27 Mart 2019 Çarşamba

Bir şeylere sahip olmak ya da kendin olmak

"Ruhumuz kendi doğasıyla uyumlu şeyler yaptığında, huzurlu ve mutludur. Ama doğasına ters bazı davranışlara yöneldiğinde acı çeker."
- Spinoza, Ethica

"Ne kadar kendi oldu insan 
O kadar başka."
- İsmet Özel, Bir Yusuf Masalı

Bir psikanalistin kitabını okuduğumuzda en çok dikkatimizi çekecek şey tespitlerin, çözümlemelerden çok daha fazla oluşudur. Söz konusu psikanalist mesleği dışında edebiyatla ya da sanatın diğer alanlarıyla sınırlı bir irtibat kurduysa da bunu hemen anlar, kitabı okurken yer yer konsantrasyon kaybı yaşarız. Özellikle psikolojiyle arası 'iyi' olan bir okur, okuduğu kitabın her telden bir şeyler söylemesini ister. Yalnız psikoloji, psikanaliz olmamalıdır mevzu. Dünyadaki yaşam darlığı, insandaki gönül darlığı, politik ve ekonomik vaziyet, toplumsal akıbet...

İlk olarak 1956'da yayınlanan Sevme Sanatı kitabını okuduğumda, neden bu kitabın lise çağlarındaki öğrencilere 'zorunlu' okutulmadığını sorguladığımı hatırlıyorum. Erich Fromm'un 1958'deki röportajında söylediği gibi herkesin hakkında mutlaka bir şeyler konuştuğu sevmek sahiden neydi? Neden insanın temel gereksinimlerinden biriydi? Fromm hangi sebeplere dayanarak sevmenin günümüzde çok nadir görülen bir fenomen olduğunu söylüyordu? Çok fazla hisse sahip olmak, 'gerçek sevgi'nin üzerini örtüyor muydu? Bizim sevgi olarak bildiğimiz şey aslında bir illüzyon muydu? Gerisini Fromm'dan okuyalım: "Sevmek, içine düştüğümüz bir durum olamaz. Sevmeyi bizim başarıyor olmamız gerekir. Bu da sevmenin ve sevme yeteneğinin hayattaki en önemli şey hâline gelmesi demektir."

Yazıda bahse konu ettiğim kitabın sevmeyle nasıl bir alakası olduğunu düşünüyorsanız, bir üst paragraftaki alıntıyı sürdürerek cevap verebilirim. Fromm, kendisine yöneltilen "Bizim için sevmek neden bu kadar zor? Size göre bizdeki sorun ne?" sorusuna gayet anlaşılır ve her yönüyle acımasız (gerçek) olan şu cevabı veriyor: "Çünkü başka şeylerle ilgileniyoruz. Başarılı olmakla ilgileniyoruz. Parayla ilgilileniyoruz. Araçlarla ilgileniyoruz. Pazar günleri hakkında konuştuğumuz en önemli şeyler en az dikkat harcadığımız şeylerdir. Sevmek kolay değildir."

İşte Sevme Sanatı'ndan tam 20 yıl sonra yayınlanan Sahip Olmak ya da Olmak, esasında bir şeyi gerçekten sevmekle (onunla-olmak) ona sahip olmak arasındaki büyük farkı açan sıra dışı bir kitap.
Henüz başında, endüstri çağındaki o büyük vaatlerin neden gerçekleş(e)emediğini sorguluyor. Fromm burada sistemin kendisinden doğan iki psikolojik kaynak sebebiyle başarısız olunduğunu düşünüyor:

"1. Yaşamın tek amacının mutluluk ya da bir başka deyişle, maksimum hazza ulaşmak olarak görülmesi. Bunu, tüm isteklerin veya bütün öznel ihtiyaçların tatmine ulaştırılması (radikal hedonizm) olarak tanımlamak da mümkün.
2. Sistemin kendi varlığını koruyup, sürdürebilmesi için desteklemek zorunda olduğu bencillik, yalnızca kendi çıkarını düşünmek, açgözlülük ve sahip olma ihtirası gibi karakter özelliklerinin, uyumu ve barışı sağlayacağı inancı."

Tespitten sonra hemen analize girişiyor Fromm. Felaketten kurtulabilmenin bir yolu olup olmadığını sorguluyor bu kez. Varlığı tehlikeye düşmüş birinin buna hiçbir tepki göstermemesini delilik olarak nitelendiriyor ve bu kitabın, "neler yapılmalı?" sorusuna bir cevap olarak yazıldığını belirtiyor. İlk bakış ise dil üzerinden geliyor. Dilin değişimini muazzam bir pencereden yorumluyor Fromm: "Bir hasta psikiyatriste gidecek olsa şöyle der: 'Benim bazı sorunlarım var'. Birkaç yüzyıl önce ise 'Kendime bazı şeyleri dert ediyorum diye başlardı. Modern konuşma dili, yabancılaşmanın vardığı büyük boyutları iyice ortaya koyuyor."

İnsan ile doğa arasındaki birlikteliğe, 'olmak' bağlamında büyük bir kıymet veriyor Fromm. Günümüzde insan ve doğa arasındaki birlikteliğin kaybolmasıyla birlikte, kendimizi sürekli izole edilmiş ve dolayısıyla yalnız hissettiğimizi söylüyor. Yeniden doğayla 'bir olmak' imkânı oluşturmamız gerektiğinin üzerinde duruyor. Biz duygusuna olan ihtiyaç böylece yeniden kitabın gündemine oturuyor. Başkalarıyla bir olmak, özellikle de toplumla aramızdaki bağlantı, bizim kendimize verdiğimiz önemi, değeri de yeniden ortaya çıkarıyor. Günümüzdeki kâr-kazanç-mülkiyet temeli üzerine kurulmuş olan toplum (ve hatta aile) elbette insanları olmaya değil, sahip olmaya davet ediyor. Bu davet çoğu zaman mecburiyet hissini de güdülüyor. En sonunda insan bu mecburiyete dahil oluyor, yani zorunda kalıyor. Fromm bunun sebebini toplum dışına atılmaktan ve yalnız kalmaktan korkmak olarak yorumluyor. Bu tip bireyler çoğunluğa uyma meselesinde başı çekiyorlar.

Sahip olmak ve olmak üzerinde düşünürken güven-güvensizlik, dayanışma-uzlaşma, sevinç-hoşnutluk, günah ve bağışlama, ölümden korkmak-yaşamın doğrulanması, burada ve şimdi - geçmiş ve gelecek gibi kavramları da yeniden yorumluyor Fromm. Endüstri toplumunda zamanın egemenliği hüküm sürdüğünden, insanların da her geçen gün rutinleşen, dolayısıyla insanı zehirleyen ve bunun da hiç farkında olmadığı bir yaşamın normalleştiğini söylüyor. İnsan sadece boş zamanlarında bazı şeyleri yapabilme imkânına sahiptir. O da aklına gelirse. Diğer insanlar da zamana karşı hükmen mağlup bir vaziyettedir ve sürekli boşvermekte, tam bir tembellikle hiçbir faydası olmayacak bir isyana yelken açmaktadır. Zamanı boşvererek isyan etmeyi Fromm boş bir hayal olarak yorumluyor. Çünkü bu olsa olsa zamanı öldürmektir. Bu, "zaman kafesinden kurtulmak değil, gözlerini kapayarak, kafesi görmemek demektir" ona göre.

Kitabın üçüncü bölümü yeni insan - yeni toplum üzerine. Özellikle bu bölüm, 1980 yılında ölen Fromm'un ne kadar ilerigörüşlü olduğunu ispatlıyor. Mesleğinden dolayı analiz yeteneğinin ne kadar gelişmiş olduğunu fark ediyoruz. Fromm'un bireyden ziyade toplum odaklı düşünmeye, toplumu temel alarak fikirler ve yorumlar geliştirmeye ne kadar büyük mesai harcadığı ortada. Sosyal karakterin ne olduğu anlattıktan hemen sonra dinsel ihtiyaçlar mevzusunda şu net açıklamayı getiriyor: "Bir din, insanı doğru yönde davranmaya yöneltebiliyorsa, bir sürü doktrin ve ideoloji yığınından daha yararlıdır. Temel dinsel davranış biçimimiz, karakter yapımızın bir belirişi olarak da değerlendirilebilir. Çünkü biz, yücelttiğimiz değerlere bağlıyızdır ve davranışımıza yön veren, bu yüceltilen şeylerdir."

