"Ama arkadaşlar iyidir."
- Tabutta Rövaşata (1996)
Elde tutulmuş bir bavul. Nasıl bir el? Biraz yorgun fakat umutlu. Yola çıkmaya gücü yok belki ama yola çıkmadan da yapamıyor. Yaşamın değişen ve değişmeyen tüm yanlarını, ceketinin omzundaki tozu savurur gibi savurmaya hazır olabiliyor aniden. Kimi zaman da ceketi bir köşeye asıp dinlenmeye ihtiyaç duyuyor. Nefeslenmeye.
Peki nasıl nefeslenmeli? Edebiyatla, sinemayla, yazarak. Dolayısıyla okuyup izleyerek. Sadece yaşayıp gitmek vardır elbet, onun öncesine işte bu anlamlı eylemler geldi mi o yaşayıp gitmenin de seyri değişir, tadı değişir. "Yaşadım çok şükür" dedirtir insana yaptıkları. Ama bu kadar değil, bir şey daha var.
Ercan Kesal, biliyoruz ki okumayı yazmaktan daha çok seviyor. Zaten yazmasının sebebi de okuduğu ve etkilendiği meseleleri insanlarla paylaşmak. Böylece acı da sevinç de konacağı yeri buluyor. Yani işin özünde insan var. Bir de "arkadaş" var. Gün geçtikçe yitip giden arkadaşlığa bir ağıt gibi yazıyor bu kez Kesal. Velhasıl'ı işte böyle okudum. Arkadaşlığın hayatımızın ulaşılamayacak köşelerine çekilişini sadece seyretmekle yetinmek belki de kederi getirdi okurken gönlüme. "Kendinizi arkadaşınıza olduğunuz gibi gösterin. Sizin gelgitlerinizi bilmesi gerektiği kadar fırtınalarınızı da bilmelidir" diyor Halil Cibran. "Bir adamı tanımak için, düşüncelerini, acılarını, heyecanlarını bilmemiz lâzım hiç değilse" diyor Cemil Meriç. Velhasıl işte bu iki cümle arasında gidip geliyor. Hem Kesal'ın yaşamındaki gelgitleri, fırtınaları hem de tanıdığı insanların acılarını, heyecanlarını anlatıyor. Peri Gazozu'nda, Cin Aynası'nda, kendi trajik hikâyesinden çıkan Nasipse Adayız'da da böyle bir tablo görmüştük aslında. Oradan anlıyoruz yazarın kalabalıklar arasında akıp giderken çarpıp geçmekle kalmadığını. Muhakkak anlatıyor. Şu insan benim hayatıma şöyle şöyle dokundu, bu insanın hayatına ben şöyle dokundum misali. Metin Erksan'ı özel olarak anlatmak isteyişi (Kendi Işığında Yanan Adam) de bundan değil mi? Bu insanlar arası irtibatı düşünüp de dünyayı daha güzel, daha iyi anlamak için türküye yanaşmamak olmaz. Âşık Daimî diyor çünkü: "Kainatın aynasıyım, madem ki ben bir insanım..."
Tanımak isteyip de gerek yaş gerekse şehir sebebiyle tanıyamadığınız şairler, yazarlar muhakkak vardır. Bunlardan özellikle bazılarına dair metinler okurken duygulanırız. Hiçbir şey düşlemeden, hiçbir kaygı gütmeden duygulanırız. Belki onun yaşamıyla kendi yaşamımız arasındaki benzerlik, belki yazdığı bir cümlenin, dizenin hatrı. Mesela benim için Ahmet Erhan öyle. Onu Ercan Kesal'dan okumak, samimiyetle ifade edebilirim ki içimi sarsıyor. Çok isterdim şaire özel bir kitap yazmasını, ne kadar olursa o kadar. Çünkü 'hikâye'de çok şey var: "Sisin içinde kaybolmuş bir fener gibi, dünya derdinin içinde kaybolmuş birisiydi. Öylesine kaybolmuştu ki kendi siluetini dahi seçemez olmuştuk. J. Steinbeck'in Bitmeyen Kavga'sında roman kahramanı, ölen yoldaşının toplanan kalabalığın önünde şu cümleyle uğurlar ve bu kitabın son cümlesidir: "O, kendisi için hiçbir şey istemedi yoldaşlar, hiçbir şey istemedi!". Ahmet Erhan, bu dünyada, kendisi için hiçbir şey istemeden yaşadı ve öylece öldü. Ben şahidim."
Velhasıl'da çarpıcı olan bir konu, şiirin hem Ercan Kesal'ın hem de çevresinin ne kadar önem verdiği bir sanat oluşu. Her an her yerde konuşulan şiire mutlak sadakatle bağlı bir hâl varmış herkeste. Bu durum olan biten her şeye şair nazarından bakmayı da beraberinde getiriyor. Böylece insanın hikâyesi ortaya çıkıyor. Hikâye olmadan hayatın tadı çıkmıyor, elemiyle neşesiyle yaşanamıyor, sadece geçip giden bir ömür için ah vah ediliyor. Hikâyesi olan insanlar, hikâyesi olan filmler Kesal için büyük bir önem taşıyor. Kemal Tahir'i de böyle anıyor, karısı Fatma İrfan'a cezaevinden yazdığı mektubu hatırlatıyor: "İnsanlar bizim günlerimizden daha kötülerini masal yapmasını bildiler. Kuvvetlerimizi felakete karşı deneme fırsatı bulduk. En tatlısı, 'Hey canına, biz neler çektik,' diye söze başlayabilmektir. Hikâyesi olmayan adamlara acıyor gibiyim..."
Edebiyatın cephanelik olma vasfını sevdiği yazarların, şairlerin ve hatta yönetmenlerin düşünce dünyalarından cümlelerle, fikirlerle aktarıyor Kesal. Ama annesiyle ve babasıyla geçirdiği zamanlar, kelimelerin ne işe yaradığı noktasında apayrı bir yerde duruyor. Burada âdetler, gelenekler, mektuplar, fotoğraflar ve yaşamın içinden süzülen davranışlar kelimelere ne kadar ihtiyacımız olduğunu ortaya koyuyor. "Gezegenin ortasında yapayalnız kalmış gibi yaşayan kız kardeşlerimin ve anaların arzuhalcisi, sesi olmayanların sesi olmaktır edebiyat. Bu yüzden kelimeler, mazlumların yaralarını serinleten merhemlere benzer" diyor.
Eduardo Galeano da var Velhasıl'da, Andrey Tarkovski de. Biri edebiyatın gerçekçi boyutunu engin bilgisi ve yaşam görgüsüyle harmanlıyor, diğeri ise gözlerini bir namlu gibi kullanmasıyla hayatı yorumluyor. Buna benzer olarak, Ahmet Hamdi Tanpınar'la Krzysztof Kieslowski arasında kurduğu ilişki de insanı farklı okumalar ve izlemeler yapmaya sevk ediyor. Yine, Tarkovski'yle yaptığı hayali fakat her yönüyle gerçek röportaj; insanın kendisini kandırmasının nasıl bir felaket olduğunu, sanatın insanı manevi bir varlık olarak her zaman kuvvetlendirebileceğini, 'sevme'nin insan hayatına anlam katabilecek yegane yetenek olduğunu hatırlatıyor. Laf dönüp dolaşıp Kesal'ın babasının sözünde -ve elbette boğazımızda- düğümleniyor: "Zengin olsan ne, fakir olsan ne? Yeter ki yüzün yere eğilmesin."
Kitaptaki metinlerden biri de Bozkırda Futbol Hikâyeleri başlığını taşıyor. Benim gibi hem futbola hem edebiyata tutkun olanların -maalesef ki ilki giderek değerini kaybediyor- kitaptaki gözdesi olacaktır. Hayatın fena hâlde futbola benzer olmasını anlatmak belki zordur, ancak insanın doğallığında ve doğanın insana sunduklarında neler olduğu düşlenirse futbolun da kendini anlatmak, paylaşmak ve yardımlaşmak noktasında 'aslında' ne kadar kıymetli olduğu görülebilir. Üstelik hem eğlenceli hem de kıymetli. Demek ki endüstriyel futbol bir şey ifade etmiyor. Formalar birer reklam panosuna döndüğünden beri "gol!" diye ayağa kalkmak bile 'tehlikeli' görülüyor.
Önemsediğimiz fakat dünyanın uğultusundan bir kenara çekilmek zorunda kalan duyguları yeniden hatırlatacak kadar kuvvetli bir kitap Velhasıl. İnsanı bir saz olarak düşünürsek, herkese farklı telinden dokunabilir. Bana en çok arkadaşlık telinden dokundu. Ercan Kesal'a gönülden teşekkür etmek için Ahmet Erhan'ın dizelerinden yararlanmak ve öyle bitirmek isterim: "Severim Doktor Ercan'ı, kendi çapında yüz yataklı dahiliye koğuşudur."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
1 Kasım 2019 Cuma
30 Ekim 2019 Çarşamba
Olmaz öyle şey diyeceğiniz sırada olabilen şeyler
İyi bir sinema izleyicisi değilimdir. Hangi filmi kim yönetir, hangi filmde kim oynar pek bilmem. Buna karşın ara sıra bir yerde okuduğum veya birinden duyduğumda ilgimi çeken filmler de olmuyor değil. Sanırım bu konudaki tek ölçütüm hâkim sinema endüstrisinin dışında olması.
Müntesibi olduğu toplumu, kültürü, geleneği, coğrafyayı, dini temsil eden ‘dil’ ilgimi çekiyor. Nedeni üzerine düşünmedim ama zihnimde Doğu Avrupa ve İran sineması kendiliğinden ayrışarak sinema endüstrisinin (karşısında olmasa bile) dışında yer alıyor. Türkiye’nin bu konuda pek başarılı olmadığı, özgün örnekler çıksa da ekserisinin kendi sınırlarını aşamadığı ve dolayısıyla evrensele ulaşamadığı kanaatindeyim. İyi yetişmiş nadir sanat tarihçilerimizden Sezer Tansuğ’un (1930-1998) 1969 yapımı olan heyecan verici çalışması "Amentü Gemisi Nasıl Yürüdü" adlı animasyon filmi tam bu konuma yerleştirdiğim bir ‘numune’. Geleneği anlamlandırma noktasında başarılı bir örnek. Daha da ileri giderek eserini malum sınırların dışına taşırabilenlere rastlamak mümkün. Derviş Zaim’in Cenneti Beklerken’i bu sınırları aşarak evrensel bir sentez oluşturduğu kanaatindeyim. Zaim’in, Cenneti Beklerken’de, ‘minyatür’ üzerinden ele aldığı Doğu’nun geleneksel görsellik algısını, Batı’nın görüntü anlayışını oluşturan ‘modern resim’ olgusuyla meczederek simgesel bir şölen oluşturduğunu düşünüyorum. Keza, Nokta adlı filmi aynı kompozisyonunun devamı niteliğindedir ve bu kez mesajını hat sanatı üzerinden vermektedir. Diğer yandan onun tüm filmlerinin aynı kaygıyla bu topraklara ait özgün bir dil kurma çabasının göstergesi olduğunu söylemek gerekiyor sanırım.
‘Numune’ çoğaltılabilir elbette lakin konunun özü olarak söylemek istediğim; bu coğrafyaya dair ‘özgün’ sözü olan her çalışmayı önemsiyorum ve önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum. Mevzuyu biraz uzak olduğum sinema dünyasından alarak daha aşina olduğum alana, kitaplara getirmek istiyorum. Belki yukarıdaki örneklerin karşısında biraz iddialı olacak ama Tuhafiyedeki Hafiye benim için bu kategoride yer alıyor. Bize aitliği konusunda mütereddit olan bir dilin beslediği muhayyileden temerküz eden kurgu olabildiğince özgün bir hikâyeyle buluşturulmaya çalışılmış. Buradaki (dilsel) tereddütün yazara değil bir türlü kurumsallaşamamış kimliğimize ait olduğunu da söylemek gerekiyor. Yazar romana zamanın ruhunu da katarak teknolojiye ağırlıklı bir yer vermiş. Timaş Yayınları’nın neşrettiği eser iki yüz otuz beş sayfadan müteşekkil. Tuhafiyedeki Hafiye bir Ahmet Turan Köksal romanı. Aslında kendisi bir mimar ama malum kentleşme ağrımızdan bildiğimiz mimar örneklerine pek uymayan bir ‘mimar’. Zira estetiğe, sanata ve edebiyata meftun biri olduğu görülüyor. Zaten kendi olmasa bile ismi buna zorunlu kılardı! Ayrıca o müteşebbis bir akademisyen. Buralar kesmemiş, Amerikalara kadar gitmiş.
Tuhafiyedeki Hafiye’de hasbelkader tuhafiyeci olan Aziz’in başından geçenler anlatılıyor. Yazar asıl hikayeye geçemeden önce okura Aziz’in karakterini çiziyor. Aziz ailenin tek çocuğudur ve yirmili yaşlarına gelmesine rağmen çocukluğundan kalma şımarıklığı devam etmektedir. Bunun yanında kendini hayattan soyutlamış ve teknolojinin ürettiği sanal ortamla sınırlandırmış silik biridir. Liseyi zar zor bitirmiş, başarısız sınav sonuçlarıyla Türkiye’deki üniversitelere giremediği için babasının çektiği banka kredisiyle Kıbrıs’a okumaya gitmiştir. Üniversiteyi bitiremeyeceği anlaşılınca babasının zoruyla evine dönerek iş aramaya başlamıştır. Girdiği işlere en fazla birkaç gün dayanabilmiş ve her defasında soluğu odasındaki bilgisayarının başında almıştır. Babası da çok sevmektedir lakin ona ölümüne düşkün olan annesidir. O ise ailesinin bu zaafını kullandığının farkında bile değildir. Dünyanın gerçekliğinden uzak, hazırı tüketen düşüncesiz biridir.
Birgün babası Aziz’e bir dükkân kiraladığını, orada çalışmak zorunda olduğunu ve kendisi ölürse annesine yük olmamasını ister. Ayrıca oturdukları evi de bir yardım kuruluşuna bağışlamıştır. Onların ölümü durumunda Aziz’in kalabileceği tek yer dükkândır. Aslında bu bir vasiyettir çünkü Aziz kısa süre içinde önce babasını sonra da annesini kaybeder. Şimdi tek destekçisi ve dayanağı bir akademisyen olan ve aynı zamanda büyük şirketlere danışmanlık yapan dayısıdır. Bir yıllık kirası peşin olarak ödenen başını sokabildiği tuhafiye dükkânı vardır ayrıca.
Aziz yaşadığı travma sonucu hayattan daha da soyutlanarak tuhafiyeye kapanmıştır. Dışarı çıkıp hayata karıştığında kendini kaybetmektedir. Kısacası agorafobiye yakalanmıştır. Tek durabildiği, kendine gelebildiği, sakin kalabildiği yer tuhafiyedir. Yalnız tuhafiyenin bazı gizemli yanları vardır. Örneğin cep telefonları çekmemektedir. Çevirmeli telefonu bulunan dükkanda herhangi bir internet bağlantısı yoktur. Sahibi kâğıt üzerinde bellidir fakat kendisi görünmemektedir. Satışların kirayı karşılayamayacak durumda olduğu çok açıktır ama dükkan yıllardır bu şekilde idere etmektedir. Muhasebe kayıtları usulüne, resmî işlemleri kanuna uygundur. Bilinmeyen bir esrarı vardır tuhafiyenin. En ilginci burada kalmaya başladığından beri eşyaların ve yaşayan canlıların yeri Aziz’e malum olmaktadır. Kaybolan bir eşyanın ya da nerede olduğu bilinmeyen birinin yeri sorulduğunda hemen söyleyebilmektedir. Kısa sürede ünü yayılmıştır. İnsanlar bulamadıkları hayvanlarını, kaybettikleri eşyalarını, merak ettikleri yakınlarını sormaya gelmektedir. Soru sorulduğunda kendini hâkim olamayarak birden söyleyiveren Aziz’in bu yeteneğini kontrol edememesi başına işler açmaya başlamıştır. Tehdit edilmiş, öldüresiye dövülmüş, karakolluk olmuş ve nihayetinde kendini istihbari teşkilatların çatışmasının ortasında bulmuştur. Tüm bunlar olurken tuhafiye dükkânı ‘kablosuz bağlantı ağı adı’ (SSID) aracılığıyla irtibat kurmaktadır. Herhangi bir kablosuz internet ağının çekmediği bu yerde birden ağ ismi belirerek Aziz’e mesaj verilmektedir. Dayısıyla birlikte bu durumu gözden geçiren Aziz her ne kadar babasının vasiyeti de olsa dükkândan çıkmaya karar verir. Aziz’in tuhafiyeyi boşaltmaya yönelik tüm girişimleri bir şekilde engellenmektedir. SSID üzerinden verilen mesajlardan karşı tarafın her şeyin farkında olduğunu göstermektedir. Mesajı veren kimdir, peşine düşen teşkilatlar necidir, kendi de dâhil olayın içindeki herkes ne yapmaya çalışmaktadır? Aziz tuhafiyede hafiyeliğe soyunmuştur fakat soruları cevapsız kalmaktadır.
