psikolojik durumu pek irdelenmemiş. Bunlar da olsaydı kitap zaten bir üst seviyeye çıkardı. Bir de çocuklardan biri, baş kahraman Emily’nin ağabeyi John’un başına gelenler ve sonrasında o olay hiç olmamış gibi davranılması, kekremsi bir tat bırakıyor okurda. Bunların dışında ele aldığı konuyla beraber, bir macera romanı olarak değil daha ciddi sorunları irdeleyen bir roman olarak görülmesini tercih ederim Jamaika’da Bir Fırtına’nın.

Aslında başlangıç olarak, özellikle kırklı sayfalara kadar çok bir şey vaat etmeyen romanın, 20.yy İngiliz Edebiyatı’nın önemli eserlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Emin Yaşar Sınır’ın çevirisinde de bir problem yok. Kendini okutan ve edebiyatın hemen her alanında eser vermiş yazarın diğer eserlerini de merak ettiren bir kitap olarak görüyorum Jamaika’da Bir Fırtına’yı. 1965’te sinemaya da uyarlanan eser, çocuk kahraman(lar) kullanılarak oluşturulan yapıtların en iyilerinden belki de.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Feraset sahibi bir Kâdirî psikologtan irfanî çözümler

"Darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı gideren..."
- Neml, 27/62

Zaman zaman ülkemize gelseler de bizden çok uzakta yaşayıp bizimle aynı hassasiyetlere sahip insanlar biliriz. Onları tanımak için ya bir kitaplarının dilimize çevrilmesini bekleriz ya da en az bizim kadar okumaya meraklı kimselerin onlara dair paylaşımlarını. Muhyiddin Şekur ve William Chittick böyledir benim için. İlk kitabıyla karşılaşana kadar Malik Bedri ismini de bilmiyordum. 2012'de Düşünme: Gözlemden Tanıklığa, 2018'de Müslüman Psikologların Çıkmazı ve 2020'de Müslüman Bir Psikolog'tan Psikososyal Çözümeler adlı kitapları Mahya Yayıncılık etiketiyle meraklılara sunuldu. Özellikle Müslüman Psikologların Çıkmazı kitabıyla birlikte "nihayet" Müslüman hassasiyetlerini dünyanın neresinde görev alırsa orada korumuş, danışanlarına bu hassasiyetler eşliğinde yardımcı olmaya çalışmış biriyle tanışmış oldum. "Batılı değerlere göre eğitim alan Müslüman psikologlar öğrendikleri bilgileri kendi toplumlarına uyguladıkları zaman, ortaya ciddi sorunlar çıkmaktaydı; ya öğrendikleri yanlıştı ya da Müslümanların büyük çoğunluğu." diyordu.

Çocuk psikolojisinden Amerikan kültürün yeryüzünü hegemonya altına almasına kadar çok kritik konularda önemli bakış açıları kazandıran, entelektüel bir zihin Malik Bedri. 1932'de Sudan'da doğmuş. Doktorasını İngiltere'de yapmış. Arap Ülkeleri ve Sudan'da çalışmış, Hartum ve Cuba gibi çeşitli üniversitelerde dersler vermiş. Uluslararası Malezya İslam Üniversitesi'nde İslam Düşüncesi ve Medeniyeti Enstitüsü'nün dekanlığını yapmış. Bir süredir İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi'de ders vermeyi sürdürüyor. Hem öğrenciler hem de okurlar onu tanıdıkça seviyor, düşünceleri karşısında etkileniyor ve bir Müslüman olarak koruduğu tavrı ve bunu mesleğine yansıtma biçimini takdirle karşılıyor. Şuraya Müslüman Psikologların Çıkmazı kitabının hikayesini almazsam olmaz: "1976 yılında Amerika’ya davet edildiğimde (İİİT’nin Müslüman Sosyal Bilimciler Cemiyeti beni çağırmıştı)  Müslüman Psikologlar Kertenkele Deliğinde başlıklı bir sunum yaptım. Bunu Peygamberimizin "Sizden öncekilerin yolunu takip edeceksiniz" hadisinden aldım. Peygamberimize "Onlar Yahudiler ve Hıristiyanlar mı?" diye sorulunca "Onlardan başka kim?" cevabını verdi. Bu sunum Amerikalı Müslüman psikologlar ve diğerleri üzerinde büyük bir etki yaptı. Hatta onlardan birisiyle aramızda yarım asırdan bu yana dostluk vardır. Bana "Senin araştırmanı okuyunca kertenkele deliğinde olduğumu anladım" demişti. Sonra görevinden istifa etti ve İslamî psikolojik danışmanlık alanında uzmanlaştı. O şu anda hayattadır ve İslamî psikolojik danışmanlık alanında önemli bir kitap da yazdı. Bu sunumdan sonra bazıları bu yönde düşünmeye başladı. Daha sonra bu konferans Müslüman Psikologların çıkmazı isimli kitabımızın esası oldu ve 1978 yılında Londra'da basıldı."