Batı dünyasının dindarlığını da sorgulayan Fromm'a göre Avrupa'nın Hıristiyan dinine en çok yaklaştığı dönem, 12. ve 16. yüzyıllar arasındadır. Çünkü bu dönemde kilise tarafından dinsel yasalar; mülkiyet, fiyatlar ve fakirlerin korunması konularında yaygın biçimde uygulanmaktadır. Birçok aktif vaizin olması ve tarikatların iyice görünür olmasıyla Hz. İsa'nın sözlerine tam olarak uyulması ve mülkiyetin cezalandırılması, kilisenin en önce istedikleri arasındadır. Halkın da kilisenin yanında yer almasıyla Hıristiyanlık bilhassa manevi tarafının ağırlığıyla yaşanmıştır o dönemde. Sevgi, bir yaşam biçimi hâline dönüşmüştür. Ne zaman ki kahramanlık, fetih, sömürü, şiddet, baskı ve halkların ezilmesi hayatın içine girdiyse, o zaman sevgi ortadan kalkmış ve günümüze dek uzanan 'sahip olma' tek yaşam biçimi hâline gelmiştir. Fromm şöyle sonlandırır fikrini: "Ben, insanların çok köklü bir sevme ihtiyacı ile donanmış olduklarına ve böyle kendi özlerine ters, adeta birer kurt gibi davrandıkları zaman, ister istemez bir suçluluk duygusuna kapılacaklarına ve vicdanlarının sızlayacağına inanıyorum. Ve işte bu acı, insanlara doğru yolu gösterecektir. Günümüz insanı yine de sevgiye inanıyor gibi görünmekle, tümden sevgisiz olmaktan duyulabilecek büyük acıyı biraz olsun bastırmayı başarmaktadır."

Fromm, Marx'tan günümüze kadar fikirleriyle yaşayan 'radikal hümanist'lerden de örnekler verir. Henry David Thoreau, Ralph Waldo Emerson, Albert Schweitzer, Ernst Bloch, Ivan Ilich, Yugoslav "Praxis" hareketinin öncüleri Mihailo Markovic, Svetozar Stojanovic, Rudi Supek ve Predrag Vranicki, ekonomist E. F. Schumacher, politikacı Erhard Eppler bu isimler arasında başı çekiyor. Bir de düşünce akımları ve bazı topluluklar var: Kübizm, Huteritler, Communautes de Travail. Tüm bu isimlerin, düşünce akımları ve toplulukların aralarında çelişir gibi gözükse de hepsinin aslında aynı temel düşünceleri paylaştıklarını söylüyor Fromm:

"- Üretim, ekonominin değil, insanların gereksinimlerine ve ihtiyaçlarına göre ayarlanmalıdır.
- İnsan ile doğa arasında, sömürüye değil, ortaklığa ve işbirliğine dayalı yeni bir denge kurulmalıdır.
- Karşılıklı uzlaşmaz tutumlar terk edilip, insanlar arasında bilgiye ve dayanışmaya önem vermek gereklidir.
- Tüm ekonomik çabalar, insanların acılarını azaltıp, iyiliklerine ve huzurlarına hizmet eder biçimde olmalıdır.
- En çok tüketim yerine, en akıllıca tüketimin, insanın iyiliğine ve yararına olduğunu kabul edip, akılcı tüketim desteklenmelidir.
- Bireyler toplumsal yaşama aktif ve etkin bir biçimde katılmaya teşvik edilmeli ve herkesin kendisin geliştirme yönünde çaba göstermesi desteklenmelidir."

Fromm, üretimden tüketime, ihtiyaçlardan emeğe, bireyden topluma neyi söylerse söylesin içine sevgiyi gerçek manasıyla katıyor. Zaten bir iş de sevilmeden insan hayatına anlam katmıyor, bir eş de. Sevgisizlik tüm yapılanları ve beslenenleri yüke dönüştürüyor. Sevgiyi bir sahip olma aracı değil, olma imkânı olarak anlatıyor her seferinde Fromm. Nitekim Marx'ın İnsan Anlayışı adlı kitabında şöyle diyor: "Benim gerçekten de sevdiğim bir şeyin varlığına ihtiyacım vardır ve bunun var olması, benim için vazgeçilmez bir zorunluluktur. Onsuz olmak benim varlığımı doyumsuz, eksik ve boş bırakacaktır."

Olmak temeline dayalı bir toplum kurmak ve onun başarılı olması sağlamak için tüm fikirlerini paylaşan Fromm, kitabın sonunda bu temele dayalı bir toplumun sürekli kendini yenileyeceğini ve dolayısıyla her zaman yeni kararlara ve yeni uygulamalara ihtiyaç duyulacağını da belirtiyor. 'Olma'ya dair önemli yapıtlar okumak için kitabın kaynakçasını sık sık işaret ediyor. Kitabın sonlarına doğru yeni insanın peşine düşmesi gerektiği bilim ve iktisat anlayışının toplumda nasıl yankı bulması gerektiğine dair bir ilişki kuruyor. Başlıklarını burayı almayı uygun buluyorum:

"- Politik, ekonomik ve her türlü reklamda, beyin yıkama yöntemleri yasaklanmalıdır.
- Zengin ve fakir uluslar arasındaki büyük fark kapatılmalıdır.
- Kapitalist ve komünist sistemlerde, herkese belirli bir asgari gelir düzeyinin sağlanması, birçok sorunun çözülmesini sağlayabilir.
- Kadınları ataerkil esaretten kurmaktak gereklidir.
- Hükümete, politikacılara ve vatandaşlara her an ve her durumda yardım edip akıl verecek, yani danışmanlık görevini yüklenecek bir kültür komitesi kurulmalıdır.
- Temel araştırma konularını, endüstrideki pratik uygulama hedeflerinden ve askeri savunma programlarından ayırmak gereklidir.
- Atom silahsızlanmasına gidiş, aşılması çok güç olan sorunların başında gelir."

Sahip Olmak ya da Olmak, 'Tanrı'nın Şehri' ile 'Dünyasal Şehir' arasında bir sentez teklif ederek kapanıyor. Tanrı'nın göksel şehriyle insanların yarattığı dünyasal şehri tez ve antitez olarak alan Fromm, bu kargaşaya dair tek çözümün bu iki karşıt özelliğin sentezinde yattığını söylüyor. "Geç dönem ortaçağ dünyasının 'dinsel' özü ile Rönesans'tan sonraki bilimsel düşüncenin evrimini ve bireyciliğin gelişimini bir ettiğimizde, ortaya aradığımız sentez çıkacaktır: Yani, 'olmak'. İşte, dünyanın kurtuluşu ve geleceğin vizyonu 'olmak şehridir'." diyor.

Sahip olduklarımızı, sahip olduğumuzu zannettiklerimizi yeniden düşünmek zorundayız. Belki de bu düşünceyle yola çıkmak, bizi 'olmak' istasyonuna götürecek ilk adımdır...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

26 Mart 2019 Salı

Modernleşemeyen modernler

Modernleşme sorunu yaşayan toplumların gündelik hayatı absürtlüklerle doludur. İçinde yaşadığımız toplum geçmişte tüm katmanlarıyla bu sorunu dibine kadar yaşamıştır ve bugün de yaşamaya devam ediyor. Öncelikle söylemek gerekir ki, modernleşme evvela modernleşememe sorunudur. Toplumun değişime zihnen hazırlanması ve tasarlanan şeyleri pratize ederek yeniliklere alışması gerekir. Değişim ve dönüşümler teknik farklılıkların ötesinde politika, din, kültür gibi toplumsal dinamiklerle etkileşim hâlinde ilerleyen geçişken bir sürece yayılmalıdır. Süreç ancak bu şekilde gelişirse doğallaşarak aşırılıkları engellenebilir ve uygunsuzlukları törpülenebilir.