Tuhafiyedeki Hafiye farklı bağlamlardan okumaya müsait çok katmanlı bir metin. Siyasi, kültürel, ekonomik, sosyolojik, psikolojik ve yer yer dini açıdan gözleme dayalı analizler içeriyor. Örneğin örtük bir sistem eleştirisi ya da toplumun psikanalitik durumuna dair değerlendirme veya dönüşen mahalle kültürüne yönelik nostaljik bir içerleme şeklinde okumak mümkün. Bunların üzerine mistisizmi ekleyen yazar, seküler dünyanın telaşına kapılmış insanın unuttuğu bir şeyi işaret ediyor sanki. Kaybettiğimiz ‘hikmet’ olgusu olabilir mi? Romanı yazarından bağımsız okursak, belki!
Ahmet Turan Köksal, günlük hayatta gördüğümüz, duyduğumuz hatta yaşadığımız onlarca detayı, gizemli hatta fantastik diyebileceğimiz olayları kurgusunun içine yerleştiriyor. Olmaz öyle şey diyeceğiniz sırada olabilen şeylerin çokluğuna maruz kalıyorsunuz. Sürreal bir durumun gerçeklikle bu denli iç içe anlatılışı gerçekten takdire değer. Romanın dili son derece yalın ve merak uyandıran kurgu oldukça akıcı. Ben anlatıcı tekniğini kullanan yazar hikâyeyi başkarakterin gözüyle anlatıyor. Eser boyunca kimi aleni kimi gizlenmiş onlarca ‘göndermeyle’ karşılaşıyor okur. Köksal göndermelerini ‘kör kör parmağım gözüne’ yerine usturuplu bir yöntemle yaparak yaptığı gözlemlerin hakkını vermiş. Aksi durumda ortaya kaba-saba ve itham edici bir üslup çıkardı. Yapılan kelime oyunları, etimolojik değerlendirmeler, ufak tefek aforizmalar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile kurulan ilişki ve Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962) analizi hoş bir lezzet katıyor romana. Bu arada yazarın satır aralarına kendisinden izler bıraktığı da görülüyor. Metindeki bazı lüzumsuz detaylar ve akışı bozan zaman kipi sorunlarının okuru yorması dışında son derece keyifli bir roman olduğunu söyleyebilirim. Yalnız bir şeyin altını çizmek gerekiyor diye düşünüyorum. Bu keyifle okunan roman ‘matrak’ gibi görünse de alt metin son derece hüzünlü. Hasılı, Tuhafiyedeki Hafiye duygusal bir tuhaf roman.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Müntesibi olduğu toplumu, kültürü, geleneği, coğrafyayı, dini temsil eden ‘dil’ ilgimi çekiyor. Nedeni üzerine düşünmedim ama zihnimde Doğu Avrupa ve İran sineması kendiliğinden ayrışarak sinema endüstrisinin (karşısında olmasa bile) dışında yer alıyor. Türkiye’nin bu konuda pek başarılı olmadığı, özgün örnekler çıksa da ekserisinin kendi sınırlarını aşamadığı ve dolayısıyla evrensele ulaşamadığı kanaatindeyim. İyi yetişmiş nadir sanat tarihçilerimizden Sezer Tansuğ’un (1930-1998) 1969 yapımı olan heyecan verici çalışması "Amentü Gemisi Nasıl Yürüdü" adlı animasyon filmi tam bu konuma yerleştirdiğim bir ‘numune’. Geleneği anlamlandırma noktasında başarılı bir örnek. Daha da ileri giderek eserini malum sınırların dışına taşırabilenlere rastlamak mümkün. Derviş Zaim’in Cenneti Beklerken’i bu sınırları aşarak evrensel bir sentez oluşturduğu kanaatindeyim. Zaim’in, Cenneti Beklerken’de, ‘minyatür’ üzerinden ele aldığı Doğu’nun geleneksel görsellik algısını, Batı’nın görüntü anlayışını oluşturan ‘modern resim’ olgusuyla meczederek simgesel bir şölen oluşturduğunu düşünüyorum. Keza, Nokta adlı filmi aynı kompozisyonunun devamı niteliğindedir ve bu kez mesajını hat sanatı üzerinden vermektedir. Diğer yandan onun tüm filmlerinin aynı kaygıyla bu topraklara ait özgün bir dil kurma çabasının göstergesi olduğunu söylemek gerekiyor sanırım.
‘Numune’ çoğaltılabilir elbette lakin konunun özü olarak söylemek istediğim; bu coğrafyaya dair ‘özgün’ sözü olan her çalışmayı önemsiyorum ve önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum. Mevzuyu biraz uzak olduğum sinema dünyasından alarak daha aşina olduğum alana, kitaplara getirmek istiyorum. Belki yukarıdaki örneklerin karşısında biraz iddialı olacak ama Tuhafiyedeki Hafiye benim için bu kategoride yer alıyor. Bize aitliği konusunda mütereddit olan bir dilin beslediği muhayyileden temerküz eden kurgu olabildiğince özgün bir hikâyeyle buluşturulmaya çalışılmış. Buradaki (dilsel) tereddütün yazara değil bir türlü kurumsallaşamamış kimliğimize ait olduğunu da söylemek gerekiyor. Yazar romana zamanın ruhunu da katarak teknolojiye ağırlıklı bir yer vermiş. Timaş Yayınları’nın neşrettiği eser iki yüz otuz beş sayfadan müteşekkil. Tuhafiyedeki Hafiye bir Ahmet Turan Köksal romanı. Aslında kendisi bir mimar ama malum kentleşme ağrımızdan bildiğimiz mimar örneklerine pek uymayan bir ‘mimar’. Zira estetiğe, sanata ve edebiyata meftun biri olduğu görülüyor. Zaten kendi olmasa bile ismi buna zorunlu kılardı! Ayrıca o müteşebbis bir akademisyen. Buralar kesmemiş, Amerikalara kadar gitmiş.
Tuhafiyedeki Hafiye’de hasbelkader tuhafiyeci olan Aziz’in başından geçenler anlatılıyor. Yazar asıl hikayeye geçemeden önce okura Aziz’in karakterini çiziyor. Aziz ailenin tek çocuğudur ve yirmili yaşlarına gelmesine rağmen çocukluğundan kalma şımarıklığı devam etmektedir. Bunun yanında kendini hayattan soyutlamış ve teknolojinin ürettiği sanal ortamla sınırlandırmış silik biridir. Liseyi zar zor bitirmiş, başarısız sınav sonuçlarıyla Türkiye’deki üniversitelere giremediği için babasının çektiği banka kredisiyle Kıbrıs’a okumaya gitmiştir. Üniversiteyi bitiremeyeceği anlaşılınca babasının zoruyla evine dönerek iş aramaya başlamıştır. Girdiği işlere en fazla birkaç gün dayanabilmiş ve her defasında soluğu odasındaki bilgisayarının başında almıştır. Babası da çok sevmektedir lakin ona ölümüne düşkün olan annesidir. O ise ailesinin bu zaafını kullandığının farkında bile değildir. Dünyanın gerçekliğinden uzak, hazırı tüketen düşüncesiz biridir.
Birgün babası Aziz’e bir dükkân kiraladığını, orada çalışmak zorunda olduğunu ve kendisi ölürse annesine yük olmamasını ister. Ayrıca oturdukları evi de bir yardım kuruluşuna bağışlamıştır. Onların ölümü durumunda Aziz’in kalabileceği tek yer dükkândır. Aslında bu bir vasiyettir çünkü Aziz kısa süre içinde önce babasını sonra da annesini kaybeder. Şimdi tek destekçisi ve dayanağı bir akademisyen olan ve aynı zamanda büyük şirketlere danışmanlık yapan dayısıdır. Bir yıllık kirası peşin olarak ödenen başını sokabildiği tuhafiye dükkânı vardır ayrıca.
Aziz yaşadığı travma sonucu hayattan daha da soyutlanarak tuhafiyeye kapanmıştır. Dışarı çıkıp hayata karıştığında kendini kaybetmektedir. Kısacası agorafobiye yakalanmıştır. Tek durabildiği, kendine gelebildiği, sakin kalabildiği yer tuhafiyedir. Yalnız tuhafiyenin bazı gizemli yanları vardır. Örneğin cep telefonları çekmemektedir. Çevirmeli telefonu bulunan dükkanda herhangi bir internet bağlantısı yoktur. Sahibi kâğıt üzerinde bellidir fakat kendisi görünmemektedir. Satışların kirayı karşılayamayacak durumda olduğu çok açıktır ama dükkan yıllardır bu şekilde idere etmektedir. Muhasebe kayıtları usulüne, resmî işlemleri kanuna uygundur. Bilinmeyen bir esrarı vardır tuhafiyenin. En ilginci burada kalmaya başladığından beri eşyaların ve yaşayan canlıların yeri Aziz’e malum olmaktadır. Kaybolan bir eşyanın ya da nerede olduğu bilinmeyen birinin yeri sorulduğunda hemen söyleyebilmektedir. Kısa sürede ünü yayılmıştır. İnsanlar bulamadıkları hayvanlarını, kaybettikleri eşyalarını, merak ettikleri yakınlarını sormaya gelmektedir. Soru sorulduğunda kendini hâkim olamayarak birden söyleyiveren Aziz’in bu yeteneğini kontrol edememesi başına işler açmaya başlamıştır. Tehdit edilmiş, öldüresiye dövülmüş, karakolluk olmuş ve nihayetinde kendini istihbari teşkilatların çatışmasının ortasında bulmuştur. Tüm bunlar olurken tuhafiye dükkânı ‘kablosuz bağlantı ağı adı’ (SSID) aracılığıyla irtibat kurmaktadır. Herhangi bir kablosuz internet ağının çekmediği bu yerde birden ağ ismi belirerek Aziz’e mesaj verilmektedir. Dayısıyla birlikte bu durumu gözden geçiren Aziz her ne kadar babasının vasiyeti de olsa dükkândan çıkmaya karar verir. Aziz’in tuhafiyeyi boşaltmaya yönelik tüm girişimleri bir şekilde engellenmektedir. SSID üzerinden verilen mesajlardan karşı tarafın her şeyin farkında olduğunu göstermektedir. Mesajı veren kimdir, peşine düşen teşkilatlar necidir, kendi de dâhil olayın içindeki herkes ne yapmaya çalışmaktadır? Aziz tuhafiyede hafiyeliğe soyunmuştur fakat soruları cevapsız kalmaktadır.
Tuhafiyedeki Hafiye farklı bağlamlardan okumaya müsait çok katmanlı bir metin. Siyasi, kültürel, ekonomik, sosyolojik, psikolojik ve yer yer dini açıdan gözleme dayalı analizler içeriyor. Örneğin örtük bir sistem eleştirisi ya da toplumun psikanalitik durumuna dair değerlendirme veya dönüşen mahalle kültürüne yönelik nostaljik bir içerleme şeklinde okumak mümkün. Bunların üzerine mistisizmi ekleyen yazar, seküler dünyanın telaşına kapılmış insanın unuttuğu bir şeyi işaret ediyor sanki. Kaybettiğimiz ‘hikmet’ olgusu olabilir mi? Romanı yazarından bağımsız okursak, belki!
Ahmet Turan Köksal, günlük hayatta gördüğümüz, duyduğumuz hatta yaşadığımız onlarca detayı, gizemli hatta fantastik diyebileceğimiz olayları kurgusunun içine yerleştiriyor. Olmaz öyle şey diyeceğiniz sırada olabilen şeylerin çokluğuna maruz kalıyorsunuz. Sürreal bir durumun gerçeklikle bu denli iç içe anlatılışı gerçekten takdire değer. Romanın dili son derece yalın ve merak uyandıran kurgu oldukça akıcı. Ben anlatıcı tekniğini kullanan yazar hikâyeyi başkarakterin gözüyle anlatıyor. Eser boyunca kimi aleni kimi gizlenmiş onlarca ‘göndermeyle’ karşılaşıyor okur. Köksal göndermelerini ‘kör kör parmağım gözüne’ yerine usturuplu bir yöntemle yaparak yaptığı gözlemlerin hakkını vermiş. Aksi durumda ortaya kaba-saba ve itham edici bir üslup çıkardı. Yapılan kelime oyunları, etimolojik değerlendirmeler, ufak tefek aforizmalar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile kurulan ilişki ve Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962) analizi hoş bir lezzet katıyor romana. Bu arada yazarın satır aralarına kendisinden izler bıraktığı da görülüyor. Metindeki bazı lüzumsuz detaylar ve akışı bozan zaman kipi sorunlarının okuru yorması dışında son derece keyifli bir roman olduğunu söyleyebilirim. Yalnız bir şeyin altını çizmek gerekiyor diye düşünüyorum. Bu keyifle okunan roman ‘matrak’ gibi görünse de alt metin son derece hüzünlü. Hasılı, Tuhafiyedeki Hafiye duygusal bir tuhaf roman.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
25 Ekim 2019 Cuma
Kafka’nın Dava’sını anımsatan ustalıklı dil
"Ey, dinle, hayatın son sözü şudur ki sana
- Her mecnun yine de bir çöl bulur kendine."
- Ahmet Telli
Tayfun Pirselimoğlu, insanların gözünde daha çok sinemacı kimliğiyle öne çıkıyor. Hem senaristlik hem de yönetmenlik işini yürüttüğü bu alanda çalışmalarını devam ettirirken bir taraftan da kitaplar yazmaya devam ediyor. 1996 yılında yayımlanan ilk romanı Çöl Masalları’nın ve farklı türlerde kaleme aldığı dokuz kitaptan sonra, son kitabı -öykü- Çölün Öbür Tarafı, İletişim Yayınları’ndan Kasım 2018'de neşredildi. 163 sayfadan ve 17 öyküden oluşan bu kitap, takip edebildiğim kadarıyla, yazarın Tuhaf Dergisi’ndeki öykülerinden oluşuyor. Hepsi olmasa bile, dergide okuduğum bazı öykülerine kitapta da rast geldim. Fakat Tuhaf Dergisi’nin düzenli takipçisi olmadığım için kitaptaki her öykünün dergide yayımlanıp yayımlanmadığını bilmiyorum.
Kitaptaki 17 öykü de birbirinden bağımsız konulardan oluşuyor. Fakat sık sık, ortak özellikleri olan karakterler kullanmış yazar. Birçok karakterin birçok özelliği birbirine benziyor. Genelde silik, etkisiz, hayatın içinde eriyen kişiler olarak öyküye başlayan karakterler, öykü sonuna doğru bir değişime uğrayabiliyor. Aynı zamanda bütün yer ve kişi isimleri harflerden oluşuyor. C. K. T. B. gibi sadece baş harflerden oluşan bir kişi kadrosu görüyoruz. Yer isimleri ise T. kasabası gibi belirtiliyor.