Malik Bedri ile 1995'te tanışan ve eski bir öğrencisi olan Ömer Awass, 2002 yılında hocasına ulaşıyor ve internet üzerinden özellikle Müslümanların ruh sağlığına dair sorularını cevaplandırması konusunda ondan yardım istiyor. Çünkü en doğru ismin hocası olduğuna inanıyor. Dolayısıyla Psikososyal Çözümlemeler'de 'çağın hastalığı' denen ne varsa hepsine dair sorular ve cevaplar bulunuyor. Bazı konu başlıkları: Özgüvensizlik, zihin-beden ilişkisi, İslam ve psikoloji, anksiyete, batılı çocuk psikolojisi, ibadet konusunda isteksizlik, inancın insan hayatındaki etkisi, dini konularda obsesyon, mizaç, bağımlılık, parapsikolojik olaylar, cinler ve musallat, farklı kültürlerden gelen insanların evlilikleri, gelin-kayınvalide anlaşmazlıkları, eşcinsel eğilimler, suçluluk duyguları, rehber eksikliği...

Malik Bedri; hadislerin, tasavvufun ve zamanımızdan çok daha önce ilimleriyle bazı ilkleri insanlığa sunmuş kimselerin önemini vurguluyor daima. Ebû Zeyd el-Belhî'nin (ö. 322/934) beden ve ruh sağlığının korunması içeren yazılarından oluşan Mesalihu’l-Ebdan ve’l-Enfüs adlı kitabı, Gazzâlî'nin (ö. 505/1111İḥyâ'sına sık sık dikkatleri çekiyor. Zekeriyyâ er-Râzî (ö. 313/925), İbn Sînâ (ö. 428/1037) ve İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 751/1350) gibi âlimlerin, bilginlerin, sufilerin şimdi yeni keşfedilmiş gibi sunulan çözümleri asırlar önce bulduklarını hatırlatıyor: "İbn Kayyim el-Cevziyye ve Belhî gibi erken dönem Müslüman âlim ve hekimler, insanın ruhuyla girdiği bu içsel diyalogların şahsiyeti şekillendiren asli unsur olduğunu burgularlar. Üstelik bu olumsuz düşüncelerin bazılarının, fark edilemeyecek şekilde hızlı ve sinsi bir şekilde bilince nüfuz eden vesveseler tarafından tetiklendiğini keşfetmişlerdir. Ancak kişi bunların ürettiği olumsuz hissiyatı tecrübe eder. Bu duyguların sürekli tekrar etmesi sebebiyle, en sonunda bunları kendi kişiliği hakkında bir kanaate dönüştürür. Erken dönem Müslüman âlimlerimiz, bu şekilde modern literatürde 'otomatik düşünceler' diye adlandıran bilişsel kavramı ortaya çıkarmışlardı. Daha sonra bu bulgu yanlış bir şekilde Aaron Beck'e atfedildi."

İnsan, işin içinden çıkamadığı zamanlarda kendini sarsan sıradan bir fikre bile teslim olabilir. Bir Müslümanın bu tip durumlarda önce Allah'la olan ilişkisinin ne durumda olduğuna bakması gerektiğini, karşısındakini hiç de yargılamadan, sadece bir tavsiye olarak sunuyor Bedri. Birkaç yıldır Allah, peygamber ve İslâm hakkında şüpheli düşüncelere (vesveselere) kapıldığını düşünen Azhar, çok sayıda psikiyatriste danışmasına ve ilaç kullanmasına rağmen bu sıkıntısını çözememiş. Birkaç âlimin, kendisine şeytanın musallat olduğunu söylemesiyle dinden çıktığını bile hissetmiş. "Bana çare olabilecek bir tavsiyeniz var mı?" diye soruyor Malik Bedri'ye. Cevabın çok küçük bir kısmı şöyle: "Senden bu obsesif bozukluğu Allah'ın verdiği bir imtihan olarak görmeni istiyorum. Bazı insanlar fiziksel hastalıklarla, bazıları fakirlikle, bazıları yakınlarının ölümüyle, senin gibi bazılarıysa psikolojik rahatsızlıklarla imtihan olur. Bilmeni istediğim en önemli şey, hissettiğin bu endişe ve suçluluk duyguları senin kuvvetli bir imanının olduğuna dair açık bir göstergedir. Allah ile olan ilişkine değer vermemiş olsaydın, bu düşünceler sebebiyle psikolojik sancılar çekmeyecektin. Hâlbuki Allah'a imanını kaybeden bir insan günahlarla dolu bir yaşamı suçluluk ve utanç hissetmeden sürdürmekten keyif duyacaktır."

Başka bir danışan, bunalımda olduğuyla başlıyor sorusuna. Günahkar bir kul olduğunu, kendisini kötü şeylerin beklediğini hissediyor. Allah'ın kendisini ve ailesini terk ettiğini düşünüyor. Bazen intihar düşüncesine kapılıyor. "Bana umut verecek cümleler paylaşın" diyerek bitiriyor sorusunu. Malik Bedri, önce ondan, alçakgönüllü bir biçimde Allah'tan af dilemesini, samimi ve tövbekâr olmasını istiyor. Ne olursa olsun, iradî olarak zayıflı gösterip de aynı hataları işlediğinde bile Allah'ın rahmet ve merhametinin sonsuz olduğunu düşünmesi gerektiğini söylüyor ve hemen bir hadisi hatırlatıyor: "Rivayetlere göre Hz. Peygamber bir defasında ashabıyla sohbet ederken, telaş içinde kaybolmuş bebeğini arayan bir kadın gördü. Sonunda bebeğini bulan anne onu şefkatle bağrına bastı ve sevinç içinde ağlamaya başladı. Bu görüntü karşısında ashap da çok duygulandı. Yüzlerindeki ifadeyi gören Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Bu annenin çocuğuna olan sevgisinden etkilendiniz mi? Size yemin olsun ki Allah, kullarına karşı bu annenin bebeğine beslediğinden daha fazla sevgi ve merhamet besler."

Müslümanların, dünyanın farklı yerlerinden yardım talep ettiği sorulara ilminin ve inancının kuvvetiyle yaklaşan bir psikolog Malik Bedri. O aynı zamanda feraset sahibi bir Kâdirî dervişi. Verdiği her cevapta "zorluktaki kolaylığı" hatırlatması bundan.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

6 Kasım 2020 Cuma

Poetik ve politik olanın gölgeleri üzerine

Kendimi bildim bileli sözlüklerden ve ansiklopedilerden çok şey öğrendim. Öğrenmeye de devam ediyorum. İlgili madde için hem tarihsel hem kültürel anlamda geniş bir bilgi ve yorum sundukları için, bu çalışmaları okurken bir yandan kafam karışır ve kendimi yetersiz hissederim: Dipnot, sonnot ve kaynakçada henüz elimin değmediği, aklımın ermediği yüzlerce çalışmayla karşılaşmak bana heyecan ve endişe verir.

Besim F. Dellaloğlu, Timaş Yayınları tarafından yayımlanan Poetik ve Politik: Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi kitabında okuru kültürel çalışmalar yolculuğuna davet ediyor. Bu çoksesli ve çokkültürlü yolculukta günümüz dünyasına dair yorumlarını da paylaşan Dellaloğlu, kitabının kaynakçası ile okura uzun bir "okunacaklar" listesi bırakmayı da ihmal etmiyor.

Poetik ve Politik'te 28 kavram var. Bu kitapta, kimi neredeyse okullu olduğumuz ilk yıllardan beri adını sıkça duyduğumuz lakin mânâsına ermenin peşinden koşmadığımız kimi de Türkiye'de farklı kesimler tarafından politik olarak sahiplenilmiş ve o hareket ile anılan, o harekete uzak kişilerin kendisinden de uzak kalmaya özen gösterdiği kavramlardan oluşuyor. Bu yazıda kitapta yer verilen tüm kavramlardan söz etmem mümkün değil. Zaten elimdeki kitabın derinliği de bana hızlıca okuyup, anlayıp, telaşla bir yazı yazmak için uygun zemini sunmuyor. Bu nedenle ben bu yazıda, Dellaloğlu'nun kitabının ilk maddesi olan "kültür" kavramı üzerinden bir şeyler yazmaya girişeceğim.

Poetik olandan bahsederken, ilk varlık gösterdiği yerde, Antik Yunan'daki haliyle bu yazıya taşımak isterim. Poetik, poetikanın rahminden doğmuş bir kavram. Poetika, yaratma, üretme sanatı olarak biliniyor. Poetik de yaratmanın en damıtılmış halini, şiiri ve şiirsel olanı temsil ediyor. Onu elbette şiir olarak tanımlamak mümkün lakin bu yeterli gelecek mi, emin değilim. Poetik, bir söz üretmek ile derinden bağlı ve tam da bu ana damarından politik olana bağlanıyor. Artık çoğunluğun deneyimleyerek öğrendiği gibi, politika sadece meclis gibi politika yapıldığı düşünülen yerlere terk edilmeyecek kadar önemli: Yaşam, politik bir mesele. Yaşamı ve politikayı besleyen ve şekillendiren bir diğer kavram ise kültür.

Kültür üzerine düşünürken zaman zaman, lisanstayken çok şey öğrendiğim hocam Meral Özbek’in Popüler Kültür ve Orhan Gencebay Arabeski kitabının hikâyesi düşüyor aklıma. Akademinin “anlamak”tan ne kadar uzaklaştığını, değişime ne kadar kapalı olduğunu hatırlıyorum. 1980’lerin sonunda akademide yoksul kitlelerin kültürü üzerine sosyolojik bir araştırma yürütmenin ne denli zor olduğunu dinlemiştim Meral Hoca’nın derslerinde. Arabesk’in kültür ile yan yana anılması, birilerinin canını fena halde sıkmıştı. Birilerinin “kültürsüz” ilan ettiklerinin kültürü üzerine düşünmeye de o zamanlarda başlamıştım. Dellaloğlu, kitapta da bu “kültürsüzlük” suçlaması üzerinden söz söylüyor. Herder’in antropolojik yorumuyla birlikte okursak, benzer ortamlarda yaşayan, ortak alışkanlıklara sahip olan, belli bir yaşama tarzını paylaşan insanların nihayetinde ortak bir kültüre sahip olacaklarını söyleyebiliriz. Bu yaklaşım, Türkiye’de birilerini “kültürsüz” ilan etmenin önünü kapatıyor çünkü Dellaloğlu’nun da hatırlattığı gibi “yeterince ‘kültürlü’ bulmadıklarımızın da aslında bir ‘kültür’ü vardır.”. Biz kabul etsek de etmesek de…

Poetik ile Politik, şimdiye kadar üzerine düşündüğünüz ya da zihninize hiç uğramamış olan kavramlarla ilgili bir yeniden bakış denemesi. Bu denemeye elbette ve iyi ki Türkiye’de paylaştığımız kültürün gölgesi de yansımış çünkü ben Besim Hoca’nın bakış açısının okuru birçok yönden beslediğini düşünüyorum. En azından benim okurluk serüvenimde böyle. Okuru bol olsun.

Özge Uysal

5 Kasım 2020 Perşembe

Dilin ve düşüncenin merdivenine tırmanmak

Sözcüklerin katmanlı anlam dünyası, size sınırsız bir anlatım olanağı sağlar. Bilgisayar başına geçip parmaklarınızı klavyenin üzerinde hareket ettirmeye başladığınızda, ruhunuz en yalın ve en çıplak hâliyle oradadır. Size ise yalnıza bunları yazıya dökmek kalır. Ama tüm bunları bir kitabın kapağı arasında toplamak istediğinizde, edebiyatın sınırlı anlam dünyası sizi, yazdıklarınızı kategorize etmeye zorlar. Nitekim yazdıklarınız; bir denemeye, romana, öyküye ya da masala karşılık gelmelidir. Bu pencereden bakıldığında sözcükler ne denli cömertse, edebiyatın duvarları da o denli dardır.

Edebiyatın bu sınırlı anlam dünyasında mecbur bırakıldığınız ilk şey, kalıplar ve tekniklerdir: Bakış açıları, monologlar, flashbackler, bilinç akışları, arketipler, mekânlar, karakterler ve olay örgüleri gibi bir yığın teknikle başa çıkmak ve yazdıklarınızı bunların içine oturtmak zorundasınızdır. Ama bazen yazdığınız şey, hiçbir gömleğin ve kalıbın içine girmez. Kimi zaman sıkar ve bir düğmesi açık kalır, kimi zamansa birkaç beden birden büyük gelir. Çünkü elinizdeki şey, yeni ve farklıdır. Muadillerine benzemez. Ve bunun, edebiyatın sınırlı anlam dünyasında hiçbir karşılığı yoktur. Belki de bu yüzden yazdıklarınız sık sık eleştirilir, tartışılır ve kimi zamansa atıl bırakılır.

Zamanın Farkında, işte bu minvalde değerlendirilebilecek bir yapıt. Bir türün içine oturtulması gerektiği için öykü etiketiyle okuruyla buluşan, fakat belli bir olay örgüsüne, zamana, mekâna ve karakterlere sahip olmayan bir eser. Bu yönüyle edebiyatın duvarlarını aşan ve hiçbir türün içine rahatlıkla yerleştirilemeyen bir üst metin. Evet, Zamanın Farkında benim için felsefik yönü ağır basan bir metin ve bir anlatı.

Şule Gürbüz anlatmak istediği şeyi, edebî öğeler aracılığıyla aktaran bir yazar değil. O, dilin ve düşüncenin merdivenine tırmanabildiği kadar tırmanıp anlatısını bunlar üzerine inşa eden bir yazar ve bir mekanik saat ustası. Saraydaki yıllanmış saatlerin içindeki mekanizmaları merak edip elinde tornalarla ve taş motorlarıyla yaşlı insanlara benzeyen saatleri onardığı gibi, dilini de onarıyor ve derinleştiriyor. Nihayetinde ortaya, hayatın doğal akışında ruhunun içine girip rahat edeceği bir beden, bir kalıp ve bir çevre bulamayan; anlaşılamamış, anlayamamış, sorgulamış fakat sorularına bir yanıt bulamamış insanlar ve onların yaşanmamış hayatları çıkıyor. Bazense uzun soluklu monologları, “Ben dünyanın neresinden tutmuşum, neresinden bakmışım da korkmuşum? Bu kadar bana gözyaşı döktüren ve yirmi beş yaşımda gözlerimin çevresini kırıştıran o ışıklar, o bana uzak olan ışıklar nerede? Ben, dışarıyı görmeden içine bakan ben, bu kopkoyu dehlizimde elimi kendi duvarlarıma çarpa çarpa kendi içimde gittim, geldim.

Batan ayın kenarına şiir yazan şairler gibi, Şule Gürbüz de yaşanmamış ömürlerin, suskunlukların, sevgisizliklerin, bir rüzgâr gibi gelip geçen zamanın, yüzlere yerleşmiş kırışıkların, ağarmış saçların ve sönük tebessümlerin kenarına şerh düşüyor.

Feyza Kartopu
twitter.com/feyzakartopu

4 Kasım 2020 Çarşamba

Çağının yeminli tanığı

Şüphesiz her yazar çağının tanığıdır ancak bakmakla görmek arasındaki derin fark tanık olmakla tanımak arasında da vardır. Tanımak, tanık olunan şeyin zihnen kavranmasıdır. Şayet bir yazar, içinde bulunduğu çağa tanık olmakla birlikte o çağı tanımamışsa çağa dair söyledikleri yüzeysel görüntülerden ibaret kalır. Tanıklıktan tanımaya geçmek ise büyük resme çok daha yukarıdan bakabilmek için yükselmeyi, resmin aslına nüfuz edebilmek için derinlere inmeyi gerektirir. 

İsmet Özel’in, kimilerince sıkça eleştirilen üslubundaki savrukluk işte bu iniş çıkışla izah edilebilir. Aynı metinde toplumun birbirinden çok uzak eğitim, kültür ve zihin dünyalarına sahip bireylerine hitap edebilmek için kendi dil dünyasını oluşturmuş güçlü bir hatip olarak çıkıyor karşımıza İsmet Özel. Onunki bir hitabet dilidir; çünkü topluma söyleyecek sözü vardır. Onunki bir edebî dildir çünkü o, estetik bir duyuşla konuşuyor. “Önce benim söylediğimin de herkesin söylediğine benzer bir lâf olduğu fikrini zihninizden sileceksiniz.” diyerek kendi üslûbuna dair önemli bir ipucu veriyor. 

İsmet Özel’in metin kurma yöntemi, yer yer hikâye anlatma geleneğimizle örtüşüyor. “Kıssadan hisse” çıkarırcasına kendi oluşturduğu örnek hikâyelerden konuyu daha sarih bir şekilde anlamamızı sağlıyor. İnsanların doğru bildikleri yanlışlara dair çok net ve oldukça sert ifadelerle açıklamalar getirerek bir çeşit zihinsel irşat görevini yerine getiriyor. Böyle bakıldığında kalem erbabı, modern bir şeyh gözüyle bakabiliyoruz ona. İsmet Özel, çağını tanımış; Müslümanlar üzerinde oynanan oyunu görmüş ve bu oyunu bozmak için çığlık atan bir meczuptur adeta.

Ve’l-Asr, İsmet Özel’in doksanlı yıllar Türkiye’sinde gündeme ve Müslümanların kadim gündemine dair yazdığı yazılardan müteşekkil. Yazıların ekseriyeti, 1945- 1990 yılları arasında yaşanan askerî, siyasî ve toplumsal olayların Müslümanlar açısından nasıl okunması gerektiğini göstermesi itibariyle önemli. Pek çok yazıda sistemli bir şekilde Müslümanlar üzerine yeni oyunlar oynandığını, Müslümanların bu oyunlar karşısında edilgen kaldığını vurguluyor. Bu milleti millet yapan asli unsur İslam olmasına rağmen toplumsal ve iktisadî hayatın şekillendirilmesinde Müslümanların yok sayılmasına haklı bir karşı duruşun adı oluyor yazar.

Kalabalık, tek başına bir kuvvet teşkil etmez. Kalabalığın kuvvete dönüşmesi şuurla mümkün olabilir. İsmet Özel; “Bir tarağın dişleri gibiyiz. Aynı sapa (hatta aynı sopa) bağlıyız; ama en yakın çevremiz bomboş. Bu boşluk içinde iyi ve kötü oluyoruz, iyileştiriyor ve kötüleştiriyoruz.” derken bu şuura işaret ediyor. Bu sözü Mehmet Akif’e dair anlatılan bir kıssayla birlikte düşünmek daha iyi olabilir: Akif’e, "Üstat ne zaman düzelecek bu ümmetin hali?" dize sorulduğunda; tereddüt etmeden; "Cuma namazına gelen cemaat sabah namazına da geldiği zaman!" der. Cuma namazında safları doldurup camilerin dışına taşan kalabalığa ümmet hüviyeti kazandıracak olan şey, şuurdur. İşte böylesi şuurlu bir kalabalık ciddi bir kuvvet demektir.

İsmet Özel, doksanlı yılların Türkiye’sinde konuşurken günümüz Müslümanlarına yönelik bazı öngörülerde de bulunuyor: “Daha da ilginç olan şu ki Türkiye’deki Müslümanlar şimdiye kadar kendilerinden esirgenen uğraşı alanlarına girmekle daha çok söz geçirme gücüne sahip oldukları zehabına kapılıyorlar. Bir alanda söz geçirdikleri zaman kullanılan yetkinin semeresini bir süre sonra yalnızlık olarak toplayıp toplamayacaklarını düşünmeleri gerek.”. Bu tespiti günümüz Müslümanları için değerlendirdiğimizde çok da isabetsiz olduğunu söyleyemiyoruz. Kamusal alanda ciddi makamlara gelen, ekonomik alanda geniş fırsatlar yakalayan Müslümanların, İslami tavır geliştirmek konusunda ne derece başarılı olduğunu görebiliyoruz. Yazar bu öngörünün ardından bir de uyarı yapıyor: “Rasulullah’ın sünnetinin ihyası bizim diktatör yalnızlığına uğramayacağımızın da bir güvencesi olacaktır.

İsmet Özel’in özellikle vurguladığı bir husus da “bu toprakları vatan kılan unsurun İslamiyet oluşu”dur. Türk tarihi boyunca Anadolu coğrafyasının uğradığı bütün felaketler İslam dininin birleştirici rolüyle atlatılmıştır. Bütün Avrupa birleşip bir yağma niyetiyle üstümüze Haçlı Seferleriyle yürüdüğünde bu toprakları ayağa kaldıran İslam’dır. Moğol İstilasına rağmen küllerinden yeni bir medeniyet kurduran İslam’dır. Birinci Dünya Harbinden sonra işgal edilen Türk topraklarını emperyalist güçlerin elinde oyuncak olmaktan kurtaran İslam’dır. İslamiyet Türk milletini öyle bir harçla yoğurmuştur ki artık Türk’ü Müslüman’dan, Müslüman’ı Türk’ten ayrı tarif etmek mümkün değildir. Bakın bu durumu nasıl izah ediyor İsmet Özel: “Eğer bu toprakları vatan kılan unsur Müslümanlıktan başka bir şey değilse ve bu ülke küçük veya büyük bütün badireleri atlatmak için Müslümanlıktan başka hiçbir toplumsal değere başvuramaz durumdaysa bizler ne dünyadaki Müslümanların bazıları, ne de Türkiye’de bulunan Müslümanların bazılarıyız. Bizler hiçbir açık kapı kalmayınca dahi geçilecek yerin bulunduğunu bilenlerin, herkesin her taraftan geçilebildiğini zannettiği zamanlarda ise sadece bir geçidin emniyet sağladığını bilenlerin varisleriyiz. Eskilerin en eskisinde ne vardı diye merak edenler e; en yeni, yepyeni ne var diye merak edenler de bize baksın.”. Bu değerlendirmeyi yaptıktan sonra Türkiye’de, özellikle dış siyasette güdümlü bir politika izlenmesini eleştiriyor. Bu güdümlü siyasetin esas sebebi olarak da insanımızın benliğini unutmuş olmasını gösteriyor. “Dolayısıyla kendi insicamının, kendi istikrarının ve kendi tesanüdünün şuuruna varmış bir Türkiye dünya sisteminin pençelerinin geçmeyeceği bir siyaset gütme kolaylığına da erebilir” diyerek bunu izah ediyor.

İsmet Özel’in yazılarının ve konferanslarının amacını şu ifadelerden çıkarabiliriz: “Ben tutturdum ülkemizde Müslümanların aralarından ‘güzide bir zümre’ çıkarmaları gerektiğini söylüyorum. Bu zümrenin, bu seçkin kesimin bir zihniyeti olduğu kadar, bir tutumu da temsil etmeleri gerektiğini savunuyorum.”. Bu amaçtan hareketle, İsmet Özel’in bir geleneğin takipçisi olduğunu da söyleyebiliyoruz.

İsmet Özel, cumhuriyetin kuruluşuna ve emperyalist devletlerle kurduğu ilişkiye dair de sert eleştiriler getiriyor: “Türkiye Cumhuriyeti teminatını galiplere verilen sözlere bağladı. Büyük düş kurmayacağına söz verdi. Sözünde hep durdu. Ne var ki sözünde durması yetmedi galiplere. Şimdi yeni şartlara niçin çabuk adapte olmadın diye azarlıyorlar onu. Türkiye Cumhuriyeti verecek cevap bulamayınca inisiyatifi yine galipler alıyor ve “Madem adaptasyonda aksaklık gösteriyorsun, yeni sözler ver bari!” diyorlar. ‘Büyük Düş kurmamak yetmez, büyük düş kurdurmayacağına da söz ver.”. Bu açıklama, ülkemizin Avrupa Birliğiyle, Amerika’yla ya da diğer güç odaklarıyla ilişkisini açıklaması bakımından önemlidir. Ne zaman ki milli bir hükümet kurulmaya çalışılsa ya da milli menfaatlere yönelik bir siyaset yürütülse milletin üzerine tanklar yürütülmek suretiyle bir dizginlemeye gidilmiştir.

Günümüz Müslümanlarına yönelik bir eleştiriyi de cemaatler üzerinden yapıyor yazar. İki taraflı bir değerlendirmeyle hem cemaatlerin ataletine hem de bu cemaatleri finanse eden güçlerin kirli ilişkilerine değiniyor. “Bu güne kadar sofular sadece sofu kalıp mevcudiyetlerini kafir otoritenin belirleyiciliğinden bağımsız kılan tutumu takınmadıkça Müslümanların birliğine matuf öncülüğü üstlenemediler.” diyerek bu yapıların içine düştüğü durumu eleştiriyor. Selçuklularda da Osmanlılarda da tarikatlar iktisadi ve sosyal hayatın düzenlenmesinde aktif rol almışlardır. Devletin ihtiyaç duyduğu hizmet erlerinin yetiştirilmesinde bu yapıların aktif rol üstlendiklerini biliyoruz. Tekke ve dergâhlarda yetişen ustaların yeni fethedilen yerlerin imarında ve irşadında büyük katkıları olmuştur. Bununla beraber bu yapılar kendi kendilerini finanse eden yapılardı. Günümüzde ise cemaatlerin bir kısmının gizli kaynaklarca beslendiklerini ve kısa sürede devletin bekasına ve toplumun ahlakına yönelik zararlı faaliyetlerin odağı olduğunu görüyoruz.

Bütün bu söylediklerimizle beraber çok daha fazlasını da söylüyor İsmet Özel ama sözün özü itibariyle bir karşı çıkışı, bir itirazı dile getiriyor: “Oyun, zilleti kendine yaraşır sayanların oyunudur. Biz bu oyunu bozmak üzere varız. Zorla bozacağız oyunu. Bizim zorumuz şiddet zoruna başvurmakla belirginleşmeyecek. Oyuna katılmadığı halde Müslüman kalma niteliğini gösteren herkes bir zor unsuru olacak dünya sisteminin karşısında.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

İsimsiz bir kedinin gözünden Japon modernleşmesi

Hemen her roman yazarı, eserini oluştururken kendi hayatından da bir şeyler katar. Bu durum bazı yazarlarda çok bazı yazarlarda ise azdır. Natsume Soseki (1867-1916), eserlerinde kendi hayatından izleri çok kullanan yazarlardandır. Bu sebeple, Soseki’nin hayatını bilerek onun eserlerini okumakla, hayatına vakıf olmadan okumak arasında farklar bulunur.

Natsume Soseki, kimilerine göre önemli bir Japon yazardır fakat Murakami gibi bazılarına göre de “modern Japon Edebiyatı’nın kurucusu” denebilecek kadar önemli biridir. Uzakdoğulu yazarları baz alırsak, Türkiye’de bir Haruki Murakami bir Yukio Mişima hatta son zamanlarda tanınırlığı daha da artan Yu Hua kadar bilinmez. Fakat ilginçtir ki eserlerinin beş altı tanesi, en çok bilinen yayınevlerinden olmasa da dilimizde yayımlanmıştır. Ben Bir Kediyim benim yazardan okuduğum ikinci eser oldu. İlki Jaguar Kitap’tan yayımlanan Madenci adlı romandı. Fakat Madenci’yi okuduktan sonra, kitabın Soseki külliyatı içerisinde ayrıksı bir yerde bulunduğuna dair yorumlar okudum. Öyle ki Madenci, Soseki’nin üslubunu en az gösteren kitabı(ymış). Ben de Madenci kitabıyla sevdiğim yazarı daha iyi tanımak için onun ilk eseri olan Ben Bir Kediyim romanını okumaya karar verdim. Yazının bahsi bu kitaptır.

Soseki, İmparator Meiji döneminde yaşamış bir yazardır. Bu dönem, Japonya’nın geleneksel hayattan modern hayata geçmeye çalıştığı bir dönemdir. Ben bu açıdan Soseki’yi bizdeki Tanzimat aydınlarına benzetiyorum. Başlarda tamamen modern hayat savunucusu olan Soseki, İngiltere’de yaşadığı süre sonunda Batı medeniyetinin abartıldığı kadar yüce bir şey olmadığını ancak kalkınmak için takip edilmesi gerektiğini savunur. Ama birebir taklide karşıdır: “Avrupalılar güçlü olduğu için, ne kadar aptalca olursa olsun her şeyi taklit etmek zorunda hissediyorsunuz. Uzun şeylere sarıl, güçlü şeyler karşısında bükül, ağır şeyler karşısında ezil. Bu emir kiplerine karşı kendinizi ezik hissetmiyor musunuz?”. Herkesin aklına gelmiştir, klişe yorumla söyleyecek olursak, bizdeki Batı’nın iyi yönlerini alalım gibi bir düşünceye sahiptir.

Soseki, ülkesinin içinde bulunduğu geleneksel hayattan modern hayata geçiş aşamasında gördüklerini eserlerine yansıtan bir yazar. Ben Bir Kediyim de o kitaplardan biridir. Fare yakala(ya)mayan, miskinlik eden, biraz bilge biraz ukala biraz aptal bir kedinin, ismi bile olmayan bir kedinin gözünden görürüz hikâyeyi. Öyle bir kedidir ki kendisini insandan üstün tutar bazen. Hatta kitabın özgün adı Wagahai Wa Neko de Aru’dur. Çevirmeninin ön sözde belirttiğine göre buradaki Wagahai “ben” demektir fakat bu kelime Japoncada, sadece bilge ve saygın kişiler için kullanılır. Anlatıcımız kedi de kendini muhtemelen o aşamada görüyor.

Otobiyografik ögeler içeriyor demiştim yazarın romanları için. Örneğin bu kedinin sahibi ve aynı zamanda romanın çok büyük kısmında mekân olarak gördüğümüz evin sahibi Hapşuruk Efendi de Soseki’nin bazı özelliklerini taşır. Hapşuruk Efendi dışında; Donay Efendi, Meitei, Bilge Poyraz, Hapşuruk Efendi’nin karısı kitaptaki esas karakterlerdendir.

Kedinin bakışından insanlar hakkındaki görüşlerini okuyabileceğimiz kısımlarla başlayan roman aslında başlarda okuyucuya çok bir şey vaat etmiyor. Hatta kendimi, “toplumun incelenmesi nerede?” diye sorarken bulduğum da oldu. Ancak uzun sayılan bu romanda -455 sayfa- Soseki, Japon toplumuna, eğitim sistemine veya yöneticilere yönelttiği eleştirilerini ve gözlemlerini normal diyalogların arasına sıkıştırmış (romanın arka planında Rus-Japon savaşının da izlerini sürmek mümkün ancak bu konu çok ön plana çıkarılmamış). Sadece son bölüm hariç -oraya değineceğim- keskin roller verdiği karakterlerinin diyalogları arasında bu yenileşme dönemi hakkındaki düşüncelerini serpiştirmiş. Örneğin, Donay Efendi ve Meitei’i yenileşme taraftarı bir karakter olarak resmederken, Hapşuruk Efendi daha geleneksel yaşamı savunan taraf olarak göze çarpıyor.

Kedi her yerde. Bilge ve ukala bir kedi demiştim. Tamamen hâkim bakış açısına sahip. Düşünceleri bile okuyabiliyor. Her deliğe girip çıkabiliyor. Fakat kitap oldukça ağır akıyor. Çünkü yazar kedinin gözünden her şeyi aktarmaya çalışmış bu da yer yer sıkıcı betimlemelere ve gereksiz gözlemlere dönüşmüş. Sabırsız pek çok okur kitabı yarım bırakabilir ancak tavsiyem kesinlikle bitirilmesi yönünde. Zor bir işi başardıktan sonraki tatmin ve mutluluk duygusunu veriyor bu kitabı okumak.

Kitap on bir bölümden oluşuyor. Daha önce yazarın fikirlerini diyalog aralarına sakladığını belirtmiştim ancak bu son bölüm kitabın tam anlamıyla çözüm bölümü olmuş. Yine Hapşuruk Efendi’nin evinde toplanan Meitei, Donay Efendi, Bilge Poyraz ve Keçeli Birdağ üzerinden fikirlerini bir deneme üslûbuyla boca eden Soseki, karı-koca ilişkilerini, evliliğin modern ve geleneksel toplumlardaki yerini, bireysellik-toplumsallık konularını ve bunların sebep ve sonuçlarını, Avrupa kültürünü ve gelecekle ilgili tahminlerini okura aktarıyor. Seyredenler bilecektir, The Man From Earth, tek mekânda geçen ve beş altı profesörün fikir çatıştırdığı bir filmdir. Ben Bir Kediyim kitabının son bölümünü, yer yer ironik ve komik unsurlar içermesine rağmen bu filme benzettim. Filmi sevenler bu son bölüm hatırına bu kitabı da okuyabilirler.

Son olarak çeviriye değinmek istiyorum. En genel şekilde söyleyecek olursam roman iyi bir çeviriye sahip. Dilimizde iki yayınevinden yayımlanmış: Panama Yayıncılık ve Ötüken Neşriyat. Ben Ötüken Neşriyat’tan Samet Atik’in çevirisiyle okudum. Fakat şöyle bir detay var, ben nesir çevirilerinde orijinal metne birebir sadık kalınması kanaatindeyim. Şiirde elbet anlam çok daha fazla öne çıkacak ancak ben okuduğum romanlarda o ülkenin deyim veya atasözlerini orijinal haliyle okumak isteyen biriyim. Samet Atik son derece çalışkan bir şekilde işini yapmış, sıkıştığı yerlerde kitabın İngilizce çevirisinden de yararlanmış. Ancak bazen Japon deyimlerini veya söyleyişlerini çevirirken tamamen bizden deyimleri tercih etmiş (mesela Japon bir karakter gün olur asra bedel diyebiliyor). Metindeki kelime Japoncada ne anlama geliyorsa o şekilde verilse ve bu açıklamalar dipnotla belirtilse bence daha şık olurdu.

Son olarak diyorum ki, Soseki’yi Türk okurlar keşfetmeli. Murakami’nin kitaplarının bu kadar çok sattığı bir ülkede Soseki çok daha fazlasını hak ediyor.

Son olarak, kitapta altı çizilecek çok cümle yok fakat olanlar oldukça sağlam. Bir örnekle yazıyı bitiriyorum.

…Mesela bankacılar. Her gün her gün başka insanların parasına göz kulak oluyor, başkalarının parasıyla çeşitli işlemler yapıyorlar. Bir süre sonra bu parayı kendi paraları gibi görmeye başlamalarına şaşırmamak gerekir. Hükümet görevlileri de aynı şekilde. Aslında görevleri insanlara hizmet etmektir. Yani hepimiz öyle düşünüyoruz ama çeşitli şeyleri kontrol etmeye alıştıkları anda, iktidarın vermiş olduğu sarhoşluktan olsa gerek, her şeyi yapabileceklerini düşünmeye başlıyorlar. Hatta bazen öyle raddelere geliyorlar ki, şu anda ellerinde tuttukları iktidarı tamamen kendi iradeleriyle elde ettiklerini, bu yüzden halkın bazı konularda hiçbir şekilde söz söyleme hakkı olmadığını söyleyenler bile çıkıyor…” (sf. 347)

Mehmet Akif Öztürk