Batı toplumları modernleşme sürecini asırlar süren zaman dilimi içinde yaşayarak geçirmiştir. Dahası, sürecin belirleyicisi kendi değerleri olduğu için normallik eşiği tolere edilebilir boyutta yaşanmıştır. Yaşananlar belki bilinçli bir seçim değildi lakin söz konusu ayrıcalıklar süreci olağanlaştırmıştır. Bizim gibi modernizmle geç tanışan ve hemen dâhil olmak isteyen ‘acilci’ toplumlar içinse durum ironik bir hâl almıştır. Hayatı kolaylaştırmayı ve ilerlemeyi vaadeden modernizm, kısmen Batı toplumları da dâhil olmak üzere insanlığı bunalıma ve açmaza sevk etmiştir.

Gelinen aşama tam anlamıyla bir dramdır. Modernizm doğal seyrinde oluşmadığı için dram yer yer trajediye, zaman zaman ise komediye dönüşmüş, gelenek ve modernite arasında sıkışan toplumda biçimsiz savrulmalar başlamıştır. Sonraki aşamada ne olacağı ya da ortaya çıkan problemlerin nasıl çözüleceği kestirilememektedir. Bu durumu özetlemek istesem aklıma ilk gelen, birçok eserinde söz konusu absürtlüğü işleyen Aziz Nesin’in (1915-1995) Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’ı oluyor. Aziz Nesin’in edebiyatta yaptığını Kemal Sunal (1944-2000) sinemada yapmış, oynadığı hemen hemen bütün filmlerde benzer anomali durumlara değinmiştir. Davacı filmi bu konuda muhteşem bir örnektir. Gündelik hayatta karşılaşılabilecek basit bir mevzuyu büyüten iki komşu aile sorunu devlet kanalıyla çözmek isteyerek yargıya taşımış fakat bürokrasi ve resmi prosedürlerin işin içine girmesiyle mesele içinden çıkılmaz hâle gelmiştir.

İlk baskısı 1992 yılında yapılar Örgütlü Ölüler benzer durumu konu ediniyor. Beyan Yayınları etiketini taşıyan yüz dört sayfalık eser Mustafa Everdi tarafından kaleme alınmış. Teknik açıdan zayıflıkları olsa da konu seçimi ve anlatım oldukça başarılı. Konuya aşinalık okuyucuyu içine çekiyor. Yazıldığı dönem itibariyle o günün siyasi, sosyal ve dini sorunlarına değiniyor fakat ortaya çıkardığı zihinsel harita geçmişin ve bugünün izlerini taşıyor. Herhangi bir meseleyi nasıl sorunlu hâle getirdiğimiz satır aralarında görülebiliyor.

Şehir merkezinde yaşayan Enver’i ziyarete gelen babanın ölümüyle başlıyor roman. Enver evde ölen babasına ölüm kağıdı çıkarmak için hasteneye götürür. Ölüm kağıdı alması için Enver’in sorguya çekilmesi, babasına da otopsi yapılması gerektiği söylenir. Evrakları tamamlaması istenen Enver hem kendinin hem de babasının cesedinin maruz kalacağı durumu kabullenemez. İşlemler maddi olarak da külfetlidir zaten. Bunalmış hâlde dolaşırken hastane hademesinin verdiği akılla cesedi kaçırır ve evine getirir. Şaşırmış vaziyettedir ve defin işlemleri için ne yapacağını bilmemektedir. Karısının ikazıyla cami imamlarına gider fakat yardımcı olmazlar. İmamların şahsi işleri vardır. Çaresiz eve dönen Enver’e komşuları yardım etmek ister. Yarım yamalak dini bilgisiyle biri yardıma koşarken bir başkası dine uygunluk açısından yapılması gerekenleri anlatır. Gömmeden önce cenazenin yıkanması gerekmektedir. Enver ve komşuları önce küvette yıkamaya çalışır. Komşulardan birinin durağan suda ölünün yıkanmayacağına yönelik ikazı üzerine apartmanın bahçesine örtü ve kilimlerle bir yıkama yeri kurulur. Ama ne var ki sular akmamaktadır. Belediye, müftülük, diyanet işleri başkanlığı aranır. Her kurum asıl görevini bırakmış ‘sudan’ meselelerle ilgilenmektedir. Sonuç olarak ne sular akmıştır ne de sorunu çözecek bir fetva alabilmişlerdir. Mahalleli elbirliğiyle cenazeyi yıkamak ister fakat evlerde de yeterli su bulunmaz. Aksilikler bitmez. Zabıta gelir ve uygunsuz durumdan dolayı ceza keser. Toplananlardan biri göle götürüp yıkamalarını önerir. Hem dinen de uygundur. İyiden iyiye sersemlemiş olan Enver bu öneriyi mantıklı bulur ve bir taksi tutarak cenazeyi göle götürürler. Tam yıkamak üzereyken polis tarafından fark edilirler ve yakalanarak terör örgütü olmakla suçlanırlar.

Harika bir hiciv örneği olarak göze çarpan roman, devlet ve vatandaş arasındaki ‘soğuk’ ilişki, resmi kurumların gerçeklikten kopukluğu, toplumun başta din olmak üzere öz değerlerine uzaklaşması ve bireyleşememe gibi temel sorunlar etrafında şekilleniyor. Yazar, kültürel, sosyal ve siyasal eleştirilerini romana aktarmış. Üstelik bu aktarımı gündelik hayatın akışı içinde var olan durumları örneklendirerek yapmış. Toplumsal gerçekliğin hicvedilerek anlatılması doğallığı bozmadığı gibi benzer durumlarla karşılaşmış olmamız inanılırlığı arttırmış.

Örgütlü Ölüler, gelenek ve modernite arasında sıkışan toplumun gerçekçi bir fotoğrafını çekiyor. Bürokrasinin toplumu görmezden gelerek işleyişini ve toplumun maneviyatla kestiği bağı gözler önüne seriyor. Ölüyle, ölümle olan ilişkimizi sorgulatarak kaybettiğimiz şeyleri hatırlatıyor. Modernizm ve medeniyet eleştirisini okurken beliren hüzünlü tebessüme engel olamıyorsunuz.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Yabancılaşma, kriz ve çözülme

“Meslek, yaşamın korsesidir.”
- Nietzsche

Önce gücüm yetmez diyerek direndim çünkü karşımızda bir novella uzunluğunda olmasına rağmen çok boyutlu ve katmanlı bir roman var; ama dayanamayıp bir şeyler karalamaya karar verdim çünkü zihnimden bir türlü çıkmak bilmedi Elias Rukla. Belki benim de benzer duyguları tecrübe etmemden kaynaklanan bir ruh akrabalığı duydum, belki de karşımızda bir başyapıt var ve benim biraz başım döndü.

İlk olarak 1994 yılında yayınlanmış Mahcubiyet ve Haysiyet. Geç de olsa dilimize kazandıranlara minnettarım. Norveç’te bir lisede edebiyat öğretmenliği yaparak hayatını kazanan Elias Rukla’nın başından geçenlerin ya da hislerinin ülkemizdeki bir edebiyat öğretmeninden farkının olmadığını söylemeliyim. Köhneleşmiş müfredat ve ilgisiz genç yeni nesil karşısında her geçen gün mesleklerinden ve tutkularından soğuyan yüzlerce arkadaşım var.

İskandinav edebiyatının inceliklerini anlatmaya kendini adamış olan Elias Rukla her sene yaptığı gibi Henric İbsen’in Yaban Ördeği adlı eserini tahlil ederken daha önceki yirmi beş senelik öğretmenliğinde fark etmediği bir ayrıntıyı fark eder ve heyecanını gizleyemez. Ne yazık ki bu heyecanını sınıfta karşılık bulmaz ama anlatmaktan da geri durmaz ve kendisi de hayretler içerisinde bu ayrıntının etrafında dolaşırken birdenbire sinirlenir.

Bu arada hatırlatmakta fayda var. İskandinav Edebiyatının önemli yapıtlarından biri olan Yaban Ördeği’nde Henric İbsen “ortalama bir insanın hayatta kalabilmek adına ne tür yanılsamalara gereksinim duyabileceğini ve gerçekle yüzleşmek zorunda kalındığında ise bir ailenin başına neler gelebileceğini” anlatır.

Elias Rukla dışarı çıkar ve bir türlü açılmayan şemsiyesini küfürler eşliğinde öğretmen arkadaşları ve öğrencilerinin arasında betona vura vura parçalar ve tam o esnada bir kız öğrenciye ağıza alınmayacak hakaretlerde bulunur ve hızla uzaklaşır oradan. Esasında özgürlüğüne kavuşabilmesi için bu krize ihtiyaç duymaktadır ve gecikmiş yüzleşmesiyle baş başa kalır. Okula bir daha dönemeyeceğini anlar ve birden “geçmiş muhasebesi” yapmaya koyulur. (Bu arada değinmeden edemeyeceğim, İsmail Kılıçarslan, Cins'teki bir yazısında “muhasebe” sözcüğünün hayatlarımızdan çıkıp da sadece ekonominin alanına girmesinden mütevellit yaşadığımız sıkıntılara dem vurduğu yazısını mutlaka okumanızı öneririm.) Felsefe ve edebiyat öğreniminden, toplumla olan ilişkisine ve evliliğine dair ince bir muhasebeye girişir ve tüm bu olanların sebebini bir psikolog endamıyla masaya yatırır akabinde. Çağın dışına itilmiş bir başka bir deyişle eskimiş bir edebiyat öğretmeninin çağına bir çığlığı aslında roman. Yaşadığı yabancılaşmayla uzun süre direnmiş ancak sonunda patlamıştır. Değişimin bu kadar hızlı olduğu bir zamanda ruhlarımız yetişememekte hep bir krizle karşı karşıya kalmaktayız. Elias aslında biziz ve okurken bizi bu kadar içine çekmesi de bence bu yüzden.

Derin bir roman Mahcubiyet ve Haysiyet. Bütün derin romanlar gibi de güzel. Romanın bir yerinde kızı Camilla’ya “Lise öğretmeni olma, kendini okula hapsetme. İlle de olmak istiyorsan, başka bir iş yapmaya üşendiğin için öğretmen ol. Sana bunu çok ciddi söylüyorum" demişti üvey kızı yüksek öğrenime başlamak üzere evden ayrılırken. Elias kendini yenik hissediyordu.

Refah seviyesi yüksek diye bildiğimiz dünyanın çatısına yakın Norveç gibi bir ülkede böyle olmasını ummazdım açıkçası. Dag Solstad’ın anlattığı bence günümüz Türkiye’si. Uzun cümleler ve dolambaçlı anlatımı nedeniyle okuru biraz zorlasa da sakin kafayla okuyucunca kendini açıyor hikâye.

Çevirideki ince işçiliğe de değinmeden edemeyeceğim. Banu Gürsalar’a bu tertemiz çeviri için teşekkürler. Ve de Yapı Kredi Yayınları'na.

Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf

23 Mart 2019 Cumartesi

İnsan, iyi olmak için çabalamak zorunda olan kötüdür

Belki bir miktar basmakalıp bir ifade olacak ama kesinlikle okuması cesaret isteyen kitaplar var. Okuduğunuz sözcükleri zihninizde yaratacağı tahribata, üzerine bir hayat inşa ettiğiniz değerlerinize dair sorgulara hazır olmadığınız için defalarca kapağını kapatıp fırlatmak isteyeceğiniz ama ne kadar acı da olsa gerçeğin dayanılmaz cazibesine kapılıp yeniden ve yeniden sayfalarının arasına döneceğimiz kitaplar. Kimseye anlatmaya cesaret edemeyeceğiniz bir rüya gibi okursunuz bu kitapları. Kinyas ve Kayra kesinlikle bu kitaplardan biri.

Kabullenilmesi zor gerçekler, inkar edilemeyecek bir çıplaklıkla çıkıyor karşımıza. Yok saydığımız, ötelediğimiz, düşman bellediğimiz, zararları üzerine masal masal, şiir şiir, ayet ayet ninni ninni nutuklar attığımız kötülüğün bir kanser hücresi gibi zihnimizde gönlümüzde bilincimizin her noktasında bizimle beraber yaşamaya devam ettiğini okuyucuya da kabul ettiren bir hikaye.

Kinyas, Kayra ve Tolga aslında sadece bir kişi ve herkesin seçebileceği üç farklı yolun hikayesi bu roman. Bu bireysel seçimin yanında sömürü kapitalizm şiddet ekseninde Batı ve Afrika halklarının bir panoraması. Özetle insan iyi olmak için çabalamak zorunda olan bir kötüdür diyor roman bize. İçimizdeki kötüyü öldürmek için önce onunla acılı bir yüzleşmeye katlanmamız gerek. Bu kötülük devlet, din, baba, eğitim vb. hayata dair iktidar unsurlarının baskısıyla ortaya çıkıyor ve yine bu unsurların baskılamasıyla örtülmeye çalışılıyor. Perdenin altında bütün çıplaklığıyla kötülüğü görmek mümkün.

Kötülük korkutmuyor insanı ama kötülüğün görünür olması dayanılmaz bir acı. Bu nedenle perdeyi kaldırmaya kimse cesaret edemiyor. Hakan Günday’ın yaptığı şey kafalarımızı perdenin altına sokup bizi çürümüş insanlığımızla göz göze getirmek. Bazı maçlar için şöyle derler; kalbi olan izlemesin. Kinyas ve Kayra için söylenebilecek belki de en doğru söz; tabusu olan okumasın. Yıkılan tabuların altında ezilmekten kurtulamaz zira.

Suçun kaynağı olarak parayı gücü ya da başka bir şeyi sunmuyor gözlerimizin önüne. Suç bizzat insanla birlikte var olmuş bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor romanda. Acı da tam burada hissediliyor, roman kişileri suçu ve vahşeti en savunmasız oldukları kişilerden yani ailelerinden görüyor. Ve en nihayetinde mutluluk ve yaşama isteği kafamızı perdenin altından çıkarabilmemize bağlanıyor.

Kinyas ve Kayra yaşamın anlamı ve gerekliliğine dair dünyanın çırılçıplak pisliği içinde yapılan bir tercih yolculuğunun romanı.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

19 Mart 2019 Salı

Zor olan çocuk değildir, 'gerçekten yanında olmak'tır

"Bir birey, yaşamının başından beri münferittir. Yaşam tarzı, köklerinde yapılan hataları anlamadan değiştirilemez."
- Alfred Adler, Bireysel Psikoloji Üzerine

İnsanın dünyaya gelişiyle birlikte geçirdiği ilk beş yılı tarifsiz bir öneme sahiptir. Her ne kadar tarifsiz desek de mutlaka tarif edilmesi gereken zamanları içerir. Çocukların davranışları işte bu ilk beş yılda belirgin bir nitelik kazanır, diğer bir tabirle otomatikleşir. Çocuğun karakteri ve üslubu beşinci yaşla birlikte net biçimde ortadadır artık. Bu süreci anlaşılabilir kılmak için birçok psikoloji kuramı insanlara yardımcı olmaya çalışsa da Alfred Adler'in (1870-1937) kurucusu olduğu bireysel psikoloji, özellikle kuramlardan ziyade anlaşılabilir olmaya önem vererek çok ayrı bir yerde konumlanmıştır.

Bireysel psikoloji, kısaca insanla onun hayatı arasındaki ilişkiyi temel alır. Bu ilişki yaşama üslubu olarak adlandırılır. Kişinin ne kadar toplumsal olduğu, yani toplumla ilişkilerinde ne gibi tavırlar aldığı, nasıl iletişim kurduğu gibi sorulara cevaplar aranır. Her bir cevap, kişinin çocukluğuna atılmış ok gibidir. Bu oklar değişimleri ve dönüşümleri hedef alır. Bir insanda, özellikle de çocukta görülen sert değişim ne zaman başlamıştır? Hangi olaydan sonra çocuk hayata küsmüştür, kırılgan olmuştur, öfkeli bir hâle bürünmüştür? Adler, soruların önemi üzerinde sıklıkla durur. Çok basit örneklerle, bireysel psikolojinin hep öncelediği gibi en anlaşılır biçimde analiz eder durumu. Örneğin bir çocuk birinci ve üçüncü sınıf arasında gayet normal bir gelişim seyrederken üçüncü sınıftan sonra neden çok sinirli, gergin bir yapıya bürünür? Adler burada hemen çocuğun toplumla ilişkisindeki kırılım anlarına yöneltir soruları: Üçüncü sınıftan dördüncü sınıfa geçerken ne oldu? Cevaplar şaşırtıcı biçimde Adler'i haklı çıkartır çünkü genellikle toplumsal kırılmalar çocuktaki değişime sebep olmuştur. Anneyle babanın ayrılması, çocukla ilgilenen bir kimsenin ölümü, alışılan ve sevilen güleryüzlü öğretmen yerine sınıfa sert mizaçlı bir öğretmenin atanması, aileye yeni bir çocuğun katılması...

Adler bireysel psikolojiyi tanımlarken, insan yaşamında süregelen yanlış bir kalıbın ilk 4 ya da 5 yılda oluştuğunu söyler. Bu kalıp öfke gibi bir duygu da olabilir, sürekli yalnız kalma gibi fiziksel bir tavır da. Çoğunlukla sebep şunlardır: Kusurlu organlara sahip çocuklar, aşırı derece ilgilenilmiş ve şımartılmış çocuklar, sevgiden mahrum edilmiş çocuklar. Adler, bu yanlış kalıbın değişmesi için iki yol sunar: çocuğun bu süregelen hatalar hakkında ikna edilmesi ve/veya hayatının ileri safhalarında çocuğun toplumla olan irtibatına bakılarak müdahale edilmesi. Her iki yolda da okulların bilhassa sosyal gelişim konusunda eğitici olması gerekiyor, bunun için de önce okulların eğitilmesi gerekiyor. Okul bu noktada oldukça önemli çünkü ne kadar erken müdahale, o kadar net sonuç; her şeyde olduğu gibi. "Hayatın ileri safhalarında iş daha da zorlaşır ve kişinin nasıl ikna edileceği nasıl değişeceği hususunda bireysel tedavi zorunlu hale gelir" der Adler. Bireysel psikolojinin burada anahtar görevi göreceğini ekleyerek öteki metotlara kıyasla çocuklukta yapılan hatanın ne olduğunu ve nasıl düzeltileceğini tahmin etmede daha iyi olduklarını belirtir.

Güç Eğitilebilir Çocuklar, 2019 yılı içinde Say Yayınları etiketiyle neşredildi. Alfred Adler'in çocuk gelişimi üzerine verdiği konferansların derlenmesinden oluşuyor. Yayınevi kitabın başında küçük bir uyarı yaparak kitabın içindeki görüş, tanı ve tedavi yöntemlerinin günümüz bilimsel gerkçeklerini yansıtmayabileceğini ve bu nedenle hem ebeveynler hem de öğretmenler için çağdaş bir rehber olmayabileceğini belirtiyor. Bu uyarıyı gereksiz bulduğumu söylemek zorundayım. Zira sadece Adler'in değil; Freud (1856-1939), Jung (1875-1961), Fromm (1900-1980) gibi birçok ismin 20. yüzyılın başında geliştirdiği yöntemlerin her biri kullanılabilir ya da kullanılmayabilir. Her biri rehber niteliğinde olabileceği gibi hiçbiri de rehber olmayabilir. Dolayısıyla saydığım isimlerin hemen hemen tüm eserlerini titizlikle neşreden bir yayınevinin bu ikazı yapması bana biraz tuhaf geldi. Böyle bir ikaz yapılıyorsa, arka kapak metninde neden "çağının ötesinde bilgiler veren bir kaynak" cümlesi geçiyor mesela? Kitap okundukça görülecektir ki Adler zaten bir çocuğun aile hikâyesi bilinmeden, ona doğru sorular sorulmadan ve eğitim ile toplum hayatı göz önünde bulundurulmadan bireysel psikolojinin verimli ilerleyemeyeceğini belirtiyor... Diğer yandan kitabın içindeki metinlerin sıralamasının çok yerinde olduğunu da söylemem gerekiyor. Birbirini tamamlayan ve sürekli derinleşen konular, kitabın sonunda Adler'in anlattığı dört vakayla neticeleniyor. Özellikle bu dört vaka, kitabın içindeki tüm teorileri ve bireysel psikoloji yaklaşımını pekiştiriyor.

Adler, sadece güç eğitilebilir çocuklar için değil tüm çocuklar için annenin mutlaka üzerine vazife olan iki ödevinden bahsediyor. Birincisi çocuğun sevgisini kazanıp ilgisini kendi üzerine öekmek, bir hemcins olarak çocuğun gözü önünde bulunmak. İkincisiyse çocuğun ilgisini başkaları üzerine açıp yaymak, yani toplumsallaşmasına imkân sağlamak, hemcins olarak babasını da çocuğun karşısına çıkarmak. Babanın dış dünyayı temsil etmesi, çocuğun onla yaşayacağı çatışmaların önemini yeniden hatırlatıyor. Bundan sonra Adler, hem bireysel psikoloji kuramı hem de güç eğitilebilir çocuklar üzerine şu en önemli uyarısını yapıyor: "Her ödev, toplumsal bir sorundur. Çocuk konuşarak başkalarıyla nasıl ilişki kurmaktadır? Toplumsallık duyguları yeterince gelişmemiş çocuklarda sık olarak konuşma güçlüklerine rastlarız. Kendimi topluma nasıl yararlı kılabilirim? Başkalarını düşünme, başkalarıyla ilgilenme, arkadaşlık, dostluk, insanlığa karşı ilgi gösterme, dinsel ya da siyasal bir görüşe sahip olma, evlilik, sevgi; bunların hepsi de toplumsal sorunlardır."

Peki kimdir bu güç eğitilebilir çocuklar? Onlar; başkalarının rahatlığı ve esenliğiyle ilgilenmeyen, toplumsallık duyguları yetersiz, iyimserlik ve cesaretleri istenen düzeyde olmayan çocuklardır. Onların özellikle beş yaş öncesi durumlarına dair genelde şu cümleler duyulur ebeveynlerinden, öğretmenlerinden ya da onlarla ilgilenen yakın kimselerden:

- Aşırı derecede aktif bir çocuk...
- Eline geçirdiği şeyleri kırmaktan hoşlanıyor...
- Bazen öfke nöbetlerine kapılıyor...
- Annesi çocuğun sağlıklı ve yaşam dolu olduğunu söylüyor...
- Pis ayakkabılarıyla en güzel masanın üzerine tırmanıyor.
- Annesinin o anda başka bir işle uğraştığını gördü mü hemen lambaya koşuyor, lambayla oynamaya bayılıyor...
- Lambayla oynamak için annesinin tam piyano çalmaya ya da kitap okumaya başladığı zamanı kolluyor... Dur durak bilmiyor, sofrada kıpırdanıyor sürekli, hep kendisiyle ilgilenilsin istiyor...
- Babasına durmadan yumrukla saldırıyor, kendisiyle oynamasını istiyor...
- Elini daldırıp ağzını pastayla doldurmak gibi bir alışkanlığı var...
- Annesine bir misafir gelse, onu oturduğu sandalyeden itip uzaklaştırıyor, kendisi çıkıp oturuyor sandalyeye...
- Baktı ki annesi ve babası piyano çalıp birlikte şarkı söylüyorlar, ben bu şarkıyı sevmiyorum diye bağırıyor...
- Bir şey istedi de istediği şey verilmedi mi, öfkesinden kuduruyor...
- Anne ve babası soluksuz kalıyor, oğlana gelince yorulmak nedir bilmiyor...
- Dikkatini bir konu üzerinde toplayamıyor...
- Yuvaya gitmekten nefret ediyor...
- Yuvaya hiç gitmiyor, gitmek istemiyor...

Tüm bu yorumların analizini yapıyor Adler. Çocuğun neden yerinde duramadığını, öfkeli olduğunu, ilgiyi sürekli kendi arzuladığı zaman ve yine kendinde bulmak istediğini, niçin saldırgan bir tutum gösterdiğini, ortamdaki neşeyi neden bozmak istediğini, hangi durumlarda aşırı davranışlar gösterdiğini nokta atışı tespitlerle ve bireysel psikolojinin başından beri savunulan 'herkesin anlayabileceği şekilde' izah ediyor. Unutmadan söylemek gerekir ki güç eğitilebilir çocuklarda bu yorumların hepsi aynı anda görülmez. Ancak belirli zaman aralıklarında (toplumsal değişim - dönüşüm evrelerinde) her biri tabiri caizse hortlayabilir. Bireysel psikoloji kuramının bu tip çocuklar karşısında ilk ilgilendikleri şey çocuğun başarısızlıklarıdır. Ödevleriyle, yapması gerekenlerle yakınlık ve uzaklık derecesidir. Burada istem ve eylem ayrımını yapıyor Adler. İstemenin yapmakla aynı değerlendirilmesinin büyük bir hata olduğunu, tek gerçeğin o istenen şeyin eyleme dönüşüp dönüşmediği olduğunu söylüyor: "Çocuğun iyi niyet gösterisinde bulunduğu süre hiçbir eylemin gerçekleşmeyeceğini kesinlikle söyleyebiliriz. Kurtuluşlarının bedeli olarak karşısındakilere iyi niyetlerini buyur eden çocuklarla ikide bir karşılaşırız. Böylesi çocuklarda bir değişiklik görülmez, yaşamsal üslupları otomatikleşmiş ve istemleri bütüne uyacak gibi söz konusu üslup içine yerleştirilmiştir."

Dikkatleri sürekli 'toplumsal ilgi'de tutuyor Adler kitap boyunca. Toplumsal ilginin doğru ve yeterli ölçüde verilmediği çocukların sorunlu olarak kalacaklarını ve davranışlarındaki otomatikleşme sebebiyle yaşamlarında sürekli bu sorunlarla baş başa kalacaklarını belirtiyor. Toplumsal ilginin yetersizliği aslında bir sonuç. Güç eğitilebilir çocuklarda görülen bir sonuç; toplumla kopuk ilişki. Peki bu sorun, güç eğitilebilir çocuklar dışında kimlerde görülüyor? Adler'e göre nevrotiklerde, psikozlu kimselerde, suçlularda, intihar meyillilerde, ayyaşlarda. Toplumsal ilginin yetersizliğinin yanı sıra cesaret, anlayış ve toplumsal sorunların çözümüne karşı doğru bir eğitim eksikliği de yine bu tiplerde görülen sorunlar.

Yaşam üslubu, Adler'in güç eğitilebilir çocuklara dair geliştirdiği çözümler üzerinde büyük rol oynar. O üslubu keşfetmek her şeydir: "Bir çocuktan ya da bir erişkinden başını çevirip yaşamının en geride kalmış dönemine bir göz atmasını ve anımsayabildiğini herhangi bir şeyi bize söylemesini istedik mi, yaşam üslubundan bir parçayı ele geçirmiş oluruz; çünkü söz konusu çocuk başını çevirip geriye baktı mı, kendisi için alabildiğine önem taşıyan, ama şimdiki durumunda büyük bölümüyle akıl erdiremediği bir nesneyi ötekiler arasından seçip bize buyur eder. Bizim köprübaşı olarak yararlanacağımız bu nesneler, otomatikleşmiş yaşam üslubuna düşülen kayıtlardır. Karşımızda bir makine vardır, aktif ve yaratıcıdır, önünde yalnız bir yol uzanır, bu da kendi yoludur onun, ancak bu yolda ilerleyebilir."

Çocuğun aile içinde cesaretlendirilmesinin öneminin çok büyük olduğunu söylüyor Adler. Doğru biçimde cesaretlendirilmeyen çocukların gelecek yaşamlarında sinik, sönük, içine kapanık, her fırsatta kaçmaya ve gizlenmeye yani yalnız kalmaya meraklı insanlara dönüşmesinin çok doğal olduğunu söylüyor. Burada tek çocuk olmanın ayrı, çok çocuk içinde bir çocuk olmak ayrı öneme sahip. "Bize düşen, çocuğu ve hatasını bir melodi bütünü içinden bir nota gibi çıkarıp incelemek değil, onu daha geniş bir ilişkiler örgüsü içinde ele almaktır" diyor Adler. Çünkü: "Bizler 'bütün'ün bir parçasıyız, toplumla çözülmez gördüğü bir bağ içindeyiz; dolayısıyla ideallerimiz de toplumun öngördüğü doğrultuda geliştirilmiştir... Bireysel psikolojinin ödevi derinlerde saklı yatan ilişkileri ele geçirerek toplumsallığın anlamına götürecek yolu bireylere göstermektir."

Güç eğitilebilir çocuklarda anılar ve düşler de önemli bir yerde duruyor. Kitabın hemen hemen yarısı bu tip çocukların anıları ve düşlerini yorumlama üzerine eğiliyor. Adler burada Schubert'in düş yaşamının insanın kişiliğini yansıtan bir ayna olduğu sözünü hatırlatarak Goethe'nin çağdaşı olan Lichtenberg'in düşlerden yola koyularak bir insanın karakterini davranışlarından daha iyi belirleyebileceğimizi ileri sürüşünü hatırlatıyor. Düş yaşamının önemsenmesi ve daha iyi anlaşılması konusunda Freud'un katkısı ise şüphesiz dev boyuttadır. Ancak Adler, Freud'un düşe dair görüşlerindeki tutarsızlıklara da vurgu yapıyor ve özellikle bütün düşlerin çocukluktaki cinsel istekleri doyuma kavuşturma çabasından kaynaklandığı fikrine bütünüyle itiraz ediyor. Zaten Adler de Freud'un fikirlerinden sıyrılıp kendi kuramını inşa etmesiyle psikoloji tarihinde çok önemli bir yer tutuyor.

İnsanların gördükleri düşlere önem vermediğini çünkü nasıl davranacaklarını bilmediklerini belirten Adler'e göre bireysel psikoloji bu bilmeceyi çözmüş, düş yaşamının anlaşılmasında son derece önemli bir adım atmıştır: "Düşün amacı anlaşılmak değil, düşü görende onun ellerinden kurtaramayacağı bir takım ruh durumları ve duyguları uyandırmaktır. Ruh durumları ve duygular kaybolmadan kalır; bu gerçeği göz önünde tuttuk mu düş görmemizin nedenini anlarız. İlgili neden de, düşle içimizde belli bir duyguyu uyandırıp belli bir ruh durumunu yaratacak mantık engelini aşmak ve gerçekleştiremediğimiz bir isteği bu yoldan gerçekleştirmeye çalışmaktır."

Adler'e göre en çok düş gören insanlar, hayatlarında akıllarıyla kalpleri en fazla çelişen insanlardır. Dolayısıyla kaygının ve korkunun düş görmeye en çok kapı aralayan duygular, haller olduğunu söylemek mümkün. Yaşamı bütünüyle otomatikleşmiş birinin düş görme olasılığını çok düşük gören Adler, kitapta birçok çocuğun anılarını ve düşlerini yorumluyor. Çıkan sonuçların çarpıcılığı yüksek boyutta. İnsan ruhuna mantığın değil duyguların kılavuzluk edebileceğini düşünen Adler'e hak vermemek güç, zira anılarımızı ve düşlerimizi bize hatırlatan mantığımız değil duygularımız olur, düşünce dünyamız, yani yaşama üslubumuz. Neyi çekip çıkarıyorsak geçmişten, orada bize dair en hakiki şeyler vardır.

Kitap hem bir baba hem de psikolojiye meraklı bir okur olarak yeni ödevler çıkarmamı, yeni keşifler yapmamı sağladı. Özellikle düş ve anı mevzularına dair merakım yeniden alevlendi. Ama bir gerçek var ki o da toplumla insan arasındaki ilişkinin köklerde başladığı. Güç Eğitilebilir Çocuklar, işte bu köklerdeki sorunları, hataları bulup çıkarıyor. Yalnızca tespit yapmıyor, fazlasıyla çözüm sunuyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

14 Mart 2019 Perşembe

Yaşamak dediğin yoldur, insan bir yolcudur

"Yarayla alay eder yaralanmamış olan
bak nasıl da sararıp soluvermiş tanrıça kederlerden
sen çok daha parlaksın çünkü
sen tüm göklerdeki yıldızların ilki
sen aydınlatırsın geceyi."
- William Shakespeare

Bütün yolculuklar, dışta, dışarıya ve dışarıda olana dair midir? Yoksa insanın en nihayetinde yürüyüşlerinin içine, içte ve içeride olana yolculukları da mevzu bahis midir? İnsan dışından ibaret olmamasına mütekabil yolculukları da sadece dışarıda olandan ibaret kalmaz, kalmamalıdır. Tabi hüküm kurmak ve yargılamak değil niyetim, sadece içerisinin farkında olmaya dair ve içeriye doğru çıkılacak yolcukların da olduğundan bahisle bir kitaba değinmek, belki biraz içimden belki biraz kitaptan bahisle biraz dışarılara yolculuk etmek…

Yolculuğun amaçlarından birisi de, belki eğitmektir insanı. Yürüyerek insan kendisi kendisini eğitir, biraz da farkında olmayarak. Kendisiyle konuşmanın, kendisiyle kalmanın epey zor olduğu, sesin, gürültünün içinde kendisine kalmanın biraz zahmet gerektirdiği zamanlarda yaşamanın da etkisi tabii ki inkar edilemez. Fakat insan bazen karşı çıkarak ve karşı durarak, dinlemenin gücüne inanarak meydan okur bütün hepsine. Sadece kalbiyle yürür, danışarak ve yol yürümenin değerini bilerek. En sessiz yolcukluklardan birisidir belki de hakikat yolculuğu, varmak amacı güdülmeden, sadece eylenebilen, öncesi ve sonrasının açıklanmasının pek mümkün olmadığı, an’sal olarak insanın kendisine kaldığı zaman olarak hakikat yolculukları… açıklanamaz olanların gerçekleştiği bu yerin dünya olması, vak’ayı daha cazip kılması da söz konusu.

Başkalarının anlatımına kulak asmaktan ve dinlenenin bir hikayeden öte anlam ifade etmeyeceği şeyleri yaşamanın adı olan yolculuklar ve yürümelerin değerini sorsak da, alanın öznelliği cevabı verilenler için pek anlam ifade etmeyeceğinden, soru sadece cevaplayan da makes bulabilir. O yüzdendir ki bazen soruyu sormak yerine yola çıkmak gerekir, yahut yolda olmak. Bir ara ses olarak söylemek gerekirse, yürümek, yola çıkmak, gerçek anlamda bir yürüyüşe denk düşmeyebilir. Aslında yürümekten kasıt bir bakıma yaşamaktır, yaşamın içinde olmaktır. Kimi zaman yürüyüş tam olarak fiile tetabuk eden hali ifade edebilir, bununla birlikte kastımız bunun bir tam tamına uyumdan ziyade, bir durum ve halin zamana yayılması ve fakat bunun an’sal olarak zamanlara denk gelmesidir. Tabir-i caizse aydınlanma hali de diyebileceğimiz o an’sal anlardan bahsetmek istiyorum, tam fotoğraf çekiminde patlayan bir ışık ve o ses. Bunun etkisi sürece dahil olmakla beraber çıkışı itibariyle olan kısmı bahse değer gibi duruyor. Yani bir yolculuk da kimi yeni yeni yolcukların ortaya çıkması da diyebiliriz yahut bu bir yola çıkışta yeni bir köşe başı tayin etme de diyebiliriz bir durum ve bütün bunların büyük bir planda iş’li olarak durmasından aslında bahsetmek istiyorum.

Yolların düz olmadığı da yolcuların, yolda olanların malumudur. Kimi yokuşlar, kimi dönüşler, kimi inişler, kimi sarmallarla doludur yollar. Öyle bir’den bitecek gibi olsalar da pek öyle olmaz. Bir sürecin varlığı söz konusudur. bir köşe başından öteki köşe başına geçişlerde yaşanan, yahut yeni yollara doğru yelken açışlarda başlayan, içinde olduğunda aslında fark edemediğin fakat içine de kimi şey(!)lerin doğduğu başlangıçlar. Sonrasında uzayıp giden, kıvrılıp dürülen, halka olup iç içe geçen, yokuşa saran, inişlerde heyecanlandıran, kimi köprüleri geçiren ve denizler aştıran yollar. Ve fakat tüm bunlara rağmen kimi zaman içinde bulunduğunu bile unutman. İşte tam olarak yol’un anlam ve manasının nevzuhur ettiği yer! Sonunda köşeyi dönerken yahut yeni yola çıkarken aşikar olandır belki de yol…

İnsanı kendi edendir; yol, yürüyüş ve dışarısı ile içerisi. İnsan bütün bunların mütekamiliyetinden neşet eden diyebilir miyiz?

Kimi kitapları okurken, okumakla sınırlı kalmayan bir duygu hali olur insanda. Kimi kitaplar üzerinde harıl harıl notlar, kenarına düşülmüş şerhler, retler ve “önemli” yazısıyla okunur. Sonrasında belki de üzerine konuştuğunda hatra gelmeyenleri yahut hatırda her daim kalması gerekenler için bir nev’ tedbirdendir bu hareket. Kimilerinde ise kitabın içine girer, hadi bu olmadı en azından yüreğiniz pır pır eder ve siz de bu pır pır’larla okursunuz-yaşarsınız. İşte; "Companero Rosita: Perulu Komünist Bir Gerillanın Gerçek Hayat Hikayesi" benim için böyle bir yâren gibiydi. Peru’nun arka sokaklarında, yolsuzluk ve açlığın koynunda başlayan bir yolculuk İstanbul’da nihayete erdi. Kitabın girişinden itibaren sizi alıp götürdüğü diyarların tanıdık gelmesi, hatta insanların size kendisini yakın hissettirmesi gerçeğine inanmanız için bile okunabilir bir kitap. Anlatı anında, anlatılan mekânda yer alan ferahlık göğsünüze bir genişlik sunduğu gibi, sayfaların olmasa bile anlatımın karaya büründüğü kısımlarda gardınız düşüyor, yüzünüz asılıyor ve bütün bunlar istemsiz olarak gerçekleşiyor. Siz sadece orada buluveriyorsunuz kendinizi. Birden ve aniden… İnsan her yolda güzelliğe vasıl olmaz, yolculuk yol için güzeldir yahut yaşamak belki de yol ve yolculuklar içindir, hatta yol ve yolculuk yaşamakla eşdeğerdir. İnsanlar, eşyalar ve mekânlar, şehirler eşliğinde zaman zarfına bağlı bir çaba ve gayretin adına yolculuk demek aslında yaşamla yolculuğu eş değer tutabilmenin mümkünatıdır. İşte Rosita’nın hikâyesi de aslında bütün bunların gerçekleşmesine şahit olduğunuz bir yolculuk hikayesi.

Sürekli arayış içinde yer alma, yolda olmanın farkında olmayarak yahut olarak kendine yer tayininden ziyade devam etme niyetine dayalı bir duraksama ve dinlenme hali. Hem bu dünyaya dair soruların yer aldığı, hem kendi dünyasının içinde çıkış ve çözüm arayış gayretleri. Hem dışarıya ve hem de içeriye dönük bir sorma ve sorgulama ile içinin acıması.

Hikâyemiz hastaneden başlıyor ve dağlara doğru seyrediyor. İnsan olmanın aynı zamanda kaybetmekle yakından da alakası olduğuna şahit oluyoruz daha ilk satırlardan: “Hayat bazen, kötü sürprizlerle bir şey öğretiyordu işte; çok sevdiğin, en sevdiğin insanla arandaki mesafe, ansızın çıkıp gelen ölümle bir daha kapanmamak üzere sonsuza kadar açılabiliyordu.” (sf. 12)

Kimi zaman ansızın çıkıp gelen insanlar vardır insanın hayatına. Birden paldır küldür girerler, düşerler de denilebilir. Gelişleriyle aslında muhatabı sizden ziyade kalbinizdir. Bazen taraflardan biri farkında olmasa da böyledir. İnsan bazen bütün küskünlüklerini ve kırgınlıklarını unutur. İşte Tanya’nın hikâyesi de Elvira ile karşılaşınca başlıyor da denilebilir. Dağlarda başlayan eğitim, çiçeklerin diline, insanın kendi içine bir yolculukla devam ediyor. İlk kısma ilişkin özet mahiyetinde alıntıyla nokta koyarsak eğer: "Onun içindir ki tarifle yapılan yemeklerde hep bir şey noksan kalır Tatsızdır reçeteyle yapılan yemekler, ancak birkaç tecrübeden sonra ruhunu ona akıttığında lezzetine varırsın. Yaşamanın da bir tarifi yoktur. O da ancak ruhunla hissederek yapabileceğin bir iştir." (sf. 18)

Yavaş yavaş demlenir hikâye, Peru’nun sokaklarında başlayan bir arayışın, dur durak bilmeyen bir yolculuğun Türkiye’ye gelişidir. Dünyanın bin bir türlü haline şahitlik etmenin ve tabir yerindeyse, “berrak bir gökyüzünde çocuklar adına savaşmak”ın kitabına doğru evrilir. Meydanda olan Rosa’nın soruları ihmal etmemesi ve her daim yürüyüşünde aslında kafasında yer alan bir acabanın hikâyesidir biraz.

Direnişin adının çeşitli şekillere bürünüşüne şahit olursunuz, direnişten ekmek yemek derdinde olanlar kadar ellerinde yer alan ekmeği bölüşme gayretinde olanlara da. Aslında Compenero uzaktan yakından biraz bizdendir ve bizim hikâyemizdir, kim bilir Türkiye’ye de yolu böylece düşmüştür.

Peru sokakları Companero’ya özgürlük, adalet ve eşitlikten ziyade Peru hapishanelerinin yolunu açar ve fakat bazen hapishaneler kaderde olmadık yerlere çıkartır insanı. Ayrıca bilinir ki bazen hapishane sadece hapishaneden ibaret değildir. Rosita burada da dersleriyle yoluna devam eder. Hâli bizden bir şarkı gibidir: “Kimseye etmem şikâyet / ağlarım ben halime."

Sonrasında yeniden berrak gökyüzüne döner kahramanımız, temiz hava ile yakar ciğerlerini ve başı hafif döner. Belki de özgürlük bazen baş dönmesi ile alınan bir nefeslik temiz havadan müteşekkil bir oluşumdur. Rosita hapishane sonrası dur durak bilmeden yola devam eder. Kimi zaman yorucu yokuşlar ve kimi zaman öyle yokuş aşağı doğru bırakıp kendini kalbinin delicesine çarpmasının adıdır Compenero.

Döner dolaşır hikaye ve şairin dediğine gelir ve orada durur:

Eve dön!/ Şarkıya dön!/ Kalbine dön!
Şarkıya dön! /Kalbine dön! /Eve dön!
Kalbine dön! /Eve dön! /Şarkıya dön!

Hitamı, Post Öykü’nün 26. sayısında yer alan bir öykünün son cümlesiyle yapalım o vakit: “Bir yolculuğa ne çok şey sığıyor: Bir aşk. Bir ömür. Bir hikâye. Bir bülbül. Bir şarkı.

Muhammed Hüseyin Güneş
twitter.com/muhammeddgunes1

12 Mart 2019 Salı

Muhtelif zamanlarda eylülü yaşamak

“Dünyadan kaçmak için şiire koşar gibi…” 

Daha ilk çıktığında, eylülde okumaya niyetlenmiştim Eylül Biraz’ı. Şubata nasipmiş, karlar altında biraz da eylülü hissetmekmiş nasibim. Zira kitabın da bazı sayfalarında buz gibi olurken bazen de ısınıveriyor kalbimiz. Yine kelimelerle ve hep kelimelerle…

Üç bölüm ve yirmi bir şiirden oluşuyor, Eylül Biraz. Uzun Yol Telaşı başlıklı şiirle başlıyor ve ırmak gibi sevmek diye bir terkiple bizi düşünmeye sevk ederken bir yandan da gönlümüze su serpiyor: "Ben savaşı karıncadan öğrendim / Kahraman değilim ki sevgilim / Irmak gibi sevmek hünerim belki / Kavgada mahir değilim.". Şiirin devamında ise dünyaya meydan okurcasına seven birini tasvir ediyor şair bize: "Ben seni anlatıyorum hâlâ / Dünyaya meydan okurcasına.". Sevinmeye varan en güzel yolun “sevmek” olduğunu ise devam eden mısralarda görüyoruz: "Sen gülünce diyorum / Gamzemdeki çukur derinleşiyor biraz daha.". Her şey gibi insan da sevdikçe güzelleşiyor haddizatında. Bunu anlatan mısralar da şiirin devamında: "Ben seninle güzelim / Artık söylenmiyorum kaçırdığım tramvaya / Hatta bıraktığım sigaraya da."

İlerleyen sayfalarda yer alan Koşarken Çocuklar başlıklı şiirinde Serap Kadıoğlu, "Duru bir gökte uçurtmalar uçursun diye / Koşarken çocukların peşinden" diye yazmış. Aslında tüm çabamız bunun için olmalı, çocukların duru bir gökte uçurtma uçurabilmesini sağlayabilmek için. Okuduğumuz her sayfada, yazdığımız her cümlede, biten her öyküde, nihâyete eren her şiirde “duru bir gökte uçurtma uçuran çocukların” hayali gönlümüzde, adı dilimizde olmalı. Çünkü ancak çocuklara pırıl pırıl bir gökyüzü bırakabilirsek “huzurlu bir gelecekten” söz edebiliriz. “Lafa gelince mangalda kül bırakmayanlardan” değil de “elini taşın altına koyanlardan” ya da “bir şeyleri değiştirmek adına çabalayanlardan” olursak geleceğe dair birkaç kelâm etme hakkını kendimizde bulabiliriz. Gerisi kuru gürültüden öteye gidemiyor maalesef. Durmadan yakınan insanlarla dolu bir coğrafyada, harekete geçebilmek de bir devrimdir neticede. “Dokunduğu yere değer katan” bir nesil yetiştirebilmenin yolu dokunduğumuz yere değer katmaya çalışmaktan geçiyor ve söz konusu şiir de şöyle bir duayla son buluyor: "Bırakıyorum son duamı meleklerin avucuna / Beni hep sevgimle hatırla."

Şair, Gül Bozumu şiirinde "Nefes almak şehirde pek afili bir mola" dizesiyle başlattığı beton şehir yakınmasını Akşam Olmadan şiirinde şöyle sürdürüyor: "Göğe uzanan çetrefilli yolda / Mavimi deşiyor gâvur betonlar.". Aslına bakarsak hepimiz aynı şeyden şikâyet ediyoruz, sonra dönüp dolaşıp akşam olunca yine o “betonlara” sığınıyoruz. Yaşamıyoruz belki de sadece o betonların arasında yaşlanıp gidiyoruz. Zira kendi adıma, bir köyün havasını soluduğumda, o betondan sığınaklarımıza dönesim gelmiyor asla. Keşke Biraz Ölsem başlıklı şiirinde de şair yine devam ediyor benzer yakınmalara: "Acelesi var artık herkesin / Tenhası kalmamış yorgun hayatlar / Ötelerden bir şey söylemiyorlar / Çamurlu çeşmelerden akan / Berrak sular yok artık / Paslı kurnalardan akan klorlu sularla / Yüzümüzü yıkıyoruz sabahları / Yüzümüzde vebal, ah / Yüzümüzde günah dizeleri" yaşadığımız çağın eleştirisi olsa da geçmiş hasretini de düşürüyor aklımıza.

Bütün bu olmazlardan, çıkmazlardan, dar boğazlardan biraz İstanbul ve biraz şiirle çıkıyoruz en sonunda; biraz da eylülle hatta: "Biraz Emirgân olurdum eylül biraz da / Kayıp kumrular ve boş aşiyan / Gül yanığı mestâne akşamlarda / Bir Fuzûlî kasidesi yetişirdi imdada / Söylerdi beyitler, raks ederdi rüzgâr" diyor Serap Kadıoğlu Hüzn-ü Şah şiirinde ve ekliyor: "Bazen sükût-u hayâl bazen pürmelâl / Tükendiği yerden yine başlardı hayat / Göz kırpardı bahar, gülümserdi erguvan…"

Velhâsıl Eylül Biraz; dünyadan kaçarken şiire koşanlara, derin nefes aldıran bir mola…

Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk