19 Mart 2020 Perşembe

İnsandan içeri ama insandan öte öyküler

İlgimi tümüyle üzerinde yoğunlaştıran ‘agresif’ diye tanımladığım ‘aykırı’ üsluplu metinleri daha bir keyifle okuyorum. Elbette yazıdaki agresifliğin/aykırılığın dozu önemli. Zira bu üslubu metni saçmalamaya vardıran ‘absürt edebiyat’ ile ince bir çizgi ayırıyor. Her cümlesine aforizma, kelime oyunu ve/veya espri boca eden takıntılı/kasıntılı yazarların boğucu eserlerini okumak yoruyor.

Akademisyen olarak tanıdığımız Alper Bilgili’nin öykü kitabı Karınca İncitmez Arthur Balyan’ın Tuhaf İntikam Planı söz konusu çizgiyi koruyanlardan. Vadi Yayınları’ndan çıkan doksan beş sayfalık eserde on iki öykü bulunuyor. Kitapta anlatılanlar genel olarak sosyoloji, psikoloji, felsefe, tarih, coğrafya, sanat, bilim ve din konuları etrafında şekilleniyor. Uzak ve yakın tarihin işlendiği öyküler bir yerden sonra modernizm eleştirisine dönüşüyor. Bu eleştiride modern paradigmanın figüranı olmayı seçen insan da nasibini alıyor. Kitaptaki öyküleri konuların ele alınış biçimi ve üslup açısından postmodern edebiyat örneği olarak değerlendirebiliriz. Bunun yanı sıra Bilgili’nin sıkça başvurduğu atıf ve analojilerde akademik birikimi ve disipliner yaklaşımının etkisi olduğu açıkça anlaşılıyor.

Alper Bilgili öykülerinde bir dekor olarak kullandığı İstanbul’un tarihsel süreç içinde şekillenen farklı etnisite ve dinsel mensubiyete dayalı kozmopolit yapısından yararlanmış. Bazı öykülerde ise İstanbul’a dair tarihi kişi ve mekânlara yer vermenin ötesine geçerek Anadolu’dan Endülüs’e, Balkanlar’dan Avrupa’nın içlerine kadar geniş bir coğrafyada dolaşıyor. Geçmişte insanlığı etkileyen olaylardan günlük hayata akseden kesitlere ve çoğu zaman dikkate almadığımız detaylara yer veriyor. Burada dikkat çeken en önemli nokta, yazarın mensubu olduğu sosyo-kültürel yapının değerlerini önemsiyor oluşu diyebiliriz.

Müellif öykülerinde yalnızca yukarıdaki konuları kullanmıyor. İnsanın karakterini yansıtan aşk, fedakârlık, özgürlük, inanç gibi his ve eğilimlere de yer veriyor. Sevgiden nefrete varacak şekilde geçişken etkileşimi bireyden başlayıp toplumu da içine alan sosyo-psikolojik analize tabi tutmuş diyebiliriz. Bazı öykülerde gerçek ile gerçeküstünün bir arada kullanıldığını görüyoruz. Bu bağlamda zamanda yolculuk ve metamorfoz olguları mistik/metaforik bir üslupla ele alınmış. Söz konusu yöntem örtük bir anlam dünyası oluşturarak mesajın muhteviyatını ve sınırlarını okurun muhayyilesine bırakıyor. Ayrıca alt metin olarak modern düşüncenin insanı kendine yabancılaştıran yapısının günlük hayata yansımaları şeklinde okumak da mümkün. Alper Bilgili, bilgiyi dünyalığa indirgeyerek hikmetin üzerini örten anlayışın yol açtığı atomize olmuş hayatın fotoğrafını çekiyor. Karınca İncitmez Arthur Balyan’ın Tuhaf İntikam Planı insana ve hayata farklı bağlamlarda bakmaya olanak sağlayan bir kitap.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

12 Mart 2020 Perşembe

1990'lı yıllardan beri hiç değişmeyen hâllerimiz

Eyüp Aygün Tayşir, Türk edebiyatına çok geç girdi. Araştırma ve akademik uğraşlarının sonunda, ancak 2016 senesinde bir roman yayımladı ve aslında daha o romanıyla yazarlık becerisi hakkında sağlam kanıtlar sundu okura. 4 Hane 1 Teslim kitabından sonra 2018 yılında Tuhaflıklar Fabrikası ve geçtiğimiz yıl da akademik yönü olan, "Bu Tez Nasıl Bitecek?" isimli bir kitap yayımladı. Tür olarak romanı tercih eden yazarın öyküye geçişi ise 2020 yılının başında gerçekleşti: Sabitâlem Mahallesi.

Tayşir’in bu son kitabı bize, onun öykü türünde de ne kadar yetkin bir yazar olduğunu gösteriyor. On bir öykünün bulunduğu Sabitâlem Mahallesi 163 sayfadan oluşuyor. Öykülerinde genel olarak insan ilişkilerini ve toplumsal davranışlardaki ince detayları kaçırmadığını görüyoruz Tayşir’in. En önemli özelliklerinden biri ise yazarın her sosyo-ekonomik düzeydeki insanı aynı hassasiyetle gözlemleme yeteneği. Tayşir’in öykülerinde insanı insanın kurdu olarak görenlerin de bulabileceği şeyler var, umudu olarak görenlerin de.

İlk öykü Anadolu Kaplanı Halis Bey ve ailesinin yolculuklarını işliyor. Ailenin nereye gittiğini bilmediğimiz bu öyküde yazar, özellikle Halis Bey üzerinden realist bir anlatımla öyküsünü sürdürüyor. Özellikle atmosfer oluşturma konusunda kitabın başarılı öykülerinden Anadolu Kaplanı. Karakterler veya olay hakkında fazla bir detaya girmeyen yazar 90’lı yılların politik ve ekonomik durumuna hem kısa birer cümleyle hem de Halis Bey’in iç düşünceleriyle değiniyor. Anlık bir durumdan bir hikâye çıkarıyor yazar. Hem de okurun gözüne gözüne sokmadan, hem örtük hem de açık bir anlatımla.

Kitaba adını veren Sabitâlem Mahallesi öyküsünde yazar en iyi anlatımlarından birini gerçekleştirmiş. Bir topluluğun nasıl değişebildiğini, toplumun iç dinamiklerini, insanların iyi ve kötü yönleriyle beraber olaylar karşısında tavır alışlarını bir kenar mahalleden, mahalleye nereden geldiği belli olmayan bir çiçek metaforuyla anlatan Tayşir’in gözlem gücü dikkat çekiyor. Nüfusunu Allah’tan gayrı bilenin olmadığı, yamaç yönündeki gökdelenin tepe katlarından bakıldığında, sokaklarında bir aşağı bir yukarı koşturup duran küçüklü büyüklü çocuklarıyla mahalle, yazlık yörelerdeki ‘her şey dâhil’ otellerin su parklarına benzeyen Sabitâlem Mahallesi’nde sıradan bir günde başlayan olaylar zincirinde yazar hem politik bir tavır alış ve eleştiri örneği sunuyor hem de toplumu ‘alt’ tabakasının hayatını karakterler üzerinden detaylı bir gözleme tâbi tutuyor. Yerel ağzı iyi kullanan ve insanları iyi tanıyan yazar başarılı bir mahalle havası çiziyor ve insanın ‘ne’ olup ‘neye’ dönüşebileceğini ustaca anlatıyor. Politikacılara zaman zaman ‘sitemlerini’ sunarak: “Seçimler yaklaşmıştır. Yanında arsa ve inşaat imparatoru olarak tanına ve Şekip’in derhal koşarak elini öptüğü bir kalantorla kahveye gelen belediye başkan adayı, ‘Böyle acılı günde oy lafı yapacak kadar namert değiliz,’ diyerek başladığı sözü, ‘seçilirsek Şehitler Anıtı’nı biz yapacağız ve tapuları derhal dağıtacağız!’ diyerek sürdürmüştür.

Üçüncü öykü olan ve farklı bir anlatım içeren İntikam öyküsüne de kısaca değinmek gerekir. Bu öyküde yazar diğer öykülerindeki realist veya romantik anlatım yerine sürreal bir anlatım tercih etmiş. İnsanın geçmiş ve geleceğiyle hesaplaşmasını bu anlatım tarzı üzerinden anlatmayı tercih etmiş yazar. Kim geçmiş, kim gelecek, kim daha farklı bir geçmiş gibi bazı durumların zaman zaman silikleştiği ve iç içe geçtiği öyküde en başarılı şey, karakterin duygu durumunun okura iyi bir şekilde hissettirilmesi: “Kalbine kulak veriyor; ritim, suda arka arkaya hızla seken düzgün yüzeyli çakıl taşı gibi gitgide yavaşlıyor ve bir noktada sakinleşip doğasına uyarak usulca batıyor. Yapabilecek mi? Bir anlık boşluk…

Kitabın üç tane uzun öyküsü var. Ve fark ediliyor ki yazar uzun tuttuğu öykülerinde hem anlatım hem de konu olarak daha başarılı oluyor. Bu demek değildir ki kısa öyküleri kötü; ancak uzun öyküler parlıyor kitapta. Çünkü yazar, en önemli gücü olan insanı anlatma başarısını bu öykülerde daha çok detaylandırabildiği için öykünün kalitesi de artıyor. Fakat bu öykülerinin bence bir olumsuz yönü var: Tayşir’in karakter kadrosunu geniş tutması ve her karaktere isim vermesi. İsim verilen her karakter öyküde daha bir kanlı canlı oluyor ve dikkat edilmesi gereken unsurlar arasına giriyor. Bu da okuru yorabiliyor bir yerden sonra.

İnsanın ‘yorgunluğu’nu anlatabilmesi ve bazı anıların kişi üzerinde bıraktığı psikolojik durumları başarılı bir şekilde işleyebilmesi yazarın bir diğer başarısı. Belli bir alana hapsolmamış yazar. İnsanı fiziksel, ruhsal, gelecek, geçmiş vs. yönlerinden gözlemleyip değerlendirmiş. Aynı zamanda insanın zaafları da (örneğin sebepsiz önyargı) öykülerde kendine yer bulanlardan. Nakliyeci Zeki 1 ve Nakliyeci Zeki 2, iki ayrı öykü olarak bu durumun biraz da mizahi bir anlatımla işlendiği öykülerden. İnsan nedir? Birbirinin devamı niteliğinde olan bu iki öyküde bunu net şekilde görebiliyoruz.

Yazar her öyküsünün başına farklı yerlerden bir veya iki tane alıntı koymuş. Tabiî bu alıntılar rastgele seçilmemiş, öykünün anlatmak istediğini veya öyküdeki karakterin duygusunun ipuçlarını verebilecek içerikte alıntılar seçilmiş. Bu durum benim için artı bir puan demek. Çünkü bununla okurun öyküye hazırlandığını düşünüyorum.

Fazla karakter kullanımından başka bir eleştirimi daha belirtip yazıyı sonlandırmak istiyorum. Yazar zaman zaman kişi veya çevre tasvirini fazla uzatmış. Bu, romanda veya uzun öykülerde çok da dikkat çekmeyebilir; dikkat çekse bile roman veya uzun öykü bunu kaldırabilir ancak 8-10 sayfalık öyküler bu durumu kaldıramayabiliyor. Bunun törpülendiği öyküler daha sade olurken yoğunlaştığı öyküler okurken aksaklık meydana getirebiliyor.

Öykü yazmak roman yazmaya göre daha zordur derler bu işin ustaları. Çünkü öyküde, özellikle kısa öyküde vurucu olmak zorundadır yazar. Tayşir’in birçok öykülerinde bu durum var. Öykü olarak ilk kitabı bu yazarın ama okunduğunda gayet başarılı öyküler görecektir okur. Bazı yazarlardan anlatım olarak ufak esintiler de olsa kendi tarzını net biçimde görüyoruz yazarın. Çevremizde her an görebileceğimiz insanların karakter olarak karşımıza çıktığı Sabitâlem Mahallesi kitabı, bize insanı anlatması bakımından son derece değerli bir yerde olacaktır.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Enver Paşa, Türkistan ve mücadele anıları

Enver Paşa’nın Türkistan mücadelesi sırasında yaverliğini yapmış olan Bartınlı Muhiddin Bey’in hatıraları 2011 yılında Paraf Yayınları tarafından meraklılarına sunuldu. Kitabı hem hatırat hem seyahat hem de tarih kitabı olarak okuyabiliriz.

Kitapta Enver Paşa’nın Türkistan’da başarı elde etmesinin mümkün olup olmadığı tarihsel ciddiyetle ve sorgulayıcı bir zeminde sürdürülüyor. Muhiddin Bey’in en nihayetinde vardığı sonuç ise başarılı olmanın mümkün olmadığı yönünde. Bunu ise yazar şu şekilde gerekçelendiriyor:

Türkistan’da milliyet şuuru neredeyse hiç yoktur. Çarlık Rusya’sı yerli ahaliye herhangi bir müdahale ve baskıda bulunmamak suretiyle onların uyuşukluklarını sürdürmelerini amaçlıyordu. Ayrıca Müslümanlık ferdî uygulamalarda canlılık gösterse de toplum, yalan, talan ve yağma ile geçimini sürdürmede bir beis görmüyordu. Hülasa, bu bölgede Türkçülük ve İslamcılık siyaseti üzerinden yürütülecek bir politikadan beklenen verim alınamayacaktı.

Yazar, harekâtın başarısız olma nedenlerine ilişkin olarak Zeki Velidi Togan’ın gerekçelerine de kısaca değinir. Togan’a göre en temel sebep, Enver Paşa’nın 1,5 ay esir tutulmuş olmasıdır.

Eserde Enver Paşa’nın Türkistan harekâtına ilişkin bir düzlem oluşturulup girizgâh yapıldıktan sonra, Azerbaycan ve Türkistan’da Enver Paşa’ya hasredilen marş, türkü ve şehadetine yazılan ağıtları içeren bir kısım yer alıyor. Bu bölüm kültürel anlamda derli toplu bir içeriği okura sunması hasebiyle son derece dikkate değer duruyor. Bartınlı bir ihtiyat zabiti (yedek subay, asteğmen) olan Muhiddin Bey, tutuklu kaldığı Bekirağa Bölüğü’nden kaçıp Türkistan seferine Enver Paşa’nın yaveri olarak iştirak eder. Daha sonra Enver Paşa özel temsilci olarak Muhiddin Bey’i Afganistan’a gönderir, Enver Paşa’nın şehadet haberini de bu görevi ifa ettiği sırada orada alır. Eseri kıymetli yapan hususiyetlerden biri tarihi birinci elden ve vesikalarla ele alıp aydınlatıyor oluşudur. Her ne kadar hatıratlarda objektif bakış açısından uzaklaşıldığı yönünde eleştiriler çoğu zaman yapılıyor olsa da Muhiddin Bey’in hatıratında ifade ettiği hadiselerin tarihsel gerçeklikle örtüşen yanları daha ağır basar. Sözgelimi Enver Paşa’nın Batum’a gelişi üzerine, Anadolu’ya geçip iktidarı eline geçirme niyeti taşıdığına dair söylentilere dönemin dergilerinde yayımlanan tekzibname niteliğindeki metinlerden istifade ederek mukabele ve muhalefet eder. Dolayısıyla vesikalara dayalı, tarihsel ciddiyetten sapmayan bir hatırat var karşımızda. Enver Paşa ve arkadaşlarının vatanperverliklerine gölge düşürecek art niyetli söylemlere reddiye mahiyetindeki metinler, Berlin’de çıkan Liva-ül İslâm mecmuasından iktibas edilmiştir. Hatırat, ilgilisine bir kaynağı da işaret ettiğinden alaka uyandırabilecek nitelikte duruyor. Kronolojik sıra takip edilerek aktarılan ve kurguya yaslanmayan metin, Enver Paşa’nın Türkistan mücadelesini tek solukta okuma imkânı da sağlıyor okurlara.

Hatıratta ayrıca Enver Paşa’nın dönemin gazetelerinden Öğüd’de yazdığı mektuba da yer açılması, Paşa’nın gündeme dair tavrını ve genel anlamda siyasi fikriyatını ele vermesi adına son derece kıymetli:

Bizim istediğimiz halkın kendi kendisini idaresine, halkın hâkimiyetine gitmemizdir” diyen Enver Paşa’nın millet iradesine dayanan bir siyasi modele meylini bizzat onun ağzından da duymuş oluyoruz.

Enver Paşa’nın “Biz komünist değiliz. Fakat herhalde halkı mezara götüremeyeceği zenginlik hırsına sevk edecek aşırı kazanç aleyhindeyiz ve aynı zamanda geri bırakacağı evladını tembelliğe sevkten başka bir şeye yaramayan mal yığmak hevesine mani’ olacak ve çalışanların yaşadıkça rahat yaşamalarını temin edecek usullerin vaz’ı (konulması) taraftarıyız.” dediğini de yine bu mektup vesilesiyle keşfediyoruz. Paşa’nın toplumsal çapta ileri sürdüğü ekonomik yaklaşımlarının izlerini görmek esasında epey alaka uyandırıyor.

Anı yazılarına özgü bir hususiyet olarak burada da hatırat sahibinin şahsi izlenimlerine tanık oluyoruz. 1921 sonbaharında Hazar Denizi’nden geçtikleri esnada süt liman bir su yüzeyi oluştuğunu belirten yaver Muhiddin Bey, Enver Paşa’nın günlük hayatının bu yolculuk sırasında da intizamını kaybetmediğini ve okumalarını sürdürdüğünü bir anekdot olarak aktarıyor.

Hatıratta kullanılan üslup sayesinde okur, tarihsel olanın yoğunluğu altında ezilmekten de kurtuluyor. Sözgelimi, seyahat sırasında misafir edildikleri evlerde kendilerini ağırlayanların ikramlarından da bahis açılıyor. Abdurrahman İşabaşı’nın evinde yeni kesilmiş koyun eti, pilav yanında o bölgenin özelliğini yansıtan bir tabak ilave edildiğini belirten Muhiddin Bey, ayrıca kavunların çok tatlı olduğunu, iplere dizilmiş Şam fıstıklarından çerez verildiğini de ekliyor. Bu tür bir anlatı tekniğine başvurulması metnin seyahat yazısı niteliği kazanmasını da sağlıyor.

Hatırat Enver Paşa’nın elim şehadet hadisesinin anlatılması ile nihayetleniyor. Enver Paşa’nın Çegen’de bulunan türbesinin kutsal bir ziyaretgâha dönüştüğünden, her gün hatm-i şerif tilaveti yapıldığından ve Buharalılar tarafından türbede kurbanlar kesildiğinden de yine bu hatırat aracılığıyla haberdar oluyoruz.

Son sayfalarda ilaveten kendisine yer bulan, Enver Paşa’nın Liva-ül İslâm’da yayımladığı yazılar, Paşa’nın İngiliz siyasetine karşı İslam toplumlarını samimi bir dille kardeşliğe ve birlik olmaya çağırması adına işlevsel duruyor. İslam ailesini oluşturan unsurlar arasına İngilizler tarafından atılan nifak tohumlarına dikkat çeken Enver Paşa, İslam milletlerinin cehaletinden istifade ederek aralarındaki en kuvvetli rabıta olan din gerçeğini kırmanın hedeflendiğini apaçık biçimde beyan ediyor. Fakat Paşa tüm bu menfi gelişmelere rağmen ulemanın ve tahsil gören gençlerin varlığıyla İngiliz projelerinin bertaraf edileceği ümidini de her zaman taşıyor.

Remzi Köpüklü
twitter.com/remzikopuklu

11 Mart 2020 Çarşamba

Hakikat denizinde aşk oltasına vuran balıklar

"Kalbin pir sen mürit, kalbin hizmet edilen sen hizmetçi, kalbin amir sen memur olduğunda bütün şerefler sende ortaya çıkar ve kalp seni kabul eder, seni terbiye eder. Bu iş öyle bir noktaya ulaşır ki artık her gün senin hizmetin görülmeye başlar."
- Aynülkudât Hemedânî, Temhîdât

"Bazı ayetler inanan kimseler için bazı ayetler ince düşünce sahipleri için bazı ayetler yasaklara dikkat edenler, bazı ayetler bilenler, bazı ayetler düşünenler, bazı ayetler duyanlar -onlar Allah'tan öğrenen kimselerdir- içindir."
- İbn Arabî, Allah Adamları ve Kutuplar

Şehremini Lisesi'nde okuduğum yıllarda Silivrikapı'da yaşıyorduk. Liseden çıkıp eve gelene kadar birçok metruk kabrin, tekkenin önünden geçiyordum. Bunlardan biri de evimize yaklaşık yüz metre mesafedeki Halvetî-Sinânî şeyhi ve şair Seyyid Seyfullah'ın kabriydi. O yıllarda kabir son derece bakımsızdı, yazısı silinmeye yüz tutmuş bir levha dışında hazrete dair hiçbir iz yoktu. Halbuki tam o bölgede bir de hazretin irşâd faaliyetlerini sürdürdüğü Emîrler Tekkesi varmış vaktiyle. Hazret ahirete doğduktan sonra tekkesinin hazîresine defnedilmiş. Fakir de bilmezdim orada kim vardır, nelerle meşgul olmuştur, nasıl bir iz bırakmıştır deyu... Okuldan çıkıp eve -sağanak yağmurun da etkisiyle- süratle yürüdüğüm günlerden birinde hazretin başucunda bir zâtı gördüm. Kollarını iki yana açmış, bir sağa bir sola yaylanıyordu. Kuruyemişçi ve hemen karşı çaprazındaki internet kafenin işletmecisi bakıp bakıp gülüyorlardı. İyice hızlandım ve bu zâtın yakınına vardım. "Ah bileydiler bu yağan nedir?" dedi önce. Bu sözden sonra kalbimin atış ritmini neredeyse kulaklarımda hissederken "Ah bileydiler burada yatan kimdir?" diye ikinci sorusu geldi. Tutamadım kendimi. Tam o zamanlarda başlamıştım metruk kabirleri, tekkeleri gezmeye, not almaya, "Allah adamı" ve "meczup" denen kimseleri tanımaya. "Nedir ve kimdir?" diye sordum, aramızda beş on metre ya var, ya yok. Eliyle işaret ederek beni yanına doğru çağırırken "Gel de söyleyelim madem öyle" dedi. Gittim. Eğildi kulağıma, "Yağan da yatan da aynı şey" dedi. Daha fazlasını istiyordum ben, aslını, esasını, yani teferruatını. Gözlerimden anlamış olacak ki bu kez daha kısık sesle ve gülerek "Yağan da rahmet, yatan da rahmet; yağdıran da rahmet, yatıran da rahmet" dedi, kasketini taktı, boynundaki dağınık takıları gömleğinin içine sokuverip paytak adımlarla sokağa daldı. Tek başıma kalmıştım. Yağan da oradaydı yatan da. Yağdıran da oradaydı yatıran da. Mahallenin deli dediği veli, fakiri rahmetin hakikatiyle baş başa bırakıvermişti işte. Yüzümü eve doğru döndürüp tekrar yürümeye başladığımda kuruyemişçi arkamdan "Alınma bir şey dediyse, Allah'ın delisi işte..." diye bağırmıştı. Elbette öyle; Allah'ın delisi o, deli divane olmuş Allah'ına...

Yazdığı pek çok kitapta insanın hem yüreğinde hem de yaşadığı coğrafyada saklı olan hazinelerin peşine düşmesi gerektiğine işaret eden bir gönül insanı Sadık Yalsızuçanlar. Bir okur olarak hissiyatım hep böyle oldu. Zaman zaman düşünmüşümdür dağılanı toparlamak görevi yazara düştüğünde, bu görevi gerçekleştirirken yazma eylemi bir iç kanamaya dönüşmez mi? Allahualem. Facebook'ta paylaştığı fotoğrafta kitabın adını ve kapağını görünce ne yalan söyleyeyim, imrenmiştim. Eş, dost, yakınlar bilirler; hep böyle bir isme ve içeriğe sahip bir kitap yazmayı hayal etmiştim. Hâlâ da ederim ancak Yalsızuçanlar yine üzerine düşeni yaparak bana vaktiyle yazmış olduğum bir şiirdeki dizemi hatırlattı. "Hayal kurma rüya yakala" demiştim o şiirde. Yahya Kemal boşuna mı demişti "bir ulu rüyâyı görenler şehri" diye. İşte bu kitap, Allah'ın Adamları, böyle bir kitap. Bir ulu rüyayı görenlere, o rüyanın peşinden gidenlere, o rüyanın gerçeğin ta kendisi olduğunu gösterenlere dair bir kitap.

Deli Nuri, Christopher, Deve Abidin, Artis, Ayı Oynatan, Yalınayak, Parçalı Hasan, Ceset Sâmi, Deli Âlim, Salih Baba, Saman Kafa, Gar Delisi, Zeyno, Yuh Baba, Epelek, Sebo, Ardavan Amca, Taşlatan Hüseyin, Deli Yusuf, Safdil Müntehir, Öpücük Kemal, Çıplak Emine, İntizar Nedim, Ensalakben, Haftalıkçı, Cesur Hanım ve daha nice meczup, mağlup, meclup yani mecnunun hikâyesi var Allah'ın Adamları'nda. Her biri okuyanı yaşadığı şehrin ücra mahallelerine, caddelerine, sokaklarına çıkarabilir elbette ancak doğduğundan beri İstanbul'da yaşayan bir okur olarak gözümde hep Fatih ve Üsküdar canlandı. Çünkü en çok oralarda gözümüze çarpardı 'bu tip' kimseler. Kimi zaman hor görülürlerdi, kimi zaman da el üstünde tutarlardı. Şu çok netti ki onları el üstünde tutanlar onlarla daima beraber olanlardı. Hâl olarak, dünyaya bakış biçimi olarak, yaşayış olarak. Nasıl ki damdan düşenin hâlini damdan düşen anlıyorsa, mecnunun hâlini de bir başka mecnun anlıyor zira.

Tüm duyguları ruhlarında toplayan bu adamlar yeri gelince güldürdükleri gibi yeri geldiğinde incitebiliyorlar da. Sarsan ve hayrete düşüren tarafları ise daha ulvi şüphesiz. Ancak onların dilinden anlayabilmek için ya bir filtreye ihtiyaç oluyor ya da bilen birine. Filtreler daha çok gelenekler ve görenekler elbette. Bu filtelere göre 'muhtaç olan' diye özel bir kesim yok çünkü insanların hepsi birer muhtaçtır. Dolayısıyla herkes herkese gücü yettiğince destek olur, hor görmez. Filtrelerin dışında mahallenin dedeleri ya da irfan sahibi kimseler devrede olur daima. Onlar mecnunlarından dilinden iyi anladığı gibi diğerlerinin de anlamalarını sağlar. Bunlar için hayatî tarafları. Edebî tarafında insanı en çok etkileyen şey şüphesiz kontrast oluyor. Yani bir mecnun ve onun dilinden anlamayan biri.
Böylece okur olarak hem gülüyoruz hem de hüzünleniyoruz. Kitabın ilk hikâyesi Deli Nuri'den:

"Yeni Cami müezzininin hoparlörden sesi duyuldu: 'Allahu ekber Allahu ekber!'
Nuri bir süre dinledi, sinirlendi. 'Allah belanı versin!' diye bağırdı.
Faytoncu Bekir, oruç sarhoşluğuyla, 'Yine ne oldu, ne diyorsun be adam!' diye çıkıştı.
'Bela okuyorum' dedi Nuri.
'Kime?'
'Müezzine.'
'Niye ki?'
'Gaflet halinde okuyor ezanı' dedi Nuri. Bekir bir şey anlamadı.
Sokak köpeklerinden biri havlayınca Nuri, 'Buyurun efendim' diye seslendi.
Boz köpeğin ardından birkaçı daha seğirtti.
Nuri paketi açtı. Ciğeri köpeklere bölüştürdü. Faytoncu yaklaştı.
Elindeki dürümden bir parça koparıp uzattı.
Nuri aldı, ısırdı, gerisini köpeğe uzattı.
'Ne dedin sen?' diye sordu Bekir.
Nuri, 'Lebbeyk efendim' dedi.
'O ne demek oluyor şimdi?!'
'Şu demek oluyor. Bu, müezzin gibi gafil değil. Havlayınca, 'hiç bir şey yoktur ki Allah'ı hamd ile tespih etmesin' ayetini hatırlattı. Ben de buyursunlar efendim dedim.
"

Bir de Taşlatan Hüseyin var. Onun yanında hâlden anlayan ve okura da anlaması için küçük bir katkı sunan -soru soran- bir figür de var:

"Gündüzleri sokakta hırpani kılıkla dolaşırdı. Çocukların en büyük eğlencesiydi. Gördüklerinde hemen yerden taş toplar, atmaya başlarlardı. Kaçar, çocuklar taşlar; diğer sokaktan dolanır tekrar gelir, çocuklar yine taşlardı. Adı, Taşlatan'a çıkmıştı. Geceleri nöbetçi eczanelere giderdi. Bütün eczacılar tanırdı. Onlarla yârenlik eder, saatlerce eczanede otururdu. Çok sevdiği bir doktor vardı. Onu kollardı. Acil çağrıldığında yoluna çıkar, 'Doktor acele etme, çocuk gitti' derdi. Doktor hastaneye vardığında yaralı çocuğun öldüğünü öğrenirdi. Bir başka gece, 'Doktor telaşlanma, hastan iyileşecek' derdi. Ölümcül hastanın iyi olduğunu görürdü doktor. Bir gün, 'Kendini niye taşlatıyorsun Hüseyin?' diye sordu. 'Taif sünneti bu doktor' dedi."

Kitabın bolca süsü var. Hepsi bir başka 'Allah Adamı'na işaret ediyor. Bu da Sadık Yalsızuçanlar'ın okuyucuyu hiç yormadan, onun gönlünü genişletmek için verdiği çok kıymetli emeklerden biri fakire kalırsa. Üstelik bu diğerlerine göre 'ünlü' olan Allah adamlarına dair öyle çok fazla kitap, sohbet de yok ortalıkta. Peşine düşmek gerekiyor, gayretle ve samimiyetle. Ali Şîruganî Dede (ö. 1126/1714), Tüfekçizâde Sâlih Baba (1847-1907), Yaman Dede (1887-1962), Frithjof Schuon (Îsâ Nureddîn, 1907-1998), Abdurrahim Reyhan Erzincanî (1930-1998), Halûk Nurbâki (1924-1997) ve yine satır aralarında yâd edilen birbirinden güzel adamlar. İman etmişiz ki onlar her daim hayattalar, varlar ama varlıklarından çoktan sıyrılmışlar. Kitaptaki Hamal Sebo da öyle mesela:

"Yük ağır Seboo!, diye bağırdı tekel bayisinden Recep.
'Yük ağır, hele kin ve kibir olursa' diye seslendi Sebo.
Yükü indirdi. Yandaki büyük metal çöp tenekesi boşaltılırken yeri değişmişti, kaldırıp yerine koydu. Kıraathanenin dışarıdaki masasını düzeltti. Sandalyeyi çekti, oturdu:
'Yük ağır, çay ver' dedi.
Kahveci çay getirdi.
'Sebo yetmedi mi niye eşek kullanmıyorsun?'
Hamalların çoğu eşekliydi. Dar ve dik merdivenlerden onca yükü kolaylıkla çıkarabiliyorlardı.

Bir eliyle diğerine vurdu:
'Bundan âlâ eşek mi olur, taşısın işte...'
'İlla taşıyacak yani?'
'Ben ona binene kadar taşıyacak.'
...
Birkaç gün çarşıda görünmedi.
Cuma günü Çarşı Camisi'nde namazını kıldı.
Tek tek esnafı dolaşıp helallik istedi.
'Yük bitti, o bize değil biz ona bindik şükür, merak etmeyin, ben Allah'ın emriyle öleceğim' dedi.

O günün akşamı öldü.
Meğer gömülmek istediği yeri caminin imamına vasiyet etmiş.
Tabutunu taşıyanların aklında, 'Tahta ata bineceğim' sözü dolaşıyordu."

Haydi bu kadar yetsin artık. Kitabın tadını kaçırmayalım, sürprizi bol bu muhterem zâtların hikâyelerini meraklı okurlara bırakalım. Yazarına da gönülden teşekkür edelim. Güncelin ve gündemin boğuculuğunda bizlere sunduğu bu büyülü nefesler için.

"Benim ve senin aranda varlığım bana sıkıntı veriyor. İkrâmınla bu varlığı ortadan kaldır." diyor Hallâc-ı Mansûr. "Perdenin gerisinde, ben ile seni bir konuşturan var. Perde kalkarsa, ne sen kalırsın ne ben." diyor Ebu'l-Hasan Harakânî. Kanlar içinde kıvrana kıvrana ölürken gülümseyip "Ohh bitti!" demiş İntizar Nedim...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

8 Mart 2020 Pazar

Kimlik neyimiz olur? - II

Üzerinden iki yılı aşkın süre geçmiş: Tarih Kimlik Hanefilik adlı kitabın değerlendirmesinde Türkiye’deki mevcut kimliğin pratikteki kullanımına vurgu yapmıştım. Orada da belirttiğim üzere, çalışma kısıtlı bir alanı/bölgeyi/toplumu ele almasının dışında kimlik oluşumuna dair teorik bir açılım barındırmıyordu. Kitapta yazılanlar bu topraklardaki geleneksel İslami anlayışın olumladığı ‘hamasi’ (ya da biraz yumuşatırsak melankolik) kimlik olgusunun ‘pratikteki’ anlamsal karşılığına denk geliyordu. Oysa zamanın ruhu sosyolojik ve felsefi açıdan çok daha derin ve teorik açıdan çok daha kapsamlı analizleri zorunlu kılıyor. Bu yazıda ele alınan kitap söz konusu zorunluluğu anlamlandırmaya yönelik dikkate değer bir çalışma diyebiliriz.

Kimlik insanın nerede durduğunu gösterir. Bir başka deyişle, bireyi ya da toplumu etnik, dini, siyasi, sosyal veya kültürel açıdan konumlandırır. Kısacası duygu, düşünce ve hareketin zeminidir kimlik. Peki, bu kadar önemli bir olgunun meydana gelmesinde insan müdahil midir yoksa kimlik insana ‘verili hâlde’ mi ulaşır. Bu konuda insanın etkisi ya da etkilenirliği ne kadardır?

Zygmunt Bauman (1925-2017) Kimlik adlı çalışmada bu soruların cevabını arıyor. Perspektifi oldukça geniş tutan Bauman, kimlik kavramını modernizm ve postmodernizm bağlamında değerlendirerek farklılıklarını ortaya koymaya çalışıyor. Bauman’nın kullandığı başat kavramların ‘akışkan modernite’, ‘katı modernite’, ‘küreselleşme’ ve ‘ulus’ olduğunu görüyoruz. Bu kavramlar ve bu kavramları ele alış biçimi onun sosyolojisine aşina olanlar için kolaylık sağlayarak konuyu anlamlandırmaya yardımcı oluyor.

Heretik Yayıncılık etiketini taşıyan yüz yirmi sayfalık eserin çevirisi Mesut Hazır tarafından yapılmış. Kitaptaki akış bir söyleşiyi andıran soru-cevap şeklinde ilerliyor fakat kitabın ilk sayfalarında söz konusu iletişimin yüz yüze değil de, (Benedotto Vecchi ile) elektronik posta aracılığıyla yapıldığını öğreniyoruz. Bu yöntem bir taraftan konunun kopuk kopuk ele alınmasına yol açarken bir taraftan da konuyu soruları yönelten kişinin etkisinden çıkararak tümüyle Bauman’ın kontrolüne (bir anlamda keyfiyetine) bırakmasına neden oluyor.

Kitabın tümüne bakıldığında kimliğin tarihsel olarak geçirdiği aşamaların izi sürülebilir. Bu bağlamda kimlik olgusunun arkaik dönemdeki durumu ve bildiğimiz manada ne zaman kullanılmaya başlandığı, ulusçuluk akımının ortaya çıkışı ve etkisi, modernleşmenin oluşturduğu katı ve net çerçeve, postmodernizmin yol açtığı akışkan ve müphem anlayış ile küreselleşmenin getirdiği parçalayıcı süreçlere değiniliyor. Bununla birlikte günümüzde kabul gören kimlik kavramı açısından önemli parametreler olan ulus, millet ya da cemaat olmanın birey ve toplum açısından anlamsal karşılıkları sorgulanıyor. Bauman, insanın kimliğiyle ilgili seçme şansı ya da tercih ihtimali üzerinde dururken kurgulanan kimlik olgusunun buna müsaade edip etmediğini tespit etmeyi deniyor. Küresellik, yerellik, millilik, ulusluk, köktencilik gibi kimliklerin olumlu ve olumsuz yönlerinin neler olabileceğini belirlemeye çalışıyor. Özellikle karşıtlığının mümkün olmadığını iddia ettiği küreselleşmeyi tüm insanlık için nasıl olumlu hâle dönüştürülebileceğinin arayışına giriyor.

Bauman’a göre çok bileşenli, kaotik ve komplike bir kavram olan kimlik bir baskı ve/veya çıkar unsuru olarak kullanılmaktadır. Bu bağlamda ulusal kimlik gücünü birleştirici olmaktan ziyade kavgacı olmasından alır. Zira ulus kimlik oluşturulurken doğallık (organik) adı altında doğal dışılık (inorganik) kurgulanır. Devlet mekanizması devamlılığı ve etkisi için buna ihtiyaç duyar. Katı modernite dönemi için devletin sahip olduğu bu pozisyon akışkan modernite döneminde sermayenin etki alanına girerek devlet mekanizmasını sermaye için garantörlük konumuna indirgenmiştir. Devlet mekanizmasının biçim ve görevinin değiştiği bu süreçte liberal düşünce sosyal devlet anlayışını galebe çalmış, anayasalar dahi bu değişime uyumlu hâle gelmiştir. Kısacası kimlik kurgusal bir olgudur ve kurgular meşruiyet alanı oluşturmak için yapılır. Tüm bu yaşananlar sırasında toplumsal yapı ve sınıfsal farklar da değiştirmiş ve isçi olgusu ‘sosyalist’ manasını kaybederek burjuva kavramına yaklaşmıştır.

Zygmunt Bauman farklı siyasi, ekonomik, ideolojik ve dini yaklaşımların kimlik üzerindeki etkisinin katı modernite döneminde etkin olduğunu, bugün ise akışkan modernite sebebiyle paradigmanın tümüyle değiştiğini iddia ediyor. Katı modernite dönemindeki kesin çizgilerle çevrilmiş kavramsal çerçevelerin aşınması sonucunda kimlik olgusununun muğlak hâle geldiğini fakat küreselleşmenin getirilerinden yeterli oranda faydalanamamanın ters etki yaptığını belirtiyor. Ona göre başta dini olmak üzere tüm köktenci yaklaşımlar buradaki ‘yok sayılma’ sebebiyle oluşmaktadır. Sonuç itibariyle ötekileştirilen kişi ve gruplar için köktencilik cazip hâle gelmektedir. Zira köktencilik anında sert şekilde karşı koymakla birlikte katı modernite dönemindeki kesinliğe dayanan önerilerde bulunur. Böylelikle ölmek veya yaşamak anlamlı hâle gelmektedir.

Kimlik üzerindeki değişim insanın tüm ilişkilerinde de dönüşümlere neden olmuştur. Tüketim kültürünün parçası hâline gelen bireyler tatminsizlik ön kabulüyle başladıkları ilişkilerinde ‘kullan-at’ anlayışıyla hareket etmektedir. Bu anlayış aynı zamanda nitelikten ziyade niceliğe önem verdiğinden ilişki çokluğu kazanım/zenginlik/statü olarak kabul edilmektedir. Anı yaşamayı salık veren bu anlayışın ilk işi uhrevi olanı yaşamın dışına çıkarmaktır. Sonraki süreçte ‘Kanon’ yıpranmış ve etkisini yitirmiştir. Bu aşamada iletişim olgusu ve teknoloji kimlik yıpratmada ya da yeni kimlik oluşturmada kullanılan önemli araçlardır.

Kimlik, içerik açısından Bauman’ın diğer tüm eserleri gibi oldukça zengin bir kitap. Bu bağlamda kitabın ana konusu kimlik olsa da toplum, siyaset, ekonomi, din, etnik köken ve kültür gibi birçok konuya dair ufuk açıcı değerlendirmeler barındırıyor. Kendisi de bir savaş mağduru ve göçmen olan Bauman ara ara hayatı boyunca yaşadığı kimlik sorunlarına değinerek konuyu salt teorik çerçeveyle ele almak yerine hayatın içine yansıyan şekliyle de değerlendiriyor ve bu sayede gerçeğe/gerçekliğe çok daha yakın bir kuramsal anlatımı ortaya çıkarıyor. En önemlisi, Bauman yaptığı açılımlarla kimlik meselesini hem sosyolojik bir uğraş hem de felsefi bir konu olacak şekilde temellendirerek anlamlı hâle getiriyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

6 Mart 2020 Cuma

İnsanın aradığı ona ne kadar yakındır?

Bir şey, tek bir şey tüm yıkıma rağmen ayakta durur: İnsanın insanla karşılaşması… Gün oldu, bir yabancının bize bakışıyla bize göz kırpmasıyla uçurumun kıyısından döndük..."
- Cesare Pavese

Evet, yukarıda yazıldığı üzere, Manolya Gürocak’ın, Sağanak isimli romanı başlamadan evvel yazar, bizlere Cesare Pavese ile bir nevi romanın ana düşüncesini sunuyor. İz Yayıncılık’tan 2019 yılında çıkan bu nadide roman, bize gerek dünyanın gerçekleriyle ve birtakım sorunlarıyla yüzleşmemiz bakımından gerekse zengin edebiyat dili açısından güzel tecrübeler sunarken, Türk edebiyatı böyle değerli bir yazarın sahneye çıkarmanın tadını yaşıyor olsa gerek diye düşünüyorum.

İntiharın eşiğine gelen Efsun’un, Meryem ile tanıştıktan sonraki rahmani değişim hikayesini konu edinen romanda, kapitalizmin bünyesine yerleşen feminizmin genel deformasyonunu ile birlikte feminizmin önüne bambaşka, “izm”den uzak ve kadın ile erkeğin yaradılış kimliğini yadsımayan bir fikrin, bozulmuş ve kokuşmuş sisteme karşı oluşturulması yolunda ilerliyor. Fakat teoride ilerleme kaydedilse de pratikte işler istenildiği gibi gitmediğinden kapitalist sisteme karşı kapitalist sistemin içinde ölen bir insanla birlikte o yüce fikir de yok oluveriyor adeta. Ve aslında yazarın da dediği üzere şu sonuç ortaya çıkıyor: “İstersen en kusursuz, tıkır tıkır işleyen, en adil sistemi kur, insanoğlu bizzat kendisi kusurlu olduğu sürece o kusursuz sistemi de bozar ve kendine benzetir.

Fikirlerimi sonu 'izm' ile biten bir kelimeye sığdırmaya korkuyorum.

Ayrıca kitapta didaktik hava hemen seziliyor. Manolya Gürocak’ın edebi dili çok kuvvetli olmakla birlikte kitapta olay örgüsü sağlam planlanmış. Bazı bölümler, yazar istediği mesajı verdiğini düşündüğünden olsa gerek yüzeysel anlatılıp geçilse de bu romanın bütünlüğüne açıkçası pek zarar vermemiş. Akıcı bir şekilde ilerleyen kitabın sonlarına yaklaştığınızda insan ister istemez kendine soruyor: Birkaç sayfa daha fazla olamaz mıydı? Bu, tabii ki romanın lezzetinden ve bir o kadar kısalığından kaynaklanıyor.

Sonuç olarak sağlam bir kitap ile karşı karşıyayız. Bu kitap daha çok kişi tarafından okunup daha çok inceleme ve eleştiri yazısı yazılmalı ve Manolya Gürocak’ın kalemi hiç durmamalı diye naçizane düşünüyorum ve sözlerimi kitabın arka kapağındaki yazı ile bitiriyorum: Sağanak, hayatındaki savrulmalardan iniş çıkışlardan sonra kendisini bir gölün kıyısında bulan Efsun adlı karakterin deyim yerindeyse yeniden dirilişinin, kendini, hayatı ve bir nevi hakikatini bulmasının romanı. Kadın cinsiyetini yeniden tanımlayıp, kapitalist düzenin kadına ve aslında insana biçtiği role bir karşı duruş çabası. Güçlü bir dil ile inşa edilen roman, insanın aradığı her şeyin ne kadar yakında olduğunu sarsıcı bir kurguyla ortaya koyuyor.

Kitaptan birkaç alıntı:

Demek düşünmek herkese göre değil. Demek ki düşünmek herkese ferahlık vermiyor.

Doğduğun andan ölümüne kadar ismini işiteceksin. Bir telkin gibi… Büyü gibi… İsmin neyse o olmaktan kaçamayacaksın.

Yine de mümkün olsa o an, siz ile sen arasında orta mesafede bir zamir icat etmek isterdi.

Gözlerini suya dikti. Hiçbir yere gitmeyen, devinip dalgalanmayan, çoğalmayan, bulanıklığından gocunmayan, yarı bataklık durgun su birikintisine...

Yusuf Karakurt
twitter.com/sonsuzsakin

5 Mart 2020 Perşembe

Ancak anlamlı bir hayatta teselli bulunabilir

"Yaşamak acı çekmek midir ve yaşamı devam ettirmek çekilen bu acıda anlam bulmak mıdır sahi?"

Yirminci yüzyılın önde gelen ve varoluşçu terapinin temsilcilerinden olan, Avusturyalı psikiyatrist Viktor E. Frankl yazdığı bu başucu kitabıyla, hayatın anlamını gerçek anlamda sorgulama deneyimi sunuyor okurlarına.

İnsanın Anlam Arayışı'ndaki olaylar dramatik fakat Frankl’ın bu olaylara bakış açısı oldukça felsefi bir derinliğe sahip. Victor Frankl, ikinci dünya savaşı sırasında 4 milyondan fazla tutsağın imha edildiği Auschwitz Nazi toplama kamplarında yaşadığı mücadeleyi, tanık olduklarını, bu esnada hayatta kalabilmek için geliştirdiği Logo terapiyi ve insanın hayattaki acılara karşı nasıl iyimser olabileceğine dair düşüncelerini çarpıcı bir dille anlatıyor eserinde.

Kitabın ilk bölümünde yazar, Nazi toplama kamplarında yaşadığı olayları ve bu olaylarla başa çıkma mücadelesini sunuyor bize. Bir psikiyatrist olan Victor Frankl, toplama kampına gelişiyle birlikte ailesiyle olan bütün bağlarından uzakta, kendisi gibi kurban olarak seçilmiş bir ırka mensup insanların arasındadır.

Gaz odaları ve krematoryumlarda -ölü yakma odaları- cansız bedenlerini kül olmaya bırakanlar; sevdiklerinin, ailelerinin günden güne açlıktan, soğuktan, hastalıktan kıvrandığını, eriyip yok olduğunu görenler, tarihte yaşanmış en büyük acılara tanık olanlardır muhakkak. Frankl’ın yaşadıklarını dile dökmesi ne kadar zorsa, bizim onun yaşadıklarını anlamaya çalışmamız da bir o kadar zor. Zira senelerce süren bir katliama sabretmek, başa gelen bu acı olayların en çok da o manevi ızdırabını hissetmek, yaralı bir insanı onunla aynı yerden yara almadan anlamak hiç de kolay olmasa gerek.

İnsanın insana karşı her türlü zulmüne karşı ‘insan’ hayatta kalabilir mi? Bu sorunun cevabı ilerleyen sayfalarda veriliyor. “Yaşamak için bir ‘nedeni’ olan kişi, hemen her ‘nasıl’a’ dayanabilir”.  Nietzsche’nin bu sözü Frankl’in düşüncelerinin dayanak noktası olmuşa benziyor, çünkü toplama kampında yaşamı devam ettirebilmek ancak yaşamak için herhangi bir nedeni olanlar için mümkün oluyor. Yaşama yüklediği anlam, hayattan beklentiler veya hayatın bizden bekledikleri çok büyük acılarla dahi baş edebilmek için insana her zaman güç ve umut vermiştir. Umudunu ve gücünü yitirenler yaşam anlamını bulamamış olanlardır. Bugünün dünyasında pek çok insan da büyük bir boşluk ve anlamsızlık hissinden yakınıyor ve bu sebepten antidepresanlara sığınıyor değil mi? Psikolojide yaşama anlam verme ihtiyacının farkında olmama haline ‘Varoluşsal boşluk‘ deniliyor. Varoluşsal boşluk kendini ‘sıkılmışlık hissi’ ile dışa vuruyor. İnsanlar ev-iş arasındaki rutin hayattan sıkılıyor. Gerçekte bu sıkıntının yaşamın anlamını bulamamaktan kaynaklandığını ise pek azımız fark ediyor ve mutlu olmak için daha da anlamsız hayatlara sürükleniyoruz. Oysa mutluluk aranmaz anlam aranır, mutluluk ise bulunan bu anlamla beraber açığa çıkar. İnsan yaşadığı acılarda anlam, bu anlamda da mutluluk bulmayı öğrenirse bu başarı aynı zamanda insana acıyla başa çıkacak bir yeti de kazandırır. Herhangi bir dünyevi hazdan doğan hiçbir mutluluk, anlamın huzurunu sunamaz insana. "Hazlar gebe bırakır, acılar doğurtur" der William Blake, sadece hazlarla dolu fakat acının doğurduğu anlamdan yoksun hayatlar, yaşam boyu süren bir gebelik bulantısı verir. Wilhelm Schmid bir beyanda buluyor: “Mutluluk önemlidir ama anlam daha önemlidir. Hayatta tek meselenin mutluluk olduğu, modern hayattaki anlam kaybını mutlulukla ikame etmek isteyenlerin bir masalıdır; ama sırtına kesinlikle taşıyamayacağı bir yük yüklemiş olurlar böylece. Mutluluk hayatın güzel bir ilavesidir, mutluluktan nasibine bir şeyler düşen herkes buna minnettar olabilir ama insanlar ancak kısmen pay alabilirler ondan”. Bu durum, Terry Eagleton’da ise şöyle karşılık buluyor: “Kendine ‘Hayatım nasıl gidiyor?’ ya da ‘Hayatım daha iyi olabilir mi?’ gibi sorular sormamış bir kişi bilhassa öz farkındalık bakımından eksiktir”. Anlamın peşine düşmek bir çeşit farkındalığa ya da farkındalığa ulaşma çabasına işaret eder. Farkındalık dünyada olup biten bir yığın kötülüğün farkında olunması ve kişinin kendini tüm bunlardan münezzeh düşünmemesi anlamına da gelir.

Bir insanın, Auschwitz toplama kamplarındaki ağır yaşam koşulları, salgın hastalıklar, gaz odaları, açlık, soğuk, dayanılmaz işkenceler altında hayata devam edebilmesi ancak hayata verdiği anlamla mümkün olabilirdi. Auschwitz toplama kamplarındaki hayat, insanın zorluklara ne derece ve nasıl dayanabildiğinin en büyük örneklerinden biriydi. Bu insanlardan bazıları kendi yaşamlarında bir anlam- amaç bulamadıkları için mücadele etmeden ölmeyi göze almıştılar.

"Yaşamında hiçbir anlam, amaç, hedef göremeyen ve bu nedenle yaşamı sürdürmeyi anlamsız bulan kişinin vay haline!"

Albert Camus şöyle demişti: "Gerçekten ciddi olan tek bir sorun vardır; yaşam, yaşamaya değer mi değmez mi?' Peki ya anlamsız bir hayatta mutluluk mümkün müdür?". ‘Anlam yoluyla iyileşmek' anlamına gelen 'logoterapi'nin kurucusu Victor E. Frankl'ın da söylediği gibi insan sürekli bir anlam arayışı içindedir. Afrikalılar iki tür açlıktan söz ederlermiş. Biri maddi olan; yiyeceğe, giyeceğe, barınağa olan ihtiyaç. Diğeri ise ‘niçin?’ sorusunun cevabına duyulan açlık: Anlam açlığı. Auschwitz toplama kamplarında yaşananların sebebi neydi? Bugün dünyamızda var olan savaşların, katliamların amacı nedir? Vatanından sürülen ve evladı gözünün önünde öldürülen bir insan kendini nasıl iyileştirir? Yıllarca hapishanede düşman askerlerin tecavüzüne uğrayan bir kadın, bu acıya dayanacak gücü nerden alır? İnsanlar bunca acı ve ızdıraba niçin ve nasıl katlanıyor? Benim acı eşiğim nedir? Sen, en son ne için- ne kadar acı çektin ya da kimin acısını hissettin, hafiflettin? Acı çekmek ancak çektiğimiz acının bir anlamı varsa var oluşumuza bir katkı sağlıyor. Çekilen acı, yaşamda anlam bulmanın en önemli yollarından biri olabiliyor.

Yaşamını devam ettirmek için gelişmiş yaşam koşullarına sahip olmasına rağmen, insan, uğruna yaşanılacak bir şeyin olmayışından yakınıyor. Pek çoğumuzun yaşamak için sayısız aracı var fakat hiçbir amacı yok. Psikoterapi’nin savunduğu “Terapi yoluyla anlam” düşüncesine tamamen ters düşen ‘Logoterapi’, yani ‘anlam yoluyla terapi’ Frankl’ın öncülüğünde kurulmuş bir yaklaşım olarak Freud’un teorisinden ayrılıyor. Freud’un aksine Frankl nevroz türlerini kendi içinde kısımlara ayırıyor ve bu nevrozlardan bazılarını acı çeken kişinin, varoluşunda bir anlam duygusu bulamayışına bağlıyor. Oysa dinsel inancın derinliği ve gücü insana sonsuz bir anlam duygusu verebiliyor. ‘Sevgi’ yaşamak için başka bir neden olabiliyor.

Acı çeken insanın acısına burun kıvırmak asil insanlara yakışmaz. Öyleyse acı çeken insanı anlamla şifalandıralım, zira ancak anlamlı bir hayatta teselli bulunabilir.

Sevil Türkyilmaz
twitter.com/arzhal_