25 Temmuz 2020 Cumartesi

Avrupa, bizim neyimiz olur?

Oldum olası merak etmişimdir: “Avrupa, bizim neyimiz olur?”, “Avrupa’ya nereden ve hangi gözle bakmalıyız?”. Bu soruları dini ya da ideolojik pencereden cevaplamak elbette mümkün, peki ya tarihi pencereden bakarsak “Avrupa bizim neyimiz olur?” sorusu aynı şekilde sığ görünür mü gözümüze? Öncelikle şunu netleştirmek gerekir ki Avrupa bir bütün olarak teklik arz etmez. Kavimler Göçü’yle birlikte Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’nın ortalarına hareket eden barbar kavimler, ilk göç dalgasıyla birlikte Balkanlar’a yerleşerek Hristiyanlaşan Eski Türk kavimleri, Doğu ve Batı Roma İmparatorluklarını oluşturan unsurlar etnik ayrışmayı oluştururken Katolik ve Ortodoks mezheplerine mensup olanlarla daha sonra ortaya çıkan Protestanlar da dini ayrışmayı ifade eder. Bütün bunların yanında ve bizim için bütün bunlardan daha önemli bir ayrışma ise Osmanlı tarihi ekseninde oluşmuş durumda. Bu ayrışmayı kısaca “Viyana ve Ötesi” şeklinde ifade etmek mümkündür. İki kez dayandığımız Viyana kapıları, hazin sebeplerle bize her iki seferde de geçit vermeyince hem Osmanlı’nın kaçınılmaz geri çekilişi hızlanmış oldu hem de bütün bir Avrupa’nın Türk ve Müslüman yurdu olması ülküsü sona erdi. Bugün, Viyana kapılarına kadar bütün Avrupa topraklarına ecdat yadigârı gözüyle bakarken Viyana’dan sonrasına karşı bir yabancı gibi hayranlık ve korkuyla karışık garip bir his besliyoruz.

İsmail Habib Sevük’ün “Tuna’dan Batı’ya” adlı gezi yazısı türündeki eseri, 1934 yazında yaptığı Avrupa gezisini konu alıyor. Bir yıl süreyle Cumhuriyet gazetesinde parça parça yayımlanan yazılar 1935’te kitap haline getirilmiştir. Kitap, bir gezi yazısı olmanın ötesinde bir Avrupa tarihi okuması sunuyor okuyucuya. Tuna boyunca gemiyle yaptığı yolculuğu Osmanlı’nın yükseliş ve duraklama dönemlerinden anekdotlarla süslerken Berlin ekseninde Alman Teknolojisini ve Paris ekseninde de Fransız estetiğini gözler önüne seriyor. Napoli ile İtalya’yı anlatırken ne Alman teknolojisini ne de Fransız estetiğini görebiliyorsunuz. Yazar İtalya’yı israf edilmiş bir zenginlik olarak sunuyor okuyucuya. Atina’yla Yunan mitolojisi ve Osmanlı tarihi tekrar okuyucunun karşısına çıkıyor. Çanakkale’yi anlattığı bölümde Boğaz Harbi’nin destansı sahnelerini gözler önüne seriyor ve son olarak İstanbul’la bitiriyor kitabı. Tıpkı son mebuslar meclisinin toplanışıyla Osmanlının fiilen İstanbul’da bitişi gibi kitap da İstanbul’da bitiyor.

Yazar, Evliya Çelebi’den mizaç olarak etkilenmişe benziyor. Hem gezdiği yerlere dair Seyahatname’de yer alan bilgilere yer vermiş hem de kendisi mizahi bir üslupla çeşitli değerlendirmeler yapmış. İstanbul Boğazı’nın oluşumuyla ilgili Zülkarneyn’e dayandırılan hikayeyi anlattıktan sonra yazar şunu söylüyor: “Masal yalan değil, İskender amelelerinin kazmalarını kaldır gerisi doğrudur!

Varna’nın anlatıldığı bölümde hem İkinci Murat’ın Hünyad’a karşı kazandığı zafere hem de Varna’nın elimizden çıkışına dair bir türküye yer veriliyor.

Saray önü sıra sıra söğütler
Oturmuş binbaşı asker öğütler
Bu kavgada ölen babayiğitler

Oynaşır balıklar deniz dalgalı
Bugün Varnacığın başı belalı


Bükreş’in anlatıldığı bölümde Mihne Bey’e dair yazılanlar devşirme sisteminin Osmanlı tarihi açısından ne büyük zorluklara sebep olduğunu göstermesi açısından mühimdir. Küçük yaştan itibaren Türk İslam terbiyesiyle yetişmiş bu kişi Eflak Prensliğine getirildikten sonra koca imparatorluğa başkaldırmış ve tabi karşılığını acı bir şekilde almıştır. Gagavuz Türklerini ve hala konuşmaya devam ettikleri Türkçeyi Osmanlı’nın bu bölgedeki hâkimiyetinin nişanesi olarak görüyor yazar.

Tuna’yı bir nehir olarak görmenin ötesinde etrafında oluşan medeniyetin esas kaynağı olarak takdim ediyor yazar. Ayrıca Osmanlı’nın Viyana’ya kadar uzanan hâkimiyetinde de hem askeri hem de kültürel olarak Tuna’nın ehemmiyetine değiniyor. “Bizim Tuna” alt başlığı ile verilen bölümdeki şu ifadeler Tuna’nın bizim açımızdan ehemmiyetini ifadeye yeter: “Şimdi yedi düvelin içinden geçen Tuna’yı o milletler edebiyatlarına ve sanatlarına aldılar. Kimisi onun güzelliğini şiir bestesine koydu. Kimisi onun sesini notanın çizgilerine sindirdi. Kimisi de fırçanın ucuyla onun renklerini avladı, lakin baştanbaşa onun tarihini biz yaptık: Onu toprağın böğrüne engin bir destan gibi yazarak.

Belgrad şehriyle İstanbul’daki Belgrad Ormanı ve Belgrad Köyü arasındaki ilişkiyi de kitaptan öğreniyoruz. Meğer bugün İstanbul’da bulunan bu yerler fetihten sonra Belgrad getirilerek buraya yerleştirilen Belgrad halkından almış ismini. Mohaç zaferi ve Budin’in alınışı da kitapta hikayeleştiriliyor. Buda ve Budin isimlerinin de birer hakimiyet ifadesi olarak okunabildiğini görüyoruz. Osmanlı hâkimiyetindeyken Budin olan isim daha sonra Buda olarak adlandırılıyor ve yeni kurulan Peşte şehriyle birleşerek Budapeşte ismini alıyor.

Yazar; Varna, Bükreş, Budapeşte ve Viyana gibi şehirlere dair hazin hatıraları da sunuyor kitapta. Bu topraklardan çekilirken yaşanan acılarla son askerlerimizin kahramanca savunmaları da anlatılıyor. Birinci Viyana Kuşatması’nın kaldırılışında her ne kadar iklim şartları etkili olsa da İkinci Kuşatma’da Tatar hanının ihaneti yüzlerce yılın ardından hala yüreklerimizi parçalıyor.

Yazar Viyana’dan sonra Berlin’i anlatıyor. Berlin okuyucuya bir teknoloji ülkesi olarak sunuluyor. Hatta tarihi olmadığı için dünyanın farklı bölgelerinde arkeolojik kazılar yaparak ele geçirdikleri tarihi eserleri Berlin’de sergilemelerini de kendilerine tarihi bir kök arama gayreti olarak gösteriyor yazar. Berlin, Almanların ilim ve teknikte gösterdikleri gelişmenin bir sonucu olarak zengin, müreffeh ve medeni bir şehirdir. Paris, teknikten ziyade estetiğin merkezidir. Berlin’i asker ve mühendisler inşa etmiştir belki ama Paris’i liderler ve sanatçılar inşa etmiştir. Fransızlar sanat ve edebiyat alanında çığır açmış isimleri hala hafızalarında günlük hayatlarında yaşatmaya devam ederken biz Türklerin kendi değerlerimizi unutuluşun karanlık dehlizlerine mahkûm edişimize hayıflanıyor yazar. Marsilya ve Nis de yazarın anlattığı şehirler. Bu iki şehir bugünkü gelişmişliğini Paris gibi sanatsal tarihinden ziyade limanlarına ve ekonomik faaliyetlerine borçludur.

İtalya, Napoli ekseninde yer alıyor kitapta. İtalya’ya dair estetik ya da teknik bir üstünlükten ziyade harcanmış bir zenginlik gözüyle bakıyor yazar. Sokaklarındaki düzensizliği İstanbul’la kıyaslayarak ele alıyor. Vezüv Yanardağı’nın Etkilerini de gözler önüne seriyor. Son olarak Atina’yla Yunan mitolojisi ve bölgedeki Osmanlı hâkimiyeti hakkında bilgi vererek Çanakkale’ye geçiyor.

Kitabın Viyana’ya kadar olan bölümlerindeki dil oldukça içten ve akıcı iken Berlin, Paris ve Napoli’ye dair olan bölümlerinde soğuk bir üslup görülüyor. Esasen bu üslup değişikliği, “Avrupa bizim neyimiz olur?” sorusunun da izahı. Viyana’dan sonrası bizim değildir. Viyana’ya kadar ise diliyle, tarihiyle, hatırasıyla hala bizimdir.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

23 Temmuz 2020 Perşembe

Her devrim kendi hukukunu doğurur

“İhtilal Satürn gibidir, önce kendi evlatlarını yer.”
- Georg Büchner, Danton’un Ölümü

Tarihin kırılma noktalarından Fransız İhtilali’ni nasıl biliyoruz? En basit hâliyle, insanlığın gelişme/ilerleme hikâyesinin köşe taşlarından biri olarak. ‘Özgürlük, eşitlik, kardeşlik’ mottosu üzerine inşa edilen Devrim sonrası açıklanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi (1789), Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi (1776) ve Amerika Anayasası (1787) ile birlikte modernist paradigmanın kanonlarından sayılır. Öyle ki sekülarist anlayış tarafından kutsal addedilir. Zira Fransız İhtilali feodal dönemin sonunu getirerek gelecekteki demokratik, sosyal, hukuk devletinin zeminini hazırlamıştır. Ulusçuluk modern toplum için kurtuluştur. Hasılı, Devrim iyi yönüyle anlatılır, öğretilir ve doğal olarak öyle hatırlanır.

İnsanlık için bu kadar iyi bir olaya farklı açıdan bakmak, iç yüzünü araştırmak ve/veya görülmeyen yanlarını görmeye çalışmak cesaret ister. Bu cesareti içeriden birinin yapması ve üstelik değerlendirmesini entelektüel seviyeye taşıması çok daha zordur. Zira alışık olduğumuz bakış hayranlık ve hamaset içeren kutsama şeklinde değilse hınç ve nefret içeren aşağılama biçimindedir. Robert Darnton, "Fransız Devrimi’nde Devrimci Olan Neydi?" adlı çalışmasında Devrim’in arka planını ve iç yüzünü görmeyi deniyor. Farklı bir bakış açısı oluşturarak anlamlı tespitler yapıyor ve meraklı okura ışık tutuyor.

Zoom Kitap’ın “not defterleri” serisinin ikinci kitabı olan Fransız Devrimi’nde Devrimci Olan Neydi?, Utku Özmakas tarafından Türkçeye tercüme edilmiş. Bu arada çevirinin başarısını, metnin hiç de çeviri gibi durmadığını söyleyerek belirtebiliriz. Serinin ilk kitabı Ataç, Meriç, Caliban, Bandung gibi son derece doyurucu bir içeriğe sahip olan seksen iki sayfalık eser iki bölümden oluşuyor.

Yazar, “Sokaktaki Fransız Devrimi” başlığını taşıyan ilk bölümde Devrim’in gündelik hayatı nasıl etkilediğine değiniyor. Özellikle Devrim sonrası süreci ele alarak eski rejim yerine kurulmaya çalışılan yeni rejimin yol ve yöntemlerini anlatıyor. Devrimciler ve karşı devrim yanlıları arasındaki mücadelede devrimcilerin acımasız tutumları dikkat çekici. Bir kaos hâli söz konusu ve kendi hukuklarını oluşturan devrimcilerin linç eğilimiyle hareket ettikleri görülüyor. Her iki tarafın birbirini ‘vatan haini’ olarak tanımlaması şiddetin olağanlaştırılmasına ve adaletin gözetilmemesine yol açıyor. Yazar “terör dönemi” olarak tanımladığı bu durumu “devrim şiddetin içinde doğdu ve ilkelerini şiddet belirledi” şeklinde özetliyor.

Devrimciler sadece fiziki şiddet uygulamıyor; eskiye karşı düşmanca kurgulanan kültürel şiddet bir silindir gibi toplumun üzerinden geçiyor. Yazarın anlattıkları arasında toplum olarak bizim de pek yabancısı olmadığımız uygulamalara rastlıyoruz. Örneğin takvim, ölçü, kılık-kıyafet, dil gibi alanlarda yeniliğe gidiliyor veya eskiyi çağrıştıran coğrafi isimler değiştiriliyor. Sonuç itibariyle suni bir kültür üretilerek sosyal hayat yeniden kurgulanıyor. Yazar, eski rejimin dinsellik özelliği taşıyan toplumsal anlayışının yeni rejim tarafından rövanşist tavırla yok edilmeye çalışılmasına ayrıca dikkat çekiyor. Aslında burada görülen şey, devrim, ihtilal ya da darbe türü şiddet içeren kalkışmaların mantığının birbirine benzemesi; gücü eline geçiren her anlayışın kendi hukukunu oluşturmasıdır. Türkiye’nin tarihinde de benzer deneyimleri fazlasıyla bulmak mümkün. Yazar bu süreci “terör dönemi” olarak nitelendirerek anlatılan ile yaşanılanın aynı olmadığını belirtiyor. Yazara göre “devrimler olan hâlleriyle değil, olması istenen hâlleriyle anlatılır” ve bu sürecin “teröre dönüşmesinin sebebi ütopik enerji patlamasıdır”. Tüm toplumu tek ve ideal bir şemsiye altında toplamaya çalışan ütopik anlayış…

Kitabın ikinci bölümünü birinci bölümden çok daha ilginç bulduğumu söylemeliyim. Bu bölümde Fransız İhtilali’nin öncesini ele alan yazar, Devrim’e götüren süreci analiz ediyor. İlginç olan, Devrim’e gidişin siyasi düzlemde ele alınmayarak edebi bir analize tabi tutulması. Yazar evvela Devrim’i “edebi bir devrim” olarak nitelendiriyor ve Devrim’i hazırlayan süreci dönemin edebiyat dünyasının üretimi üzerinden ele alıyor. istatistiki bilgiler yardımıyla Devrim öncesi Fransa’sının sosyo-politik durumunu tespit etmeye ve bölgelere göre yazar sayısının yanında yazarların niteliği üzerinden toplumsal yapıyı çözümlemeye çalışıyor. Darnton bu aşamada Voltaire (1694-1778) ve Rousseau’yu (1712-1778) seçerek Devrim’e götüren süreci onların görüşleri üzerinden açıklamayı deniyor. Bir anlamda dönemin kültürel dünyasına yönelik arkeolojik bir çalışma yapan yazara göre edebi alanda başlayan devrimci düşünce zamanla siyasallaşmaktan kurtulamıyor. Edebi söylemin siyasallaşmasında dönemin basın ve sanat anlayışının önemi büyüktür. Dönem itibariyle iktidarın, nüfuzlu kişilerin veya zenginlerin himayesinde varlığını sürdürebilen sanat ve basın toplumla ilişkisi yeterince oluşamıyor. Yapılan tespitler aydınların toplumdan ayrı bir yol çizdiğini ve Aydınlanma’nın belirli kesimlere hizmet ettiğini gösteriyor. Kısacası entelektüeller, şartların üzerlerine yüklediği sorumluluğu yerine getirmekten uzak duran kişilerdir. Robert Darnton, Voltaire ve Rousseau’yu iki karşıt taraf olarak nitelendiriyor ve Devrim içinde her ikisinin de payının olduğunu belirtiyor.

Fransız Devrim’inde Devrimci Olan Neydi?, Devrim adı altında yapılanların neye karşılık geldiğini sorgulayan oldukça ufuk açıcı bir kitap. Öncesi ve sonrasıyla anlatılanlar üzerine biraz düşününce inkılap denilen uygulamaların aslında istibdat, erdem olarak öne çıkarılan değerlerin de devrimcilerin kendi oluşturdukları hukuk olduğunu görüyoruz. Zaman ve mekân fark etmeksizin dünyadaki tüm benzer hareketlerin adalet eksenli değil, tamamen iktidar (kazanç) odaklı olmaları da meselenin bir başka gerçeği olarak karşımızda duruyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Okuyucu şiirin kendisidir!

Birçokları için “Anlar” şiiridir Jorge Luis Borges. Onlar bilirler ki; bu şiiri buzdolabının kapağına yapıştıranlar hayatın dönüşeceğine iman etmişlerdendir. Bilgi işi değildir bu. İman önemlidir! Evveliyatında Edgar Allan Poe’nin başlattığı fantastik edebiyat geleneğini izleyen Borges, felsefenin tadına baktıkça eklektik bir bütüne dönüşür. İlânihaye avangard akıma şöyle bir göz atıp onu da kendi felsefesi ile bezeyince, post-avangard bir kendiliğe ulaşır. “Öz sorgulama” der bu sürece ki “Anlar” bu öz sorgulamanın ve Borges felsefesinin etiketi gibidir.

Yayıncılıkta, uzun yıllardır yapılmış en keyifli ve kaliteli işlerden biri haline gelen Ex-libres serisi dâhilinde çevirisi sunulan Şu Şiir İşciliği, Ketebe Yayınları tarafından basılarak serinin incileri arasına yerleşti. Bir psikoterapistten yardım alarak bu öz sorgusunu konuşma yoluyla dinleyiciye ve bize ulaştırmaya ikna olan Borges’in, 67-68 yıllarında Harvard Üniversitesi’nde verdiği konferanslar; Şiir Bilmecesi, Metafor, Hikaye Anlatımları, Sözün Müziği ve Çeviri, Düşünce ve Şiir, Şiirin Amentüsü isimlerinde, altı başlıktan oluşuyor. Şiirin tanımını yapmaya çalışırken ortaya koyduğu cümlenin yetersizliğine, kahvenin de tadının bu kadar anlatılabileceğini ekleyen Borges, yetersiz kaldığı noktada dahi yeni bir şiir yazabilmenin şiarı gibidir. Budur işte o başkalığın kaynağındaki erguvan kokulu şairin dehası.

İçine felsefe bulaşmış her şeyde olduğu gibi Borges’de de mana ve cisim başkadır. “Şey” başkadır. Çünkü o, bir alana gömülmüş okumaların teşbihini “Yıldızlara hiç bakmamış astronomların eserlerini okuyormuş gibi” olmak cümlesi ile betimlerken, estetik üzerine yazmak ile şiir yazmak arasındaki farkın ifade edilebileceği en doğru cümleyi kurmuştur. Borges başkadır evet: Onda yaşam, şiirden ifade edilmiş bir algoritmadır; “kitaplar ise şiir için birer vesiledir.”. Emerson’ın ölüler mağarası olarak ifade ettiği kütüphaneler okuyucuyla dillenir, şiirlenir. Okuyucu şiirin kendisidir!

İlk bölüm Borges’in kendisine giriştir. Şiirin ontolojik statüsü ile ilgilenir. Ancak ve ancak etimolojiye ve dile hâkim olabilenlerin gerçek bir şiir yazabildiğini savunur. Onun için, her iki dili de özümsemiş bir çevirinin değeri paha biçilemezdir. Aksi halde, ismini ilk defa burada duyacağımız usta Rafael Cansinos Asssens’in, Tanrı’dan, kendisini güzelliklerden koruması dileği ile yazdığı şiirdeki duayı, nasıl böylesi haklı bulabilirdik ki? İkinci bölüm olan “Metafor” bahsinde ise şairlerin, bunca kombinasyon varken, aynı metaforlarda dolap beygiri gibi dönmelerinin gerçeğini ve aslında aynı görünen metaforun aynı kalamadığını anlatmaya çalışır. Metaforun değeri de budur zaten Borges için; okuyucu tarafınca belirlenir. Söz temsili: bugün, hiç kimse “kral” kelimesini, aynı soydan ve ulustan gelenlerin başında onlardan olan kişi anlamında kullanmaz. Kral kelimesi artık gerçek anlamını tamamen yitirip farklı metaforlar arasında gezinmektedir. Bu yüzden Jorge Luis Borges bunca sınırsız anlam arasında sınırlı kalan metaforlar üzerine uzunca düşünmüştür. Mesela bütün şairlerce “uyku” olarak kalıplaşmış “ölüm” bunlardan biridir. Hoş ve sanatsal algılatılmak istenilen “savaş” kelimesi için; “kılıçların dansı” denmesi de öyle... “Güçlü metafor anlamı zenginleştirmez hermenötik çerçevesini bozar” derken ise şiirin neden sıradan olanla daha şık ve kolay ifade edildiğini biraz daha derinleştirir. Artık Borges’i neden bunca sevdiğimizin de cevapları bir bir verilmektedir.

Sen ki müziksin müzik dinlerken hüznün niye? Odysseia’yı okurken dinlediğimiz, şiirden ziyade, tuzlu su akıntılarının hikâyesi değil midir diye sorar Borges. Öyledir de! Şiirden yana içinizi ikna etmeyenlerin ne olmadığını öğretir ince ince dokuduğu şiir işçiliğiyle. “Bütün sanatlar daima müziğin durumunu arzular” cümlesinden; şiirden iyi olan tek şeyin notalara eklenmiş şiir olduğunu anlatır. Sokaktaki insana entelektüelden daha yakındır şiir Borges için. Bu çok etkileyici bir detaydır. Gerçek şiirin günlük dille ifade edildiğinden bahseder. Ve müziğin onun üzerine çıkabilen biricik bütünlük olduğundan.

Son konuşmada yani altıncı günde, Borges, şiiri, gençken mutsuz olmak ile yaşlandıkça geç kalmış olmak korkusu arasında; “Şiirin Amentüsü”yle, şairin amentüsü olarak birbirinden ayırmıştır. Tıpkı her insanın Tanrısı’nın farklı olması gibi bir kinaye ile biter böylece şiirin işçiliği… Jorge Luis Borges başkadır evet: Onun, “Yazarken düşlere sadık kalmaya çalıştım” dediği düş kendi düşüdür. Konuşmaya zor ikna edilen mütevaziliği, dolu başağın başının eğik olmasından mülhemdir. Şiirin güneşi ya da şiir dilinde; Tanrı’nın parlak kandilidir. Ve dondurma her daim bezelyeden daha lezzetlidir.

Mavi Çınar
instagram.com/psikologmavicinar/

16 Temmuz 2020 Perşembe

Acısıyla tatlısıyla yengelik makamı

“Yenge olmak kolay fakat yenge kalmak zordur.”

Mustafa Çiftci ve Tanıl Bora'nın birlikte derlediği, İletişim Yayınlar'ından çıkan kitap “yenge” kavramını hem lisaniyat, morfoloji hem de bazı anılar üzerinden bizlere sunuyor. Mustafa Çiftci, sunuş yazısında kitaba, “İnsan, kendini insanda tanıyormuş” gibi hem çarpıcı hem de güzel bir cümleyle başlıyor.

Aslında hepimizin yengesi yahut yengeleri, yengelerimize dair birçok anılarımız var. Çiftci'nin anlattığı üzere, “Bir adam mahkemeye dilekçe vermek için arzuhalciye gitmiş. Ve başlamış anlatmaya. O anlatmış, arzuhalci yazmış. Dilekçe bitmiş, arzuhalci yazdığı dilekçeyi okumaya başlamış. Dilekçe okundukça adam başlamış ağlamaya. Arzuhalci sormuş neden ağlıyorsun? Adam demiş ki yahu meğer benim başıma neler gelmiş de haberim yokmuş. İşte aynen öyle diyorum; meğer “yenge” deyince ne çok söylenecek söz varmış da haberimiz yokmuş.

Biraz durup düşündüğümüzde aslında herhangi bir kavram üzerinde konuşacağımız o kadar çok şey çıkıyor ki günlük hayatın telaşesinde insanın gözünden kaçıyor ve insan bunları yakalayamıyor. Yine Çiftci'nin de dediği üzere, kitap buradan yola çıkarak çeşitli yazarların kaleminden yenge'yi anlatıyor.

Yengelerin dikkatleri vardır. Hangi akraba çay bardağında dudak payı bırakılmasını ister? Hangi komşu çok konuşur? Kayınvalidesinin yumurtası kayısı kıvamında olmazsa sofrada nasıl bir kıyamet kopar? Beşiktaş'ın (orijinalinde Fener) maçı olduğu gün, sevdiği er kişi nasıl hisseder? Daha birçok ince işin ilmini belirler yengeler.” (Mustafa Çiftci, sf.14 )

Kitapta, Mahir Ünsal Eriş, Hüsrev Hatemi, Fatma Barbarosoğlu, Cihan Aktaş, Metin Solmaz, Deniz Erkul Düzgün, Ercan Kesal, Ethem Baran, Adem Erkoçak, Rita Ender, Ender Özkahraman, Funda Şenol Cantek, Leyla Burcu Dündar, Sema Aslan, Kiraz Akın ve Sema Karabıyık'ın yazıları var.

Fatma Barbarosoğlu sitem ediyor: Nasıl oluyor da aynı kadın; sıfatı “teyze” iken anne yarısı, “yenge” iken akrebin izinden giden oluyor!

Mahir Ünsal Eriş, “onlara 'yenge' diyerek araya konan mesafe, aslında kadını erkeklerin arasındaki dünyanın dışına çıkarmaya hatta hiçbir zaman oraya ait olmadığını ima etmeye yarar.” gibi iddialı bir cümle sarfediyor. Ve ekliyor, “Bir kadından, 'yengeniz olur' bahseden erkek, o kadınla mevcut ya da muhtemel ilişkisini ifade etmek ister.

Devri hazırda bir satıcı, yanınızdaki eşinize, efendi adamsa sadece 'yenge', biraz salakça ise 'yengem benim' diye hitap edebilir.” (Hüsrev Hatemi, sf. 32)

Bir Korkunç Yenge Prototipi Olarak Semra Özal” başlıklı yazı kitabın en ilginç yazılarından biri olma özelliğine sahip diyebiliriz. Turgut Özal'ın eşi 'Semra Yenge'yi bizlere Funda Şenol Cantek özetlemiş.

Yenge olmadan yengeliği ne kadar bilebiliriz? Sema Aslan yazısında şöyle özetliyor: “Bu kelimeyle gerçek anlamda baş başa kalmayana kadar onun kastettiği mana ve oluşu, kendi çeperi boyunca yaydığı imayı, maruz kaldığı muameleyi, diğer kelimelerle gizli/açık ilişkilerini de göremiyor insan.

Kitabı okuyup bitirdikten sonra ben de yengelerime olan anılarımı düşündüm. Tabii ki iyi yahut kötü birçok anım var. İyi olanları yazıp diğer yengelerimi küstürmemek için ve kötü olanları yazıp da olur ya yazımı okuyup kendisini bilmesin, sonra kötü hissetmesin istediğim için anılarımı burada anlatmaktan caydım.

Velhasılı bu derleme kitap bize çok güzel tecrübeler kazandırıyor. Vaktimizi kıymetlendiriyor. Tavsiye edilir.

Yusuf Karakurt
twitter.com/sonsuzsakin

Farklılıklar içindeki aynılık: bayram sevinci

Night of the Moon: A Muslim Holiday Story, Ramazan Bayramı’nı bekleyen Yasmeen adlı yedi yaşındaki Pakistanlı-Amerikalı bir kızın hikâyesini anlatıyor bize. Kendisi de Pakistanlı-Amerikalı bir Müslüman olan Hena Khan, dini ve kültürüyle ilgili yazmayı çok sevdiğini söylüyor. Bu samimiyeti, kitaplarında da görülüyor.

Ay, bu kitabın kahramanı diyebiliriz. Sizinle konuşmuyor, size bir şeyler anlatmıyor ancak bütün kitap boyunca Yasmeen, Ramazan’ını yaşarken Ay, pencerenin ardından büyüyor, tekrar küçülüyor ve nihayet yok oluyor. Hikâye, Ay’ın evrelerine göre ilerliyor. Ay, hilal şeklindeyken hikâye başlıyor, yeni ay yani Şevval gelip de bayramı müjdeleyince hikâye bitiyor. Bu hikâyede yazar, Ramazan'ın ne olduğuna odaklanmıyor, Ramazan’ın nasıl kutlandığını gösteriyor. Kitabın sonunda yer alan “Yazar Notu” kısmında da asıl göstermeye çalıştığı şeyin kültürüne ait olan “Chaand Raat” olduğunu dile getiriyor.

Hikâye, Ramazan’ın ne olduğu özellikle anlatmasa bile Yasmeen daha hilali görür görmez bize “Rüyet-i Hilal”i hatırlatıyor. Amerika’da, yedi yaşında bir kız çocuğunun pencerenin kenarına oturup Ramazan’ın gelişine sevinmesi içinizi ısıtıyor. Isınan içime Sezai Karakoç’un şu satırları sızıyor: “Ve bir ay boyunca, her akşam göreceğiz ki dışımızdaki ay, göğümüzdeki ay büyümüştür ve içimizdeki ay, kalbimizdeki ay, oruç büyümüştür.

Yasmeen’in, Müslüman olmayan arkadaşlarının oruç hakkındaki sorularına akıllıca cevaplar vermesi ve zor da olsa bir gün deneyeceğini söylemesi de “Tekne orucu” tutacağını gösteriyor.

Annesiyle oruç hakkında konuştuğunda orucun nimetlere karşı şükrü ve sabrı arttırdığını öğreniyor. Ay, bir yandan büyümeye devam ediyor ve yarısı dolunca yani son dördün olunca Yasmeen ve ailesi mutfağa girişiyorlar. Kocaman kocaman tencerelerde yemekler yapıp akşam namazı bitiminde insanlara ikram ediyorlar. Yasmeen böylece Ramazan ayının paylaşma ayı olduğunu da öğreniyor.

Ay, bir akşam parıl parıl parlayınca Yasmeen çocukça heyecanlanırken büyükannesi “suphanallah” diyor ve Yasmeen Müslümanca güzelliklere müteşekkir olmayı öğreniyor. Acaba bana “suphanallah” demeyi kim öğretmişti diye çocukluğunuza dalıyorsunuz. Bu dalışta Faruk Nafiz Çamlıbel fısıldıyor kulaklarıma: “O büyük Rab ki, ışıklar yakıyor göklerde / lütfunun feyzini, görsün diye insan yerde / en büyük nimete hamd, en küçük ihsana şükür.”. Arefe günü geldiğinde ise Hena Khan kendi kültürünü yazmaya başlıyor. Yasmeen ellerine kına yakıyor, renkli panayır gibi bir alanda bayram için hediyeler almaya gidiyor. Başörtüsü takan, takke takan, tesettürlü olmayan her türden Müslüman bayram alışverişi için bu alana geliyor. Bu cümbüşün içinde dikkatimi Türkiye’den gelenlerin fes satması ve Hindistan’dan gelenlerin de bilezikler satması çekiyor. Hena Khan’ın okuyucu kitlesi Amerikan'da yaşadığı ve kendisi de Pakistanlı olduğu için bu kültürel çeşitliliği anlamak kolay oluyor.

Kitapta genel olarak Pakistan gelenekleri hâkim, bunu anlamak zor olmuyor ancak yazarın kendisi “Chaand Raat” olayından bahsetmese bunun ayrı bir kültürel etkinlik olarak kitapta geçtiğini anlamak mümkün olmuyor. Yasmeen ellerine kına yaktığında bunun çocuklar için bir eğlence olduğunu zannediyoruz ama gerçekte Hintçe “Ay Gecesi” anlamına gelen “Chaand Raat”ın bir ritüeli olduğunu öğreniyoruz. Pakistan ve Hindistan'daki Müslümanlar, Ramazan'ın son gününün sonunda açık alanlarda toplanarak, Şevval ayının ve bayram gününün sinyalini veren yeni ayı bulmak için yaptıkları kutlamaya “Chaand Raat” adını veriyor. Festival günü herkes bayram için alışveriş yapıp, yeni kıyafetler ve takılar alıyor. Kadınlar ve kızlar, İslami kutlamanın imzası olarak ellerine ve ayaklarına kına dövmesi yaptırıyor. Erkekler de bir gece önceden saçlarını kestiriyor. Caddeler ve sokaklar süslenip, panayır alanına çevriliyor. O gün mağazalar yirmi dört saat kapanmıyor. Evlerde ikram için türlü türlü tatlılar pişiyor. “Chaand Raat” gününü anlattıkça Arefe günü ile benzerlikleri görmemek mümkün değil. Arefe günü girişilen temizlikler, yapılan tatlılar, alışverişe çıkmalar, tıraş olmalar derken insan bir an demek ki sokaklara çıkıp Yeni Ay’ı beklesek biz de “Chaand Raat” günü kutlamış olacakmışız diyor. Yöntemler farklı olsa da amacın, hediyeleşmek ve bayramı büyük bir sevinçle karşılamak olduğu açıkça görülüyor.

Nihayet bayram geldiğinde ailecek bir kahvaltı yapıp bayram namazına gidiyorlar. Namaz çıkışı herkes üç kere sarılıyor ve bu üçleme illüstratörün de dikkatini çekmiş olsa gerek ayrıca çiziyor bu sahneyi. Şimdi gelin de gülmeyin; yedi yaşındaki Pakistanlı-Amerikalı bir kızın da bayram günü adeti olarak üç kere sarıldığını öğreniyorsunuz. Kardeşi Bilal ile bayram harçlığı toplamak için birçok ziyaret yapması da cabası. Farklılıkların içindeki aynılığımız beni sayfa sayfa götürürken Rasim Özdenören’in şu satırlarını anımsıyorum: “İslâmi kültür, Müslümanca yaşayış tarzının bir fonksiyonu niteliğindedir. İslâm’ın öngördüğü hayat tarzını eksiksiz olarak yaşayan insanlar, sonuç olarak çevrelerinde bir İslâm kültürünü de oluşturacaklardır.

Sayfaları çevirdikçe pencerenin ardından büyüyen Ay’ı izlemek ve sonunda yeniden küçülüp ardından Bayram’ın geldiğini görmek çok keyif verici bir seyir oluyor. İllüstratör Julie Paschkis’in son derece davetkâr olan çizimleri, İslam çini sanatı ile birleştirilmiş ve kitap, İslam sanatını çağrıştıran yemyeşil örneklerle donatılmış.

Farkındalığın artmasıyla ilgili bu hikâye, modern Müslüman-Amerikan kültürüne ve geleneklerinin şekillendiği eski köklere bir pencere aralıyor. Hem de ardında Ay’ın evrelerini de izleyebildiğiniz bir pencere. Golden Domes and Silver Lanterns: A Muslim Book of Colors ve Crescent Moons and Pointed Minarets: A Muslim Book of Shapes adlı eserleri de Hena Khan’ın, kendi kültürü ve dinini yansıttığı diğer çocuk kitaplarıdır. Night of the Moon: A Muslim Holiday Story kitabı da “Ebeveyn Seçimi Onaylı Kitap” ödülünü almış ve 2009 “Gençlik İçin En İyi 10 Din Kitabı” listesi arasına girmiştir.

Büşra Yıldırım
twitter.com/busraylldrrm

15 Temmuz 2020 Çarşamba

Çok başarılı bir karakter inşası anlatısı

Bazı romanlar vardır, başarısı olay örgüsünün sürükleyiciliğinden, kurgusunun ardındaki zekadan gelir. Kiminin diline, üslubuna hayran olur, lezzetine doyamazsınız. Bazılarında da karakterler çok güzel işlenir, ilgi uyandırırlar ve anlatıyı en çok da o karakterleri merak ettiğiniz için okursunuz. Murat Uyurkulak’ın Can Yayınları'ndan çıkan son kitabı Delibo, benim için son sınıfta yer alıyor. Bu bağlamda Delibo için, bir karakter inşası anlatısı diyebilirim.

Devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.” diye başlıyor Uyurkulak’ın başka bir romanı olan Tol. Sanırım bu ilk cümle, Delibo’ya da bir epigraf olarak çok yakışırdı. Zira Delibo, yarım kalmış bir devrimin ve yarım kalmış bir aşkın da öyküsü aynı zamanda.

Konusunu kısaca özetleyecek olursak, İzmir’de mahallenin delisi diyebileceğimiz Delibo kaybolur. Çocukluk arkadaşından bir telefon alan Yusuf, uzun bir aradan sonra İzmir’e, baba ocağına geri döner. Çocukluk aşkı Yasemin de Delibo’yu arama ekibine katılanlar arasındadır. Sonrası İzmir sokaklarında, bitmek bilmeyen bir kovalamaca, geçmişten bugüne süregelen bir devrim hayali.

Hikayenin Delibo kısmı, önden söyleyelim, sadece genel anlatıyı oluşturabilmek için bir dekor olarak kullanılmış. Anlatının asıl kurgusu bir arayış içeriyor, doğru ama aslında Delibo değil aranan. Gençlik günleri, baba-oğul arasındaki ilişki, söylenememiş sözler, itiraf edilememiş aşklar, benlik sorgusu vs. Tam da bu nedenle, hikayenin sonunda Delibo’nun bulunması sahnesi çok zayıf kalmış. Roman bitecek, diğer konuları çözüme kavuşturdum, Delibo da vardı değil mi, hadi o konuyu da bağlayalım der gibi sığ bir şekilde kapatılmış. Kitaba adını verecek kadar önemsenen bir ögenin, kitabın içinde de hikayesinin daha güçlü olmasını beklerdim.

Gelelim hikayenin 3 bacağını oluşturan diğer karakterlere. Üçgenin tepe noktasında Yusuf var, diğer iki ayağında ise Yasemin ve Sefer.

Yusuf karakterini okurken biraz Hakan Günday karakterlerindeki tadı aldım ben. Belki de bu yüzden Yusuf’u daha çok sevdim. Yusuf, bir ana karakter olarak romanda bir kaybeden aslında. Ancak bu kaybeden olma hali, Yusuf’un başarısızlığından, eksikliğinden kaynaklı değil. Aksine, Yusuf istediğinde son derece başarılı olabiliyor. Okulda birincilikler alabiliyor, iyi bir edebiyat okuru olabiliyor, iyi dövüşebiliyor ama bu başarılar bile marazi bir hal taşıyor. Yusuf’un üzerine yanlış biçilmiş bir ceket gibi kalıyorlar. Doğrusunu kaybetmekte ve köşeye çekilmekte buluyor Yusuf ve öyle de yapıyor. Hapishanede geçen 6 yılın ardından, Konya’da son derece süssüz bir hayat sürüyor. Süssüz diyorum çünkü anlıyoruz ki hayat akıyor, dünya dönüyor ama Yusuf duruyor. Hayata karşı tek tepkisi tepkisizliği. Ta ki İzmir’e dönene kadar. İzmir’e döndüğünde, kaldığı yere geri dönüyor ve hesaplaşmaları başlıyor babası, Yasemin ve kendi gençliği ile.

İzmir’de onu bekleyenlerden biri babası Sefer. Edebiyat öğretmeni, devrime tutkuyla bağlı, fakir ama gururlu bir aşk adamı. Eşi ile boşandıktan sonra çocuklarından biri olan Yusuf’a canla başla bakmaya çalışan bir yalnız baba. Oğlu için çabalayan, ona rehber olmaya çalışan, sadece onun iyiliği için öğretmenlik dışında geceleri işçilik yapan bir baba. Ve nihayetinde oğlundan vazgeçmek zorunda kalan bir baba. Vazgeçmek zorunda kaldığı hayatındaki bir diğer önemli şeyse, her ne kadar hala çalışmaya ve umut etmeye devam etse de bir hayalden öteye gidemeyeceğini bildiği idealleri, devrim. O da bir kaybeden…

Ve ana karakterlerimizden sonuncusu Yasemin. Anlatının tek kazananı. Hovarda, gözü pek, sözünü sakınmayan bir kadın. Yusuf’la sosyal statü bağlamında aynı kaderi paylaşırken, babasına kalan miras ile sınıf atlayan, sonrasında ise ülkenin tamamının tanıdığı ve hayran olduğu bir oyuncu. Eğitim hayatının erken dönemlerinden itibaren hayaliydi oyuncu olmak ve bunu başaran, üstelik herkesçe bilinir olacak kadar başaran hırslı, tuttuğunu koparan bir kadın. Yusuf’un ilk aşkı. Yusuf’un koruyanı, kollayanı. Gidişiyle Yusuf’u bambaşka bir hayata sürükleyecek, Yusuf’u İzmir’e döndürebilecek, Yusuf’un hesaplaşmasını başlatabilecek kadar güçlü bir kadın.

Delibo’yu okurken, sadece akışı anlamında, bir koşturmacanın varlığını hissetmeniz nedeniyle ufak da olsa bir polisiye roman tadı alıyorsunuz. Ancak anlatının bütününe bir polisiye demek elbette doğru olmaz. Delibo, çok başarılı bir karakter romanı. Özet haliyle bu kitabı tanımlamam gerekse şunları söylemeliyim:

Kitap, sadece karakterleri anlatabilmek için, hikayenin mekan, olay ve zaman ögelerini çok başarılı bir şekilde malzeme olarak kullanmış. Anlatının bir ögesi böylesine öne çıkarken, ki inşa etmesi kolay bir yapı değildir bu, diğer ögeler bir destek kuvvet rolü görmüş. Elimize bir biyografi alıp okuyor gibi değiliz; olayları, flashback’leri öyle ustalıkla kullanmış ki yazar, bizde de karakterleri tanıma arzusu uyandırmış. Özetle Delibo, sade dili ve akıcı üslubuyla, polisiye tadı veren kurgusuyla, karakterlerin ilgi çekici özellikleriyle, geçmiş ve günümüz arasında gidip gelen yapısıyla, çok başarılı bir roman olmuş.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

14 Temmuz 2020 Salı

İnsan insanı yarasından tanır

"Görünmez bir yara acısı çoktur,
Bedenimde değil ruhumda sızı."
- Nesimi Çimen

Hasret ve hüsran, insanın damarlarındaki kan gibidir. Onlar olmadan bir yere varılamayacağı gibi, onlar varken de bir yere ulaşmak olmaz. Hasret yola çıkarır, hüsran yolda bırakır. Ama insan her an yoldadır. Yönünü de arayışları değil bulamayışları çizer.

Neye hasret duyuyoruz? Mesela güzel bir dost sohbetine, göğüs genişletecek bir şiire, neşeyi ve kederi satırlarında harmanlamış bir öyküye, yahut sessizliğinin içindeki sanatla yaşam enerjisi fışkıran bir ağacın gölgeliğine, nazarıyla dahi aşkı öğreten ve aşkı öğütleyen bir bilgenin dizinin dibine... Her birine ayrı ayrı hasret duyabiliriz. Bu hasreti duymak bile yaşam için insana kuvvet verebilir. Diğer yandan, insan hasret duyduklarıyla buluşamadığı zaman derin bir karanlığa gömülüyor. Bu karanlık; umudu ve sevinci örseliyor. 

Koronavirüs döneminde hiç kuşku yok ki karanlığa daha çok maruz kaldık. Bu karanlığı "cümûd" kelimesi daha iyi tanımlayabilir: cansız, donuk, katı, sert. Dolayısıyla insanın verimliliğini, olgunluğunu, kısacası kemalatını etkileyecek bir yoğunluğu var. Her gün gerek haberler gerekse tanık olduklarımız vesilesiyle içimiz kararıyor. Bir aydınlığa ihtiyacımız var ve inanıyoruz, kelimeler şifadır. Onlar şifa olduğu için sohbetler de şifadır. Yine inanıyoruz ki dua çok ulu bir zırhtır. Öyle bir zırh ki sade dua edeni değil çevresini de kuşatır. Bizi dua etmeye, yani umutlu olmaya koşturacak olan güç ancak güzellikten bahsetmek olabilir. Nasıl bir güzellik? Vapurda Çay Simit Sohbet programında şöyle izah ediyor Kemal Sayar:

"Ben insanda güzellik ararım. Yanına gittiğinizde, iki çift laf ettiğinizde oradan tazelenmiş, ümitle dolmuş, gönenmiş, ruhunuz genişlemiş olarak ayrılıyor musunuz? O sohbet sizi ısıtıyor mu? Sizi başka bir yere taşıyor mu? Bulunduğunuz hâlden daha ileri bir hâle sizi kanatlandırabiliyor mu ona bakmak lâzım. O da ancak güzellikle mümkün. Muhatabımız güzel olduğu gibi biz de ondaki güzelliği görebilecek kadar güzel olmalıyız. Onun güzel olması yetmez, bizim de güzeli görebilecek ehliyette, kabiliyette olmamız lâzım. Güzeli bulduğumuz yerde baş tacı etmeliyiz. İnsan ilişkilerinde, tabiatta, şehirleşmede, edebimizde, terbiyemizde her zaman güzelin avcıları olmalıyız."

Mayıs 2020'de Kapı Yayınları tarafından neşredildi Ruhun Derin Yaraları. Kitabın epigrafı, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin Dîvân-ı Kebîr'inden: Işık Yaradan Sızar... Bu sözün üzerine biraz düş(ün)meli. Bizi acıtan, üzen, kederlendiren, yoran şeylere daha sonrasında yeniden baktığımızda -tekrar gözden geçirdiğimizde- fark ederiz ki olgunlaşmışızdır. Hani o meşhur laf var ya; bir şey seni öldürmüyorsa güçlendiriyordur misali. Acılar ve üzüntüler, yani yaralar kutsar bizi. Biz çoğu zaman fark edemesek de hem kendi yolumuza ve yönümüze hem de çevremize ışık saçabiliyorsak yaralarımızdandır. Karanlık gibi görünebilir yaralar ama aslında aydınlık bir sahildir. Nerede bir yıkık varsa orada hazine bulunur. "Defineye malik viraneler var" çünkü. Ruhun Derin Yaraları, kurak bir mevsimde yüzümüze serin bir rüzgâr üflüyor. Kemal Sayar hoca, yine göğüs genişleten, uzun bir türkü söylüyor. Bazı sözlerin yalnız kulakla işitilmediğine, o sözlere gönül vermek gerektiğine dair bir şahitlik çemberi kuruyor. Dost halkası. Şah Hatâî'nin bir nefesini hatırlatır gibi: "Bu yola giremez kallaş / yüzü karayla gönlü taş / hâl'a hâldaş yola yoldaş / dost cemalin gördük bugün / dost dostun kusruna kalmaz / muhabbeti yerde koymaz / kuru gülden koku olmaz / gonca gülü bulduk bugün."

Bir bekleme sanatı olarak sabır, kuşku çağında güven duymanın güçlüğü, bir yürek kuduzu olan haset, hiç bitmeyen o büyük yalnızlığımız, bir adım geriye çekilip ince şeyleri yakalayabilmek, öteki'siz ben'in hiçbir değerinin olmaması, doğumdan ölüme göz temasının şifa vericiliği, ruhu onaran ve yükselten iyilik bilinci, modern zamanlarda cihana gönül vermek, modern çağda dost olmak, dijital çağın sarsıcı yan etkisi olarak beğenmek ve beğenilmek hastalığı, bolluk çağında mutsuzluk, geleneksel ve modern arasında tıp... Yani toplum olarak yaralı olduğumuz her konuya temas ediyor Kemal Sayar. Güzeli görebilmek için, şevk duyabilmek için:

"İnsanın sol beyni görmek istediğini görür, sağ beyin yeniliğe açıktır. Hayret, haşyet ve büyüleniş, kalbin takallübü oradan neşet eder. Aynı yolu yürür ama bir şeyi ilk defa bu kez, bir şairin gözüyle görürüz. Sağ beyin bize bunu sunar. Onca zaman kör kaldığımız bir şey şimdi bize güzelliğini açmış, keşfedilmeyi beklemektedir. Senin içindeki canlılığı açığa çıkarmayan her şey, senin için çok küçüktür. Heyecan ve canlılık hissediyorsak doğru yoldayız demektir."

Kitabı bitirip tüm konuları şöyle bir toparladığımda, Hasan Ali Toptaş'ın nefis romanı Kuşlar Yasına Gider'deki "Bazı canlıları yara öldürmüyor, muhatapsız kalmak öldürüyor" cümlesi geldi aklıma. İnsanın esas derdinin 'anlaşılmak' olduğunu düşünmüyorum. Evvela 'anlaşılma gayreti' görmek istediğini düşünüyorum. O yüzden 'seni anlıyorum' cümlesi pek kolay içimize sinmiyor, inandırıcı olmuyor. Oysa konuştuğumuzda gözümüzün içine bakan bir çift göz, şifaya vesile oluyor. Önce dinlenilmek istiyor insan. 'İnsanda dinlenmek' budur belki de. Bu cümleleri Twitter arazisine bıraktıktan hemen sonra bir fotoğraf gelmişti. Bakırköy Tren İstasyonu duvarına, spreyle yazılmış: İnsan insanı yeşertir... Muhakkak öyledir:

"Mevlânâ'nın çok güzel bir sözü var, 'Nasıl susamış bir dudak suyu ararsa, su da susuzluğunu dindireceği bir dudak arar,' diyor. Yalnızlığın yarattığı yoksunluk ağrısı, aynı fizyolojik ağrı gibi, beyinde ağrıyla ilgili merkezleri aktive ediyor. Bir tür ruh ağrısı yaşıyoruz. Ve bize 'Git insan bul, çünkü sen insan olarak insanı arayan bir varlıksın!' diyor. Hepimiz sosyal varlıklarız, insana ihtiyaç duyuyoruz. İnsanla var oluyoruz. 'Ne yanar kimse bana âteş-i dîlden özge / ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı' demiş Fuzûlî. Kapımızı bir sabah rüzgârı çalsın istiyoruz, bir insan sesi bizi onaylasın, bizi dinlesin, bize bu dünyada varlığımızın bir işe yaradığını hissettirsin."

İnsan insanı yarasından tanır, o yaradan dost olur, yoldaş olur. Yine aynı yaradan üzer, kırar ve yaralar. "Ayağımdaki yara, yerin inişli çıkışlı olduğunu öğretti bana" diyor Sohrap Sepehri. "Ben ki kiracıyım bir acıya" diyor Metin Altıok. İnsan hayata açılırken yaralarına da açılır. Bu yüzden yaşamak yaralanmaktır. Yaşamayı seviyorsun o hâlde yaranı da sev. Onarır, sağaltır bu sevgi.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf