17 Ocak 2020 Cuma

Televizyon, göstererek gizler

Bugünlerde televizyon izleyemediğini söyleyen ne çok insan var! Özellikle tartışma programlarındaki içerik ve düzey kaybından yakınan, her akşam aynı sıkıcı ve yetersiz insanlara maruz kaldığı için bir tür saldırı altında olduğu hissine kapılan öfkeli insanlar bunlar.

Düşünce özgürlüğünü yok eden vasatlıktan kaçıp kurtulmak ya da karşı koyup birşeyler yapmak için içinde bir yerlerde derin bir güç olduğunu hisseden ama bu gücü nereye yönelteceğini bilemeyen, beklemekten başka bir yol bulamayan insanlar...

Aynı işi uzun süre aynı değişmezlikle yapmaktan kaynaklı olarak bir tür memura dönüşmüş bu “televizyon uzmanları” önemli bir kısmımız için duymak istediklerimizi söyleseler de biliyoruz ki her çıkışlarında bizi vasatlığa mahkum ediyor ve her türlü düşünceyi ideolojikleştirerek gerçek bir tartışma yapmayı olanaksız kılıyorlar. Her şeyi savunmasız kılmak için sürekli bir saldırı ve teyakkuz halinde konuşuyorlar. Bunu istemeyen, yani, hâlâ gerçek bir tartışmaya ve düşünceye inanan insanlar ise belli ki buna daha fazla tahammül edemiyor, realitenin yoruculuğundan taze düşler kurarak çıkış yolu bulmaya çalışıyorlar.

Emlak avcıları ya da yemek kültürü programları da hiç olmadığı kadar izleyici buluyor bu sayede. Bir zamanlar siyaseten doğrucu olmak adına herkesin belgesel izlediğini söylemesi ne mutlu ki gerçek oluyor. Fakat bu kez o kadar masum bir sözden ibaret değil galiba!

Bu kişiler aynı zamanda başını alıp uzak diyarların “sorunlardan arınmış” kültürlerine sığınmak arzusu duyuyorlar. Bilmem hangi “güzellikler ülkesine” yerleşen şanslı arkadaşlarından behsediyorlar dost toplantılarında. Belgesel izliyorlar çünkü kimse bu insanların ne izlediğini artık o kadar da merak etmiyor. Bugünlerde böyle bir soru geldiğinde belgesel izlemediğini söylemek gerekiyor çünkü.

Benimse çözümüm farklı. Benim için de televizyonlar hiç bu kadar vasatlığa mahkum olmamıştı. Tartışma programlarında, karşılıklı saflar halinde kimi zaman gereksiz derecede bir nezaketle konuşanlar hiç bu kadar devlet memuruna benzememişlerdi. Ya da bu kişiler hiç bu kadar mesnetsiz bir biçimde kendilerini bir şey zannetmemişlerdi. Hepsine evet! Ama benim çözümüm hiçbir koşulda kaçıp gitmek olmuyor. Kitchen tv izlemeyi ben de çok seviyorum ve soğanlar ince ince kıyılırken ülkenin haliyle benzerlikler kuruyorum ya da hiç bilmediği bir şehre giden çiftlere uygun evler bulan emlak programlarına bayılıyorum ama televizyonu kendi evimde izlemeyi seviyorum. Bu gibi durumlardan kurtulmak için bütün incelikleriyle anlamam gerekiyor sadece. Aksi halde, nereye gidersem gideyim bu insanlar da benimle birlikte geleceklermiş hissine kapılıyorum. Aman Allah'ım!

İşte tam böylesi bir kabus halinde imdadıma yetişen bir kitap oldu Pierre Bourdieu’nun Televizyon Üzerine’si. İnce ama bir o kadar da ağır bir kitaptı. Ne kadar okursanız o kadar fazlalaşan ya da ne kadar bitirirseniz bitirin elinizden bırakmak istemediğiniz türden.

Pierre Bourdieu, Türkçe’de yakın zamanda Sel Yayıncılık'tan çıkan kitabı Televizyon Üzerine’de, büyük bir tanınma ve beğenilme açlığı duyan gazeteci-aydınların halinden söz ederken bu durumu Narkissos’un aynasına benzetiyor. Kendi özel gözlükleriyle dünyaya bakan ve gerçekte kendi gerçekliğinden başka bir hakikate inanmayan -çünkü bütün ekranını sadece kendiyle kaplayan!- insanların zihinsel halini anlamaya çalışıyor.

Kendi ahlakını yaratan vasatlığın televizyona neden ve nasıl bu kadar iyi uyum sağladığından bahsediyor. Her akşam kendi kendini kandırmak için büyülenmişcesine ekran karşısına geçen koca bir toplumun sürdürülemez olan bu durumu sürdürebilmek için bu insanlara devlet memuru statüsü verilmesi gerekliliğine yakın ruh halini anlamamızı sağlıyor. (Devlet memurunun pek çok tanımının yanı sıra, gerçekte sürdürülemez olanı hiçbir şey yokmuş gibi sürdürebilen insan demek olduğunu da burada hatırlatmak isterim).

Bourdieu’nun küçük kitabı aslında pek büyük bir meseleye ışık tutuyor. Ona göre, kendi eserlerinin kalıcılığına güvenemeyen bu kişiler, mümkün olduğu kadar sık ekranlarda görünerek bu açığı kapatmaya çabalıyor, bir tür narsist sergi alanına dönüşmüş olan tevizyona olabildiğince çok çıkarak ne kadar önemli düşüncelere sahip olduklarını kendi kendilerine kanıtlayıp duruyorlar. “Önemsiz meselelerden bahsetmek için öyle değerli dakikalar harcanmaktadır ki, bu meseleler değerli şeylerin üzerini örttükleri ölçüde önemli hale gelmektedir”. (sf. 20)

Bu kişiler genellikle, göstererek gizlerler ama bunu da çoğu kez bilinçli bir biçimde yapmazlar. Toplumda var olan yerleşik kalıpları kendiliğinden görünür hale getirirken esas ele alınacak özgün durumu bilindik bir kalıba uydururlar. Bir aydın için olmazsa olmaz olan açık etme ya da örtüsünü kaldırma yerine açık vermeme ve örtüyü indirmeme yarışına tutuşmuşcasına bir enerjiyle mücadele vermektedirler. Sıradan gerçeklikleri dramatik hale getirmek zorundaymışçasına bir edayla konuşur, kendilerini her koşulda onaylayacak milyonların varlığını bilen bir ses tonuyla karşısındakinin ötesine seslenirler. Peki ama kimdir bu insanlar ve neden böyle yapmaktadırlar? Dahası, böyle yapınca bu neye yaramaktadır?

Bourdieu, beklenenin aksine, kitapta televizyona çıkmayı ve buradan konuşmayı kategorik olarak reddetmez. Bütün çekincelerine rağmen hepten bir olumsuzlama içerisine girmez; “Kişinin televizyonda konuşmayı bütünüyle reddetmesini doğru bulmuyorum. Hatta bunun bir çeşit görev haline geldiği durumlar da olabilir; yalnızca makul koşullarda tabii.” diye belirtir bunu (sf. 14). Ama bu karar verilirken, televizyon aygıtının özellikleri de dikkate alınmalıdır elbette.

Buradan hareketle, önce kendisine sorular sorar: Söylemek istediğim şeyin herkese ulaşması gerekli mi? Konuşmamı, herkes tarafından anlaşılır hale getirmeye hazır mıyım? Söyleyeceklerim, herkes tarafından anlaşılmaya değer mi?

Daha sonrasında ise televizyona çıkacaklar için genel sorulara evrilir bu kendine sorduğu sorular: Kişinin televizyonda söyleyecek sözü var mı? Bunları söyleyebilecek koşullar var mı? Söyledikleri, bu yerde söylenmeye layık mı? Kısacası, bu kişi burada ne yapıyor?

Bourdieu’nun sorgulamalarından bakınca bizdeki tablonun hazin olduğu aşikâr. Ekranların bugünlerde hiç olmadığı kadar tahammül edilemez oluşu, bu soruların hiçbirine cevabı olmayan insanların medyadaki “dengelenme durumu”nun yarattığı boşluktan istifade, zihinlerimizde kalıcı bir yer tutmak için tam bir fırsatçı kurnazlığıyla düşünceyi nesneleştirmeleri gibi gözüküyor. Bu insanlar asla soru sormuyor sadece cevaplar veriyorlar. Tartışma karşılıklı sorulan sorularla ilerlemiyor, her iki taraf karşı cevaplara kendi cevaplarını dayatmaya çalışıyor. Oysa biliyoruz ki gerçek anlamda düşünce her zaman için sorularda gizlidir ve bizatihi öznenin kendisidir; nesneleştirildiğinde ve kalıcı cevaplara dönüştürüldüğünde düşünce olmaktan çıkarak onu ortaya atan insanın “malı” ve böylelikle de kaçınılmaz bir menfaat ilişikisinin parçası haline gelir.

Bu kişiler için kendi görüntülerinin izleyenlerdeki karşılığından çok ardındaki koyu kalabalığın sırlaştırdığı televizyon ekranından -ya da Narkissos aynasından- kendilerine yansıyan görüntü çok daha önemli geliyor. Diğer bir ifadeyle, bu sözler öylesine sıkı ve büyük bir kalabalığa çarpıyor ki neredeyse hiçbir değişime uğramadan geri dönüyor ve o andan itibaren teyit edilmiş -ve aksi sorugulanamaz!- birer hakikate dönüşüyor.

Sözü gerçek kılan şey, onun alınıp üzerine düşünülmesi ya da benimsenip üzerine yeni şeyler inşa edilmesi değil ayniyle yansıtılıp değiştirilmeksizin kabul edilmesi, sorgulanmadan gerçekleştirilmesi oluyor.

Sıradan olanı sıradışı kılarken sıradışı olanı sıradanlaştıran bir televizyoncu tipi, daha önce yaşanmadık bir biçimde söylem üstünlüğünü, daha çok izlenmekten değil daha fazla tahammül edebilen kesimlerden alıyor. İnsanlar televizyon programlarını bir zamanlar erişemediği ya da bir araya gelemediği önemli birilerinin fikirlerine ulaşma aracı olarak izlemiyor çünkü, tam tersine, kolayca erişebileceğini düşündüğü, kendinden birilerinin gidip ekranlarda kendi düşüncelerini -ve de cevaplarını- keskin cümlelerle aleme ilan etmesi için izliyor.

Yaşanan kavgaların tarafı olsa da kılı kıpırdamaksızın seyretmenin, eylemsiz aktifliğin keyfine varıyor. Bourdieu, “Gerçekliği tüm sıradanlığıyla göstermekten daha zor bir şey yoktur” (sf. 24) derken de aslında bu son derece “sıradan” insanların kendilerini sıradışı kılmak için sıradan gerçeklikleri görünmez kılıp tartışma dışına atmalarını kastediyor. Sıradan insanların en çok zorlandıkları şey, sıradan gerçekleri görmek oluyor. Televizyonu her açtığımızda, kendisini gerçek anlamda değerli görmeyen insanların kendinden olan ne varsa aşırı yüceltip değerli hale getirme çabasının yansımalarını izliyoruz.

Bourdieu işte bunu sorguluyor. Yani, bu isanların neden bu özel koşullara uyum sağladıklarını, sağlayabildiklerini ve kimsenin düşünemediği bu koşullarla onların nasıl ve neden düşünebildiklerini. Ve verdiği cevap bizim için de son derece açıklayıcı. Çünkü bu insanlar, “yerleşik düşüncelerle” düşünüyorlar. Yani, herkesin edindiği, kabul görmüş ortak fikirlerle düşündükleri için zaten evvelce televizyon mantığına hazır hale getirilmiş olanı aktaran olmak istiyorlar. Kim daha fazla bağırırsa o kadar fazla etki ediyor gibi oluyor bu nedenle. Kim ötekini alt ederse “kendi tarafı” daha çok kazanıyor. Burada gerçek bir iletişim gerçekleşmiyor. Verici ve alıcı taraflar yok. Sesle, sözle ve görüntülerle yerleşik düşünceleri bildirme var sadece; tebliğ etme, bundan böyle nasıl hareket edilmesi gerektiğinin sınırlarını çizme.

Bu kişiler artık “medya müdavimleri”dirler. Her daim müsait, yaptığı işin önemi ne olursa olsun önceliği televizyon olan “fedakâr” görüş bildiricilerdir. Televizyonların her zaman için “el altında tuttukları” isimlere dönüşmüşlerdir. “Gerçek şu ki, artık kimsenin düşünemediği koşullarda düşünebilmek için, bir tür özel düşünüre dönüşmek gerekmektedir” (sf. 36) ve bu kişiler artık işte bu vazgeçilemez özelliğe sahiplerdir.

O nedenledir ki bu kişiler, garip bir paradoks olarak sahip oldukları düşünceleri ekranlar aracılığıyla geniş kitlelere ulaştırmaktan çok bu sayede sağladıkları şöhreti kendi düşünceleri haline getirmeye çalışır, “elitist entelektüellere” karşı halkı savunarak yetersizliklerini incelikle gizledikleri hissine kapılırlar.

Daha doğrusu, düşünce yetersizliği için bir yandan ekranların büyüleyici gücünü diğer yandan sesi çıkmayan kesimlerin görünmez desteğini kendilerinde hissettikleri andan itibaren ne deseniz kâr etmez, hiçbir karşı görüş bu büyük güce karşı gelemez. Fakat atladıkları bir şey vardır bu denklemde. Televizyon, göstererek gizler ama bunu yapabilmeniz için herkesin gösterilenleri “yerleşik düşüncelerle” izlemesi gereklidir. Tam da bu nedenle “önemsiz” yemek programları izleyenler son derece tehlikelidir!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca
* Bu yazı daha evvel serbestiyet.com'da yayınlanmıştır.

Nazi kamplarında bir Türk: Cengiz Dağcı

Anormal bir duruma gösterilen anormal bir tepki, normal bir davranıştır.” diyor Viktor Frankl, İnsanın Anlam Arayışı’nda.

Kırım Türk’ü Cengiz Dağcı da 1946 mayısında Roma da bir otel odasında uykusuzlukla, titreme nöbetleriyle ve başucundan ayrılmayan esirlerin hayalleriyle mücadele ederken aslında normal bir tepki veriyordu.

"Doktor korkma, hayatı olduğu gibi kabul et, çalış, sevin, korkuların da geçer, diyor. Güzel, doğru sözler ama ben çocuk değilim ki! Başımın içindekilerle yaşayamıyorum."

Bir savaşın getirdiği acıdan nasıl sağ çıkarız? Her şeyimizi kaybettiğimizde bizi ayakta tutan, devam etmemizi sağlayan güç nedir? Bir savaşta, bir esir kampında ya da mülteci kampında her şeyini kaybetmiş bir insana dayanma gücü veren anlam insandan insana değişse de, varlığının önemini yadsınamaz. Bunu en iyi ortaya koyan eserlerden biri de İnsanın Anlam Arayışı’dır. Kitabın yazarı Viktor Frankl esir kampının insanı insanlıktan çıkaran şartları altında kendisini ve yaşamaya devam eden arkadaşlarını gözlemlerken bunu sorgular, insanı her şeye rağmen ayakta tutacak olan nedir? Ona göre yaşamda bir anlam varsa bu zorluk ve acılarda da bir anlam vardır ve bu acı insanın içsel gücünün onun dışsal kaderinin üstüne çıkabileceğini kanıtlamaya yeterlidir.

Viktor Frankl 1946 yılında Auschwitz toplama kampında ailesini, sahip olduklarını kaybettiğinde onunla aynı dönemde Nazi kamplarında esir düşmüş olan bir Türk vardır: Cengiz Dağcı.

Esir kampından sağ çıkmak Frankl’a ve İnsanın Anlam Arayışı’nı yazdırırken, Cengiz Dağcı’ya Korkunç Yıllar’ı yazdırır. Korkunç Yıllar Cengiz Dağcı’nın hatıralarını roman tarzıyla kaleme aldığı eseridir. Bu eser Cengiz Dağcı'yı esir kampından kurtaran anlamı ve inancı anlamamıza yardımcı olacaktır.

Dağcı 1919 yılında Kırım'ın Yalta şehrinde doğar. Çocukluğu kıtlık, yoksulluk ve Rus emperyalizminin baskıları altında geçer. Babasının desteğiyle Kırım pedagoji enstitüsüne devam ederken ikinci dünya savaşı çıkar ve diğer Kırım Tatarı gençlerle Rusların safında savaşmaya mecbur kalır. Ruslar hesabına savaşmak her zaman kalbinde bir acı olur. Ancak vatanını Almanlardan koruma isteği onun bu çelişkiye dayanmasını sağlar. Savaş onda onulmaz yaralar bırakır. Ancak onu asıl yıkan ve "korkunç" olarak nitelendirdiği yıllar esir kampına düştükten sonra başlar. Kampın zorlu şartlarına, aklın almadığı zorbalıklara ve onlarca insanın ölümüne şahit olur. Esir kampının ilk günlerinde bir Almandan haksız yere yediği dayaktan sonra şöyle yazar: " ...ama o gece kemiklerimin sizisindan çok kalbimin ağrısını duydum". Viktor Frankl da benzer bir anıyı yaşamış ve şöyle aktarmıştır: "İnsanı en çok yaralayan fiziksel acı değil haksızlığın ve mantıksızlığın verdiği acıdır."

Kampta onu ayakta tutan, yaralarını saran her düş vatanına duyduğu sevgiden doğar. Vatanına yani Kırıma duyduğu derin bağlılık ona hayat verir.

Güneş ışığında nazik minarelerimizi, güneşli mekteplerimizi, yemyeşil köylerimizi görüyorum. Bütün bunların yanında benim gözyaşlarım nedir? Varsın kafamı kurşunlar delsin, fena insanlar kanımı akıtsınlar. Benim ıstırabım milletimin bu istikbali yanında nedir?

Tüm zor anlarında gözlerinin önüne gelen, onu teselli eden görüntü kendi köyü, dağlar, yeşillikler ve vatanının güzellikleridir.

"Kompartıman penceresinden, elimizden alınmış ata topraklarına baktım. Bu topraklar, vagonların tekerlekleri altında yılların kanlı türküsünü söylüyordu. Bu türküyü saatlerce dinledim, sonra Allah'ım, Allah'ım diye yakardım, sen bizi ayırma bu topraktan! Bu toprak bizimdir. Atalarımızın mirasıdır. Aç, çıplak kalsak da bu toprakta olalım. Ölsek de bu toprakta ölelim. Vatanım, vatanım! Dünyanın hangi köşesinde olursam olayım, ben yaşadıkça sen de bizimle beraber olacaksın.

Frankl’ı da Auschwitz’de en zor anlarında saran şey sevgidir. Zorlu kamp işçiliği sırasında şunları düşünür:

"Yaşamımda ilk kez, onca şair tarafından dile getirilen, onca düşünür tarafından dile getirilen, onca düşünür tarafından nihai bilgelik olarak ortaya konan gerçeği gördüm. Gerçek: İnsanın özleyebileceği nihai ve en yüksek hedef, sevgidir. O anda, insan şiirinin ve insan düşünce ve inancının vermesi gereken gizin anlamı kavradım: İnsanın sevgiyle ve sevgi içinde kurtuluşu.

Dağcı’yı ayakta tutan vatan sevgisinin yanında yazma isteğidir. Hatıralarında bunu şöyle dile getirir. “Ben yalnızca Kırım’ın yazarı değilim ama Kırım’ın faciasını bütün gerçeği ve içtenliğiyle yalnız ben yazabilirdim”.  Milletine ve vatanına karşı duyduğu gönül borcu ve bir görevi olduğu inancı onu ayakta tutar. Kamptan çıkması ve yaşaması gerekiyordur.

Esir kampından kurtulduğundaysa savaşın ve kampın travmasiyla başbaşadır. "Dünyadan bezmiş, insanlardan yılmış bir Cengiz"dir artık.

Savaşın kendisinde bıraktığı o görünmez yara, travma sonrası stres bozukluğunun tüm belirtileri hayatını sarmıştır. Uyuyamaz, kulaklarına hala iniltiler ve kampın gürültüsü dolmaktadır. Hayata yabancılaşmıştır. Kendi hâlini de anlamlandıramaz. “Bu yenilmiş adam artık ne yapabilir?" diye düşünür. Hatıralarından görüyoruz ki yazabilir. Yazmak onun için bir terapi, bir şifa olmuştur.

"Geçen hafta, Hâtıralar'ı yazmamak kararını verdim. Ama hâtıralarsız içimin boşluğundan daha çok ıstırap duyuyorum. Nasıl devam edeyim! Nasıl yazayım! Yazmak istiyorum. Yazmak için yanıyorum. Ama yazar değilim, nasıl yazayım! Bazı yazılarımı kendim bile anlıyamıyorum."

"Ben bugün hayattan kopmuşum. Onların izlerinden, kendimden, insanlardan, dünyadan korkuyorum. Ben yaşamıyorum: yaşamak için savaşıyorum. Önümde yalnız karanlık ve korku var. Ben ilerleyemiyorum. Önümdeki hayatı göremediğimden, daima geriye bakıyorum. Belki bana yardıma gelir. Belki bana kim olduğumu söyler, ileriki hayatın sırlarını açıklar; belki bir gün geçmişim gelir de beni o yılların kanlı faciaları arasında geçirdiği gibi, bugün de zayıf, düşkün vücudumu ve ruhumu, önümdeki kara günlerden atlatarak selamete ulaştırır. Ya gelmezse?"

Yabancılaşmışlığını ve içinde çarpışan yaşama ve ümitsizlik hissini şöyle anlatır:

Niçin sokaklardaki insanların arasına karışıp ben de onlar gibi olamıyorum? Niçin kendimi onlardan başka hisssediyorum? İçimde birbiriyle çarpışan iki kuvvet var. Biri hayat, daha doğrusu beni hayata döndürmek isteyen kuvvet. Bu iki kuvvet, içimde durmadan boğuşuyor. Onların boğuşması, bütün varlığımı, temelinden sarsıyor. Beni yavaş yavaş yıkıyor.Korkuyorum. Ben artık sokaklara çıkıp insanlarla bir arada yaşayamayacağım. Elimden tutup beni dünyaya gezdirecek birini araştırıyorum.Öyle biri var mı acaba? Belki var. Ya yoksa? Kalbim ve düşüncelerimle, gene de yeryüzündeki her şeyi: canlıyı, cansızı yaratmış olan Allah’ıma uzanıyorum. Allah’ım sen beni bırakma!

"Uyuyamıyorum. Niçin uyuyamıyorum. Uyursam, sabah kalktığımda, insanları ve dünyayı, bıraktığım gibi mi bulacağım? Allah’ım, Sen beni koru."

Hatıralarının sonunda iç hesaplaşması, kendisini bir an olsun bırakmayan o korkular artık biraz olsun dinmiş gibidir. Dışarıya çıkar, âmâ bir kadına yardım eder; gün ışığını ilk defa görmüş gibidir. İçini bir sevinç, bir canlılık kaplar. Cengiz Dağcı Viktor Frankl'a göre anlamını bulmuş bir insandır. Savaşın ve esir kampının onda bıraktığı yaralardan sonra vatanına duyduğu sevgi ve yazma tutkusuyla ayakta kalır. Ardında Kırım Türklerinin yaşadığı acıları anlatan şiir ve romanlar bırakan Cengiz Dağcı Türk edebiyatinin en büyük yazarlarındandır.

Asude Sena Muğlu
twitter.com/asudesna

14 Ocak 2020 Salı

Erkekler için duyulan kaygılar alarm düzeyine geldi

Ünlü psikolog Philip Zimbardo ve Y kuşağından genç çalışma arkadaşı Nikita D. Coulombe "Bitik Erkekler: Teknoloji Erkekliği Nasıl Sabote Etti?" (Pegasus Yayınları, Temmuz 2017) kitabında Batı'da özellikle genç erkekler için duyulan kaygıların alarm düzeyine geldiğini söylüyor. Eğitimdeki büyük hayal kırıklığını ve iş dünyasında erkekler aleyhine ortaya çıkan gelişmeleri, artık erkeklerin çalışmak da istemediğini kanıt olarak gösteriyor.

Bir kurbağa bir çanak kaynar suya konulduğunda aniden dışarı zıplayacaktır ancak su, soğuk suyla değiştirildiğinde ve giderek ısısı arttırıldığında kurbağa tehlikeyi fark etmeyip ölene kadar pişecektir.”. Her ne kadar zamanın ne getireceği bilinmese de verdikleri örnekten de anlaşılacağı gibi istikbal pek parlak değildir. Kılavuz gerektirmeyen batılı genç erkekler köyünde kabaca görünenler şunlar:

Batı toplumları, erkeklerin ayakta durmalarını, kendileri için sorumluluk alan, ülke ve toplumlarını geliştirmek için başkalarıyla birlikte çalışan, etkin yurttaşlar olmalarını istiyorlar.”. Ama bir yandan da genç erkeklere hedeflerine tutunmaları ve motivasyonlu olmaları için gereken desteği ve mekânı tanımıyorlar. Genç erkeklere heyecan verici video oyunları ve internet pornografisine serbest erişimden başka neredeyse bir şey sunulmuyor. El birliğiyle genç erkeklerin entelektüel ve sosyal becerilerini engelliyor, gelişme imkânlarının önünü kesiyorlar. Zimbardo’ya göre günümüzde kadın hareketine benzer, erkeklerin dertlerini dile getiren bir erkek çabası yok ama politik ve ekonomik yaşamın daha çok kadınların ihtiyaçlarını göz önünde bulundurduğu çok açık. Testosteronu (erkeklik hormonu) düşüren, östrojeni (kadınlık hormonu) arttıran çevresel fizyolojik değişimler ve medya etkileri söz konusu. Okullarda erkeklerin ilgisini çekecek bir müfredat yok. Bunların yanı sıra toplumsal yaşamda belirgin bir babasızlık kendisini hissettiriyor; ekonomideki gerilemeye bağlı olarak işsizlik, erkeklerin başına bela oluyor.

Sonuçta, birçok genç erkekte amaca yönelme ve temel sosyal beceri eksikliği ortaya çıkıyor. Eğitimde tam bir hayal kırıklığı yaşanıyor, genç erkeklerin kızlar karşısındaki başarısızlıkları katlanarak artıyor. Çalışmaktan vazgeçen adamlar kitlesi ortaya çıkıyor. Yirmilerindeki ve hatta otuzlarındaki birçok genç ailesiyle yaşıyor. Okul başarısı, kariyer yapmak ve evlenmek artık umurlarında olmuyor. Ergenlik uzadıkça uzuyor, genç adamlar belirsizliklerle dolu dünyaya girmektense, evde ailesinin güvenli sınırları içinde kalmayı yeğliyor.

Sadece ev değil batı dünyasında genç erkeklerin kalmayı yeğledikleri yerler. Sosyal hayatta rekabet etmektense erkek erkeğe dayanışma içine girebildikleri maço gruplar içinde sosyal bir yoğunluk halinde yaşamayı tercih ediyorlar. Video oyunları oynamayı ve porno izlemeyi de seviyorlar. Bu alanları kendilerini gerçek hayata ve ilişkilere göre daha güvenli hissettikleri, sonuçları kontrol edebildikleri, reddedilme korkusunun olmadığı ve becerileri için övgü aldıkları yerler olarak görüyorlar.

İnternet pornografisine ve video oyunlarına bağımlı gençlerde alkol ve uyuşturucuya bağımlılık da artıyor. Alkol ve uyuşturucudan farklı olarak porno ve video oyunlarına bağımlılık, sürekli yenlik ve uyarılma ihtiyacı bir tür uyarılma bağımlılığı ortaya çıkarıyor. Sonuç olarak genç erkekler, olağan sosyal aktivitelerden vazgeçiyor, izole oluyorlar, sosyal beceri geliştirme ve empati kabiliyetlerine ket vuruluyor. Ellerindeki akıllı telefonlar ve okulda geçirilen zamandan fazlasını karşısında geçirdikleri medya, bu süreci körüklüyor. Web üzerinden erişilen ve her an yanlarında olan sanal depolama alanları sayesinde geçmişe ya da geleceğe değil şimdiki zamana odaklanıyorlar. Acil ihtiyaçları dışında etraflarındaki dünya onları ilgilendirmiyor. Erkek çocuklarında artan dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu ve obezite sorunun bunlardan bağımsız olduğunu düşünmek tam bir safdillik olur.

Elbette Batı’dan özellikle ABD ve İngiltere’den bahsediyoruz. Şüphesiz bu sorunlar belli ölçülerde de kızlarda da var. Bizde durum tam böyle değil biliyoruz ama tam olarak ne oluyor bilmiyoruz. En iyisi, şu problemleri teker teker ele almak ve daha ayrıntılı konuşmak…

Akıllı telefonlar sanıldığı gibi hafızamızı ve aklımızı artırmıyor. “Bir kültür olarak, sürekli dikkat kabiliyetimizi yitiriyoruz. Dış kaynak kullandıkça elimizde kalanlar azalıyor ve karşılığında daha az şey biliyoruz.”. Bilgi çağında yaşadığımızı, her türlü bilginin artık bir tuşa basma mesafesinde olduğunu söylüyoruz ama aslında yaşanan bir çeşit bilme yanılsaması. Herhangi bir şeyle ilgili yüzeysel bilgiye sahip olduğu halde, her şeyi bildiğine inanan kitle giderek artıyor. Bu büyük tehlike aslında…

Erkek öğrencilerin okul başarıları giderek düşüyor. Erkekler gerek okulda gerek hayatın diğer alanlarında başarılı olmak için eskiden daha çok rekabet ediyorlardı ve daha çok motivasyona sahiplerdi. Bir iş sahibi olmak, kendi ailesini kurmak, uzun vadeli hedefler belirlemek ve kariyere odaklanmak için çabalıyorlardı, artık bu hallerinden eser yok. “ABD tarihinde ilk defa erkekler babalarından daha az eğitim alıyorlar. Üstelik akademi artık daha çok kadınların uğraşı… Kadınlar, erkekleri her düzeyde alt ediyorlar, ilkokuldan üniversiteye kadar…”. ABD’de okullardaki en başarısız öğrencilerin %70’ini erkekler teşkil ediyor. “Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu” tanısı oranları, her yıl %5’lik artış kaydederek ilerliyor. Bu rahatsızlık, erkeklerde 2-3 misli daha fazla. Özel eğitim tedavi programlarına katılan öğrencilerin üçte ikisi erkek. Bu, zekâ probleminden ziyade, çaba göstermemeye ve heves duymamaya bağlı olarak ortaya çıkan bir sorun…

ABD’deki eğitim istatistikleri ve sonuçların tüm dünyada benzer bir durum sergilemeye başlaması, Zimbardo’nun feryat etmesine neden oluyor: “Artık bir uyanma çağrısının vakti geldi. Genç erkeklerin yeterli akademik performans gösteremediklerini her ülkede duyurmalıyız. Eğer yakın zamanlarda düzeltici adımlar atılmazsa erkekler, aileleri, toplumları ve hatta uluslarının kaderi için sonuç felaket olabilir.

İş hayatında da durum farklı değil. “Protestan iş ahlakı, genç erkeklerin zihinlerinden ne zaman uçup gitti?” diye soran Zimbardo’yu karşılaştığı rakamlar ürkütüyor. “2000-2010 yılları arasında, Amerikan gençleri arasında işgücüne katılım oranı yüzde kırk iki oranında azaldı ve 20 ile 24 yaşları arası işçi sayısı yüzde 17 düştü… ABD’deki 25-34 yaş arası erkek işsizliği, 1970’tekinin iki katından daha fazla. İtalya, Fransa, İspanya, İsveç ve Japonya gibi diğer ülkeler, işsiz genç erkeklerde beş kattan daha fazla artış gördüler. OECD kayıtları, yirmilerinin sonları ve otuzlarının başlarındaki erkeklerde küresel işsizlik oranının 1970’de yüzde 2’yken 2012’de yüzde 9’a çıktığını gösteriyor. Bu çok yüksek artış ve milyonlarca genç erkeğin çalışmıyor olduğu anlamına geliyor.

Hal böyle olmasına rağmen işin ilginç yanı, genç erkekler bir şeyler yapmak için bir türlü harekete geçmiyorlar. Bununla kalsalar iyi hem çalışmıyor hem her şeyi hak ettiklerini düşünüyorlar. “Bazı erkekler, salt erkek oldukları için kendilerine birçok şeyi hak olarak görüyorlar. Üstelik bu ayrıcalığı kazanmak için hiçbir şey yapmalarına gerek yok. Birçoğu artık anne ve babalarıyla, bir eş veya hayat arkadaşıyla olan ilişkisinde uzun vadeli sığınak arıyor. Şaşırtıcı derece yüksek sayıda erkek, para getirecek işlerde çalışmayı istemiyor gibi görünüyor, hatta yaşam alanlarını düzenli tutacak temel ev işlerine bile yardım etmiyorlar. Bu adamlar etrafta dolanıp ‘kendi şeyleri’ni yapmaktan memnun ancak geleneksel olarak ‘iş’e benzeyen hiçbir şey icra etmiyorlar. Bu adamların bazıları, başkasına bağımlı olmayı bir toplumsal başarısızlık değil, bir başarı olarak” görüyorlar… “Bu adamlar, David Beckham, Michael Phelps ve Mark Zuckerberg gibi her şeye sahip görünen, başarılı, medyatik ünlüler ve kişiliklere özeniyor gibiler ancak gördükleri ve hayran oldukları şey, sadece arzulanan sonuç ve ürünler…

Velhasıl kelam, genç erkekler artık erkek olmanın anahtarını sorumlulukta arayan, başkalarını, ailesini düşünen ve onlara zarar vermemek için çabalayan, sadakati önemseyen, oyuna değil işe öncelik veren kimseler olmaktan çıkıyorlar. Sadece bunlarla kalsa iyi artan pornografi, oyun ve madde bağımlılığı, obezite oranları da hesaba katıldığında tam bir “erkek sorunu” karşımıza çıkıyor.

Bunları düşünürken ülkemizdeki yüksek genç işsizlik oranları aklıma geliyor. İşsizlikle, sadece istihdamı artırarak baş etmeye çalışan yöneticilerimiz, ilgililer, keşke sorunun çok daha çetrefil olduğunu bilseler diye geçiriyorum içimden.

Erol Göka
twitter.com/erolgoka
* Bu yazı daha evvel Yenişafak'ta yayınlanmıştır.

13 Ocak 2020 Pazartesi

Zor bir annenin gölgesinde zor bir evlat ol(ma)mak

"Kişi, bunalımlar ve 'yatıştırıcılar' olmadan yaşamak istiyorsa, dayanağını kendi benliğinde, dolayısıyla gerçek ihtiyaçlarına ve duygularına ulaşmakta bulmalı ve kendini özgürce ifade edebilmelidir."
- Alice Miller, Yetenekli Çocuğun Dramı

Oğlum Ömer Asaf'la geçtiğimiz hafta sonu kuaföre gittik. Ben berbere gidiyorum, o kuaföre... Sıranın bize gelmesini bekliyoruz. O esnada tıraş olan ve sonradan 15 yaşında olduğunu öğrendiğimiz bir oğlan ve hemen yanında kuaföre sürekli direktifler veren annesi, 4 yaşındaki oğlumun dikkatini çekti. "Baba ne diyor annesi?" diye sordu bana sürekli. Annesi ne mi diyor? Şöyle kesin, şuraya jilet vurmayın, öyle sevmiyor, böyle çok seviyor... Acaba çocuk hasta mı diye dikkat kesilirken çocukta hiçbir hastalık emaresi görmedim. Bir hastalıktan daha da ciddi bir durum vardı ortada. Kontrolcü, baskıcı, yani oldukça zor bir anne. Çocuk tam fikrini söyleyecekken ortaya atılan, "hayır, okuldan kızarlar!" diyerek ortalığı geren, "babası da böyle saç seviyor zaten!" diyerek çocuğun hiçbir fikrini önemsemeyen, zorlu, çok zorlu bir ebeveynlik.

Dükkanda gerilim giderek yükseldi. En sonunda çırak pes etti ve ustasıyla göz teması kurarak yardım istedi. Usta, gayet düzgün bir üslupla "Hanımefendi, biz çocuğun istediği gibi kesmeye başlamıştık fakat sonra siz sık sık müdahale ettiniz, o yüzden stil diye bir şey çıkmadı ortaya, keşke kararları çocuğunuz verse" dedi. Sonrasında kadının kasılan suratından şunları okuyabildik hepimiz: Hayır! Kararları ben veririm, ben karışırım, ben söylerim. O daha çocuk. Evet, 15 yaşında bıyıklı, uzun saçlı, kocaman bir çocuk! Hem siz kim oluyorsunuz da benimle çocuğumun arasına giriyorsunuz! Çırak seri hareketlerle tıraşı bitirip çocuğu ve annesini gönderdi. Dükkandaki herkes bu gerilim hattından çıkabilmek için kendini dışarıya attı. Kimi çayla kimi sigarayla hayatı sorguladı bir kez daha. Sıra bize geldi. Çırak bir önceki tecrübesinin de etkisiyle bana dönüp "nasıl olsun abi?" diye sordu. "Bilmem, ona sor" diyerek Ömer'i işaret ettim. Ömer de en sevdiği modeli söyledi. Kirpi modeli. Yani babasının saçları gibi...

Eve döndüğümde aklıma hemen, çocuklarla ve gençlerle aile içi sorunları sanat aracılığıyla aşma yolları üzerine çalışan Alman psikoterapist Waltraut Barnowski-Geiser ile çocuklara, gençlere ve yetişkinlere yönelik danışmanlık veren klinik psikolog Maren Geiser-Heinrichs'in ortaklaşa imza attıkları kitap geldi. 2019'un son günlerinde İletim Yayınları etiketiyle okuyucuyla buluşan Zor Anneler, altbaşlığından da anlaşıldığı gibi yetişkin kızlar ve oğullar için rehber kitap olma iddiasında. "Neden bu kitap okunmalı?" sorusuna verilecek en güzel cevap ise yazarlardan geliyor: "İnsanlar dışarıdan göründüklerinden daha fazlasıdırlar. Somut yaşamöykülerinin gösterdiğinden daha fazlası. Ömür ilerledikçe birçok şey karanlığa gömülür ve çoğu kişi, özellikle de ağır yük oluşturan veya zor çocukluk deneyimleri olanlar, artık bunları bilmezler. Bir bakıma böylesi iyidir (çünkü bazı şeyleri karanlıkta bırakmak daha iyidir): Ancak yetişkinler, örneğin uzun zamandır devam eden bir hastalık nedeniyle, kim oldukları sorusuna bir cevap aramaya çıkacak olurlarsa, o zaman kendilerini, düşündüklerini, hissettiklerini ve davranışlarını daha iyi anlamaya imkân veren şey, karanlığın içine bakmaktır. Karanlığın içine bakmak, kendini bilme derecesini artırmanın ve acıyı geride bırakmanın yolunu açabilir."

İki bölüme ayrılıyor Zor Anneler. İlk bölümde anne ile çocuk arasındaki ilişki dans metaforu üzerinden değerlendiriliyor. Bu dansın bir ömür sürecek olmasının yanı sıra, nasıl sürmesi gerektiği acı gerçeklerle masaya yatırılıyor. Başarılı anne-çocuk ilişkilerinin sırrı bilimsel bakışla inceleniyor. Burada en önemli şey, annenin kendi duygusal hâlinden bağımsız olarak çocuğunun ihtiyaçlarının farkında olması, kendini onun yerine koyabilmesi ve gerektiği anda onun isteklerine karşılık verebilmesi. Aksi takdirde bağ, kopmaya başlıyor. Böylece aile ortamı buz tutuyor. İçi keder dolu bir suskunluk yerleşiyor odalara, sofralara, duvarlara: "Kimi zaman anne babanın susması bir hastalığın parçasıdır ve tipik aile iklimi halini alır - burada çoğunlukla sadece önemsiz şeyler hakkında, günlük işler, komşular ve başkaları, televizyonda olup bitenler hakkında konuşulur, ancak aile üyelerini gerçekten etkileyen şeylerden pek söz edilmez. Manipülasyon suskunluğuna yer yer narsisizm hastası ve borderline yapılı insanlarda rastlanır. Anne baba depresyonunda çocuklar suskunluğun başka bir biçimiyle karşılaşırlar: Çoğunlukla bu hastalıpa eşlik eden kayıtsızlık, ebeveynler ve çocuklar arasındaki etkileşimleri de belirler. Bu da çocukların sorularının karşılıksız kalmasına, empati, merhamet ve ilginin ifade edilmemesine, çocukların tekrar tekrar boşluğa konuşmasına, bakmasına yol açar - çocuklar için çok önemli olan rezonan tecrübeleri eksiktir. Depresif olan ebeveyn çoğunlukla çocuğunun sıkıntısının bilincinde değildir."

İlk bölümün sonunda, içinizdeki yaralı çocukla baş etme stratejileri yer alıyor. Özel yeteneklere ve özel stratejilere ihtiyaç duyulduğu belirtiliyor yazarlar tarafından. Kimi zaman hayaller dünyasında ilerler çocuk. Büyüdükçe, o hayal boşluğunun bir yakın arkadaşla, patronla kapatmak ister. Maddi olarak bağımsız olunacak ve 'nihayet' mutlu olunacak zamanı ararlar. "Böylece beklerler de beklerler, bir yandan hayat yanlarından akıp gider. Sadece içlerinde çok derinden bir ses, onlara yaşanmamış bir hayata dair bir şeyler fısıldar" diyor yazarlar. Acı son ise şu: baş etme stratejileri trajikleştikçe, geriye zor ebeveynin zor çocuğu kalır, dolayısıyla daima zor görünen davranışlar ele geçirir çocuğu.

İkinci bölüm kitabın uygulama bölümü. Burada artık zor annelerin yetişkin çocukları için bugünü daha iyi hâle getirecek program yer alıyor. Yazarlar burada Awokado (Almanca Achtsamkeit, Würdigung, Orientierung, Klarheit, Anklang, Deckung, Offenheit kelimelerinin baş harflerinden oluşturulmuş bir kısaltma. Kelimeler; Farkındalık, Takdir, Oryantasyon, Netlik, Ahenk, Örtüşme, Açıklık anlamlarına geliyor.) programından bahsediyorlar, usulca yük bıraktırmayı amaçlıyorlar. Akabinde 'anne sesi'ni ortaya çıkaran bir test var. Testin sonuçlarına göre okurun annesinin tipi belirleniyor: yargılayan, korkan, sert, mükemmeliyetçi, bağımsız, kendine zarar veren, bağımlı, sadık, mutlu eden... Yine bu bölümün sonunda birçok soru ve pratikle kişinin kendi hayatını daha iyiye yöneltmek için uygun yollar anlatılıyor. Her şeyden önce bu görevleri yerine getirmenin bir 'hayat görevi' olduğunun üzerinde duruluyor. En ufak bir vazgeçme, her şeyi başa sarabilir zira. Kişisel güne bakış, haftaya ve aya bakış, Awokado güçlenme ritüeli gibi usullerle kitabı eline alan her 'zor' çocuğun mücadelesinde destekçi olunmaya çalışılıyor. Sebebi de öz farkındalığı, yani insanın içini, oradaki güzellikleri yeniden ortaya çıkarmak. Albert Schweitzer'in dediği gibi: "Hastalar kendi doktorlarını içlerinde taşırlar. Bize gelirler ve bu gerçeği bilmezler. Yapabileceğimiz en iyi şey, hastalarımızın iç şifacılarına işini yapabilmeleri için bir fırsat vermektir."

Kitabın sonsözünde bir sürpriz var. Belki daha önceden belirtilmiştir ve ben gözden kaçırmış olabilirim ama kitabın yazarlarının bir anne ve kızı olduğunu öğreniyoruz. Anne (Waltraut) 1958'de, İkinci Dünya Savaşı'nı okul çağında yaşamak zorunda kalan bir annenin çocuğu olarak doğmuş. Burada hem kendisinden hem de annesinden bilgiler var ki 'aile döngüsü' denen şey açığa çıksın. Kız (Maren) ise otuz yıl sonra, 1988'de doğmuş ve bambaşka bir kuşağın çocuğu. Aileyi tanırken kuşakları da tanıyoruz bu yazıda. Kitabın asla bir intikam ya da hesaplaşma aracı olmayacağını, tamamen işbirliği niyetiyle yazıldığı belirtiliyor yazarlar tarafından. Gelecek dönemde zor babalara dair de bir kitap yazılacağını söylüyorlar. "Danışmanlık yaptığımız kişilerle çalışırken, köprüler kurmanın, birbirini yine de anlamayı denemenin, kendini ötekinin yerine koymanın kendi benliğimizi eşsiz bir şekilde zenginleştirdiğini gördük: Hem çocuklar hem anneler için ve aynı derecede önemli bir şey olarak daha sonraki kuşakların hayatıdır zenginleşen." iyimserliğini de ihmal etmiyorlar.

Çocukluk dramı çoğu zaman, sağlıklı görünen bir mizacın ardında yaşanır. Aşırı uçlarda yaşayanlara baktığımızda bunu görürüz. Çok kahkaha atanlar ya da ağlayanlar, bir sürüye katılıp sürekli gezenler ya da daima yalnız kalmak isteyenler... Tüm bunların ardında zor anneler olabilir mi? Cevabı kitapta.

Not: Bu kitapla beraber, yazıya başlarken atıf yaptığım, Alice Miller imzalı Yetenekli Çocuğun Dramı ve Mark Wolynn'in Seninle Başlamadı kitabının da okunmasını öneririm, naçizane.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

12 Ocak 2020 Pazar

Başka'yla kurulan bağlantı ve aşk kavramı üzerine

“Saklayayım, yok söyleyeyim derken
Birden aşka düşmek ne ise.
Her neyse…”
- Özdemir Asaf, Diyek

“Eyy.. kolay değil; aşktı o, aşk. İçiniz tamtakır kurumamış ise iyi bilirsiniz bunu.. veya hiç tatmadınızsa, dünya bir defacık olsun sizin için dönmedi demektir, yazık.”
- Tarık Buğra, Heyyi Hey

Eros deyince çoğumuzun aklına sanırım aşk kavramı gelir. Antik Yunan’ın aşk tanrısı Eros, filmlerde veya gösterilerde elinde okuyla birçok kez karşımıza çıkmıştır. Peki, Eros’un ıstırabı ne demektir? Istırap mı çekmektedir Eros? Yoksa ıstırap çeken aşk kavramı mıdır? Daha geniş ele alacak olursak, modern dünyadaki insan ilişkileri midir ıstırap çeken?

Koreli filozof Byung-Chul Han’ın dilimizde yayımlanan son kitabı Eros’un Istırabı geçtiğimiz yılın son ayında Metis Yayınları’ndan neşredildi. Notlarıyla beraber sadece 62 sayfadan oluşan bu kitap, Han’ın önemli metinlerinden oluşuyor. Yedi bölüm içeriyor kitap: Melancholia, Becerememeyi Becermek, Çıplak Yaşam, Porno, Fantezi, Eros’un Siyaseti, Teorinin Sonu.

Han’ın Eros tanımı aslında sadece aşk için değil ilişkiler için genel bir tabir içeriyor. Fakat aşk ağırlıklı olduğunu söylemek mümkün. Ancak modern dünyayı iyi çözümleyen filozofun aşk anlayışı da, modern dünya sisteminden, neoliberal ekonomilerden, hızlı yaşamın götürülerinden ayrılmıyor. Hatta sık sık Eros kavramından sıyrılıp daha üst bir seviyeye geçebiliyor yazar.

Başka ve bozulmuş başka kavramlarıyla başlıyor Han, kitabının ilk denemesine. Yani aynılaşmayı irdeliyor. Bu durumu önceki birçok kitabında da incelemişti; ancak bu kez aşk ve erotizm üzerinden fikirlerinin izini sürüyor. Han da birçok düşünür gibi aşkın sonunun geldiğini kabul ediyor fakat sebebi farklı: Ona göre aşkın sonunun gelmesi insanların önündeki tercih bolluğundan değil başkanın aşınmasından kaynaklanıyor (Başka’yı kişinin negatifi şeklinde tanımlamak mümkün. Yani birebir bizim gibi olmayan, durağandan ziyade daha dinamik, ölgün değil canlı). Aynının cehenneminin eşlik ettiği depresyon ve narsisizm de bozulmanın farklı bir sonucu. Kısaca ‘önce başka bozuldu’ diyebiliriz. Çünkü narsist-depresif özne başka tarafından terk edildi. Eros da depresyon karşıtı olduğu için özne depresyona doğru harekete geçti. Eros özneyi kendinden çıkarıp Başka’ya yönlendirir. Depresyon ise onu kendine doğru fırlatır. Denemesinin yarısında yaşam içindeki Eros-başka-insan ilişkisini inceleyen Han, kalan kısımda bu kavramlarla Lars Von Trier’in Melancholia filminden yaptığı çıkarımları birbiri içinde eritiyor. Bunu denemelerinin birçoğunda yapıyor. Bazen bir kitabı bazen bir filmi bazen de bir düşünürü karşısına alıyor Han ve ringe çıktığı şeyleri nakavt etmeye çalışıyor, konudan çok sapmadan.

Becerememeyi Becermek’te yazar, ilk olarak daha önceki kitaplarında da incelediği disiplin toplumu ve başarı toplumları arasındaki farklara değinip şimdinin performans öznesinin kendi kendini köle haline getirdiği çıkarımını yapıyor. Genel olarak yaptığı gibi bir filozofu karşısına alıyor. Bu bölümün rakibi Foucault. Ona göre, yani Foucault’ya göre neoliberal homo economicus özgürdür. Kendi kendini yönetir, kendi kendisinin girişimcisidir. Fakat Han’a göre Foucault neoliberal ekonomik özgürlüğün şiddetli ve zorba yapısını gözden kaçırmıştır. Başarı ve disiplin toplumlarını aynı olumsuzluğun iki tarafı olarak gören Han, bunun karşısına Başka’nın merciini koyar. Ve Eros’u da Başka’yla başarının ve becerebiliyor olmanın dışında kurulan ilişki olarak tanımlar. Çünkü becerememeyi becermek, yani yap(a)mamak ilişkilerin negatif yardımcısıdır. İnsanîdir. Makineleşmemiş bir dünyaya aittir. Aşk, pozitif değildir. Negatifiyle vardır. Bu yüzden yazar Aşk’a düşmek der, tıpkı biz Türkler gibi:

Günümüzde aşk bir haz problemine dönüştürülerek pozitifleştiriliyor. Her şeyden önce hoş duygular uyandırması bekleniyor. O artık bir olay örgüsü, bir anlatı, bir drama değil, herhangi bir sonuca yol açmayan bir coşku ve uyarım sadece. Yaralanmanın, aniden gelişin veya düşüşün negatifliğinden bağımsız. Aşka düşmek fazlasıyla negatif sayılıyor. Oysa aşk tam da bu negatiflikten oluşur.

Han’ın aşk ve Eros konusunda fikirleriyle savaştığı diğer filozoflardan ikisi Hegel ve Ficino’dur (Hegel’le zaten hemen her kitabında savaşır). Hegel, köle-efendi diyalektiğinde bir ölüm kalım savaşı betimler. Ölümü göze almadan Başka’ya tâbi olan kişi, ona göre köleliği ölüme tercih eder. Çıplak Yaşam’a sarılır. Bunu belirleyen ise ölme becerisidir. Başka’ya tâbi olarak ölümün içinde, sürekli ölümün içinde kalanlarla, kendiyle birlikte ölüme gidenler farklı kişilerden oluşur. Eros, bu çıplak yaşamı reddeder Han’a göre (Kapitalizm ise mutlaklaştırır). Bugünün performans öznesi de Eros’tan uzaklaşmış şekildedir. Hegel’in kölesinden tek farkı başkası tarafından sömürülmemekte fakat kendi kendini sömürmektedir.

YunusAşkın aldı benden beni / bana seni gerek seni” demişti yüzyıllar önce. Bu İlahi bir aşktır ancak Ficino’nun Başka’da ölmek anlamına gelen Aşk’ıyla bağdaştırmak mümkündür. Ficino’nun Başka, aşk ve Eros tanımı da bu ‘kendini başka benlikte kaybetmek’le ilgilidir. Han’a daha yakındır Ficino’nun görüşleri:

…Bir tahakküm ilişkisi olarak güç ilişkisinde kendimi Başka’ya tâbi kılarak kendimi onun karşısında öne sürer ve konumlandırırım. Eros’un gücü ise, benim kedimi öne sürmek yerine, Başka’nın içinde veya onun için kaybettiğim ve onun beni tekrar ayağa kaldırdığı bir güçsüzlük (Ohn-Macht) durumudur.

Fantezi, kitabın en iyi denemelerinden biri. Çünkü bu denemede yazar konuyu kabuğundan çıkarıp genele yayıyor. Görece daha rahat anlaşılan bu bölümde bu kez karşısına Eva Illouz’la beraber örnek olarak Flaubert’in Madam Bovary’sini alıyor Han. Tüketim kültürüyle fantezi kavramının bağıntısını Madam Bovary üzerinden süren yazarın ulaştığı son noktada, Şeffaflık Toplumu kitabında da incelediği gibi görünür olma arzusudur. Ve bunun tetiklediği enformasyona bağlı dünyadır. Enformasyonun hayali öldürdüğünü savunan Han buna kanıt olarak fantezi yokluğunu, bir bakıma, bir önceki bölümde incelediği pornonun her şeyi harap ettiğini gösteriyor. Tabii ki enformasyon bolluğu, tüketim çılgınlığı, görünür olmayı mutlaklaştırma bizi tek bir yere götürür: Hızlı yaşam. Hızlı ama hiçbir şey anlamadığımız; hatta kendi iç sesimizi bile duymadığımız yaşam:

Şeylerin iç müziği ancak, gözlerimizi kapatıp onlarda oyalanmaya kapı aralandığında işitilebilir. Barthes, Kafka’yı şu şekilde alıntılar: ‘Şeylerin fotoğrafını çekmenin amacı, onları düşüncelerden uzaklaştırmaktır. Benim öykülerim de gözleri kapamanın bir çeşididir.’ Bugün ise, hiper-görünürlük sahibi imgeler yığınına gözleri kapatmak mümkün değildir. İmgelerin hızla değişmesi zaten buna zaman tanımaz. Gözleri kapatmak bugünün hızlanma toplumunun pozitifliği ve hiperaktivitesiyle uyumsuz kaçan bir negatifliktir. Hiper uyanık olma zorlaması gözleri kapatmayı güçleştirmektedir. Bu zorlama, performans öznesinin tükenmiş sinirlerinin de sorumlusudur. Tefekkür ederek oyalanmak, bir kapanış biçimidir. Gözleri kapatmak tam da kapanışın görsel göstergesidir. Algı ancak tefekkürlü bir sakinlik ortamında tamamlanabilir” diyor Han ve bugünün sanat ve edebiyatının içinde bulunduğu krizin izini fantezinin ve Başka’nın ortadan kaldırılmasına, yani Eros’un ıstırabına yoruyor. Yani Kemal Sayar’dan mülhem söyleyecek olursak Han bize kısaca YA-VAŞ-LA diyor. Aşk için, ilişkilerimiz için, insan kalabilmek için. Yazar hep bu yukarıda alıntıladığım kısımdaki sınırlar içinde dönüp duruyor. İnsanın yok olduğunu, geriye kalanın et ve kemik yığınından ibaret özneler olduğunu belirtiyor.

Byung-Chul Han’ın bu kitabında anlatmak istediklerinin benzerini Bauman, Akışkan Aşk kitabında anlatmıştı. Fakat Han’ın da söyleyecekleri var bu konuda biraz daha farklı olarak. Bu iki kitabın mezkur konu üzerinde en yetkin kaynakların başında geldiğine inanıyorum. İçinde bulunduğumuz çağı anlayabilmek için Bauman’ı okumak nasıl şartsa, Han’ı da okumak şarttır. Bazen aynı fikirlerin etrafında dönüp dursa da aralardan ayıklayabildiklerimiz bile bizi rahatsız edecektir, bu çağdan rahatsızsak elbet.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

10 Ocak 2020 Cuma

Hem güldüren hem de düşündüren bir günlük

"Edep kelimesinin müzelik olduğu bir ortamda edebiyat da müzeliktir."

Bir Yobazın Günlüğü; Ömer Faruk Dönmez’in kaleme alıp İz Yayıncılık’ın neşrettiği, 438 sayfadan müteşekkil, güldürürken düşündüren bir kitap. Yer yer çok ciddi eleştiriler ve tespitler ihtiva ediyor. Ama bunu yaparken okuyucuyu kesinlikle sıkmıyor. Kitapta bir de Gregor diye bir karakter var. Yazarın ifadesiyle; “Gregor beynimde yaşar. Arada sırada lafa karışır. Bana asist yapar. Ceza sahası içinde tehlikeli pozisyonlar yaratır. Bazen karambolde gol bile atar. Fakat attığı kimi gollerin, FİFA kokartlı hakemler tarafından iptal edildiği olmuştur. Bazen fazla ileri gider ve rakip takımın en son savunma oyuncusunun bile arkasında kalır, ofsayda düşer. O benim canımdır yahu, çok severim ben onu. Kısaca şöyle söyleyeyim; Gregor, Olric’in yakın bir akrabasıdır. Olric de kim, diyor musunuz? Güle güle bayın, lütfen bir daha görüşmeyelim.

Kitabı okurken altını çizdiğim noktalara geçmeden önce alıntılarımın sayısının biraz(cık) fazla olması dolayısıyla yazımın az da olsa uzayacağından endişeliyim. Bunun için şimdiden affınıza sığınıyorum ve sizden özür diliyorum.

Yaz kızım fermanımdır: bizden olmayanların bizdenmiş gibi davranmaları yasaklanmıştır. Bundan böyle, bizden olmadıkları halde bizdenmiş gibi davrananlar, yakalandıkları yerde yüzlerine vurulmak suretiyle cezalandırılacaklardır! Yüze vurulması hoş görülmemiştir efendimiz, biliyorsunuz. Ulan Gregor, bizden olmadıklarını vuracağız yüzlerine: çok ayıp, beni nasıl yanlış anlarsın?”. Kitap “gırgır şamata” yaparken hakikate temas etmeyi de ihmal etmiyor. “Sizden biriniz kardeşi ile kavga ettiği zaman yüze vurmaktan sakınsın. Çünkü Allah Adem’i kendi suretinde yaratmıştır.” (Müslim) hadisi dolayısıyla âlimler yüze vurmayı mekruh kabul etmiştir.

Bizim en büyük meselemiz samimiyet meselesidir. Maalesef içimizde, bizdenmiş gibi davranan; fakat bizden olmayan, samimiyetsiz ve kaba adamlar var. Ama işi dar çerçevede ele almayalım şimdi: sol fraksiyonların da en büyük meselesi budur; samimiyet. Sağcıların da en büyük meselesi budur: samimiyet. İnsanın en büyük meselesi budur aslında; samimiyet, içtenlik, dürüstlük. Geçenlerde bir iş arkadaşımı müthiş bozdum. İyi de ettim. Hiç pişman değilim. Yine olsa yine yaparım. Oruç ayının son günleriydi, sanırım cumaydı, okulda, öğretmenler odasında oturuyoruz. Takıldım arkadaşlara, “Şurada orucun bitmesine üç gün kaldı, önümüz de cumartesi-pazar, başından beri tutuyoruz canım, son iki günü tutmasak olmaz mı?” dedim. Şaka tabi. Ulan herif aldı eline: “Olur mu hocam!” dedi, “Bir ay denmiş, bir ay tutulacak! Biz yaz aylarında, temmuzun sıcağında, harman başlarında ne oruçlar tuttuk!” Haydaaa! “Cumartesi pazarı mı olur bu işin?” diye gürledi, “Zor geliyorsa tutmayacaksın!” İyi mi? İyi. Sırf dini konulardaki hassasiyeti sebebiyle bu tepkiyi vermiş olsa, hatamı kabul eder, susardım; ama iş başka, biliyorum. Zaten adamın ceza sahası içinde ilk faulü değil bu. “Hocam” dedim, “Yazın sıcak ve uzun günlerinde o oruçları nasıl tuttunuz gerçekten, hiç zor gelmedi mi?” Hemen havalandı tabi keklik gibi: “Ne zor gelecek!” dedi, “Üstelik bütün gün güneşin altında çalışırdık.” Şu pozisyonu. Şut. “Valla” dedim, “Hayranlık duyuyorum size. Bu nasıl bir takva düzeyi hocam, nasıl ulaştınız bu mertebeye, biz aciz kulları da irşad etseniz!” Ve top ağlarda.Anladı tabi. Kıvırdı ondan sonra da. Yazın sıcağında harman başlarında ne oruçlar tutmuşmuş.”. Bu satırlar çevrenizden birisini size hatırlattı mı?

Yazarın modernizme dair görüşü ise şu şekilde: “Modernizm bir işgal biçimidir. Meşgul ederek işgal eder insanı. Her taraftan kuşatır. Sabah kalktığı saatten gece uyuyana kadar her dakikasını parseller: Yakalayın insanı, kendine gelemesin: kendini kaybetsin!”. “Bu sistem (yani emperyalizm, yani kapitalizm, yani modernizm) insanı aptal yerine koyan bir sistemdir. İnsanın, konulduğu bu aptal yerden memnuniyet duyması ise, bu sistemin en büyük hüneridir.”. “Lisedeyken ‘sistem’ denilince, ülkemde iktidarı elinde bulunduranları ve onların memleketi yönetme biçimlerini anlardım. Zamanla, dünyada işleyen daha derin bir ‘sistem’den söz etmek gerektiğini ve bunun da emperyalizm (kapitalizm/modernizm) olduğunu fark ettim.

Çocuklarımızı büyütmeye çalışırken bir yönüyle onları aslında mutsuzluğa hazırladığımızın farkında mısınız? Dilerseniz yazara kulak verelim: “Yorgunluktan uykunuz geliyorsa, ne mutlu size, hâlâ çocuksunuz; fakat uykunuzu kaçırıyorsa yorgunluğunuz, üzgünüm bayım, büyüdünüz ve hapı yuttunuz! Hani, alışılmadık bir isteğimiz olur da, onu dile getirdiğimizde “Çocuk olma!” derler ya bize; aslında “Mutlu olma!” diyorlar. Çocuk olma! Yani? Büyü. Adam ol. Hayatı ciddiye al. Yarın için kaygı duy. Zamanı saatlere böl ve sürekli bir yerlere geç kaldığını düşün. Acele et. Yemeklerini iyi ye, yatmadan sütünü iç, dişlerini fırçala, büyü ve mutsuz ol.

Sevgilinizde bulunmasını arzu ettiğiniz özellikler?” sorusuna (soruda geçen sevgiliden kastın kız arkadaş-erkek arkadaş olmadığı bağlamdan belli) yazarın verdiği cevap modernistleri çıldırtacak cinsten: “Sevgili olmalı. Anne olmalı. Kız kardeş olmalı. Eş olmalı. Göğsüne başımı yasladığımda huzur duymalıyım. Dizlerine yattığımda, şefkatle saçlarımı okşamalı. Evimiz cennet bahçelerinden bir bahçe olmalı. Benim bir padişah olduğumu bilmeli: gözdem olmalı, cariyem olmalı, sultanım ve kölem olmalı. Bana hizmet etmekten zevk almalı. Bunu bir ibadet olarak görmeli. Eğer bir insana secde etmeye izin verilseydi, bana secde etmesi gerektiğini bilmeli. İyi kalpli olmalı. Temiz olmalı. Güler yüzlü, tatlı dilli olmalı.”. Bu satırlarda yine bir (sahih) hadise gönderme olduğunu görüyoruz: “Şayet bir kimsenin başka bir kimseye secde etmesini emretseydim, kadına, kocasına secde etmesini emrederdim.” (et-Tirmizî, “Radâ’”, 11)

Kitabı okurken yazarın okuru türlü duygular içerisine sokup çıkardığını farkediyorsunuz. Kimi zaman düşündürüyor, kimi zaman sorduğu tuhaf sorularla sorgulatıyor, kimi zaman da şöyle güldürüyor: “Arkadaşlarımın suçlarını yüklenirdim. Bir keresinde, mahallede maç ederken, berberin camı kırılmıştı. Çocuklar bir anda kaçıp kaybolmuşlardı. Artık ben de neyime güveniyorsam, sakin sakin durup gülümsemiştim. Şerefsiz berber gelip beni tokatlamıştı. Oysa ben kaçmayınca masum olduğumu anlar sanmıştım. Anlamadı gerizekalı. Tıpkı Türk filmlerindeki gibi.

Karşımıza tasavvufî ögelerin çıktığı da oluyor: “Sordum şeyhime şeyhim efendim dedi ki insanları ikna etmek çok mesai harcamak ve çok laf söylemek midir? Fakat bir türlü hale yola gelmezler neden? Neden? Çünkü evladım, insanoğlu ahmak ve kibirli bir mahluktur. Seni kendine denk sayarsa, mucize göstersen itibar etmez. Lakin seni muhterem sayarsa; öksürsen keramettir der.

Yazar kendisini neden “yobaz” olarak tanımladığını şu şekilde gerekçelendiriyor: “Gerçek bir mümin, ibadetlerini sadece Allah için yapar. İnsanlar görsün ya da bilsin diye ibadet etmek riyâdır, sahtekârlıktır, alçaklıktır. O halde, kişi, ibadetlerinden ulu orta söz etmemelidir öyle mi? Normalde evet. Gerçi ibadetin farz veya nafile oluşu ‘görünürlüğü’ açısından farklı bir durum arz eder ama ben, bir de ‘yükselen değerler’ açısından bakmak istiyorum meseleye: Benim ülkemde ‘modernlik’ ve ‘dindarlık’ öyle bir ayırıma ve tanımlamaya tâbi tutulmuştur ki, modernlik, İslam’dan mümkün olduğunca uzaklaşmak şeklinde yorumlanmış ve yüceltilmiş; dindarlık ise, yobazlıkla aynı şey sayılmış ve küçük görülmüştür. Bu yüzden, yükselen değerler açısından baktığımızda; kişinin, gözle görülür bir utanç duymadan, dindarlığını söz konusu etmesi veya ibadetlerinden bahsetmesi, hayli güç hale gelmiştir. (…) Evet dindar olduğumu söylüyorum: çünkü aşağılanmayı ve hor görülmeyi göze alıyorum. Ben dindarlığımdan onur duyuyorum ve günümüzde anlaşılan biçimiyle modern olmayı da budala olmakla aynı şey sayıyorum.

Akşama kadar evden çıkmadım. Okudum. Düşündün. Kapitalizm benim gibi evde oturan adama bir şey satamaz çünkü. Bu yüzden de, insanın evde sıkılacağına dair yalanlar üretmiştir: mutluluğu, neşeyi, eğlenceyi ‘evin dışında’ konumlamıştır. Zavallı insan kardeşlerim de bu oyuna gelir, evde canının sıkıldığı yalanına inanır, dışarı çıkar ve kaçınılmaz bir şekilde para harcar. ‘Yemeğe çıkmak, sinemaya gitmek, alışveriş yapmak’ bir mutluluk biçimi olarak sunulur. ‘Evde pineklemek, uyuz uyuz oturmak’ gibi tabirlerle de evcimen hayatı küçümsenir. Oysa kapitalizmin bu tezgâhına karşı, Müslüman, evinde mutlu olan adamdır. Bu sebeple bayım, biz evimizi bilinçle ve inatla sevmeye devam edeceğiz. Gerçi kapitalizm, televizyon ve internet aracılığıyla, evdeki adamın da cebindeki paraya gözünü dikmiş durumda. Evine kapanan adamı bile rahat bırakmıyorlar. Şeytan dünyayı bu yüzyılda süslediği kadar hiç süsleyememişti. Kitap’tan uzak duran, dünyanın süslerine aldanacaktır vesselam.

Yazarın ‘temsil’e dair söylediklerini de çok önemsiyorum: “Temsil ne demek temsil? Karşımızdaki budalalar size bakıp ‘işte din bu!’ diyorlar. Sizin davranış bozukluklarınızı İslâm’a mal ediyorlar. Tamam, onlar budala olmaya budala. Fakat kardeşim, temsil ne demek temsil? Sen Müslümansın mübarek, İslam’ı temsil ediyorsun. Dikkat etsene davranışlarına. Hem başını örtmüşsün hem suratında on kilo makyaj, otobüste dolmuşta kakara kikiri. Biraz ağır ol kardeşim, hatunsun, ağır ol. Edepli ol, hicaplı ol. Erkekler de tuhaflaştı. Düşük belli daracık kotlarla geziyorlar. Ne haysiyet kırıcı. Sakalı bıyığı kesip şalvarı çıkaralı beri heybeti yitirdi Müslüman erkekler.”. “Dindarlara kızıp solcu olanlar var bu ülkede. Saçma. Din hakkında bir hüküm vereceksen dindarlara değil, dinin kaynaklarına bakacaksın birader. Kur’an’a ve sünnete bakacaksın.

Pek değerli yazarımız AVM’lere de karşı: “Alışveriş merkezleri, modern çağın tapınaklarıdır. Yani bu anlamda, alışveriş bir ritüeldir, bir tapınma biçimidir. Dolayısıyla modern çağın tanrılarını inkâr eden bizim gibi münkirler için, alışveriş merkezlerine gitmek, inanmadığımız bir dinin tapınağında âyin yapmaya zorlanmak gibi bir şeydir.

Yazarın modernliğe fena halde takık olduğunu anlamak için kitabın birkaç sayfasını okumak yeterli: “Modern insan, liseyi ve üniversiteyi başarıyla tamamlamıştır. Çat pat İngilizce ve çıt pıt kendi anadilini bilir. Bir kamu kuruluşunda ya da bir özel şirkette çalışır. Ayda şu kadar para kazanır. Kazandığı paranın önemli bir bölümünü barınak, giyim, yeme içme gibi konulara ayırır. Kalanını –eğer kalmışsa tabi- yüzde şu kadar faizle bir bankaya yatırıp birikim yapar. Bundan hiçbir şekilde utanç duymaz. Tek amacı daha büyük bir ev ve daha lüks bir arabadır. Bunun için yapması gereken tek şey içinde yükselmektir. İşinde yükselmek için her yolu dener: tükürür, yalar, sırıtır ve yaltaklanır. Aşağıdakilerin omuzlarına basar; yukarıdakilerin ayaklarına sarılır. Sabah işe gider, akşam eve döner. Hafta sonları alışveriş yapar. Milli ve dini bayramlarda tatile çıkar. Akşamları televizyon seyreder, karısıyla çiftleşir, sabahları da çocukları servise bindirip okula yollar. Futbolculardan, mankenlerden, dizi film oyuncularından ve şarkıcılardan müteşekkil renkli ve dejenere bir sınıfın hayatını, ağzının suyunu akıtarak izler: onlara özenir, onları örnek alır. Beş yılda bir, yerel ve genel seçimlerde oy kullanır: seçmek zorunda olduklarından birini özgürce seçer. Çok yer, çok içer, çok uyur, çok konuşur. Kitap okumaz. Düşünmez. Düşünenleri sevmez. Göbekli, aptal ve çirkindir: buna rağmen kendini beğenir: kendini beğenmezse çatlar. Kıskançtır. İhtiraslıdır. Dedikoduya bayılır. Yani sizin anlayacağınız bayım, modern insan ‘iş-alışveriş-televizyon’ üçgeninde yaşayan bir dangalaktır. Hafta içi her gün, sabah sekiz akşam beş arası ‘iş’ denen saçmalığı icra eder. İş dedikleri de iş olsa: birileri herkesi oyalayıp duruyor: bir düzen kurmuşlar: bir oyun oynuyorlar: asık suratlı, ceketli kravatlı, parfümlü traşlı da bir isim koymuşlar: ‘iş.’ Hafta içi her gün, sabah sekiz akşam beş: çalışın bakalım insancıklar!

Canım annem. Hakkını nasıl öderim ben onun? Otuzumdan sonra yine geldim işte kapına anne. Ben hâlâ on yaşındaymışım gibi nasıl da şefkatle bakıyor. Kurban olurum sana. Vefakar Anadolu kadını benim annem. Fedakar mümin kadın. Kendini kocasına ve çocuklarına vakfetmiş, onlar için yaşamış cefakar kadın. Efendimiz aleyhisselam ‘Bir kadın namazını kılar, orucunu tutar, namusunu korur ve kocası kendinden razı olursa, cennete istediği kapısından girer’ buyuruyor. Gel de anlat modern kızlara! Mübarek kadın: ayaklarının altından öpmek isterim; ama bilmem layık mıyım ben o cennete? Babam bir memur maaşıyla, üstelik kiralarda, borç harç, üç çocuk yetiştirmişse, bu biraz da annemin kahramanlığıdır. Bir lokma ekmek israf edilmiş midir acaba bizim evimizde? Babam kursağımızdan bir lokma haram geçirmiş midir acaba? Antep’teydik; bir şekilde faizli bir para geçmiş babamın eline, ben henüz okula gitmiyordum o zamanlar, ama gayet iyi hatırlıyorum, parayı elbise dolabının üstüne koymuş, ‘Buna sakın dokunmayın’ diye annemle bana sıkı sıkı tembih etmişti. İlk fırsatta götürüp bir yerlere vermişti parayı. Babamın o sert tavrı bugün bile aklımdadır. Anneme sorduğumda, ‘Faiz, pis para’ demişti sadece. Çocuk ilk eğitimini ailede alıyor işte.

Kapitalizmin en büyük numarasını öğrenmeye var mısınız? O halde gelin Ömer Faruk Dönmez’e kulak verelim: “Hani biz yobazlar kadını kafes arkasına hapsetmekle suçlanırız ya, bu müthiş bir dalavere biliyor musun? Evdeki kadının ‘özgür kadın / asil kadın’ demek olduğunu nasıl anlatalım şimdi, bu çağın insanına? Sokaktaki kadının sömürüye malzeme olduğunu nasıl anlatalım? Kapitalizmin en büyük numarasının, kadını evden çıkarmak olduğunu nasıl anlatalım? Dinleyin beni ey çağımın insanları: Şu işin üstesinden gelelim: Bugün kapitalizmin en büyük numarası, evden çıkmış kadındır. Çünkü kadının süslenip püslenip evden çıkması, erkeğin yoldan çıkması anlamına gelir. Tabi bu söylediğimi ancak delikanlı, dürüst adamlar bilirler ve itiraf ederler. İster okula ister işe gitsin, bu şartlar altında, evden çıkmış kadın, yoldan çıkmış erkek demektir. Ben ayrıntılara girmek istemiyorum; azıcık dürüst olup daha geniş bir çerçevede düşünürseniz, evden çıkan kadının, daha çok ahlaki yıkım ve daha çok harcama anlamına geldiğini göreceksiniz. Bu yüzden kapitalizm, kadının evde oturmasını istemez. Çalışan kadın ‘modern kadın’dır değil mi? Ben iddia ediyorum ki kişisel ve toplumsal ve cinsel dengeler, kadının evden sokağa çıkmasıyla bozulmuştur. Modernizm, yeni bir erkek tipi tasarlamamıştır; sadece yeni bir kadın tipi tasarlamıştır. Kadını dizayn ettiğinizde, erkeği ve toplumu dizayn ediyorsunuz demektir. Bir toplumun durumu, kadının durumuna bakılarak anlaşılabilir.

Teknolojik olarak ‘seviyesi’ bizden üstün görünen; ama ahlaki olarak bunalımlar yaşayan bir çağdaşımıza karşı tavrımız ne olacaktır? Ahmaklar bu soruya ‘Teknolojik olarak o seviyeye ulaşacağız; fakat ahlaki olarak onları örnek almayacağız!’ şeklinde cevap verecekler. İyi de artık en aptal sosyologlar bile biliyor ki, teknolojik bir ürünü ithal ettiğinde, o ürünün kültürünü de ithal ediyorsun. Mesela televizyonu alıyorsun, televizyonun kültürünü ve ahlakını da alıyorsun. Bunları birbirinden nasıl ayıracaksın? Cep telefonunu alıyorsun, cep telefonunun kültürünü, ahlakını da alıyorsun: bir mecliste tatlı tatlı sohbet ederken telefonun çalıyor, pardon deyip kalkıp gidiyorsun, var mı bizde böyle bir sohbet adâbı? Ha? Allah aptallardan korusun. Görüldüğü gibi ‘çağdaşların seviyesine ulaşmak’ da içi boş ve uyduruk sözlerden biridir. Bu anlamda ‘geri kalmışlık’la ilgili bir telaşa da gerek yok demektir. İstediğim yerde kalırım; istediğim kadar geride kaırım; sizin gittiğiniz yere gitmek istemiyorum; bir yere geciktiğimi de düşünmüyorum, sizin gittiğiniz yere gitmeyerekk bir şeylerden mahrum kaldığımı da düşünmüyorum. Ben kendim olarak burada kalmak istiyorum: siz buna ‘geri kalmak’ deseniz de!

Daha fazla spoiler vererek iştahınızı kaçırmak istemiyorum ve burada kesiyorum. Aslında tüm bu alıntılardan sonra anladım ki yazar kitap boyunca çok da fazla güldürmüyor. Yer yer düşündürüyor; ama daha fazla tenkit ediyor. Neyi mi? Pek çok şeyi; fakat en çok da kapitalizm ve modernizmi… Ve hatta birçok kere de dindarları… Ömer Faruk Dönmez’i ilk defa okuyan birisi olarak Bir Yobazın Günlüğü’nü beğendim. O kadar çok yerin altını çizmişim ki! Bunların hepsini burada paylaşmam mümkün değil. Siz değerli okuyuculara tadımlık bir şeyler sunabildiğimi düşünüyorum. Bu tür konulara ilgi duyuyorsanız kitabı okuduğunuzda beğeneceğinizi tahmin ediyorum.

Deniz Çıkılı
twitter.com/cikilideniz

9 Ocak 2020 Perşembe

Tanpınar'ın Beş Şehir'deki estetik arayışı

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir adlı eseri, bir çeşit Anadolu Türk İslam tarihi gibi okunabilir ve okunmalıdır. Yazar, bu beş şehir ekseninde Anadolu Türklüğünün başlangıcı olan Malazgirt Zaferi’nden Sakarya Meydan Muharebesine kadar geçen süreci önemli duraklarda öne çıkan motifler eşliğinde gözler önüne seriyor. Erzurum’da Anadolu’nun kapılarını Türklere açan yazar, Konya’da Anadolu Selçuklularının iktidarını ve iktidar mücadelesini ele alıyor, Bursa’da Osmanlı’nın kuruluş dönemini bütün derinliği ve samimiyetiyle anlatıyor, İstanbul’da ise yükseliş ve yıkılışın öyküsünü Osmanlı estetiğindeki inceliklerle birlikte ele alıyor, Ankara’da ise Roma ve Bizans dönemi ile Milli Mücadele dönemini gözler önüne seriyor.

Yazar bize şehirleri tanıtmanın ötesinde şehirlerde unutulmaya yüz tutmuş Türk-İslam motiflerini şiirsel bir dille betimliyor. Adeta sihirli bir kürenin başında zamanda yolculuğa çıkarak tarihin tozlu sayfaları arasında fantastik bir yolculuk yaptırıyor okuyucuya. Cümleler dilimizde rüzgârla dans eden birer uçan halıya dönüşüyor. Yaşayan kentleri anlatmak yerine belleklerimizden silinen şehirleri anlatıyor. Bunu yaparken baktığı her şeyi maziden kopup gelen bir zarafetle görüyor ve onda maziye ait ama bizde de ruhen mevcut bir sırra erişiyor.

Kadim kültürümüzün önemli bir parçası olan sohbet, kitapta kendine yer buluyor. Peygamber Efendimiz, İslam dinini tebliğ ederken ve daha sonraki süreçte önemli kararları alırken musahabeden faydalanmış, Türk devletleri kurultay veya divan gibi teşkilatlarda önemli kararları musahabe ile almıştır. Ayrıca toplumsal yaşantımızda da sohbetin vazgeçilmez bir yeri vardır. Uzun kış gecelerinde sıcak soba ve çay eşliğinde doyumsuz sohbetler yapan ceddimiz bu sayede pek çok müşkülü çözerken toplumsal barışı da sağlamamıştır. Yazar da eserini bir sohbet üslubuyla oluştururken bulunduğu şehirlerdeki -özellikle Erzurum’da- sohbetlerinden de ayrıntılı olarak bahsediyor.

Yazar Anadolu’nun sırrını şiirde, müzikte, türküde, mimaride buluyor. “Yemen türküsü ile ona benzeyen türküler Anadolu’nun iç romanını yaparlar.” diyerek, Anadolu insanının bütün acılarını, kaygılarını, korkularını hülasa varoluş sancılarını bir cümleyle betimliyor.

Ankara, iki uzak tarihin ortasında kalmış bir cumhuriyet şehridir Tanpınar’a göre. Bir yanda Roma ve Bizans mimarisi bir yanda Selçuklu ve Saltuklulara ait Türk mimarisi iç içe geçmiş gibidir. Hacı Bayram Veli Camii’nin bir Roma yapısının yanı başında bulunuşuna dikkat çekiyor yazar. Ankara’ya dair notlarında Selçuklulardan kısaca bahsederken daha ziyade Milli Mücadele ekseninde bir Ankara portresi çiziyor. Burada esas dikkat çeken unsur diğer şehirlere nazaran Ankara’nın anlatıldığı bölümün daha ruhsuz görünmesidir. Bunda hiç kuşkusuz Ankara’nın Türk-İslam estetiğinden nispeten daha az nasiplenmiş olması yatar. Ayrıca yazar Ankara’nın görüntüsüne dair: “Ankara, İstiklal Mücadelesi yıllarından bütün mazisini yıkarak çıkmış denebilir.” diyerek şehirdeki ruhsuzluğun biraz da bu sebeple olduğunu belirtir. Ayrıca, Ankara Kalesi Selçuklu sultanları ve vezirleri arasındaki iktidar mücadelelerinin en kanlı olaylarına sahne olurken Yıldırım Bayezit Timur’a karşı Ankara Ovasında yenildi ve Osmanlı tarihinin en hazin olaylarından biri yaşandı. İşte bu gibi sebeplerden ötürü Ankara’dan bahsederken kullanılan dilin kuru olması bir parça anlaşılabilir sanıyorum.

Erzurum’la ilgili bölümde karşımıza Binbir gece Masalları'ndan çıkmış mistik bir Doğu şehri çıkıyor. Mazisiyle birlikte yaşamaya devam eden bir şehir Erzurum. Musiki bu bölümde önemli bir yer tutuyor. Çoban türküleri, gurbet türküleri, uzun havalar karlı Erzurum yaylalarından esen yeller gibi kapı ve pencerelerden hayatlara giriyor.

Malazgirt Meydan Zaferi’yle Anadolu’nun kapılarını Türklere açan Alparslan ve Milli Mücadele’nin ilk kongresini Erzurum’da yaparak kurtuluş hareketini bir anlamda Erzurum’dan başlatan Atatürk arasında bir ilişki de kuruyor yazar.

Erzurum daha çok uzun kış gecelerinde sıcak soba ve semaver çayı eşliğinde sabahlara kadar uzayan sohbetlerle, eşkıya ve halk hikâyeleriyle yer ediyor yazarın zihninde. İran’dan Trabzon’a giden ticaret kervanlarının uğrak yeri olan şehir, yüzlerce yıl boyunca mamur oluşunu buna borçludur. Ticaret yollarının değişimi şehrin de kaderini değiştirmiştir. Ancak Erzurum’a esas yıkıcı etkiyi Rus ve Ermeni saldırıları yapacaktır.

Kitabın Konya’ya dair bölümünde acıklı bir Anadolu Selçukluları tarihi okuyoruz. Gerek sultanların gerekse vezirlerin aralarında yaşanan iktidar mücadelelerinden nasibini alıyor Konya. Yazarın Konya’ya dair esas üzerinde durduğu unsur ise tasavvuftur. Hem Sünni akideye uygun hem de Sünni akideye aykırı pek çok tarikatın bu dönem siyasetinde etkin rol oynadıklarından bahsediyor.

Yazar Konya’yı Mevlana ve şiirle birlikte anıyor. Mevlana ile Yunus’u kıyasladığı bir bölümde Yunus’un dilinin çok daha kuru olduğunu söylüyor. Mevlana’daki anlam derinliğini belirttikten sonra “Yunus’un şiirine kelimeler eşyanın kendisi olarak geliyor.” diyerek Yunus’taki açıklığı dile getiriyor.

Bursa en çok sudur yazara göre. Kuruluş devrinin bütün samimiyeti ve derinliği Bursa’da görülebilir. Yeşilin ve suyun raksı her devirde seyredilir Bursa’da. Bursa biraz da aşktır. Orhan Bey ve Nilüfer Hatun arasındaki aşk, Abdurrahman Gazi’ye kalenin anahtarını veren Bizans güzeli Bursa’yı ve kuruluş devrini aşkla özdeşleştiriyor. Yazar Bursa ve aşk arasındaki ilişkiyi şu cümlelerle ifade ediyor: “Bu kuruluş asrından sonra Bursa, sevdiği ve büyük işlerinde o kadar yardım ettiği erkeği tarafından unutulmuş, boş sarayının odalarında tek başına dolaşıp içlenen, gümüş kaplı küçük el aynalarında saçlarına düşmeye başlayan akları seyrede ede ihtiyarlayan eski masal sultanlarına benzer.

Kitabın önemli bir kısmını İstanbul’a ayırıyor yazar. Şüphesiz bu durum İstanbul’un izleğimizdeki yerinin daha geniş olmasıyla ilgilidir. Diğer şehirleri derli toplu bir şekilde anlatan yazar, İstanbul faslında önce daldan dala atlıyor daha sonra sistemli bir bütün oluşturuyor. Bu da kuşkusuz İstanbul’un alınması zor, yüksek ve sağlam surların ardındaki bir şehir gibi anlatılmasının da zor olmasıyla ilgili bir durumdur.

Önce kişisel hatıralar ve eski mahallelerle Osmanlı mimarisini anlatan yazar ardından selâtin camilerden, köşklerden, yalılardan, köşe adını verdiği mezar ve çeşmelerden yangınlardan ve yangın sonrası yağmalardan, kahve kültürü ve Beyoğlu gecelerinden uzun uzun bahsediyor. Özellikle XVII. yüzyıl mimarisinin estetik zevk itibariyle özgün ve üstün olduğunun altını çiziyor. İstanbul yazar için Osmanlı estetiğidir. Yazar anlattığı her ayrıntıda estetik bir incelik bulmaya çalışıyor. Yazar İstanbul’u anlatırken okuyucuda bir girdap hissi uyandırıyor. Her isim, her figür, her motif tekrar tekrar iç içe giriyor. Bu durumu izah ederken geçmiş zamanın insanı bir kuyu gibi içine çektiğini söylüyor. Yine geçmişe dair motiflerle ilgili olarak: “Bizi onlara doğru çeken bıraktıkları boşluktur.” diyerek bütün bu eserlere esas büyüklüğünü veren şeyin Osmanlı’yı oluşturan bütünlük hissi olduğunu vurguluyor.

Tanpınar’ın dili bütün bir imparatorluk dilidir. Onun dilini anlamak için bütün eserlerini Osmanlı’yı oluşturan dinamikleri göz önünde bulundurarak okumak gerekir. Osmanlı İmparatorluğu gibi süslü, yoğun, kapalı ve asil bir dil oluşturur Tanpınar. Onun eserlerini sadeleştirmek bütün büyüsünü bozmak demektir. Onun dilinden zevk almak için bütün bir imparatorluğun estetiğine hâkim olmak gerekir. Sadece şu ifadeler bile ne demek istediğimizi izaha kâfi gelir: “Çünkü bu daüssılanın kendisi başlı başına bir âlemdir. Onunla geçmiş hayatın en iyi izahını yapabiliriz; bu sessiz ney nağmesinde ölülerimiz en fazla bağlı olduğumuz yüzleriyle canlanırlar ve biraz da böyle olduğu için onun ışığında daha içli, daha kendimiz olan bugünü yaşamamız kabildir.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com