Öykülerin geneline, hatta hepsine bir belirsizlik, endişe, iç sıkıntısı gibi unsurlar hâkim. Ayrıca birçok karakterin mesleği devlet memurluğu (bazen polis), avukat, hâkim, savcı, başkan gibi mesleklere sahip karakterler de karşımıza bolca çıkıyor. Okurken fark edilecektir, sık sık, bir Rus öyküsü okuyor hissine kapılıyoruz. Hatta yazar “7. dereceden memur Aleksiy Grigorov o sabah dairesindeki masasına oturduğunda…” şeklinde cümleye başlasa birçok kişinin şaşırmayacağına eminim.
Bu tür kitaplarda ilk öyküye normalden fazla dikkat ederim. Bence ilk öykü, okuru kitaba bağlaması için vurucu, dikkat çekici ve sürükleyici bir öykü olmalı ki bu kitapta da bunu yapmış yazar. “Bıçak Atmada Üstüme Yoktur Ya Da Tuhaf Bir Aşk ve Ölüm Vakası” adlı öyküde bir devlet memurunun görevdeyken öldürülüşünü konu ediyor Pirselimoğlu. Hayal ile gerçeğin öyküde aynı anda yer alıyor olması, aslında postmodern öyküye çevirmiyor bu öyküyü. Hatta son derece realist bir öykü diyebiliriz. Bilinçdışı işlevin baskın olduğu, yer yer bürokrasinin soğuk ve ikiyüzlü tarafının gösterildiği, mizah unsurunun yüksek dozda kullanıldığı ilk öyküde Pirselimoğlu C.K. isimli karakteriyle kitaba sağlam bir giriş yapmış. Bu öykü özelinde söyleyecek olursak, C.K.’dan iyi bir roman karakteri olabilirmiş.
Öykülerde zaman ve mekân mefhumu bulunmuyor. Bilinmeyen bir zamanda bilinmeyen bir kasabada geçen öykülerde Tayfun Pirselimoğlu’nun en iyi yaptığı şey mizahi yönünü öykülere yansıtabilmesi. Bazen birbirinden absürt olayların ardı ardına sıralanması aslında okurun sıkılmasına neden olabilir ama bu kitapta bunu yaşamıyoruz; çünkü bu absürtlüklerden sonra öyküye bir cümleyle gizem katabiliyor yazar. Hatta bunu yazarın Kafkavari öykülerinde de net şekilde görebiliyoruz.
Politik eleştirilerin bulunduğu öyküler de yer alıyor kitapta. Örneğin ‘Çukurun, Başkan’ın ve Heykelin Hikâyesi’ böyle bir öykü. Şehirde bir anda ortaya çıkan ve bazen yavaş bazen hızlı bir şekilde büyüyen çukur üzerinden kurduğu öyküde, politik mizahın ve eleştirinin dozunu yüksek tutmuş Pirselimoğlu. İmgesel bir anlatımın ve göndermelerin bol kullanıldığı ve Başkan karakteri üzerinden ilerleyen öykü aynı zamanda kitabın en uzun iki öyküsünden biri. Genel politik durumlarla beraber öyküde kullanılan olağanüstü olay ve ögeler politik eleştirinin türünü belirlemiş:
“…Öyle ya da böyle, bu alarm hali menziline ulaştı; gerekli organlar teyakkuza geçti. Bakanın ön ayak olmasıyla hükümet derhal olayla ilgili yayın yasağı koyduğundan olan bitenden –en azından başlangıçta- pek az kişinin haberi olabildi. (Hiç kuşku yok, yayın yasağı hükümetin en başarılı olduğu icraatların başında geliyordu; bu yüzden uygulama da süratle gerçekleşti.)”
“…Duvar konusunda gözle görülür bir başarı kazanılmış olmasına karşılık, onca toprağın nereye gittiği belli değildi. Çukurun dolduğuna dair en ufak belirti görülememişti. Yapılanın bir işe yaramadığı aşikârdı; buna da en çok çukurun kutsiyetine halel gelmeyecek olduğuna artık iyice kanaat getiren Başkan ile sonu gelmeyen ve gelmeyecek gibi de görünen hafriyat dökme ihalesini almış bir bakan yeğeni sevindi.”
Bu öyküde, aynı zamanda kitle psikolojisinin de ne durumlara varabileceğini başarılı bir şekilde gözlemleyip öykünün içinde eritmiş Pirselimoğlu. Fakat bu öyküyle ilgili eleştirim şu: Bazı tespitler -ya da eleştiriler- çok kör göze parmak olmuş. Yazarın ‘Başkan’ karakteriyle kimi veya kimleri kastettiği malum. Öykü başlarda daha alttan bir anlatımla mizahi yönden başarılı gidiyordu ancak yazarın açık eleştirileri öyküyü çok iyi klasmanından iyi klasmanına düşürmüş kanaatimce:
“…Vatandaşları biraz olsun sakinleştirmek gerekiyordu; bunu da en iyi Başkan’ın bizzat kendisi yapabilirdi. (Başkan’ın gerçekten yüksek belagat gücü vardı; ta çocukluktan gelen bu yeteneği ile onunla tartışan kişi en saçma sapan konuda bile bir süre sonra onun tarafını tutmaya başladığını dehşet içinde fark ediyordu.) … danışmanlarından güzel bir metin hazırlamalarını istedi. Onlar da her zamanki gibi neyi niçin söylediği anlaşılmayan, hatta başında söylediğine sonunda karşı çıkan uzun ve etkili bir konuşma yazdılar. … Yazıdan anlaşılan şuydu ki; evet, memlekette tuhaf şeyler oluyordu ama hükümet ve Başkan duruma hâkimdi, milletin huzurunu bozmaya hiç kimsenin gücü yetmeyecekti.”
Son birkaç şey daha söyleyip yazıyı bitirelim. Kitabın -bence- en zayıf öyküsü ‘Kara Uykular Krallığı’, en nüktedan, mizahi öyküsü ise ‘Sayın Editöre Mektup’ olmuş. Bu öykü aynı zamanda günümüz edebiyat çevrelerine de bir ayna tutması açısından değerli.
Bir öyküsünde “O lombozun ardından akıp giden denizi izlerken bütün bu açıklanamaz acayipliğin ancak bir rüyada gerçekleşebileceği avuntusuna sarılmaktan da vazgeçmiştim. (Her seferinde çaresizce sığındığım bu naif düşünce beni hep hüsrana uğratmıştı zaten” diyen yazar için bu tespit aslında her öyküsü için geçerli. Mübalağa sanatının cömertçe kullanıldığı, postmodern ve şiirsel şekilde yazılmış öykülerin yer aldığı kitapta ‘çöl’ kavramı da sık sık kendini gösteriyor. Bu şekilde bir anlatım kurup kendini bu kadar rahat okutan çok kitap yoktur.
Ustaca kullanılmış bir dille, sade bir üslûpla oluşturulan kitapta bazı öyküleri okura bırakmış yazar, tamamlaması için. Suçsuz yere mahkûm olan birçok karakteri ve mahkeme sahneleriyle sık sık Kafka’nın Dava’sını anımsatan Çölün Öbür Tarafı, geçtiğimiz yılın iyi öykü kitaplarından olmuştu.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
- Her mecnun yine de bir çöl bulur kendine."
- Ahmet Telli
Tayfun Pirselimoğlu, insanların gözünde daha çok sinemacı kimliğiyle öne çıkıyor. Hem senaristlik hem de yönetmenlik işini yürüttüğü bu alanda çalışmalarını devam ettirirken bir taraftan da kitaplar yazmaya devam ediyor. 1996 yılında yayımlanan ilk romanı Çöl Masalları’nın ve farklı türlerde kaleme aldığı dokuz kitaptan sonra, son kitabı -öykü- Çölün Öbür Tarafı, İletişim Yayınları’ndan Kasım 2018'de neşredildi. 163 sayfadan ve 17 öyküden oluşan bu kitap, takip edebildiğim kadarıyla, yazarın Tuhaf Dergisi’ndeki öykülerinden oluşuyor. Hepsi olmasa bile, dergide okuduğum bazı öykülerine kitapta da rast geldim. Fakat Tuhaf Dergisi’nin düzenli takipçisi olmadığım için kitaptaki her öykünün dergide yayımlanıp yayımlanmadığını bilmiyorum.
Kitaptaki 17 öykü de birbirinden bağımsız konulardan oluşuyor. Fakat sık sık, ortak özellikleri olan karakterler kullanmış yazar. Birçok karakterin birçok özelliği birbirine benziyor. Genelde silik, etkisiz, hayatın içinde eriyen kişiler olarak öyküye başlayan karakterler, öykü sonuna doğru bir değişime uğrayabiliyor. Aynı zamanda bütün yer ve kişi isimleri harflerden oluşuyor. C. K. T. B. gibi sadece baş harflerden oluşan bir kişi kadrosu görüyoruz. Yer isimleri ise T. kasabası gibi belirtiliyor.
Öykülerin geneline, hatta hepsine bir belirsizlik, endişe, iç sıkıntısı gibi unsurlar hâkim. Ayrıca birçok karakterin mesleği devlet memurluğu (bazen polis), avukat, hâkim, savcı, başkan gibi mesleklere sahip karakterler de karşımıza bolca çıkıyor. Okurken fark edilecektir, sık sık, bir Rus öyküsü okuyor hissine kapılıyoruz. Hatta yazar “7. dereceden memur Aleksiy Grigorov o sabah dairesindeki masasına oturduğunda…” şeklinde cümleye başlasa birçok kişinin şaşırmayacağına eminim.
Bu tür kitaplarda ilk öyküye normalden fazla dikkat ederim. Bence ilk öykü, okuru kitaba bağlaması için vurucu, dikkat çekici ve sürükleyici bir öykü olmalı ki bu kitapta da bunu yapmış yazar. “Bıçak Atmada Üstüme Yoktur Ya Da Tuhaf Bir Aşk ve Ölüm Vakası” adlı öyküde bir devlet memurunun görevdeyken öldürülüşünü konu ediyor Pirselimoğlu. Hayal ile gerçeğin öyküde aynı anda yer alıyor olması, aslında postmodern öyküye çevirmiyor bu öyküyü. Hatta son derece realist bir öykü diyebiliriz. Bilinçdışı işlevin baskın olduğu, yer yer bürokrasinin soğuk ve ikiyüzlü tarafının gösterildiği, mizah unsurunun yüksek dozda kullanıldığı ilk öyküde Pirselimoğlu C.K. isimli karakteriyle kitaba sağlam bir giriş yapmış. Bu öykü özelinde söyleyecek olursak, C.K.’dan iyi bir roman karakteri olabilirmiş.
Öykülerde zaman ve mekân mefhumu bulunmuyor. Bilinmeyen bir zamanda bilinmeyen bir kasabada geçen öykülerde Tayfun Pirselimoğlu’nun en iyi yaptığı şey mizahi yönünü öykülere yansıtabilmesi. Bazen birbirinden absürt olayların ardı ardına sıralanması aslında okurun sıkılmasına neden olabilir ama bu kitapta bunu yaşamıyoruz; çünkü bu absürtlüklerden sonra öyküye bir cümleyle gizem katabiliyor yazar. Hatta bunu yazarın Kafkavari öykülerinde de net şekilde görebiliyoruz.
Politik eleştirilerin bulunduğu öyküler de yer alıyor kitapta. Örneğin ‘Çukurun, Başkan’ın ve Heykelin Hikâyesi’ böyle bir öykü. Şehirde bir anda ortaya çıkan ve bazen yavaş bazen hızlı bir şekilde büyüyen çukur üzerinden kurduğu öyküde, politik mizahın ve eleştirinin dozunu yüksek tutmuş Pirselimoğlu. İmgesel bir anlatımın ve göndermelerin bol kullanıldığı ve Başkan karakteri üzerinden ilerleyen öykü aynı zamanda kitabın en uzun iki öyküsünden biri. Genel politik durumlarla beraber öyküde kullanılan olağanüstü olay ve ögeler politik eleştirinin türünü belirlemiş:
“…Öyle ya da böyle, bu alarm hali menziline ulaştı; gerekli organlar teyakkuza geçti. Bakanın ön ayak olmasıyla hükümet derhal olayla ilgili yayın yasağı koyduğundan olan bitenden –en azından başlangıçta- pek az kişinin haberi olabildi. (Hiç kuşku yok, yayın yasağı hükümetin en başarılı olduğu icraatların başında geliyordu; bu yüzden uygulama da süratle gerçekleşti.)”
“…Duvar konusunda gözle görülür bir başarı kazanılmış olmasına karşılık, onca toprağın nereye gittiği belli değildi. Çukurun dolduğuna dair en ufak belirti görülememişti. Yapılanın bir işe yaramadığı aşikârdı; buna da en çok çukurun kutsiyetine halel gelmeyecek olduğuna artık iyice kanaat getiren Başkan ile sonu gelmeyen ve gelmeyecek gibi de görünen hafriyat dökme ihalesini almış bir bakan yeğeni sevindi.”
Bu öyküde, aynı zamanda kitle psikolojisinin de ne durumlara varabileceğini başarılı bir şekilde gözlemleyip öykünün içinde eritmiş Pirselimoğlu. Fakat bu öyküyle ilgili eleştirim şu: Bazı tespitler -ya da eleştiriler- çok kör göze parmak olmuş. Yazarın ‘Başkan’ karakteriyle kimi veya kimleri kastettiği malum. Öykü başlarda daha alttan bir anlatımla mizahi yönden başarılı gidiyordu ancak yazarın açık eleştirileri öyküyü çok iyi klasmanından iyi klasmanına düşürmüş kanaatimce:
“…Vatandaşları biraz olsun sakinleştirmek gerekiyordu; bunu da en iyi Başkan’ın bizzat kendisi yapabilirdi. (Başkan’ın gerçekten yüksek belagat gücü vardı; ta çocukluktan gelen bu yeteneği ile onunla tartışan kişi en saçma sapan konuda bile bir süre sonra onun tarafını tutmaya başladığını dehşet içinde fark ediyordu.) … danışmanlarından güzel bir metin hazırlamalarını istedi. Onlar da her zamanki gibi neyi niçin söylediği anlaşılmayan, hatta başında söylediğine sonunda karşı çıkan uzun ve etkili bir konuşma yazdılar. … Yazıdan anlaşılan şuydu ki; evet, memlekette tuhaf şeyler oluyordu ama hükümet ve Başkan duruma hâkimdi, milletin huzurunu bozmaya hiç kimsenin gücü yetmeyecekti.”
Son birkaç şey daha söyleyip yazıyı bitirelim. Kitabın -bence- en zayıf öyküsü ‘Kara Uykular Krallığı’, en nüktedan, mizahi öyküsü ise ‘Sayın Editöre Mektup’ olmuş. Bu öykü aynı zamanda günümüz edebiyat çevrelerine de bir ayna tutması açısından değerli.
Bir öyküsünde “O lombozun ardından akıp giden denizi izlerken bütün bu açıklanamaz acayipliğin ancak bir rüyada gerçekleşebileceği avuntusuna sarılmaktan da vazgeçmiştim. (Her seferinde çaresizce sığındığım bu naif düşünce beni hep hüsrana uğratmıştı zaten” diyen yazar için bu tespit aslında her öyküsü için geçerli. Mübalağa sanatının cömertçe kullanıldığı, postmodern ve şiirsel şekilde yazılmış öykülerin yer aldığı kitapta ‘çöl’ kavramı da sık sık kendini gösteriyor. Bu şekilde bir anlatım kurup kendini bu kadar rahat okutan çok kitap yoktur.
Ustaca kullanılmış bir dille, sade bir üslûpla oluşturulan kitapta bazı öyküleri okura bırakmış yazar, tamamlaması için. Suçsuz yere mahkûm olan birçok karakteri ve mahkeme sahneleriyle sık sık Kafka’nın Dava’sını anımsatan Çölün Öbür Tarafı, geçtiğimiz yılın iyi öykü kitaplarından olmuştu.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
En iyi anti-depresan insanlara hizmet etmektir
"En iyi anti-depresan insanlara hizmet etmektir, eğer depresyondaysanız kendinizle ilgilenmekten vazgeçin ve hizmet edebileceğiniz birilerini bulun. Allah, sizi ona götürecek bir dünya yarattı."
Dünya üzerindeki 'misyonumuz ve vizyonumuz'un engellere, yüklere, dertlere, tasalara ve hatta insanlara karşı koymak, onlarla 'baş etmek', bir şeylere tahammül etmek olduğunu düşünürüz çoğu zaman ve bunun adını 'imtihan' koyarız. Daha doğrusu ilahî takdirle koyulmuş bir adı, istemsizce anlam kaymasına uğratır, asıl manayı pek düşünmeyiz. Doğaldır, her zaman noksanız, bir yerlerden.
"Başkalarının kusurları üzerine düşünmek ya da konuşmak için vakit harcamak ahmakçadır. Şu kısa hayatta, kendi kusurlarımızın farkına varıp onları gidermek için sürekli çalışmak çok daha makul bir yatırımdır."
Oysaki imtihan, ya da bu dünyadaki bu 'antrenman', 'bir şeylere, birilerine rağmen'den ziyade, bir şeylerle, birileriyle yaşamayı öğretmeli bizlere. Her kişisel gelişim mevzusuna konu olan kendiyle barışıklık ve farkındalık bu "ile" bağlacında sırlı aslında: Olduğu gibi kabul edip kalpteki tüm paslardan arınarak gayret etmek -ki gayretin asıl anlamlarından biri sevgidir-, mutlanmak. Böylece kalplerimizin bunca yılın direnciyle paslanmış rezistansları onlardan kurtulup arınır; bakır, altına dönüşür. Bu bir simya meselesidir. Tıpkı Hamza Yusuf'un Kalbin Simyası'nda ele aldığı gibi.
“Herkes, kendi kalbinin çobanıdır," der Hamza Yusuf Hanson. 17 yaşında geçirdiği bir trafik kazasının ardından gelen bir tefekkür süreciyle İslam'ı seçen ve o gün bugündür dünyanın dört bir tarafında canla başla çalışan, klasik Doğu ve Batı bilimlerine hâkim değerli bir âlim kendisi. Yıllar yılı insanların İslam'ın önce zâhiriyle, sonra ise bâtınıyla tanışmasına vesile olmuş kült eser Purification of the Heart'ın müellifi. Yıllardır tercümesi beklenen eser, 2019'un ilk günlerinde raflarda yerini aldı. Peki bu kitap dönüşüm arifesindeki kalplere ne diyor?
"Başımıza nelerin geleceğini seçemeyiz ama hayatta karşımıza çıkması kaçınılmaz olan zorluklar karşısında vereceğimiz tepkileri tercih edebiliriz."
Neredeyse tamamıyla dış görünüş ve maddiyat odağında seyreden günümüzün dünyası, manevî gelişime daha fazla ihtiyaç duyar hale geldi. İnsanoğlunu boşluğa sürükleyen asıl neden ise manevî dayanak noktalarının kaybolması sonucunda nefsin isteklerinin doğru yönlendirilemeyip kalbin kibir, cimrilik, düşmanlık duygusu gibi birçok olumsuz nitelik tarafından kuşatılmış olması.
"Riyanın ana kaynağı Allah'tan başkasından bir şeyler beklemektir."
İşte; Amerika Birleşik Devletleri'ndeki ilk Müslüman beşerî ilimler üniversitesi olan Zaytuna College'in kurucusu, dinî meseleleri samimiyetle, ulema-halk ayrımı yapmadan anlatabilen, aynı zamanda sosyal bilimlere dair entelektüel birikimi ve disiplinlerarası metoduyla, kadim İslam geleneğini esas alan bir âlim ve mutasavvıf olan Hamza Yusuf, bu anlam arayışına ket vuran kalbî rahatsızlıkları irdeliyor.
"İbadetin ana gayesi, yalnızca Allah için yapılmasıdır. İnsan, niyetini bozan şeylerden ruhunu arındırdıkça Allah'ı daha yakından tanımaya başlar. Bunun sonucunda dünyadaki her şey onun gözünde önemsizleşir."
Kalbin Simyası: Manevi Yaralara Çare Bulmak, kalbin manevî hastalıklarını teşhis edip bu hastalıklara Kur’ân, gelenek ve ilim eksenli sürdürülebilir tedavi yöntemleri öneriyor, kalpleri, "gönül"lere dönüştürmek üzere manen formatlamaya çağırıyor.
Hande Yıldırım Önsöz
twitter.com/miskiamber
Dünya üzerindeki 'misyonumuz ve vizyonumuz'un engellere, yüklere, dertlere, tasalara ve hatta insanlara karşı koymak, onlarla 'baş etmek', bir şeylere tahammül etmek olduğunu düşünürüz çoğu zaman ve bunun adını 'imtihan' koyarız. Daha doğrusu ilahî takdirle koyulmuş bir adı, istemsizce anlam kaymasına uğratır, asıl manayı pek düşünmeyiz. Doğaldır, her zaman noksanız, bir yerlerden.
"Başkalarının kusurları üzerine düşünmek ya da konuşmak için vakit harcamak ahmakçadır. Şu kısa hayatta, kendi kusurlarımızın farkına varıp onları gidermek için sürekli çalışmak çok daha makul bir yatırımdır."
Oysaki imtihan, ya da bu dünyadaki bu 'antrenman', 'bir şeylere, birilerine rağmen'den ziyade, bir şeylerle, birileriyle yaşamayı öğretmeli bizlere. Her kişisel gelişim mevzusuna konu olan kendiyle barışıklık ve farkındalık bu "ile" bağlacında sırlı aslında: Olduğu gibi kabul edip kalpteki tüm paslardan arınarak gayret etmek -ki gayretin asıl anlamlarından biri sevgidir-, mutlanmak. Böylece kalplerimizin bunca yılın direnciyle paslanmış rezistansları onlardan kurtulup arınır; bakır, altına dönüşür. Bu bir simya meselesidir. Tıpkı Hamza Yusuf'un Kalbin Simyası'nda ele aldığı gibi.
“Herkes, kendi kalbinin çobanıdır," der Hamza Yusuf Hanson. 17 yaşında geçirdiği bir trafik kazasının ardından gelen bir tefekkür süreciyle İslam'ı seçen ve o gün bugündür dünyanın dört bir tarafında canla başla çalışan, klasik Doğu ve Batı bilimlerine hâkim değerli bir âlim kendisi. Yıllar yılı insanların İslam'ın önce zâhiriyle, sonra ise bâtınıyla tanışmasına vesile olmuş kült eser Purification of the Heart'ın müellifi. Yıllardır tercümesi beklenen eser, 2019'un ilk günlerinde raflarda yerini aldı. Peki bu kitap dönüşüm arifesindeki kalplere ne diyor?
"Başımıza nelerin geleceğini seçemeyiz ama hayatta karşımıza çıkması kaçınılmaz olan zorluklar karşısında vereceğimiz tepkileri tercih edebiliriz."
Neredeyse tamamıyla dış görünüş ve maddiyat odağında seyreden günümüzün dünyası, manevî gelişime daha fazla ihtiyaç duyar hale geldi. İnsanoğlunu boşluğa sürükleyen asıl neden ise manevî dayanak noktalarının kaybolması sonucunda nefsin isteklerinin doğru yönlendirilemeyip kalbin kibir, cimrilik, düşmanlık duygusu gibi birçok olumsuz nitelik tarafından kuşatılmış olması.
"Riyanın ana kaynağı Allah'tan başkasından bir şeyler beklemektir."
İşte; Amerika Birleşik Devletleri'ndeki ilk Müslüman beşerî ilimler üniversitesi olan Zaytuna College'in kurucusu, dinî meseleleri samimiyetle, ulema-halk ayrımı yapmadan anlatabilen, aynı zamanda sosyal bilimlere dair entelektüel birikimi ve disiplinlerarası metoduyla, kadim İslam geleneğini esas alan bir âlim ve mutasavvıf olan Hamza Yusuf, bu anlam arayışına ket vuran kalbî rahatsızlıkları irdeliyor.
"İbadetin ana gayesi, yalnızca Allah için yapılmasıdır. İnsan, niyetini bozan şeylerden ruhunu arındırdıkça Allah'ı daha yakından tanımaya başlar. Bunun sonucunda dünyadaki her şey onun gözünde önemsizleşir."
Kalbin Simyası: Manevi Yaralara Çare Bulmak, kalbin manevî hastalıklarını teşhis edip bu hastalıklara Kur’ân, gelenek ve ilim eksenli sürdürülebilir tedavi yöntemleri öneriyor, kalpleri, "gönül"lere dönüştürmek üzere manen formatlamaya çağırıyor.
Hande Yıldırım Önsöz
twitter.com/miskiamber
23 Ekim 2019 Çarşamba
Kendi çocuklarını yiyen devrimler ve acı deneyimler
Şiddetin, kaba gücün, otoritenin kutsandığı bir toplumsal yapımız var. Eleştirinin,sorgulamanın olmadığı ve bunların hoş karşılanmadığı bir yapı… Ezberlerle yaşayan ve ezberlerinin bozulmasından korkan kurumsal yapılar ve kitleler… Demokrasi, insan hakları, çoğulculuk, çocuk hakları, hukuk herkesin ağzında sakız ama o herkes eline geçirdiği ilk fırsatta insanlığın bu değerlerini darmadağın ediyor. Sivil toplum kuruluşları, sendikalar, dernekler, legal veya illegal farketmiyor her yapının değiştirilemez amentüler mevcut. İnsan elinden çıkma kurumlar, örgütler, oluşumlar dinsel bir havaya bürünerek üyelerini, bağlılarını âdeta bir kul olarak görüyor. Sonuna kadar, sorunsuz itaat…
Çocukların çocuk, gençlerin genç, yaşlıların yaşlı olamadığı bir hayatın içindeyiz. Çocuklarımız birden bire büyüyebiliyor… yaşamaktan, yaşatmaktan daha çok ölümü kutsuyoruz. Hiç yaşayamamış insanların ölümlerinden tuhaf bir haz alıyoruz. Yaşamak ne kadar anlamsızlaşıyorsa ölüm de o denli anlamsızlaşıyor. Sert, asık suratlı mesleki ve bürokratik anlayış toplumun bütün hücrelerine sirayet ediyor. Düzene, sisteme muhalif olarak ortaya çıkan hareketler yapılar bu sertliği asık suratlılığı ortadan kaldırmıyor. İnsanlara bu mevcuttan başka paradigmaların olduğunu ve olabileceğini göstermiyor. Devletin sertliğini, tahammülsüzlüğünü, kıyıcılığını eleştiren, buna savaş açan örgütler ne yazık ki daha kıyıcı ve acımasız olabiliyor. Muhalefetin sonsuzca var olanı doğurduğu bir ortamda statüko daha çok güçleniyor, alternatifsiz hale geliyor.
Son zamanlarda okuduğum Aytekin Yılmaz’a ait Onlar Daha Çocuktu kitabı yukarıdaki düşüncelerimi daha da pekiştirdi. Sayfas sayısı az boyutu küçük bir kitap âdeta 40-50 yılın özeti gibi. Kitabı okumaya başladığımda sarsıldım. İsmet Özel diyor ya: “İnsan hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır.”. Kitabı okuduğumda kulak kesildiğimiz, içinde kaybolup gittiğimiz dünyanın dışında çok acı, kırık dökük nice hikâyelerin olduğu dünyayı gördüm. Aşırı sol örgütler örgütler tarafından çocuk yaşta savaşmaya mecbur bırakılan, dağda yada hapishanede örgüt yetkililerinin infaz kararlarıyla kurban edilmiş çocukların hikâyesi… Devrim, özgürlük, sosyalizm hayalleriyle örgütlerin devşirdiği, ellerine silah tutuşturup ön saflara sürdüğü, büyük adam muamelesi yaparak hırslarına, öfkelerine kurban verdikleri çocukların yürek burkan, gönül dağlayan hayatları. Ya da hayatsızlığa mahkum çocuklar…
Ulucanlar Hapishanesinde örgüt tarafından infaz edilen Ulaş Şahintürk, Adana’dan gelip PKK’ya katılan Dilşa, dağda hamile kalınca infaz edilen Perinaz, örgüt tarafından itirafçı oldu diye hapishane ranzasına kafası vurula vurula öldürülen Baran, Bayrampaşa Cezaevi'nde Çetin ile Metin, Barış… Bu çocukların çok acı bir talihleri ve sonları var. Dağlarda büyüklerin bile dayanamadığı zor şartlarda üşüyen, evini özleyen, hayal kuramayan çocuklar… Örgüt hücrelerinde nefretle doldurulan çocuklar… Hapishanelerde örgütün geleceğine kurban verilen ve hain diye yaftalanan çocuklar… 12-13-14-15 yaşındakiler…
“Yaşam Hikâyem Bana Fazla Büyük” adlı yazıda Metin Şavaş‘ın trajedisine tanık oluyoruz. Sürekli okuyan, tartışan, sorgulayan ve hapiste örgüt abilerini sorduğu sorularla rahatsız eden Metin… hapishanede yoldaşları tarafından korkunç bir yalnızlığa mahkum edilir. Kimse konuşmaz, kimseyle konuşamaz. Psikolojisi alt üst olur. hapishanede herkesin rol yaptığını görür. O gerçeği görür ama diğerleri ona kafayı yemiş gözüyle bakar. İdareden aldığı çarşafı yırtarak ip örmeye başlar Metin. En sonunda da kendi ördüğü iple intihar eder. örgüt büyükleri her şeyin farkındadır aslında. onlar zaten Onun ölmesini isterler.
Kendisi de uzun yıllar hapis yatan Aytekin Yılmaz bu çocukların hikâyelerine uzun uğraşlar sonucu ulaşır. Bir çoğunu da içeride tanımıştır zaten. Evet DHKP-C’si PKK’sı ve benzeri aşırı örgütlerin propagandalarıyla örgütler katılan bu çocuklar yakalandıklarında emniyette yada jandarmada yapılan muamelelere dayanamayarak konuşurlar. Zor şartlar altındaki ifadelerinde olan biteni anlatırlar. Nihayetinde çocuk hepsi. Bunlar hapishaneler gönderildiklerinde mensubu bulundukları örgüt üyelerinin koğuşlarına verilirler. Burada bu çocuklar asıl gerçeklerle karşılaşırlar. Devrim, özgürlük hayalleri örgütlerin hapishane kurallarının sert duvarına çarpar. İtirafçı olarak örgütler bunları kendi içinde yargılarlar. Ranza hapsi, yalıtılma, kimseyle konuşturulmama ve infaz… Örgütler bunlara çocuk gözüyle bakmaz. Bunların emniyette çözülmesi örgütün itibarını zedeler. Onun için bu itirafçılar infaz edilir. Hapishanelerde örgüt mahkemeleri kurulur. Kiminin başına poşet geçirilerek boğulur kimi bir kaşık suda… Yani devletin zulmünü bahane ederek örgüt kuran, halkını özgürleştireceğini vadeden bu yapılar kendi çocuklarına acımadan kıyar. Hem de hiçbir eleştir ve yorum kabul etmeden. Hatta örgütlerde çözülmelerin yoğun olduğu dönemlerde örgüt içi infazlar artıyor.
Onlar Daha Çocuktu, hapishane ortamını görmüş yazarın gerçeklerde yola çıkarak hazırladığı bir kitap. Kurgu ya da abartı yok. Gerçekler dizilerde, sinemalarda izlediğimiz gibi değil. Hatta örgüte sempati duyan bu çocuklar okudukları kitapların, izledikleri filmlerin etkisiyle örgütlere katılıyorlar ama gerçeklerle dağda ve hapishanelerde karşılaşıyorlar. Bizzat gerçekle. Özgürlük romantizmini bizzat örgütlerin yok ettiği gerçeklik… Munzur kod adlı Barış I. Hapishanede sürekli “Şu dağlarda bir yalan olsaydım” diyerek bu trajediyi anlatmış aslında.
Kitaptaki “Che Guevara ve devrimci şiddet” meselesi yazısı da özellikle okunmalı. İnsanların romantik devrimci olarak idolleştirdiği Che alıştığımız formatın dışında değerlendiriliyor. “Eğer “devrimci şiddet” ve “gerilla savaş”larına dokunmak istiyorsanız bunun sembol olmuş ismi Che Guevara’ya da dokunmak zorundasınız. Dünyada ve Türkiye’de solun tabusu olmaya devam ediyor.”
Kitapta bahsini ettiğimiz yaralayıcı hayatların yanında yazarın kitabın sonlarında yazdığı makaleler de ayrıca önemli. Değerlendirilmesi gerek. “Her Devrim Kendi Çocuklarını Yer”, “Çocukları Üşüten O Soğuk Dağ” makaleleri silahlı mücadeleyle ilgili farklı bir perspektif ortaya koyuyor. Düzene muhalif olarak ortaya çıkan ama daha acımasız olan, sürekli hain yaratan, kendi gibi düşünmeyenleri acımasızca susturan, soğuk savaş döneminden kalmış örgütçülük mantalitesinin değişmesini istiyor. Dünya genelinde stratejilerini değiştiren örgütler gibi Türkiye’deki muhalif örgütlerin kendini sorgulaması gerektiğine işaret ediyor. Yılmaz, tarih boyunca kendi çocuklarını yiyen kanlı devrimlerin ve acı deneyimleri aşılarak kendi çocuklarını yemeyen şiddetsiz/kansız devrimlerin umudunu taşıyor.
Muaz Ergü
Çocukların çocuk, gençlerin genç, yaşlıların yaşlı olamadığı bir hayatın içindeyiz. Çocuklarımız birden bire büyüyebiliyor… yaşamaktan, yaşatmaktan daha çok ölümü kutsuyoruz. Hiç yaşayamamış insanların ölümlerinden tuhaf bir haz alıyoruz. Yaşamak ne kadar anlamsızlaşıyorsa ölüm de o denli anlamsızlaşıyor. Sert, asık suratlı mesleki ve bürokratik anlayış toplumun bütün hücrelerine sirayet ediyor. Düzene, sisteme muhalif olarak ortaya çıkan hareketler yapılar bu sertliği asık suratlılığı ortadan kaldırmıyor. İnsanlara bu mevcuttan başka paradigmaların olduğunu ve olabileceğini göstermiyor. Devletin sertliğini, tahammülsüzlüğünü, kıyıcılığını eleştiren, buna savaş açan örgütler ne yazık ki daha kıyıcı ve acımasız olabiliyor. Muhalefetin sonsuzca var olanı doğurduğu bir ortamda statüko daha çok güçleniyor, alternatifsiz hale geliyor.
Son zamanlarda okuduğum Aytekin Yılmaz’a ait Onlar Daha Çocuktu kitabı yukarıdaki düşüncelerimi daha da pekiştirdi. Sayfas sayısı az boyutu küçük bir kitap âdeta 40-50 yılın özeti gibi. Kitabı okumaya başladığımda sarsıldım. İsmet Özel diyor ya: “İnsan hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır.”. Kitabı okuduğumda kulak kesildiğimiz, içinde kaybolup gittiğimiz dünyanın dışında çok acı, kırık dökük nice hikâyelerin olduğu dünyayı gördüm. Aşırı sol örgütler örgütler tarafından çocuk yaşta savaşmaya mecbur bırakılan, dağda yada hapishanede örgüt yetkililerinin infaz kararlarıyla kurban edilmiş çocukların hikâyesi… Devrim, özgürlük, sosyalizm hayalleriyle örgütlerin devşirdiği, ellerine silah tutuşturup ön saflara sürdüğü, büyük adam muamelesi yaparak hırslarına, öfkelerine kurban verdikleri çocukların yürek burkan, gönül dağlayan hayatları. Ya da hayatsızlığa mahkum çocuklar…
Ulucanlar Hapishanesinde örgüt tarafından infaz edilen Ulaş Şahintürk, Adana’dan gelip PKK’ya katılan Dilşa, dağda hamile kalınca infaz edilen Perinaz, örgüt tarafından itirafçı oldu diye hapishane ranzasına kafası vurula vurula öldürülen Baran, Bayrampaşa Cezaevi'nde Çetin ile Metin, Barış… Bu çocukların çok acı bir talihleri ve sonları var. Dağlarda büyüklerin bile dayanamadığı zor şartlarda üşüyen, evini özleyen, hayal kuramayan çocuklar… Örgüt hücrelerinde nefretle doldurulan çocuklar… Hapishanelerde örgütün geleceğine kurban verilen ve hain diye yaftalanan çocuklar… 12-13-14-15 yaşındakiler…
“Yaşam Hikâyem Bana Fazla Büyük” adlı yazıda Metin Şavaş‘ın trajedisine tanık oluyoruz. Sürekli okuyan, tartışan, sorgulayan ve hapiste örgüt abilerini sorduğu sorularla rahatsız eden Metin… hapishanede yoldaşları tarafından korkunç bir yalnızlığa mahkum edilir. Kimse konuşmaz, kimseyle konuşamaz. Psikolojisi alt üst olur. hapishanede herkesin rol yaptığını görür. O gerçeği görür ama diğerleri ona kafayı yemiş gözüyle bakar. İdareden aldığı çarşafı yırtarak ip örmeye başlar Metin. En sonunda da kendi ördüğü iple intihar eder. örgüt büyükleri her şeyin farkındadır aslında. onlar zaten Onun ölmesini isterler.
Kendisi de uzun yıllar hapis yatan Aytekin Yılmaz bu çocukların hikâyelerine uzun uğraşlar sonucu ulaşır. Bir çoğunu da içeride tanımıştır zaten. Evet DHKP-C’si PKK’sı ve benzeri aşırı örgütlerin propagandalarıyla örgütler katılan bu çocuklar yakalandıklarında emniyette yada jandarmada yapılan muamelelere dayanamayarak konuşurlar. Zor şartlar altındaki ifadelerinde olan biteni anlatırlar. Nihayetinde çocuk hepsi. Bunlar hapishaneler gönderildiklerinde mensubu bulundukları örgüt üyelerinin koğuşlarına verilirler. Burada bu çocuklar asıl gerçeklerle karşılaşırlar. Devrim, özgürlük hayalleri örgütlerin hapishane kurallarının sert duvarına çarpar. İtirafçı olarak örgütler bunları kendi içinde yargılarlar. Ranza hapsi, yalıtılma, kimseyle konuşturulmama ve infaz… Örgütler bunlara çocuk gözüyle bakmaz. Bunların emniyette çözülmesi örgütün itibarını zedeler. Onun için bu itirafçılar infaz edilir. Hapishanelerde örgüt mahkemeleri kurulur. Kiminin başına poşet geçirilerek boğulur kimi bir kaşık suda… Yani devletin zulmünü bahane ederek örgüt kuran, halkını özgürleştireceğini vadeden bu yapılar kendi çocuklarına acımadan kıyar. Hem de hiçbir eleştir ve yorum kabul etmeden. Hatta örgütlerde çözülmelerin yoğun olduğu dönemlerde örgüt içi infazlar artıyor.
Onlar Daha Çocuktu, hapishane ortamını görmüş yazarın gerçeklerde yola çıkarak hazırladığı bir kitap. Kurgu ya da abartı yok. Gerçekler dizilerde, sinemalarda izlediğimiz gibi değil. Hatta örgüte sempati duyan bu çocuklar okudukları kitapların, izledikleri filmlerin etkisiyle örgütlere katılıyorlar ama gerçeklerle dağda ve hapishanelerde karşılaşıyorlar. Bizzat gerçekle. Özgürlük romantizmini bizzat örgütlerin yok ettiği gerçeklik… Munzur kod adlı Barış I. Hapishanede sürekli “Şu dağlarda bir yalan olsaydım” diyerek bu trajediyi anlatmış aslında.
Kitaptaki “Che Guevara ve devrimci şiddet” meselesi yazısı da özellikle okunmalı. İnsanların romantik devrimci olarak idolleştirdiği Che alıştığımız formatın dışında değerlendiriliyor. “Eğer “devrimci şiddet” ve “gerilla savaş”larına dokunmak istiyorsanız bunun sembol olmuş ismi Che Guevara’ya da dokunmak zorundasınız. Dünyada ve Türkiye’de solun tabusu olmaya devam ediyor.”
Kitapta bahsini ettiğimiz yaralayıcı hayatların yanında yazarın kitabın sonlarında yazdığı makaleler de ayrıca önemli. Değerlendirilmesi gerek. “Her Devrim Kendi Çocuklarını Yer”, “Çocukları Üşüten O Soğuk Dağ” makaleleri silahlı mücadeleyle ilgili farklı bir perspektif ortaya koyuyor. Düzene muhalif olarak ortaya çıkan ama daha acımasız olan, sürekli hain yaratan, kendi gibi düşünmeyenleri acımasızca susturan, soğuk savaş döneminden kalmış örgütçülük mantalitesinin değişmesini istiyor. Dünya genelinde stratejilerini değiştiren örgütler gibi Türkiye’deki muhalif örgütlerin kendini sorgulaması gerektiğine işaret ediyor. Yılmaz, tarih boyunca kendi çocuklarını yiyen kanlı devrimlerin ve acı deneyimleri aşılarak kendi çocuklarını yemeyen şiddetsiz/kansız devrimlerin umudunu taşıyor.
Muaz Ergü
21 Ekim 2019 Pazartesi
İklim değişikliği ve siyaset
Varlığı kesin olarak ikiye ayıran Kartezyen felsefesinin doğayı mekanik bir olgu olarak değerlendirmesinin ardından doğa insan için savaşılacak bir düşman olarak algılandı. İnsanın amacı diğer düşmanları gibi doğayı da mağlup ederek üzerinde tahakküm kurmak oldu. Bu pragmatist-aklıcı eğilimin devamı olan ilerleme paradigması insanı tek ve temel ölçüt olarak kabul ederek etki alanını genişletti. İlerleme paradigmasının bugün bilim ve teknoloji adı altında savaşını daha da büyüterek dünyanın dışına taşıdığına tanık oluyoruz.
Güç sahibi olma hırsının uzantısı olarak doğanın doğal seyrine uzun zamandır müdahale ediyor insan. Daha önemlisi, sonuçları ne olursa olsun bunu önemsemiyor. Yalnız şu bir gerçek ki; doğayla girişilen savaşın tepkisel dönüşü zamanın ilerlemesiyle doğru orantılı olarak artıyor. Kendini ölçüt olarak belirleyen insan ise keyfince limitler koyuyor ve limitlerin dışında kalan ölçümleri ‘felaket’ olarak nitelendiriyor. İnsan, limitleri belirleyenin kendisi olduğunu biliyor lakin ölçümlerin, koyduğu sınırların dışında çıkmasına neden olanın kendisi olduğunu yadsıyarak bilmezden geliyor. Nefsine güzel geleni iyi, güzel gelmeyeni kötü olarak etiketleyen insandan bu beklenirdi zaten. Sonuç olarak artık etkisini her geçen gün daha fazla hissettiğimiz iklim değişikliği adında yeni bir ‘felaketimiz’ var. Gündemimize sık girip çabucak çıkıyor ve şu an için pek önemsemiyor gibiyiz. Yanlış anlaşılmasın; iklim değişikliğini önemsemememizin henüz yeterince büyük bir gazabına uğramamamızla alakası yok. Zira acı sonuçlarını yaşadığımız doğa olaylarının hiçbirini önemsemiyoruz. Asıl mesele; ekolojiyi bozmamızın doğal bir sonucu olan küresel ısınmayı ve iklim değişikliklerini daha ne kadar görmemeye, duymamaya devam edeceğimiz.
Devletler başta olmak üzere insanlığın kör ve sağır olduğu iklim konusunda cılız sesler yükseliyor. Fransız yazar Bruno Latour o seslerden biri. Kolektif Kitap’tan çıkan Rota isimli eseri iklim konusunda yeni bir siyasetin zorunluluğunu dillendiriyor. "Politikada Yönümüzü Nasıl Bulacağız?" alt başlığıyla yayınlanan eser yüz yirmi sekiz sayfadan oluşuyor. Rota’nın çevirisi Orçun Türkay tarafından yapılmış. Kitapta yirmi adet makale yer alıyor. Güncel konulardan yola çıkan Latour dünya siyasetini yorumluyor. Yazılardaki akıcı üslup dipnotlarla desteklenerek ortaya zengin bir metin çıkarılmış. Yalnız, kaynakça işlevi de gören dipnotların kitabın sonuna eklenmesi okur açısından sorun teşkil ediyor. Okuma sırasında ilgili dipnota gitmek ve tekrar okumaya dönmek okuru yorarken okuma insicamını da bozuyor.
Evvela belirtmek gerekiyor ki, Rota küçük ebatına karşın büyük bir işe kalkışıyor. Yazar iklim olgusunu merkeze alıp mevcut siyasi paradigmayı topa tutuyor. Eleştirilerden bilimsel, kültürel, ekonomik ve toplumsal anlayışlar da nasibini alıyor. Bir yanda sağ-sol karmaşası; kim ilerici, kim gerici tartışması hız kesmeden devam ederken diğer yandan küreselleşme, evrensellik ve ulus devlet anlayışı sorgulanıyor. Bu arada Marksist düşünce için yapılan eleştiriyi oldukça ilginç bulduğumu söylemeliyim. Liberal-kapitalist yapıyı zaten eleştiren yazara göre Marksist ideolojinin liberal-kapitalist sistem için yönelttiği sömürüye dayalı oluşundaki haklılığına karşın Marksizm’in insan merkezci yaklaşımı hatalıdır. Çünkü merkeze modern paradigmanın yaptığı gibi insanı koymaktadır. Bu yönüyle Marksizm’in insanlığın sorunlarını çözmesi mümkün değildir. Açıkçası Bruno Latour, Frankfurt Okulu’nun Marksizm eleştirisinden çok daha öte bir tenkit ve önemli bir tespit yapıyor. Sol düşüncenin özeleştiri ekolu sayılan Frankfurt Okulu, Marksist felsefeyi teorikte ve pratikte insanın metafiziksel boyutunu (özellikle sanatsal alanda) ihmal edişini eleştirmiş ve bu ihmali Marksizm’in başarısızlığının en önemli gerekçesi saymıştır. Yazara göreyse yaşanılabilir bir dünya isteniyorsa merkeze insanı değil (tüm) canlılığı almak gerekmektedir. Adil olan da, tutarlı olan da budur.
Kitapta uzun uzun modernleşme, küreselleşme, yerelleşme, evrensellik gibi olguların analizi yapılıyor. Konuya tarihsel perspektiften bakan Latour, Aydınlanma’nın yol açtığı akılcı ve pozitivist anlayışın insanlığı vaat ettiği yerle alakası olmayan bir konuma sürüklediğini belirtiyor. İnsanlığın bu duruma gelmesinde sapkın ilerleme düşüncesinin ve küreselleşme olgusunun önemi büyüktür ve fakat küreselliği savunan devletlerin paradoksal şekilde tutum değiştirdiği görülmektedir. Küresel anlamda güç sahibi devletlerin uygulamaya soktuğu radikal politikalarla iki şey amaçlanmaktadır. İlki, vatandaşın tepkisel kalması sağlanarak kötüye gidiş perdelenmekte ve böylelikle devletler yollarına devam edebilmektedir. İkincisi, bu ayrıcalıklı devletler hem küresel güç olmayı hem de yerel kalabilmeyi amaçlamaktadır. Küresel göç dalgası bu anlayışın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Yazara göre Brexit oylaması ve Meksika sınırı için planlanan duvar bunun en net göstergesidir. Avrupa’nın Suriyeli göçmenler konusunda Türkiye’yi tampon bölge olarak kullanması da yazarın tezinin destekleyen bir başka gösterge diyebiliriz.
Bruno Latour, bugün küreselleşme üzerinden güç devşiren ayrıcalıklı ülkelerin uluslaşma sürecine benzeyen bir içe kapanış siyaseti yürüttüğünü belirtiyor. Diğer taraftan da ‘öteki’ ülkelerin ne yapması gerektiğini de söylemeden duramıyor. Yazar, kararları tek elden vererek buna evrensellik atfetmeyi riyakârlık olarak tanımlıyor. Batı’nın yıllardır gösterdiği bu ikiyüzlü tavrı bilinçaltındaki bir korkuyu açığa çıkarmaktadır. Bir zamanlar kolonizeleşerek sömürgeleştirdiği toplumların saldırısı altında hissetmektedir kendini. Geçmişte neler yaptığının farkındadır ve yaptığı muameleye maruz kalacağı endişesiyle hareket etmektedir. Asırlardır sömüren devletler artık sömürememekten ve göçün ters simetriye dönüşmesinden korkmaktadır. Göç ve göçmen karşıtlığının temelinde bu düşünce yatmaktadır.
Küreselleşme olgusunu farklı kavramlarla farklı açılardan değerlendiren yazar çözüm önerisini ‘küreyerelleşme’ kavramıyla açıklamaya çalışıyor. Mevcut ideolojiler ve uygulanan politikalar saplantılıdır. Tüm küre bu fanatizmden kurtularak içinde yaşayan bütün canlılığı gözeten evrensel bir yerellik düşüncesiyle haraket edebilmelidir. Zira insan merkezli küreselleşme anlayışı hizmet alanını daha da daraltarak ayrıcalıklı grupların lehine çalışmaktadır. Seçkinci ve elitist olan yapı tam anlamıyla ötekileştirme politikasıdır. Küreselleşme karşıtlarının alternatif olarak sunduğu yerelleşme de tıpkı küreselleşme gibi insan merkezli bir devlet politikasıdır. Bugünün şartlarında uygulanabilirliği de kalmamıştır. Dolayısıyla hem gerçekçi değildir hem de dünyadaki canlılığı kapsayacak faydadan uzaktır.
Bruno Latour iklim konusuna gereken önemin verilmemesinin nedenleri üzerinde dururken vatandaşın sessiz ve tepkisiz kalışının önemli olduğunu belirtiyor. Bu tutum küreselleşme yanlılarının işini kolaylaştırmaktadır. Diğer yandan iklim sorununun bir komplo teorisi olarak sunulması tıpkı radikal politikaların uygulanma amacında olduğu gibi kötü gidişatı perdelemeye yöneliktir. Yazara göre bu politik bir illüzyondur.
Kitaptaki en ilginç detaylardan birisi ekolojik çalışmalarla ilgili. Hatırı sayılır ekolojik çıkışların olduğunu belirten yazar, bu hareketlenmenin olması gerekenden farklı geliştiğini iddia ediyor. Bu bağlamda ekoloji başarısız ama ekolojikleşme başarılı olmuştur. Ekolojikleşme, ayrıcalıklı grupların ekolojiyi kullanım amacına yönelik uygulamalardır. Suyu ve havası temiz, doğayla iç içe, organik beslenmeye dayalı hayat ayrıcalıklı gruplara özel oluşturulmaktadır. Bu aşamada üretim yerine doğurma anlayışını öneren yazar, insan odaklı bir sistem olan üretimin suni, canlı odaklı bir sistem olan doğurmanın doğal olduğunu savunuyor. Hem üretim odaklı anlayışın ekonomik sorunlu yapısı yozlaşmış uygarlığın inşa edilmesine yol açmaktadır. Süreç sonunda pazar, siyaset, sanat hatta din dinden bağımsız bir dinsel form kazanmaktadır.
Bruno Latour ara ara ABD ile AB karşılaştırılması yaparak aralarındaki farkları açıklamaya çalışıyor. Ona göre ABD küresel bir imparatorluk peşinde koşarken Avrupa bürokratik bir oluşumdur. ABD’den farklı konumlandırdığı Avrupa’ya tarihi bir sorumluluk yükleyerek çözüme katkı sunabileceğini savunan yazarın bir anlamda Avrupa-merkezcilik yaptığı söylenebilir fakat haklılık payının olduğunu da kabul etmek gerekiyor. Zira insanlığın geldiği noktanın baş müsebbibi her ne kadar Avrupa olsa da, insanlığı bu bataklıktan çıkaracak formül için harekete geçmeye en yakın olan yine Avrupa gibi görünüyor. Teorikte İslam’ın bu konuda şansı daha yüksek olabilir lakin Müslümanların pratize etme ihtimalinin yanında Avrupa’nın tarihi seyrini ve teorik-pratik üretim kabiliyetini göz önüne aldığımızda ve hâlihazırda Avrupa’nın her açıdan faal olduğunu hesaba kattığımızda çözüme yakınlığı ortaya çıkıyor. Kaldı ki bugünün Müslümanının Avrupa’nın ürettiği değerlere talip oluşu onun lehine bir durum oluşturuyor.
Bruno Latour eserinde doğru konumlandırılmış bir çevre anlayışıyla yeni bir iklim politikası oluşturulmasının imkânlarını sorguluyor. Yazarın sözünü ettiği doğru konumlandırma, salt insan merkezli felsefe yerine merkezine canlıların tümünü içine alan yeni bir felsefedir. Rota, modernleşme ve küreselleşme üzerinden saplantıya dönüştürülmüş bilim, teknoloji ve siyasetin ekolojiyi ezip geçisini eleştiren kapsamlı bir metin. Sunduğu çözüm önerisi ise uygulanabilirliği noktasında pek mümkün gözükmese de Batı felsefesinin paradigmasını sarsıcı niteliği dikkate değer.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Güç sahibi olma hırsının uzantısı olarak doğanın doğal seyrine uzun zamandır müdahale ediyor insan. Daha önemlisi, sonuçları ne olursa olsun bunu önemsemiyor. Yalnız şu bir gerçek ki; doğayla girişilen savaşın tepkisel dönüşü zamanın ilerlemesiyle doğru orantılı olarak artıyor. Kendini ölçüt olarak belirleyen insan ise keyfince limitler koyuyor ve limitlerin dışında kalan ölçümleri ‘felaket’ olarak nitelendiriyor. İnsan, limitleri belirleyenin kendisi olduğunu biliyor lakin ölçümlerin, koyduğu sınırların dışında çıkmasına neden olanın kendisi olduğunu yadsıyarak bilmezden geliyor. Nefsine güzel geleni iyi, güzel gelmeyeni kötü olarak etiketleyen insandan bu beklenirdi zaten. Sonuç olarak artık etkisini her geçen gün daha fazla hissettiğimiz iklim değişikliği adında yeni bir ‘felaketimiz’ var. Gündemimize sık girip çabucak çıkıyor ve şu an için pek önemsemiyor gibiyiz. Yanlış anlaşılmasın; iklim değişikliğini önemsemememizin henüz yeterince büyük bir gazabına uğramamamızla alakası yok. Zira acı sonuçlarını yaşadığımız doğa olaylarının hiçbirini önemsemiyoruz. Asıl mesele; ekolojiyi bozmamızın doğal bir sonucu olan küresel ısınmayı ve iklim değişikliklerini daha ne kadar görmemeye, duymamaya devam edeceğimiz.
Devletler başta olmak üzere insanlığın kör ve sağır olduğu iklim konusunda cılız sesler yükseliyor. Fransız yazar Bruno Latour o seslerden biri. Kolektif Kitap’tan çıkan Rota isimli eseri iklim konusunda yeni bir siyasetin zorunluluğunu dillendiriyor. "Politikada Yönümüzü Nasıl Bulacağız?" alt başlığıyla yayınlanan eser yüz yirmi sekiz sayfadan oluşuyor. Rota’nın çevirisi Orçun Türkay tarafından yapılmış. Kitapta yirmi adet makale yer alıyor. Güncel konulardan yola çıkan Latour dünya siyasetini yorumluyor. Yazılardaki akıcı üslup dipnotlarla desteklenerek ortaya zengin bir metin çıkarılmış. Yalnız, kaynakça işlevi de gören dipnotların kitabın sonuna eklenmesi okur açısından sorun teşkil ediyor. Okuma sırasında ilgili dipnota gitmek ve tekrar okumaya dönmek okuru yorarken okuma insicamını da bozuyor.
Evvela belirtmek gerekiyor ki, Rota küçük ebatına karşın büyük bir işe kalkışıyor. Yazar iklim olgusunu merkeze alıp mevcut siyasi paradigmayı topa tutuyor. Eleştirilerden bilimsel, kültürel, ekonomik ve toplumsal anlayışlar da nasibini alıyor. Bir yanda sağ-sol karmaşası; kim ilerici, kim gerici tartışması hız kesmeden devam ederken diğer yandan küreselleşme, evrensellik ve ulus devlet anlayışı sorgulanıyor. Bu arada Marksist düşünce için yapılan eleştiriyi oldukça ilginç bulduğumu söylemeliyim. Liberal-kapitalist yapıyı zaten eleştiren yazara göre Marksist ideolojinin liberal-kapitalist sistem için yönelttiği sömürüye dayalı oluşundaki haklılığına karşın Marksizm’in insan merkezci yaklaşımı hatalıdır. Çünkü merkeze modern paradigmanın yaptığı gibi insanı koymaktadır. Bu yönüyle Marksizm’in insanlığın sorunlarını çözmesi mümkün değildir. Açıkçası Bruno Latour, Frankfurt Okulu’nun Marksizm eleştirisinden çok daha öte bir tenkit ve önemli bir tespit yapıyor. Sol düşüncenin özeleştiri ekolu sayılan Frankfurt Okulu, Marksist felsefeyi teorikte ve pratikte insanın metafiziksel boyutunu (özellikle sanatsal alanda) ihmal edişini eleştirmiş ve bu ihmali Marksizm’in başarısızlığının en önemli gerekçesi saymıştır. Yazara göreyse yaşanılabilir bir dünya isteniyorsa merkeze insanı değil (tüm) canlılığı almak gerekmektedir. Adil olan da, tutarlı olan da budur.
Kitapta uzun uzun modernleşme, küreselleşme, yerelleşme, evrensellik gibi olguların analizi yapılıyor. Konuya tarihsel perspektiften bakan Latour, Aydınlanma’nın yol açtığı akılcı ve pozitivist anlayışın insanlığı vaat ettiği yerle alakası olmayan bir konuma sürüklediğini belirtiyor. İnsanlığın bu duruma gelmesinde sapkın ilerleme düşüncesinin ve küreselleşme olgusunun önemi büyüktür ve fakat küreselliği savunan devletlerin paradoksal şekilde tutum değiştirdiği görülmektedir. Küresel anlamda güç sahibi devletlerin uygulamaya soktuğu radikal politikalarla iki şey amaçlanmaktadır. İlki, vatandaşın tepkisel kalması sağlanarak kötüye gidiş perdelenmekte ve böylelikle devletler yollarına devam edebilmektedir. İkincisi, bu ayrıcalıklı devletler hem küresel güç olmayı hem de yerel kalabilmeyi amaçlamaktadır. Küresel göç dalgası bu anlayışın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Yazara göre Brexit oylaması ve Meksika sınırı için planlanan duvar bunun en net göstergesidir. Avrupa’nın Suriyeli göçmenler konusunda Türkiye’yi tampon bölge olarak kullanması da yazarın tezinin destekleyen bir başka gösterge diyebiliriz.
Bruno Latour, bugün küreselleşme üzerinden güç devşiren ayrıcalıklı ülkelerin uluslaşma sürecine benzeyen bir içe kapanış siyaseti yürüttüğünü belirtiyor. Diğer taraftan da ‘öteki’ ülkelerin ne yapması gerektiğini de söylemeden duramıyor. Yazar, kararları tek elden vererek buna evrensellik atfetmeyi riyakârlık olarak tanımlıyor. Batı’nın yıllardır gösterdiği bu ikiyüzlü tavrı bilinçaltındaki bir korkuyu açığa çıkarmaktadır. Bir zamanlar kolonizeleşerek sömürgeleştirdiği toplumların saldırısı altında hissetmektedir kendini. Geçmişte neler yaptığının farkındadır ve yaptığı muameleye maruz kalacağı endişesiyle hareket etmektedir. Asırlardır sömüren devletler artık sömürememekten ve göçün ters simetriye dönüşmesinden korkmaktadır. Göç ve göçmen karşıtlığının temelinde bu düşünce yatmaktadır.
Küreselleşme olgusunu farklı kavramlarla farklı açılardan değerlendiren yazar çözüm önerisini ‘küreyerelleşme’ kavramıyla açıklamaya çalışıyor. Mevcut ideolojiler ve uygulanan politikalar saplantılıdır. Tüm küre bu fanatizmden kurtularak içinde yaşayan bütün canlılığı gözeten evrensel bir yerellik düşüncesiyle haraket edebilmelidir. Zira insan merkezli küreselleşme anlayışı hizmet alanını daha da daraltarak ayrıcalıklı grupların lehine çalışmaktadır. Seçkinci ve elitist olan yapı tam anlamıyla ötekileştirme politikasıdır. Küreselleşme karşıtlarının alternatif olarak sunduğu yerelleşme de tıpkı küreselleşme gibi insan merkezli bir devlet politikasıdır. Bugünün şartlarında uygulanabilirliği de kalmamıştır. Dolayısıyla hem gerçekçi değildir hem de dünyadaki canlılığı kapsayacak faydadan uzaktır.
Bruno Latour iklim konusuna gereken önemin verilmemesinin nedenleri üzerinde dururken vatandaşın sessiz ve tepkisiz kalışının önemli olduğunu belirtiyor. Bu tutum küreselleşme yanlılarının işini kolaylaştırmaktadır. Diğer yandan iklim sorununun bir komplo teorisi olarak sunulması tıpkı radikal politikaların uygulanma amacında olduğu gibi kötü gidişatı perdelemeye yöneliktir. Yazara göre bu politik bir illüzyondur.
Kitaptaki en ilginç detaylardan birisi ekolojik çalışmalarla ilgili. Hatırı sayılır ekolojik çıkışların olduğunu belirten yazar, bu hareketlenmenin olması gerekenden farklı geliştiğini iddia ediyor. Bu bağlamda ekoloji başarısız ama ekolojikleşme başarılı olmuştur. Ekolojikleşme, ayrıcalıklı grupların ekolojiyi kullanım amacına yönelik uygulamalardır. Suyu ve havası temiz, doğayla iç içe, organik beslenmeye dayalı hayat ayrıcalıklı gruplara özel oluşturulmaktadır. Bu aşamada üretim yerine doğurma anlayışını öneren yazar, insan odaklı bir sistem olan üretimin suni, canlı odaklı bir sistem olan doğurmanın doğal olduğunu savunuyor. Hem üretim odaklı anlayışın ekonomik sorunlu yapısı yozlaşmış uygarlığın inşa edilmesine yol açmaktadır. Süreç sonunda pazar, siyaset, sanat hatta din dinden bağımsız bir dinsel form kazanmaktadır.
Bruno Latour ara ara ABD ile AB karşılaştırılması yaparak aralarındaki farkları açıklamaya çalışıyor. Ona göre ABD küresel bir imparatorluk peşinde koşarken Avrupa bürokratik bir oluşumdur. ABD’den farklı konumlandırdığı Avrupa’ya tarihi bir sorumluluk yükleyerek çözüme katkı sunabileceğini savunan yazarın bir anlamda Avrupa-merkezcilik yaptığı söylenebilir fakat haklılık payının olduğunu da kabul etmek gerekiyor. Zira insanlığın geldiği noktanın baş müsebbibi her ne kadar Avrupa olsa da, insanlığı bu bataklıktan çıkaracak formül için harekete geçmeye en yakın olan yine Avrupa gibi görünüyor. Teorikte İslam’ın bu konuda şansı daha yüksek olabilir lakin Müslümanların pratize etme ihtimalinin yanında Avrupa’nın tarihi seyrini ve teorik-pratik üretim kabiliyetini göz önüne aldığımızda ve hâlihazırda Avrupa’nın her açıdan faal olduğunu hesaba kattığımızda çözüme yakınlığı ortaya çıkıyor. Kaldı ki bugünün Müslümanının Avrupa’nın ürettiği değerlere talip oluşu onun lehine bir durum oluşturuyor.
Bruno Latour eserinde doğru konumlandırılmış bir çevre anlayışıyla yeni bir iklim politikası oluşturulmasının imkânlarını sorguluyor. Yazarın sözünü ettiği doğru konumlandırma, salt insan merkezli felsefe yerine merkezine canlıların tümünü içine alan yeni bir felsefedir. Rota, modernleşme ve küreselleşme üzerinden saplantıya dönüştürülmüş bilim, teknoloji ve siyasetin ekolojiyi ezip geçisini eleştiren kapsamlı bir metin. Sunduğu çözüm önerisi ise uygulanabilirliği noktasında pek mümkün gözükmese de Batı felsefesinin paradigmasını sarsıcı niteliği dikkate değer.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
18 Ekim 2019 Cuma
Allah'ın Üsküdar'daki casusları
"Görme ahkar kimseyi cânâ kader mechûldür
Hakk’ın ednâ bir kulu a’lâ olur âlem bu ya."
- Mustafa Safvet Efendi
Eyüp Mezarlığı'ndayım. Ya zaman çabucak geçtiği gafletiyle insanı sürüklüyor ya da hafızanın oyunları, buraya en son ne zaman geldiğimi hatırlayamıyorum.
Halbuki en sık yaptığım ve hatta meşgale edindiğim şeydir mezarlık gezmek. 'Popüler' gibi görünen mezarlıklara uğruyorum ama niyetim oranın saklı 'sırlı'larına ulaşmak. Eyüp gibi Karacaahmet Mezarlığı'da bu anlamda zengin. İşin esası kaybolmak. Kaybolmadan gayb adamlarına ulaşmak imkânsız çünkü. Halisane bir niyet yahut çağrıdır bu işin temeli. Kısacası getirirler, götürürler. Neticede yapan da çatan da Hakk'tır efendim.
Piyet Loti'ye çıkan güzergâh geriyor ruhumu. Esnafımız, vatandaşlarımız ve turist kafileleri sağ olsunlar el birliğiyle 'kültür merkezi'ne çevirmişler bu kutsal mekânı. Şerefü'l-mekân bi'l-mekîn unutulmuş. Bir yerin şerefi, oradaki insan(lar)dan gelir. Onların huyları, oraya şeref katar. Ama görünen tuhaf davranışlar, üslupsuzluk ve hürmetsizlik fevkalade yükselişte. İnsan üzülüyor. Beri yanda, hakikatin sınırsız ve sonsuz nefesi var. Çağırıyor erenler. "Çayı kahveyi boşver, dolan buralarda, nasibin varsa alınırsın satılırsın" der gibi. Eskiden Anadolu köylerinde Satılmış, Hediye -hatta Hediyetullah- gibi isimler konurmuş evlatlara. Sonra Yeşilçam dizilerinde ve filmlerinde dalga geçildi bu isimle, tıpkı Şaban gibi, Ramazan gibi ya neyse. İşte o Satılmış isminin konulmasının sebebi, ana-babaların evlatlarını Allah'a bağışlama niyetiydi. Hâlik, O değil mi? Gerisi teferruat. Satalım Allah'a, alırsa şâdân oluruz.
Hem Eyüp'te hem de Karacaahmet'te böyle nice Allah adamı mevcut. Onların hiçbiri göçmüş de değil hani, hepsi Hayy idi Hû oldular. Bunların arasında meczubîn denen o sırlı halkanın erleri de var elbet. Ünlülere değil de, biraz da ötelerin ünlülerine kafayı çevirince insanın karşısına çıkıveriyorlar ansızın. Mesela Abdi Baba çıktı karşıma. "Abdiyet makamı verilmiş ezelde ona, bu alemde yaşadı halisane dervişane, dünyaya etmedi minnet, etmedi nefsine hizmet" yazıyor mezar taşında. Devam ediyorum kaybolarak, kenarları yeşil küçük bir mezar taşı, "4 tarikin sultanıydı, kendini aleme bildirmedi, adına tramvaycı dediler, kimse sırrını bilmedi" yazılmış. Okuya okuya gidiyorum. Sonra anlıyorum neden "Allah'ın casusları" denirdi böylelerine. Öyle kuvvetliydi ki dilleri, hâlleri, sözleri, Allah da sakladı onları kulların rağbetinden. Fazla rağbet başlarını yakabilirdi çünkü. Ama onlar çoktan yanmışlardı. İşte o 'yananlar'dan arasından Üsküdarlıları bir araya getirmiş Serhat Onur. Kubbealtı Yayınları'ndan neşredilmiş Üsküdar'ın Meczupları'nın içindeki birçok anının aktarıcısı -ve dolayısıyla kitabın manevi mimarı- ise Kutbü’n-nâyî Niyazi Sayın.
Sözlükte "kendine çekmek" ve "yaklaştırmak" anlamındaki cezb (cezbe) kökünden türemiş meczûb. Süleyman Uludağ hocanın tasavvuftaki manasını "bir daha kendine gelmemek üzere Allah’ın âniden kendine çektiği, dost edindiği ve dâimî surette huzurunda bulundurduğu velîler" olarak tanımlamış. Bilgiyi biraz daha derinleştirmek adına, hocanın TDV İslâm Ansiklopedisi'nin "Meczup" maddesindeki yazısından şu çok önemli satırları da almak isterim: "Mutasavvıfların büyük bir kısmı sâlikin tasavvuf yolunda ancak cezbe ile ilerleyebileceği görüşündedir. Tasavvufta bir tarikata intisap ederek sülûkünü tamamlamamış ve cezbe halini yaşamamış sâliklere “mücerred sâlik” (sâlik-i gayr-i meczûb), tasavvuf yoluna girmeden ve yolun gereklerini yerine getirmeden âni bir cezbeye mazhar olan sâliklere “mutlak meczup” (meczûb-ı gayr-i sâlik), tasavvuf yoluna girip bu yolun çilesini çektikten sonra cezbe halini yaşamış olanlara “sâlik meczup” (sâlik-i meczûb), yaşadıkları bir cezbe halinin ardından tasavvuf yoluna girip kararlı bir şekilde bu yolun gereklerini yerine getirenlere “meczup sâlik” (meczûb-ı sâlik) denir. Gerçek meczup bunların ikincisidir, ancak mürşide ulaşmadığından kendisi ermiş olmakla birlikte irşad yetkisi yoktur."
İranlı nakşibendî âlim-şair Abdurrahman Câmî (ö. 898/1492) ise meczupları hakiki meczuplar, bunlara benzemeye çalışanlar ve meczupluk taslayanlar diye üçe ayırır. Mısırlı âlim-sûfî Şa'rânî (ö. 973/1565) de gelecekten (gayb) haber veren tavır ve davranışları ile hikmetli sözleri münasebetiyle meczupları 'büyük velîler' olarak tanıtır. Keşfü’l-mahcûb adlı eseriyle tanınan sûfî müellif Hücvîrî (ö. 465/1072 [?]) meczupların ibadet gibi kulluk görevlerini yerine getirmekten âzat edildiklerini ileri sürer. Hanbelî fakihi, hatip-müfessir ve tasavvufa karşı düşünceleriyle tanınan İbn Teymiyye (ö. 622/1225) de içlerindeki sevginin daima kuvvetli olması ve sürekli zikir hâlinde bulunmaları sebebiyle meczuplarda aşkın aklı yendiğini, bu hâlde söylediklerinin mazur görülmesi ve yaptıklarının kınanmaması gerektiğini söyler.
Kimler var Üsküdar'ın Meczupları arasında? Üsküdar'daki bütün cenazeleri takip edip mevtâları taşıyarak 3-5 kuruş bahşiş alan Mortocu Salih, Sabahattin'in meyhanesi civarında ellerini Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerine doğru açıp dua eden Duâcı Arab (Üsküdar'ın Üç Sırlısı'ndan İskele Camii İmamı Nafiz Hoca, Arab'ın bir duasına şahit olmuş ki o gün akşama kadar odası öteberi ile dolmuş taşmış, bir daha da öyle bir gün olmamış), Dârülbedâyi (İstanbul Şehir Tiyatrosu) artistlerinden 'saygıdeğer deli' ve son yıllarında Merdivenköy Şahkulu Bektâşî Dergâhı'na mülâki olup orada sırlandığı söylenen Şükrü Bey, deli raporlu olmasına rağmen Necmeddin Okyay'ın meşk saatlerinden tanıyan Uğur Derman'ın söylediğine göre deli olduğuna dair en ufak bir hareketi bile olmayan Bâli Kaptan, Mihrimah Sultan Camii'nin tuvaletlerini temizlemesi dışında hakkında hiçbir bilgi olmayan Helâcı Nahit, çıplak ayakla ve pejmürde bir kılıkla ayakkabı boyacılığı yapan, yoldaki bir taşa kafayı takıp onun peşinde dönüp duran Boyacı Selahattin, Üsküdar'ın mahallelerini Mevlevî sikkesi ve tennûresiyle dolaşıp sokağın ortasında durup "Sakal dediğin bir tüydür, insana lâzım olan huydur" diye semâ eden Mevlevîyeden İrfan, sesi pek iyi olmasa da ellerini titreterek ve kendinden geçerek Üsküdar camiilerinde mevlid okuyan Hâfız (Mevlidci) Yekta, rastgele değil sanatkârâne bir âhenkle davul çalan Davulcu Şaban, doğuştan gözleri görmediği hâlde kanun çalan, evlerin tavanlarını onaran, dam aktaran, ve Emin Ongan'ın uzun yıllar radyo programlarında çaldığı daha evvelden paramparça olan Amati kemanı gibi birçok enstrümanı tamir eden Kânûnî Âmâ Sıtkı, vaazlarına daha çok kadınların geldiği ve diğer vaizleri sürekli yermesiyle tanınan, Hattat Necmeddin Okyay'ın "ârif bir zattır" dediği Demir Hâfız...
Kitabı okurken, yukarıda Süleyman Uludağ hocanın yaptığı meczup tasnifini de akılda tutmak gerekiyor. Böylece isimleri geçen zâtların vaziyeti de aşikâr oluyor. Mesela Şam'da doğup, ilerleyen yıllarda Sarı Kazak isimli celalli, tasarruf ehli bir Bektâşî erenince bir nefeste uyandırılan, emrolunan seyahat gereği soluğu 1711'de Üsküdar'da alan ve emaneti teslim ettiği 1716 tarihine kadar burada yaşayıp Karacaahmet Mezarlığı'nda Taşcılar'a yakın bir yere sırlanan Taslak Derviş Mustafa. Kitaptan okuyalım: "Soğuk bir Üsküdar kışında şeyhin odasında kalan Taslak Mustafa üşümesin diye ocağa bolca odun ve kömür atılır. Ateş iyice kıvam bulunca Derviş Mustafa tütün çubuğunu yakmak için alevlenmiş ocağa yaklaşır ve geçirdiği cezbe sonucu ateşin tam ortasına düşer. Gürültü üzerine odaya giren dervişler Taslak Dede'yi hemen ocaktan çıkarırlar. Bir de bakarlar ki dedenin sikkesi, hırkası, hatta sol elindeki tütün çubuğu bile hiçbir zarar görmemiş. Dedeyi yatağına yatırırlar ve üç saat kadar cezbe hâlinde yatakta kalan Taslak Mustafa birden "Eyvallah, eyvallah" diyerek kalkar ve hiçbir şey olmamış gibi sohbete başlar."
Sait Paşa İmamı Hasan Rıza var sonra. Sultan Abdülaziz'in cuma selâmlığı için geldiği Dolmabahçe Camii'nde, Hasan Rıza Efendi'ye bir hutbe irad etmesi, bu iradın muhakkak hicaz makamında olması gerektiği söylenir. Emir bizzat padişahtandır. Çok sinirlenen Hasan Rıza Efendi, "irade ile hutbe okunmaz, zuhurla okunur" diyerek cüppesini çıkarıp camiyi terk eder. Çevredekiler durumu padişaha izah ederken kendisinin 'meczubin-i ilahiden bir zat' olduğunu söylerler, padişah da onu mazur görür. Sık sık örgü örermiş Hasan Rıza Efendi. "Hoca efendi tüm vaktinizi örgüyle geçiriyorsunuz, gözlerinize yazık değil mi?" diye sorulunca "Evlad, gözümü masivadan koruyorum!" dermiş. 1881 Eylül'ünde bir sabah namazı çıkışı Abdünnebî Efendi'nin Üsküdar Toygar'daki evinin kapısı çalınır. Kapıyı açınca karşısında Hasan Rıza Efendi'yi görür. Hasan Rıza, "Efendi, bir oğlun olacak, adını Necmeddin koy" der ve arkasını dönüp cevap bile beklemeden evine gider. 5 ay sonra doğan erkek çocuğuna Necmeddin adı konur. İşte bu zat, meşhur Hezarfen Necmeddin Okyay'dır.
Kitaptan son örnek Sükûtî Dede olsun. Üsküdar sokaklarında Mevlevî sikkesiyle ve altında uzun entarisiyle dolaşan, meczub gibi görünse de aslında kendini sırlayan bir zat imiş. Her ne kadar Mevlevî olsa da Üsküdar Sandıkçı Dergâhı'nın son şeyhi Haydar Efendi ile hukuku iyiymiş. Rifâî tekkesi olan dergahta bazı zamanlar diğer tekke şeyhlerinin de katılımıyla oldukça kalabalık ve feyzi bol meydanlara iştirak edermiş. İşte böyle günlerden birinde Haydar Efendi, postta iki yanına diğer misafir şeyh efendileri almış. Sükûtî Dede'yi de çağırmışlar ve meczupların arasında oturtmuşlar. Bu harikulade anıyı kitaptan okuyalım: "Haydar Efendi zikri başlatmak için Eûzübesmele çekip: Fa'lem ennahû lâ... diyor fakat lâ'dan sonrasını tamamlayamadan kalıyor. Tekrar Fa'lem ennahû lâ... diyor yine kalıyor. Tekrar, Fa'lem ennahû lâ... diyor ve yine devamı gelmeyince önce sağındaki şeyh efendiye "Siz buyrun efendim" der fakat hazret de "Lâ"dan ötesine geçemez. Aynı şekilde solundaki şeyh efendi de meydanı uyandıramayınca, çok zeki bir şahıs olan Haydar Efendi'nin gözleri Sükûtî Dede'yi arar ve onun meczubların arasında kaşları çatılmış, sinirli bir şekilde önüne baktığını görünce, hemen postundan kalkar ve dedenin yanına gidip ellerine ayaklarına yapışıp; "Dede biz ettik sen etme..." demesi üzerine Sükûti Dede; "Bana bak, bana değil ama başımdaki Fahr-i Mevlânâ'ya hürmetin olsun, bir defa daha görmeyeceğim böyle bir şey, hadi açıyorum, güzel bir zikir olsun", der. Haydar Efendi posta geçer ve: "Eûzü billâhi mine'ş-şeytâni'r-racîm Bismillâhirrahmânirrahim fa'lem ennahû lâ ilâhe illâllah" der, meydan uyanır ve o gece muazzam bir zikir olur."
Sükûtî Dede hakkında son bir mevzu daha. Dede, Galata Mevlevîhânesinin son şeyhi Ahmet Celaleddin Efendi'yi ziyarete gitmiş. Celaleddin Efendi huzurda Sükûtî Dede'ye "Dede zamanın efendisi kim?" diye sorar. "Ben anlamam efendim öyle işlerden, ne bileyim?" cevabını alınca Efendi bir kez daha "Yok yok yabancı değiliz, şeyhine söyleyeceksin bunu" deyince dede mahcup bir edayla: "Ne yapalım şeyhim fakîre nasib oldu" der. İşte böylesine sırlı, mübarek bir zat imiş Sükûtî Dede.
Niyazi Sayın Baba'nın engin hafızası ve Serhat Onur'un kalemiyle Üsküdar sokaklarındaki meczupları yad eden bu kitap akıllara şu soruyu da getiriyor: Nerede şimdi onlar? Akıllarını aşkla değiş tokuş edenler nerede? Kim bilir. Ama Allah'ın casusları elbet her yerdedir...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Hakk’ın ednâ bir kulu a’lâ olur âlem bu ya."
- Mustafa Safvet Efendi
Eyüp Mezarlığı'ndayım. Ya zaman çabucak geçtiği gafletiyle insanı sürüklüyor ya da hafızanın oyunları, buraya en son ne zaman geldiğimi hatırlayamıyorum.
Halbuki en sık yaptığım ve hatta meşgale edindiğim şeydir mezarlık gezmek. 'Popüler' gibi görünen mezarlıklara uğruyorum ama niyetim oranın saklı 'sırlı'larına ulaşmak. Eyüp gibi Karacaahmet Mezarlığı'da bu anlamda zengin. İşin esası kaybolmak. Kaybolmadan gayb adamlarına ulaşmak imkânsız çünkü. Halisane bir niyet yahut çağrıdır bu işin temeli. Kısacası getirirler, götürürler. Neticede yapan da çatan da Hakk'tır efendim.
Piyet Loti'ye çıkan güzergâh geriyor ruhumu. Esnafımız, vatandaşlarımız ve turist kafileleri sağ olsunlar el birliğiyle 'kültür merkezi'ne çevirmişler bu kutsal mekânı. Şerefü'l-mekân bi'l-mekîn unutulmuş. Bir yerin şerefi, oradaki insan(lar)dan gelir. Onların huyları, oraya şeref katar. Ama görünen tuhaf davranışlar, üslupsuzluk ve hürmetsizlik fevkalade yükselişte. İnsan üzülüyor. Beri yanda, hakikatin sınırsız ve sonsuz nefesi var. Çağırıyor erenler. "Çayı kahveyi boşver, dolan buralarda, nasibin varsa alınırsın satılırsın" der gibi. Eskiden Anadolu köylerinde Satılmış, Hediye -hatta Hediyetullah- gibi isimler konurmuş evlatlara. Sonra Yeşilçam dizilerinde ve filmlerinde dalga geçildi bu isimle, tıpkı Şaban gibi, Ramazan gibi ya neyse. İşte o Satılmış isminin konulmasının sebebi, ana-babaların evlatlarını Allah'a bağışlama niyetiydi. Hâlik, O değil mi? Gerisi teferruat. Satalım Allah'a, alırsa şâdân oluruz.
Hem Eyüp'te hem de Karacaahmet'te böyle nice Allah adamı mevcut. Onların hiçbiri göçmüş de değil hani, hepsi Hayy idi Hû oldular. Bunların arasında meczubîn denen o sırlı halkanın erleri de var elbet. Ünlülere değil de, biraz da ötelerin ünlülerine kafayı çevirince insanın karşısına çıkıveriyorlar ansızın. Mesela Abdi Baba çıktı karşıma. "Abdiyet makamı verilmiş ezelde ona, bu alemde yaşadı halisane dervişane, dünyaya etmedi minnet, etmedi nefsine hizmet" yazıyor mezar taşında. Devam ediyorum kaybolarak, kenarları yeşil küçük bir mezar taşı, "4 tarikin sultanıydı, kendini aleme bildirmedi, adına tramvaycı dediler, kimse sırrını bilmedi" yazılmış. Okuya okuya gidiyorum. Sonra anlıyorum neden "Allah'ın casusları" denirdi böylelerine. Öyle kuvvetliydi ki dilleri, hâlleri, sözleri, Allah da sakladı onları kulların rağbetinden. Fazla rağbet başlarını yakabilirdi çünkü. Ama onlar çoktan yanmışlardı. İşte o 'yananlar'dan arasından Üsküdarlıları bir araya getirmiş Serhat Onur. Kubbealtı Yayınları'ndan neşredilmiş Üsküdar'ın Meczupları'nın içindeki birçok anının aktarıcısı -ve dolayısıyla kitabın manevi mimarı- ise Kutbü’n-nâyî Niyazi Sayın.
Sözlükte "kendine çekmek" ve "yaklaştırmak" anlamındaki cezb (cezbe) kökünden türemiş meczûb. Süleyman Uludağ hocanın tasavvuftaki manasını "bir daha kendine gelmemek üzere Allah’ın âniden kendine çektiği, dost edindiği ve dâimî surette huzurunda bulundurduğu velîler" olarak tanımlamış. Bilgiyi biraz daha derinleştirmek adına, hocanın TDV İslâm Ansiklopedisi'nin "Meczup" maddesindeki yazısından şu çok önemli satırları da almak isterim: "Mutasavvıfların büyük bir kısmı sâlikin tasavvuf yolunda ancak cezbe ile ilerleyebileceği görüşündedir. Tasavvufta bir tarikata intisap ederek sülûkünü tamamlamamış ve cezbe halini yaşamamış sâliklere “mücerred sâlik” (sâlik-i gayr-i meczûb), tasavvuf yoluna girmeden ve yolun gereklerini yerine getirmeden âni bir cezbeye mazhar olan sâliklere “mutlak meczup” (meczûb-ı gayr-i sâlik), tasavvuf yoluna girip bu yolun çilesini çektikten sonra cezbe halini yaşamış olanlara “sâlik meczup” (sâlik-i meczûb), yaşadıkları bir cezbe halinin ardından tasavvuf yoluna girip kararlı bir şekilde bu yolun gereklerini yerine getirenlere “meczup sâlik” (meczûb-ı sâlik) denir. Gerçek meczup bunların ikincisidir, ancak mürşide ulaşmadığından kendisi ermiş olmakla birlikte irşad yetkisi yoktur."
İranlı nakşibendî âlim-şair Abdurrahman Câmî (ö. 898/1492) ise meczupları hakiki meczuplar, bunlara benzemeye çalışanlar ve meczupluk taslayanlar diye üçe ayırır. Mısırlı âlim-sûfî Şa'rânî (ö. 973/1565) de gelecekten (gayb) haber veren tavır ve davranışları ile hikmetli sözleri münasebetiyle meczupları 'büyük velîler' olarak tanıtır. Keşfü’l-mahcûb adlı eseriyle tanınan sûfî müellif Hücvîrî (ö. 465/1072 [?]) meczupların ibadet gibi kulluk görevlerini yerine getirmekten âzat edildiklerini ileri sürer. Hanbelî fakihi, hatip-müfessir ve tasavvufa karşı düşünceleriyle tanınan İbn Teymiyye (ö. 622/1225) de içlerindeki sevginin daima kuvvetli olması ve sürekli zikir hâlinde bulunmaları sebebiyle meczuplarda aşkın aklı yendiğini, bu hâlde söylediklerinin mazur görülmesi ve yaptıklarının kınanmaması gerektiğini söyler.
Kimler var Üsküdar'ın Meczupları arasında? Üsküdar'daki bütün cenazeleri takip edip mevtâları taşıyarak 3-5 kuruş bahşiş alan Mortocu Salih, Sabahattin'in meyhanesi civarında ellerini Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerine doğru açıp dua eden Duâcı Arab (Üsküdar'ın Üç Sırlısı'ndan İskele Camii İmamı Nafiz Hoca, Arab'ın bir duasına şahit olmuş ki o gün akşama kadar odası öteberi ile dolmuş taşmış, bir daha da öyle bir gün olmamış), Dârülbedâyi (İstanbul Şehir Tiyatrosu) artistlerinden 'saygıdeğer deli' ve son yıllarında Merdivenköy Şahkulu Bektâşî Dergâhı'na mülâki olup orada sırlandığı söylenen Şükrü Bey, deli raporlu olmasına rağmen Necmeddin Okyay'ın meşk saatlerinden tanıyan Uğur Derman'ın söylediğine göre deli olduğuna dair en ufak bir hareketi bile olmayan Bâli Kaptan, Mihrimah Sultan Camii'nin tuvaletlerini temizlemesi dışında hakkında hiçbir bilgi olmayan Helâcı Nahit, çıplak ayakla ve pejmürde bir kılıkla ayakkabı boyacılığı yapan, yoldaki bir taşa kafayı takıp onun peşinde dönüp duran Boyacı Selahattin, Üsküdar'ın mahallelerini Mevlevî sikkesi ve tennûresiyle dolaşıp sokağın ortasında durup "Sakal dediğin bir tüydür, insana lâzım olan huydur" diye semâ eden Mevlevîyeden İrfan, sesi pek iyi olmasa da ellerini titreterek ve kendinden geçerek Üsküdar camiilerinde mevlid okuyan Hâfız (Mevlidci) Yekta, rastgele değil sanatkârâne bir âhenkle davul çalan Davulcu Şaban, doğuştan gözleri görmediği hâlde kanun çalan, evlerin tavanlarını onaran, dam aktaran, ve Emin Ongan'ın uzun yıllar radyo programlarında çaldığı daha evvelden paramparça olan Amati kemanı gibi birçok enstrümanı tamir eden Kânûnî Âmâ Sıtkı, vaazlarına daha çok kadınların geldiği ve diğer vaizleri sürekli yermesiyle tanınan, Hattat Necmeddin Okyay'ın "ârif bir zattır" dediği Demir Hâfız...
Kitabı okurken, yukarıda Süleyman Uludağ hocanın yaptığı meczup tasnifini de akılda tutmak gerekiyor. Böylece isimleri geçen zâtların vaziyeti de aşikâr oluyor. Mesela Şam'da doğup, ilerleyen yıllarda Sarı Kazak isimli celalli, tasarruf ehli bir Bektâşî erenince bir nefeste uyandırılan, emrolunan seyahat gereği soluğu 1711'de Üsküdar'da alan ve emaneti teslim ettiği 1716 tarihine kadar burada yaşayıp Karacaahmet Mezarlığı'nda Taşcılar'a yakın bir yere sırlanan Taslak Derviş Mustafa. Kitaptan okuyalım: "Soğuk bir Üsküdar kışında şeyhin odasında kalan Taslak Mustafa üşümesin diye ocağa bolca odun ve kömür atılır. Ateş iyice kıvam bulunca Derviş Mustafa tütün çubuğunu yakmak için alevlenmiş ocağa yaklaşır ve geçirdiği cezbe sonucu ateşin tam ortasına düşer. Gürültü üzerine odaya giren dervişler Taslak Dede'yi hemen ocaktan çıkarırlar. Bir de bakarlar ki dedenin sikkesi, hırkası, hatta sol elindeki tütün çubuğu bile hiçbir zarar görmemiş. Dedeyi yatağına yatırırlar ve üç saat kadar cezbe hâlinde yatakta kalan Taslak Mustafa birden "Eyvallah, eyvallah" diyerek kalkar ve hiçbir şey olmamış gibi sohbete başlar."
Sait Paşa İmamı Hasan Rıza var sonra. Sultan Abdülaziz'in cuma selâmlığı için geldiği Dolmabahçe Camii'nde, Hasan Rıza Efendi'ye bir hutbe irad etmesi, bu iradın muhakkak hicaz makamında olması gerektiği söylenir. Emir bizzat padişahtandır. Çok sinirlenen Hasan Rıza Efendi, "irade ile hutbe okunmaz, zuhurla okunur" diyerek cüppesini çıkarıp camiyi terk eder. Çevredekiler durumu padişaha izah ederken kendisinin 'meczubin-i ilahiden bir zat' olduğunu söylerler, padişah da onu mazur görür. Sık sık örgü örermiş Hasan Rıza Efendi. "Hoca efendi tüm vaktinizi örgüyle geçiriyorsunuz, gözlerinize yazık değil mi?" diye sorulunca "Evlad, gözümü masivadan koruyorum!" dermiş. 1881 Eylül'ünde bir sabah namazı çıkışı Abdünnebî Efendi'nin Üsküdar Toygar'daki evinin kapısı çalınır. Kapıyı açınca karşısında Hasan Rıza Efendi'yi görür. Hasan Rıza, "Efendi, bir oğlun olacak, adını Necmeddin koy" der ve arkasını dönüp cevap bile beklemeden evine gider. 5 ay sonra doğan erkek çocuğuna Necmeddin adı konur. İşte bu zat, meşhur Hezarfen Necmeddin Okyay'dır.
Kitaptan son örnek Sükûtî Dede olsun. Üsküdar sokaklarında Mevlevî sikkesiyle ve altında uzun entarisiyle dolaşan, meczub gibi görünse de aslında kendini sırlayan bir zat imiş. Her ne kadar Mevlevî olsa da Üsküdar Sandıkçı Dergâhı'nın son şeyhi Haydar Efendi ile hukuku iyiymiş. Rifâî tekkesi olan dergahta bazı zamanlar diğer tekke şeyhlerinin de katılımıyla oldukça kalabalık ve feyzi bol meydanlara iştirak edermiş. İşte böyle günlerden birinde Haydar Efendi, postta iki yanına diğer misafir şeyh efendileri almış. Sükûtî Dede'yi de çağırmışlar ve meczupların arasında oturtmuşlar. Bu harikulade anıyı kitaptan okuyalım: "Haydar Efendi zikri başlatmak için Eûzübesmele çekip: Fa'lem ennahû lâ... diyor fakat lâ'dan sonrasını tamamlayamadan kalıyor. Tekrar Fa'lem ennahû lâ... diyor yine kalıyor. Tekrar, Fa'lem ennahû lâ... diyor ve yine devamı gelmeyince önce sağındaki şeyh efendiye "Siz buyrun efendim" der fakat hazret de "Lâ"dan ötesine geçemez. Aynı şekilde solundaki şeyh efendi de meydanı uyandıramayınca, çok zeki bir şahıs olan Haydar Efendi'nin gözleri Sükûtî Dede'yi arar ve onun meczubların arasında kaşları çatılmış, sinirli bir şekilde önüne baktığını görünce, hemen postundan kalkar ve dedenin yanına gidip ellerine ayaklarına yapışıp; "Dede biz ettik sen etme..." demesi üzerine Sükûti Dede; "Bana bak, bana değil ama başımdaki Fahr-i Mevlânâ'ya hürmetin olsun, bir defa daha görmeyeceğim böyle bir şey, hadi açıyorum, güzel bir zikir olsun", der. Haydar Efendi posta geçer ve: "Eûzü billâhi mine'ş-şeytâni'r-racîm Bismillâhirrahmânirrahim fa'lem ennahû lâ ilâhe illâllah" der, meydan uyanır ve o gece muazzam bir zikir olur."
Sükûtî Dede hakkında son bir mevzu daha. Dede, Galata Mevlevîhânesinin son şeyhi Ahmet Celaleddin Efendi'yi ziyarete gitmiş. Celaleddin Efendi huzurda Sükûtî Dede'ye "Dede zamanın efendisi kim?" diye sorar. "Ben anlamam efendim öyle işlerden, ne bileyim?" cevabını alınca Efendi bir kez daha "Yok yok yabancı değiliz, şeyhine söyleyeceksin bunu" deyince dede mahcup bir edayla: "Ne yapalım şeyhim fakîre nasib oldu" der. İşte böylesine sırlı, mübarek bir zat imiş Sükûtî Dede.
Niyazi Sayın Baba'nın engin hafızası ve Serhat Onur'un kalemiyle Üsküdar sokaklarındaki meczupları yad eden bu kitap akıllara şu soruyu da getiriyor: Nerede şimdi onlar? Akıllarını aşkla değiş tokuş edenler nerede? Kim bilir. Ama Allah'ın casusları elbet her yerdedir...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)