Karnak Kafe, “Ortadoğu’nun Balzac’ı” diye tanınan ve Nobel Ödüllü ilk Müslüman yazar olan Necib Mahfuz’un romanıdır. Eserde mekân olarak hayali bir kafe, metafor olarak bütün Mısır, zaman olarak da 1952 Devrimi’yle başlayan yıllar ele alınır. Kahramanlar ise o günkü Mısır halkını temsil eden hayali karakterlerdir.
Mahfuz, Kahire’nin eski Cemaliye mahallesinde tüccar bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Kahire Üniversitesi’nde felsefe eğitimi alırken yazmaya başladı. Bir süre kamu hizmetlerinde çalıştı. Çağdaş Mısır yaşamına dair ilk romanı 1945’te yayımlandı. Eserlerinde, Kahireli orta sınıfın yaşantılarını ele alır. Modern Arap romanının kurucusu diyebileceğimiz Mahfuz’un eserleri çok sayıda dile çevrilmiştir.
Karnak Kafe’si ile yazar, Kahire’de bir kafede tesadüfen bir araya gelen farklı kişilerin öykülerini anlatır. “Karnak, bir ara sokak üzerinde, küçük bir kafe.” Otobiyografik ögeler taşıyan bir eserdir bu. (O yüzden ‘anlatıcı-yazar’ kavramını kullanabiliriz.)
Karnak Kafe demek ilk önce Kurunfula demektir. Anlatıcı-yazarın oraya gidişi tamamıyla bir rastlantı sonucudur. “Burada sıcak bir kucaklamayla insan dünü de, bugünü de, tatlı geçmişi de, şanlı şimdiki zamanı da tadabiliyor.” diyerek anlatır mekânın atmosferini.
Hayranlıkla izlediği bir kadınla karşılaşır Kafe’de. ‘İmameddin’in yıldızı, Kurunfula’nın ta kendisidir! 1940’lı yılların pembe rüyası Kurunfula şimdi o taburede oturuyordur.’ O, göbek dansını modernize eden ilk kişidir ülkesinde. “Kurunfula’yı kim unutabilir ki?”
Karnak Kafe bir aile ortamıdır. Yazar, bu mekânda yaşanan olayları romanın dört kahramanın bakış açısından, anlatıcı-yazarın da izlenimleri ve düşünceleri eşliğinde okura sunar. Müşterilerinin ve çalışanlarının hikâyeleri Kurunfula’nın bakış açısından verilir önce. Anlatıcı-yazar, hem kâtip konumundadır olaylara hem şahit… Roman boyunca Karnak Kafe’deki yaşlı kuşak ile bir grup genç üniversite öğrencisi arasındaki ilişki üzerinde durulur. Aşk da vardır dostluk da, ihanet de vardır sadakat da…
Karnak Kafe‘de mekânın tarihi aynı zamanda bir devrin tarihini aktarır. Kurunfula, İsmail El-Şeyh, Zeynep Diyab ve Halit Safvan, el-Mahdi Sokağı’ndaki Karnak Kafe’nin ahalisidir. Onlara göre tarihin başlangıç noktası, 1952 devrimidir. O tarihten önceki her şey karanlık ve anlaşılmaz bir ‘cehalet dönemi’dir. Devrimin çocuklarıdır onlar, “Bizi devrimi getirene şükürler olsun.” derler.
Kafenin tarihi ve yüzleri, 1952’deki devrimin yüzleri ve tarihidir en çok.
Yazar, bir gün kafeye gittiğinde gençlerin oturduğu sandalyeleri boş bulur. Taha el-Garib, “Tutuklamaların çok yaygınlaştığını duydum.” der. Müslüman Kardeşler örgütüne katılmış olmakla suçlanan gençler, işkenceye maruz kalırlar. Bir süre cezaevinde kaldıktan sonra suçsuz olduklarına hükmedilerek serbest bırakılırlar.
Sonrasını yazar şöyle anlatır: “Derken bir öğleden sonra, nicedir kayıp olan o yüzler aniden kapıda belirdi: Zeynep Diyab, İsmail el-Şeyh, Hilmi Hamada ve başka birkaç kişi daha. Karnak Kafe’de hayat günlük rutinine döndü, ama kafe asıl ruhunu büyük ölçüde kaybetmişti. Her şeyin üzerine kalın bir perde inmişti sanki, gençlerin olmadığı o dönemi daimi bir gizem haline getirmişti; bu ilginç sır, cevaplanmamış bir sürü soru doğurmuştu.”
Serbest bırakılmalarının ardından, kendilerini “devrimin çocukları” olarak tanımlayan gençler, ikinci kez tutuklandıklarında bu kez de komünist olmakla suçlanırlar. Yine işkence görürler ve de Zeyneb’e tecavüz edilir.
Zeyneb ve İsmail, cezaevinden ancak “muhbir” olmayı kabul ettikten sonra tekrar çıkabilirler. Artık kendilerine olan saygılarını yitirmiş birer bireydirler ancak “devrime” bağlılıklarını sürdürürler. “Şanlı devrimimiz bir kuşatmaya dönüşmüştü.” demeden edemezler yine de.
Üçüncü kez tutuklanmaları ise muhbirlikleri nedeniyle olur. Bu kez de imdatlarına Haziran 1967 Savaşı yetişir ve bu sayede hapisten kurtulurlar ancak Hilmi Hamada işkence altında ölmüştür.
Gençlerin maruz kaldıkları şiddete ve her türlü aksaklığına rağmen koruyabildikleri devrime olan inanç ve sadakat, yok olur. Yaşadıkları sürecin sonucunda birbirlerine yabancılaşan ve ruhları yıpranan gençler birer hastaya dönüşmüşlerdir.
Karnak Kafe’de anlatıcı-yazar, Kurunfula, İsmail el-Şeyh, Zeyneb Diyab ve Halit Safvan ‘nın gözünden/ dilinden anlatılan devrimin sonu biraz karanlık: “Her şeyden şüpheleniyorduk, masalardan ve duvarlardan bile. Anavatanımın durumu beni şaşkına çevirmişti. Bir sürü yanlış yola sapmasına rağmen, gücü ve itibarı giderek artıyordu, devamlı gelişiyor ve büyüyordu. İğneden rokete her türlü ürün burada üretiliyordu, insanlık tarihinde harika, yeni ve insancıl bir çığır açıyordu. Ama insanlar, sinek kadar değerleri olmayacak kadar zayıf ve ezik durumda ve kişisel haklarından, şereflerinden mahrumlarsa, korkaklığın, ikiyüzlülüğün ve perişanlığın altında eziliyorlarsa, bütün bunlar ne işe yarardı?”
Karnak Kafe, Kurunfula’nın gözlerinde yeniden canlanan umut ışıklarıyla son buluyor. Leyla Tonguç Basmacı çevirisini yaptı. Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından okura sunuldu. Sizi bekliyor.
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
(Edebiyat Haber, 01.04.2015)
1 Eylül 2016 Perşembe
23 Ağustos 2016 Salı
Bir evin ve evliliğin hikâyesini duymak
“En Çok Onu Sevdim” Gamze Güller’in üçüncü kitabı. İletişim Yayınları tarafından okura sunulan kitap, tam da günümüzü anlatan bir novella. Fotoğraflardan, anılardan, duvarlardan, balkonlardan, camlardan, erik ağaçlarından, kadife koltuklardan, eprimiş inceliklerden ve hayalle hakikat arasındaki gelgitlerden geçiyor yolu. Şöyle bir ‘dokunup’ geçmekle kalmıyor, okuyanda izlerini de bırakıyor. “Duvardaki leke sıçrayan şeyin değil, zamanın rengini almıştı. Ona dokunan seslerin, ışığın, yılların rengiydi bu. Bu odada yaşanan, söylenen her şey oraya sinmişti.” diyor.
Kitapla beraber, yüzünüze hafifçe değen bir serinlik oluyor. Bir güz esintisi gibi. Ben gibi. Sen gibi. Biz gibi. Siz gibi. En çok da o/nlar gibi. “Dinlemeyi” ve “duymayı” öğreniyorsunuz. “Şeylerin hikâyesi”ne daha bir odaklanıyorsunuz: Yaprağın hışırtısına, yağmurun şıkırtısına, tenteye vuran su damlasına ve daha birçok şeye dikkat kesiliyorsunuz. Hiçbir şeye eski/si gibi bakamıyorsunuz artık.
“Ardından masaları gördü, hepsi çizik içindeydi. Sandalyelerin kumaşları oturmaktan eprimişti. Floresan lambalar cızırdayarak kırpışıyordu. Kapının kulpu ellenmekten matlaşmıştı. Eşik mermeri aşınmıştı. Camlar kirliydi. Storlar bozulmuştu. Evrak dolaplarının rengi solmuştu. Dosyalar toz içindeydi. Ajandaların kapakları bükülmüştü. Kendini durduramıyordu bir türlü. Hepsini görüyor, hepsini duyuyordu. Hepsinin hikâyesini bilmek istiyordu.”
“Biraz gölge, bir tutam loşluk, azıcık mahremiyet…”
“Şeylerin hikâyesi” üzerine kurulu bir kitap “En Çok Onu Sevdim”. Onları duyabilen bir kadının etrafında gelişen olaylarla örülü. Tanrısal bir anlatıcının dilinden dökülüyor paramparça hayatlar. Kırık bir aynanın parçalarını birleştirip tutkallıyor. Saklıyor kelimeleri. Eski ile yeninin, geçmiş ile geleceğin bir ince prizmadan kırılıp içinize gökkuşağı doldurması gibi. Sonra dönüp bakıyoruz: Biz de buna benzer hayatlar yaşamıyor muyuz?
Kahramanlarımız evlilik arefesindeki bir çifttir: Asuman ile Mete… Birlikte ‘yuva’ yapacakları ev henüz inşaat halindedir. Şehrin lüks semtlerinden birindeki bu evde ‘yok’ ‘yok’ olacaktır. “Her şey parlak, her şey ışıltılıydı. Bütün odalar yerden tavana kadar camdı. Cilalanmış, paketlenmiş ve kocaman bir hediye paketi gibi önlerine konmuştu. Biraz gölge, bir tutam loşluk, azıcık mahremiyet aradı Asuman. Yoktu. Işıl ışıl aydınlatılmış dev bir kamusal alan hissi veriyordu ona.”
Onlar evlerinde oturacakları günü hayal ede dursunlar evin teslim tarihi gecikince bulundukları evlerden çıkmaları gerekir. En sonunda şehrin eski semtlerinden bir ev bulurlar. Semt gibi ev de eskidir. Ancak Asuman ısrarcıdır, çünkü evi görür görmez çok sevmiştir. Ev, adeta dile gelmiş ve onu büyülemiştir. Dokunduğu her yerde ayrı bir hikâye bulur. Bu hikâyelerle hayatı da değişir, yaşantısı da dönüşür…
“İçeri girdiği anda aradıkları evin orası olduğunu biliyordu Asuman. Tuhaf bir olmuşluk duygusu kapladı içini. Boş salonda ilerleyip camdan dışarı baktı. Şehir ayaklarının altındaydı. Güneş, salonun ortasına düşmüş ışıktan bir cümbüştü. Bu eski binada, köhne apartmanların arasına sıkışıp kalmış bu saklı dairede, böylesi bir cennetle karşılaşacağını ummazdı. Gezdikleri onca modern, birbirinin aynı, sıkıcı evden sonra buranın kendine özgü bir dili vardı.”
“En Çok Onu Sevdim”i bir solukta da okuyup bitirebilirsiniz; dura dinlene, altını çize çize, notlar ala ala da…
“O gün Mete’yle ikisine ‘Ankh’ sembolü olan bir örnek anahtarlıklar aldı. ‘Nil’in anahtarı’ onlardaydı artık. Kadın ve erkek olmanın ötesinde, ikisi bir bütün olacaklardı bu evde. Bu çift cinsiyetli sembolün temsil ettiği sezgisel gücü hep sevmişti Asuman. Yeni evlerine bunun çok yakışacağını düşündü. Eve adımını attığı ilk andan beri onda yarattığı o mistik duygu, yeni bir sırra vâkıf olma ve onu koruma güdüsü tam buydu işte. Her ikisine de evin birer anahtarını taktı.”
Anlatım dili -yazarın öykücü olduğunu hatırlatırcasına- metni ayrıntılarla zenginleştirmeye ve sözü çoğaltmaya yönelik.
“O seslerini duydukları, girip çıkarlarken kapıları aralayan, perdelerin ardından onları gözleyen, ‘günaydın,’ dedikten sonra durup arkalarından bir süre daha bakan, çocuklarını camlardan sarkıp yemeğe çağıran, ‘baban eve gelmek üzere,’ diye onları azarlayan, ellerinde filelerle pazardan dönen, sabahları kapılarına ekmek ve süt bırakılan, apartman toplantılarına katılan, veli toplantılarına giden, mahalledeki çukur hâlâ kapatılmadı diye gazeteye mektup yazan, birbirlerine akşam oturmasına giden aileler gibiydiler.”
Asuman’ın yeni eviyle birlikte değişen hayatı ve bakış açısını okurken, bir yandan da kendi yaşantılarımızı sorgulamamızı sağlıyor. Özellikle “önem” ve “değer” atfettiğimiz kavramlara yönelik ciddi bir sorgulama bu.
“Şehirde artık sokağa adım atmaya korkar olduk. Kendi adıma karanlık sokaklardan korkuyorum,” dedi beyaz saçlı kadın.
“Bu mu geleneksel?” dedi Asuman. “Yüksek duvarlar arkasında mı mahalle yaşamı süreceğiz? Karanlık hiçbir yer kalmayınca mı güvende olacağız?”
Yazar, bu sorgulamayı kimi zaman karakterler, kimi zaman nesneler, kimi zaman diyaloglar üzerinden yürütüyor. ‘Çatışma’ unsuru da mevcut bolca.
“Bu koltuk kalacaksa en azından yüzünü değiştirsek.”
Camın önünde duran solmuş mavi kadife berjere bakarak söyledi bunu Mete.
“Kalsın istiyorum,” dedi Asuman. “Çok güzel değil mi?”
Yerinden kalkıp koltuğa oturdu. “Çok da rahat.”
Evde hiç kapı yoktur neredeyse. Hepsi çıkarılmış, ahşap kemerli kasalarla çerçevelenmiştir. Odalar birbirinin içine akmaktadır. Bu akışkanlığı sever Asuman. Durduğu her yerde, evin geri kalanını da hissedebilir. Ancak zamanla ‘ev’ Asuman ile Mete’nin aralarına girer. İlişkilerini de etkiler. Evliliğe doğru gidilen yolda, aynı evde yaşamak onlara iyi gelmemiştir. Yaşantıları başkalaşmış, yolları ayrılmıştır. Asuman’a karşı arkadaşları, nişanlısı, yönetici, kapıcı ve diğer apartman sakinleri, binayı yıkmak isteyen müteahhitle iş birliği yapmış gibidir.
Dramatik örgüsüyle o bildik ‘son’a usulca yaklaştığınızı sanıyorsunuz okurken. Ancak yine de kafanızda kurguladığınızdan farklı bir ‘son’ bekliyor sizi final sahnesinde. Tıpkı hayat gibi.
“Neden hiç müzik dinlemiyorsun artık?” sorusuna, “O zaman evi duyamam,” diye cevap veren Asuman’ın hikâyesini ‘duymak’ isterseniz… “En Çok Onu Sevdim” sizi bekliyor.
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
(Edebiyat Haber, 17.09.2015)
Kitapla beraber, yüzünüze hafifçe değen bir serinlik oluyor. Bir güz esintisi gibi. Ben gibi. Sen gibi. Biz gibi. Siz gibi. En çok da o/nlar gibi. “Dinlemeyi” ve “duymayı” öğreniyorsunuz. “Şeylerin hikâyesi”ne daha bir odaklanıyorsunuz: Yaprağın hışırtısına, yağmurun şıkırtısına, tenteye vuran su damlasına ve daha birçok şeye dikkat kesiliyorsunuz. Hiçbir şeye eski/si gibi bakamıyorsunuz artık.
“Ardından masaları gördü, hepsi çizik içindeydi. Sandalyelerin kumaşları oturmaktan eprimişti. Floresan lambalar cızırdayarak kırpışıyordu. Kapının kulpu ellenmekten matlaşmıştı. Eşik mermeri aşınmıştı. Camlar kirliydi. Storlar bozulmuştu. Evrak dolaplarının rengi solmuştu. Dosyalar toz içindeydi. Ajandaların kapakları bükülmüştü. Kendini durduramıyordu bir türlü. Hepsini görüyor, hepsini duyuyordu. Hepsinin hikâyesini bilmek istiyordu.”
“Biraz gölge, bir tutam loşluk, azıcık mahremiyet…”
“Şeylerin hikâyesi” üzerine kurulu bir kitap “En Çok Onu Sevdim”. Onları duyabilen bir kadının etrafında gelişen olaylarla örülü. Tanrısal bir anlatıcının dilinden dökülüyor paramparça hayatlar. Kırık bir aynanın parçalarını birleştirip tutkallıyor. Saklıyor kelimeleri. Eski ile yeninin, geçmiş ile geleceğin bir ince prizmadan kırılıp içinize gökkuşağı doldurması gibi. Sonra dönüp bakıyoruz: Biz de buna benzer hayatlar yaşamıyor muyuz?
Kahramanlarımız evlilik arefesindeki bir çifttir: Asuman ile Mete… Birlikte ‘yuva’ yapacakları ev henüz inşaat halindedir. Şehrin lüks semtlerinden birindeki bu evde ‘yok’ ‘yok’ olacaktır. “Her şey parlak, her şey ışıltılıydı. Bütün odalar yerden tavana kadar camdı. Cilalanmış, paketlenmiş ve kocaman bir hediye paketi gibi önlerine konmuştu. Biraz gölge, bir tutam loşluk, azıcık mahremiyet aradı Asuman. Yoktu. Işıl ışıl aydınlatılmış dev bir kamusal alan hissi veriyordu ona.”
Onlar evlerinde oturacakları günü hayal ede dursunlar evin teslim tarihi gecikince bulundukları evlerden çıkmaları gerekir. En sonunda şehrin eski semtlerinden bir ev bulurlar. Semt gibi ev de eskidir. Ancak Asuman ısrarcıdır, çünkü evi görür görmez çok sevmiştir. Ev, adeta dile gelmiş ve onu büyülemiştir. Dokunduğu her yerde ayrı bir hikâye bulur. Bu hikâyelerle hayatı da değişir, yaşantısı da dönüşür…
“İçeri girdiği anda aradıkları evin orası olduğunu biliyordu Asuman. Tuhaf bir olmuşluk duygusu kapladı içini. Boş salonda ilerleyip camdan dışarı baktı. Şehir ayaklarının altındaydı. Güneş, salonun ortasına düşmüş ışıktan bir cümbüştü. Bu eski binada, köhne apartmanların arasına sıkışıp kalmış bu saklı dairede, böylesi bir cennetle karşılaşacağını ummazdı. Gezdikleri onca modern, birbirinin aynı, sıkıcı evden sonra buranın kendine özgü bir dili vardı.”
“En Çok Onu Sevdim”i bir solukta da okuyup bitirebilirsiniz; dura dinlene, altını çize çize, notlar ala ala da…
“O gün Mete’yle ikisine ‘Ankh’ sembolü olan bir örnek anahtarlıklar aldı. ‘Nil’in anahtarı’ onlardaydı artık. Kadın ve erkek olmanın ötesinde, ikisi bir bütün olacaklardı bu evde. Bu çift cinsiyetli sembolün temsil ettiği sezgisel gücü hep sevmişti Asuman. Yeni evlerine bunun çok yakışacağını düşündü. Eve adımını attığı ilk andan beri onda yarattığı o mistik duygu, yeni bir sırra vâkıf olma ve onu koruma güdüsü tam buydu işte. Her ikisine de evin birer anahtarını taktı.”
Anlatım dili -yazarın öykücü olduğunu hatırlatırcasına- metni ayrıntılarla zenginleştirmeye ve sözü çoğaltmaya yönelik.
“O seslerini duydukları, girip çıkarlarken kapıları aralayan, perdelerin ardından onları gözleyen, ‘günaydın,’ dedikten sonra durup arkalarından bir süre daha bakan, çocuklarını camlardan sarkıp yemeğe çağıran, ‘baban eve gelmek üzere,’ diye onları azarlayan, ellerinde filelerle pazardan dönen, sabahları kapılarına ekmek ve süt bırakılan, apartman toplantılarına katılan, veli toplantılarına giden, mahalledeki çukur hâlâ kapatılmadı diye gazeteye mektup yazan, birbirlerine akşam oturmasına giden aileler gibiydiler.”
Asuman’ın yeni eviyle birlikte değişen hayatı ve bakış açısını okurken, bir yandan da kendi yaşantılarımızı sorgulamamızı sağlıyor. Özellikle “önem” ve “değer” atfettiğimiz kavramlara yönelik ciddi bir sorgulama bu.
“Şehirde artık sokağa adım atmaya korkar olduk. Kendi adıma karanlık sokaklardan korkuyorum,” dedi beyaz saçlı kadın.
“Bu mu geleneksel?” dedi Asuman. “Yüksek duvarlar arkasında mı mahalle yaşamı süreceğiz? Karanlık hiçbir yer kalmayınca mı güvende olacağız?”
Yazar, bu sorgulamayı kimi zaman karakterler, kimi zaman nesneler, kimi zaman diyaloglar üzerinden yürütüyor. ‘Çatışma’ unsuru da mevcut bolca.
“Bu koltuk kalacaksa en azından yüzünü değiştirsek.”
Camın önünde duran solmuş mavi kadife berjere bakarak söyledi bunu Mete.
“Kalsın istiyorum,” dedi Asuman. “Çok güzel değil mi?”
Yerinden kalkıp koltuğa oturdu. “Çok da rahat.”
Evde hiç kapı yoktur neredeyse. Hepsi çıkarılmış, ahşap kemerli kasalarla çerçevelenmiştir. Odalar birbirinin içine akmaktadır. Bu akışkanlığı sever Asuman. Durduğu her yerde, evin geri kalanını da hissedebilir. Ancak zamanla ‘ev’ Asuman ile Mete’nin aralarına girer. İlişkilerini de etkiler. Evliliğe doğru gidilen yolda, aynı evde yaşamak onlara iyi gelmemiştir. Yaşantıları başkalaşmış, yolları ayrılmıştır. Asuman’a karşı arkadaşları, nişanlısı, yönetici, kapıcı ve diğer apartman sakinleri, binayı yıkmak isteyen müteahhitle iş birliği yapmış gibidir.
Dramatik örgüsüyle o bildik ‘son’a usulca yaklaştığınızı sanıyorsunuz okurken. Ancak yine de kafanızda kurguladığınızdan farklı bir ‘son’ bekliyor sizi final sahnesinde. Tıpkı hayat gibi.
“Neden hiç müzik dinlemiyorsun artık?” sorusuna, “O zaman evi duyamam,” diye cevap veren Asuman’ın hikâyesini ‘duymak’ isterseniz… “En Çok Onu Sevdim” sizi bekliyor.
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
(Edebiyat Haber, 17.09.2015)
19 Ağustos 2016 Cuma
Mutluluk peşinde koşmak sakıncalıdır
"Yeryüzünü kirlettik. Kuşların ve hayvanların türlerini yeryüzünden sildik. Yavru fokları öldürüyoruz. Nasıl bir insan evladı böylesi bir şey yapabilir? Kadının biri kürk giyecek diye… Ve bu adam dönüp: 'Eşimi seviyorum' diyecek. İşte budur bizim medeniyetimiz."
- Jiddu Krishnamurti
"Sahip olmaya önem veren kişiler, yapmaya ya da olmaya önem verenlere kıyasla daha az özgürdürler."
- William James
Çağımız hem bir şeylerden şikâyet etme hem de o şikâyet ettiklerimizden vazgeç(e)meme, maruz kalma, icbar edilme çağı. Ses ve sözün önemini yitirdiği, gözün nice çirkinlikler arasından güzellikleri yakalamakta başarılı olmasının güçleştiği zamanlardayız. Tam bir mutluluk da, güçlü bir mutsuzluk da sonunda bize türlü etiketlerin ya da hastalıkların yapışmasına sebep olabiliyor. Sonsuz bir enerjiyle koşturan iş arkadaşımızın enerjisi bizi rahatsız edebiliyor, öte yandan gün boyunca suratı asık bir insana baktıkça da enerjimiz 'düş'ebiliyor. Neşeyle lakaytlığı birbirine karıştırıp, ciddiyeti hiç tebessüm ed(e)meyen bir mizaca sahip olmak sanıp ve bunlarla gurur duymak 'doğal' oluyor. Tüm bu zikzaklı iş, hayat, ev, yol, kariyer, evlilik güzergâhlarında bir türlü yakalayamadığımız fenalıkları keşfetmek için Yeni Zelanda doğumlu mimar, yazar ve eleştirmen Elizabeth Farrely; Yapı Kredi Yayınları'nın yeni serisi XXI. Yüzyıl Kitapları arasından sesleniyor: Mutluluğun Sakıncaları.
Sanat Dünyamız ve Cogito dergilerinde çevirileri yayımlanan ve aynı zamanda Fransız filozof Emmanuel Levinas'tan da çeviriler yapan Erdem Gökyaran'ın son derece başarılı çevirisine dilimize kazandırılan Mutluluğun Sakıncaları, Şubat 2015'te çıktıktan sonra bir yıl içinde ikinci baskısını yapmıştı. 248 sayfalık bu kitapta, yabancı dillerden de okumalar yapabilenler için çok kuvvetli bir kaynakça mevcut. 8 bölümden oluşuyor Mutluluğun Sakıncaları. Arzu: Her Şeyi, Hemen İstemek, Güzellik: Ölümü Alt Etme Çabası, Güzelliğe Karşı: Çirkinlik Yoluyla Dürüstlük Arayışı, Bir Maske Olarak Ev, Şişmanlık ve Yuva, Doğa ve Kültür, Feminizm ve Geleceği Tüketmek, Çirkinlik: Arkifobi ve Siyaset, Bir Hayalim Var...
Farrely kitabının önsözünde gayet samimi bir şekilde 'merak etmeyin, içeride okuyacağınız ve suç gibi görünen modern tuzaklara ben de kapılıyorum' diyor. Bu yüzden tüm yazdıklarının birer 'durum tespiti' olarak nitelendiriyor. Her şeye rağmen "Sizin gibi ben de değişemiyorum. Soyut bir bilgi uğruna konfordan, rahatlıktan ve hazdan vazgeçemiyorum. Elimden gelmiyor." içtenliğiyle hem kendimizi çok zeki zannedip hem de birey veya toplum olarak akılsızca davranışlarımızı masaya yatırıyor. Son olarak kitabı yazma maksadını şöyle açıklıyor: "İnsan denen şu tuhaf mahlûkatın ne haltlar karıştırdığına en azından bir göz atmak istedim."
Batının ruhtan uzak maddi düşünce biçimine şiddetle karşı Farrelly. Sık sık bu 'hakikati' fark eden batılı psikologların ve bilim insanlarının kitaplarına, sözlerine başvuruyor, bazı karşılaştırmalar yapıyor. Mesela Yale Üniversitesi'nden psikolog Paul Bloom'un "Ruh diye bir şey yok ve tüm insan edimleri sadece beyin süreçlerinden ibaret" sözüne Arkansas Üniversitesi'nden psikolog Jesse Bering şu yanıtı veriyor: "Bilim asla tanrıyı susturamayacak."
Seçme özgürlüğü ve seçenek bolluğunun insanları yanlış şeyi istemeye götüren bir yolculuk olduğunu vurgulayan Farrelly, ahlâkın bizi erdemli birer insan olmaya teşvik ettiğini ve bunun için de ruhsal açlıkların dinmesi gerektiğini söylüyor. Bunun için de manevi tatminsizliğin yeni yaratımları açığa çıkaracağını ve dolayısıyla insanın manevi yolculuğunun hem dikey hem de yatay anlamda gelişeceğini belirtiyor. Tıpkı Mick Jagger'in "Satisfaction" adlı şarkısında söylediği gibi: "Tatmin olamıyorum. İyi ki."
Sanatın güzellik'ten de hakikati işaret edebilme'den de fersah fersah uzaklaşmasının, yani sanatın kaybettiği tüm bu hasletlerinin hem sanatçıyı hem de insanı devasa bir boşluğa sürüklediğinden bahseden yazar, Nietzsche'nin "Sanat, hakikat karşısında helak olmayalım diye var" sözünü alıntılayarak gelinen noktayı Tom Stoppard'ın Travesties adlı oyununda Tristan Tzara karakterinin söyledikleriyle hatırlatıyor: "Sanatçının temel kaygısı, sanat yapmak değil artık. Hatta sanat yapan kişiye iyi gözle bakılmıyor. Günümüzde arka tarafını sergileyen biri de sanatçı olabilir pekala."
Kendi mesleği olan mimarlığın da tüm bu 'sanatsızlık'tan nasibi aldığını hiddetle vurgulayan Farrelly, The Hanging Man adlı absürt tiyatro oyununda mimar Edward Braff'in henüz tamamlanmamış son eseri (katedral) yeterince iyi olmayınca kendini astığını, oyundan çıkarılması gereken dersin de mimarların kendi işlerinin ne kadar umursadıkları üzerine olması gerektiğini söyler. İnsanın 'iyi biri' olması yolunda sanat, güzellik ve hakikat üzerine yapılacak sahici, yalın ve titiz çalışmaların gereklilikten çok şart olduğunu üstüne basa basa vurgulayan yazar günümüzün moda anlayışına da akılcı ve sert tepkiler gösterir:
"1910'da seksi gözükmek ahlaksızlık sayılırken, günümüzde seksi gözükmemek küçük düşürücü bir başarısızlık belirtisi olarak görülüyor. Kadınların çoğu ve erkeklerin bir kısmı için, boyanmadan dışarı çıkmak imkansız. Makyaj, toplumsal ve cinsel muharebede kişiye güç katan bir savaş boyasına dönüşmüş durumda. Ancak makyajın sihirli bir maske işlevi görebilmesi için, altta yatan yüzü geçersiz kılmak yerine pekiştirmesi ve yoğunlaştırması, yüzün yapısını, işlevini ve özelliklerini vurgulaması gerekir. Herhangi bir kadın dergisinin tavsiye edeceği gibi, gözlere ve ağıza özel bir önem verilmeli. Böylelikle, yüzün yerine sahte bir görünüş geçirmektense, bağlantı kurma gücü pekiştirilmiş olacaktır."
Asırlarca birlikte yaşadığımız atların kaybedilişinin hemen ardından arabaların yeryüzünü sarması ve neticede ortaya büyük bir kaosun çıkması da yazarın hassas noktasıdır. Yürümekten, hareketten uzak bir yaşamın insanın tüm ruhsal ihtiyaçlarının önünde dev bir duvar olacağını, sırf bu yüzden bile ölümünün acılı olacağını şu şaşırtıcı hatırlatmayla yapıyor: "Batı şiirinin en temel ritmi olan ve bir kısa bir uzun heceden oluşan iambos ölçüsünün, binlerce yıl birlikte yaşadığımız atların yürürken çıkardıkları dı-gıdık dı-gıdık sesinden kaynaklandığı söylenir. Bedenimiz hareket ettiğinde, zihnimiz de harekete geçerek yaratmaya başlamıştır. Bu da bize hareketin ve onun meydana getirdiği ivmenin önemli olduğunu gösteriyor; sadece fiziksel olarak değil, duygusal, entelektüel, manevi ve özellikle müziksel açıdan da."
Kitabını son bölümünde kendi hayalini anlatan Elizabeth Farrelly'e hemen hemen birçok konuda -yer yer şaşkınlıkla- katılmak mümkün. Önsözünde belirttiği gibi bir tespit kitabı Mutluluğun Sakıncaları. Keşke kitabın hayalden sonraki bölümü de bir sonuç, bir teklif üzerine olsaydı. Bu kitabın en azından geçen yılları, günleri, anları süzme daveti olduğunu belirtmek isterim. Mutluluk ve haz peşinde koşmak insanın ruhunu bitirecek kadar sakıncalı şeylerdir. Bunlar yerine sanat, ahlak, sevgi ve güzellik peşinde koşmak ise harikulade bir yaşam için yeterlidir. Fakat bunlara nasıl kavuşacağız? Bu gerçekleri ne zaman sahici bir biçimde konuşabileceğiz? Umutsuz bir kapanış olabilir:
"Bu semiz kalelerin, rahatlık kozasına sarınmış bu imparatorlukların içinde hızla köreliyoruz. Yeterince uyarılmadığımız için, bir kafesin içindeki şempanzeler gibi davranmaya başlıyoruz. Mızmız, bezgin ve depresif bir hal alıyoruz. Alışveriş yapıyor, satın alıyor, yiyoruz. Ya da ikame benliklerimizi –yani arabalarımızı, çocuklarımızı ve evlerimizi– besleyip büyütüyoruz. Tüm bunlar, gezegenimizin yakın gelecekte bile altından kalkamayacağı ölçüde, ekolojik ayak izimizi genişletiyor. Çocuklarımızın geleceğini tüketiyoruz. Geleceği yağlarla ve koruyucu maddelerle yeniden yapılandırılmış bir şekilde, önceden ısıtılmış ve suçluluk duygusuyla işlenmiş bir tabakta sunuyoruz onlara.”
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Jiddu Krishnamurti
"Sahip olmaya önem veren kişiler, yapmaya ya da olmaya önem verenlere kıyasla daha az özgürdürler."
- William James
Çağımız hem bir şeylerden şikâyet etme hem de o şikâyet ettiklerimizden vazgeç(e)meme, maruz kalma, icbar edilme çağı. Ses ve sözün önemini yitirdiği, gözün nice çirkinlikler arasından güzellikleri yakalamakta başarılı olmasının güçleştiği zamanlardayız. Tam bir mutluluk da, güçlü bir mutsuzluk da sonunda bize türlü etiketlerin ya da hastalıkların yapışmasına sebep olabiliyor. Sonsuz bir enerjiyle koşturan iş arkadaşımızın enerjisi bizi rahatsız edebiliyor, öte yandan gün boyunca suratı asık bir insana baktıkça da enerjimiz 'düş'ebiliyor. Neşeyle lakaytlığı birbirine karıştırıp, ciddiyeti hiç tebessüm ed(e)meyen bir mizaca sahip olmak sanıp ve bunlarla gurur duymak 'doğal' oluyor. Tüm bu zikzaklı iş, hayat, ev, yol, kariyer, evlilik güzergâhlarında bir türlü yakalayamadığımız fenalıkları keşfetmek için Yeni Zelanda doğumlu mimar, yazar ve eleştirmen Elizabeth Farrely; Yapı Kredi Yayınları'nın yeni serisi XXI. Yüzyıl Kitapları arasından sesleniyor: Mutluluğun Sakıncaları.
Sanat Dünyamız ve Cogito dergilerinde çevirileri yayımlanan ve aynı zamanda Fransız filozof Emmanuel Levinas'tan da çeviriler yapan Erdem Gökyaran'ın son derece başarılı çevirisine dilimize kazandırılan Mutluluğun Sakıncaları, Şubat 2015'te çıktıktan sonra bir yıl içinde ikinci baskısını yapmıştı. 248 sayfalık bu kitapta, yabancı dillerden de okumalar yapabilenler için çok kuvvetli bir kaynakça mevcut. 8 bölümden oluşuyor Mutluluğun Sakıncaları. Arzu: Her Şeyi, Hemen İstemek, Güzellik: Ölümü Alt Etme Çabası, Güzelliğe Karşı: Çirkinlik Yoluyla Dürüstlük Arayışı, Bir Maske Olarak Ev, Şişmanlık ve Yuva, Doğa ve Kültür, Feminizm ve Geleceği Tüketmek, Çirkinlik: Arkifobi ve Siyaset, Bir Hayalim Var...
Farrely kitabının önsözünde gayet samimi bir şekilde 'merak etmeyin, içeride okuyacağınız ve suç gibi görünen modern tuzaklara ben de kapılıyorum' diyor. Bu yüzden tüm yazdıklarının birer 'durum tespiti' olarak nitelendiriyor. Her şeye rağmen "Sizin gibi ben de değişemiyorum. Soyut bir bilgi uğruna konfordan, rahatlıktan ve hazdan vazgeçemiyorum. Elimden gelmiyor." içtenliğiyle hem kendimizi çok zeki zannedip hem de birey veya toplum olarak akılsızca davranışlarımızı masaya yatırıyor. Son olarak kitabı yazma maksadını şöyle açıklıyor: "İnsan denen şu tuhaf mahlûkatın ne haltlar karıştırdığına en azından bir göz atmak istedim."
Batının ruhtan uzak maddi düşünce biçimine şiddetle karşı Farrelly. Sık sık bu 'hakikati' fark eden batılı psikologların ve bilim insanlarının kitaplarına, sözlerine başvuruyor, bazı karşılaştırmalar yapıyor. Mesela Yale Üniversitesi'nden psikolog Paul Bloom'un "Ruh diye bir şey yok ve tüm insan edimleri sadece beyin süreçlerinden ibaret" sözüne Arkansas Üniversitesi'nden psikolog Jesse Bering şu yanıtı veriyor: "Bilim asla tanrıyı susturamayacak."
Seçme özgürlüğü ve seçenek bolluğunun insanları yanlış şeyi istemeye götüren bir yolculuk olduğunu vurgulayan Farrelly, ahlâkın bizi erdemli birer insan olmaya teşvik ettiğini ve bunun için de ruhsal açlıkların dinmesi gerektiğini söylüyor. Bunun için de manevi tatminsizliğin yeni yaratımları açığa çıkaracağını ve dolayısıyla insanın manevi yolculuğunun hem dikey hem de yatay anlamda gelişeceğini belirtiyor. Tıpkı Mick Jagger'in "Satisfaction" adlı şarkısında söylediği gibi: "Tatmin olamıyorum. İyi ki."
Sanatın güzellik'ten de hakikati işaret edebilme'den de fersah fersah uzaklaşmasının, yani sanatın kaybettiği tüm bu hasletlerinin hem sanatçıyı hem de insanı devasa bir boşluğa sürüklediğinden bahseden yazar, Nietzsche'nin "Sanat, hakikat karşısında helak olmayalım diye var" sözünü alıntılayarak gelinen noktayı Tom Stoppard'ın Travesties adlı oyununda Tristan Tzara karakterinin söyledikleriyle hatırlatıyor: "Sanatçının temel kaygısı, sanat yapmak değil artık. Hatta sanat yapan kişiye iyi gözle bakılmıyor. Günümüzde arka tarafını sergileyen biri de sanatçı olabilir pekala."
Kendi mesleği olan mimarlığın da tüm bu 'sanatsızlık'tan nasibi aldığını hiddetle vurgulayan Farrelly, The Hanging Man adlı absürt tiyatro oyununda mimar Edward Braff'in henüz tamamlanmamış son eseri (katedral) yeterince iyi olmayınca kendini astığını, oyundan çıkarılması gereken dersin de mimarların kendi işlerinin ne kadar umursadıkları üzerine olması gerektiğini söyler. İnsanın 'iyi biri' olması yolunda sanat, güzellik ve hakikat üzerine yapılacak sahici, yalın ve titiz çalışmaların gereklilikten çok şart olduğunu üstüne basa basa vurgulayan yazar günümüzün moda anlayışına da akılcı ve sert tepkiler gösterir:
"1910'da seksi gözükmek ahlaksızlık sayılırken, günümüzde seksi gözükmemek küçük düşürücü bir başarısızlık belirtisi olarak görülüyor. Kadınların çoğu ve erkeklerin bir kısmı için, boyanmadan dışarı çıkmak imkansız. Makyaj, toplumsal ve cinsel muharebede kişiye güç katan bir savaş boyasına dönüşmüş durumda. Ancak makyajın sihirli bir maske işlevi görebilmesi için, altta yatan yüzü geçersiz kılmak yerine pekiştirmesi ve yoğunlaştırması, yüzün yapısını, işlevini ve özelliklerini vurgulaması gerekir. Herhangi bir kadın dergisinin tavsiye edeceği gibi, gözlere ve ağıza özel bir önem verilmeli. Böylelikle, yüzün yerine sahte bir görünüş geçirmektense, bağlantı kurma gücü pekiştirilmiş olacaktır."
Asırlarca birlikte yaşadığımız atların kaybedilişinin hemen ardından arabaların yeryüzünü sarması ve neticede ortaya büyük bir kaosun çıkması da yazarın hassas noktasıdır. Yürümekten, hareketten uzak bir yaşamın insanın tüm ruhsal ihtiyaçlarının önünde dev bir duvar olacağını, sırf bu yüzden bile ölümünün acılı olacağını şu şaşırtıcı hatırlatmayla yapıyor: "Batı şiirinin en temel ritmi olan ve bir kısa bir uzun heceden oluşan iambos ölçüsünün, binlerce yıl birlikte yaşadığımız atların yürürken çıkardıkları dı-gıdık dı-gıdık sesinden kaynaklandığı söylenir. Bedenimiz hareket ettiğinde, zihnimiz de harekete geçerek yaratmaya başlamıştır. Bu da bize hareketin ve onun meydana getirdiği ivmenin önemli olduğunu gösteriyor; sadece fiziksel olarak değil, duygusal, entelektüel, manevi ve özellikle müziksel açıdan da."
Kitabını son bölümünde kendi hayalini anlatan Elizabeth Farrelly'e hemen hemen birçok konuda -yer yer şaşkınlıkla- katılmak mümkün. Önsözünde belirttiği gibi bir tespit kitabı Mutluluğun Sakıncaları. Keşke kitabın hayalden sonraki bölümü de bir sonuç, bir teklif üzerine olsaydı. Bu kitabın en azından geçen yılları, günleri, anları süzme daveti olduğunu belirtmek isterim. Mutluluk ve haz peşinde koşmak insanın ruhunu bitirecek kadar sakıncalı şeylerdir. Bunlar yerine sanat, ahlak, sevgi ve güzellik peşinde koşmak ise harikulade bir yaşam için yeterlidir. Fakat bunlara nasıl kavuşacağız? Bu gerçekleri ne zaman sahici bir biçimde konuşabileceğiz? Umutsuz bir kapanış olabilir:
"Bu semiz kalelerin, rahatlık kozasına sarınmış bu imparatorlukların içinde hızla köreliyoruz. Yeterince uyarılmadığımız için, bir kafesin içindeki şempanzeler gibi davranmaya başlıyoruz. Mızmız, bezgin ve depresif bir hal alıyoruz. Alışveriş yapıyor, satın alıyor, yiyoruz. Ya da ikame benliklerimizi –yani arabalarımızı, çocuklarımızı ve evlerimizi– besleyip büyütüyoruz. Tüm bunlar, gezegenimizin yakın gelecekte bile altından kalkamayacağı ölçüde, ekolojik ayak izimizi genişletiyor. Çocuklarımızın geleceğini tüketiyoruz. Geleceği yağlarla ve koruyucu maddelerle yeniden yapılandırılmış bir şekilde, önceden ısıtılmış ve suçluluk duygusuyla işlenmiş bir tabakta sunuyoruz onlara.”
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Şiir bir tür manevi terapidir
Doğruyu Söylemek[1] adlı eserinde Michel Foucault, Parrhesia (apaçık doğruyu söylemek) kelimesinden ve tarihteki önemli örneklerinden bahseder. Hiçbir şeyi saklamadan kalbi ve zihni konuşma yoluyla başkalarına açmaktır Parrhesia. Yalnızca doğruları apaçık ifade etmek anlamıyla sınırlı değildir, söylendiğinde bir risk açığa çıkıyorsa o fiil gerçek bir Parrhesia’dır. Bu apaçık söyleme fiilini değerli kılan çok ciddi riskler taşımasıdır, ortaya çıkan tehlike ölüm bile olabilir.
Günümüzde edebiyat eleştirmenliğine bakınca Parrhesia gibi ciddi riskler içermemesine rağmen, sözü apaçık ve hakikatin ortasından söylemenin zorluklarıyla karşı karşıya kalındığını görüyoruz. Özellikle şiir eleştirisinde şahsi duygulardan beslenen, övgü-yergi seçeneksizliğinden kurtulamamış; bozup yıkan, yeniden yorumlayan, teknik ve içerik kısıtlamasından bir tık öteye bakmayı önemli saymayan bir yaklaşım çok yaygındır. Şiirde mevcut durum ve yeni sorunlar üzerine eleştirmenlerin ilgisini çekecek, onları bu alana yöneltecek herhangi bir saygınlık vaadi de maalesef ortada yok.
Bir şiirin yazıldığı zamana ait tüm verilerin şair, eleştirmen ve okur sayesinde açığa çıktığını düşünürsek, şiirin kendinde oluşturduğu duygunun peşine düşen okur ile şiirin biçiminden içeriğine, mevcut tüm tasarımını inceleyen eleştirmen arasında oldukça soğuk görünen bir mesafe vardır. Bu mesafe gittikçe büyümektedir. Okurun şiiri okuma-yorumlama biçimi nesnel olmayabilir. Peki eleştirmenin yaklaşımı nesnel midir? Nurullah Ataç, eleştirinin asla nesnel olmadığını savunur. “[Eleştirmen] kendi zevkini, kendi düşüncelerini, kendi duygularını söyleyen bir sanat adamıdır”[2]. Fakat eleştirmenin aşırı öznel tutumu onu, söylendiği gibi “eleştirmenlikten denemeciliğe” götürür. Özellikle izlenimci eleştirmenin kendi iç dünyasına ve tecrübelerine dönük eleştirileri de züppece bulunur ve haklı olarak sıkça eleştirilir. Eleştirmen, eleştiriyi (edebi metni) yalnızca kendi ideal dünyasını tanımlamak üzere kullanamaz.
Diğer yandan şiirin teknik ihtişamına, şiirsel tasarımına yönelen eleştirmenin “kibirli beyniyle” göstermeye niyetlendiği şey yaptırımlarla karşılaşabilir. “Kibirli beyin” Terry Eagleton’ın deyimiyle eleştirmen ve teorisyen bahsi açılınca kullanılan beylik tanımlardan biri sadece. Eğitim sisteminin çürük altyapısı sayesinde güçlenen bu görüş edebiyat fakültesi öğrencileri de dâhil olmak üzere sıradan okura kadar ulaşmış durumdadır. Özellikle edebiyat eğitiminde metne genellikle biçim teknikleri üzerinden, belirli görüşleri öne çıkararak yaklaşma tutumu son derece yanlış bir stratejidir.
Tam da bu sebeple günümüzde şiir eleştirisi eğitimini adeta yok olmaya yüz tutmuş bir zanaat gibi anarak "Şiir Nasıl Okunur?"a başlıyor Terry Eagleton. Kitap Eleştirinin İşlevleri, Şiir Nedir?, Biçimciler, Biçim Arayışı, Şiir Nasıl Okunur? ve Dört Doğa Şiiri olmak üzere 6 bölümden oluşmakta.
Eleştirinin İşlevleri’nde edebiyat kuramcılarını aklayarak başladığı sözüne Marksist eleştiri çerçevesinde sosyolojik ve toplumsal nedenleri yorumlayarak şiirde “deneyimin ölümü”nden “ünlü muğlaklık”a kadar birçok alanda görüş bildirerek devam ediyor. Eagleton’ın edebiyat teorisyenlerini aklarken referansları şöyle: “Gerçek şudur ki, neredeyse bütün önemli edebiyat teorisyenleri titiz bir yakın okumaya girişirler. Rus formalistlerinin Gogol veya Puşkin üzerine, Bahtin'in Rabelais üzerine, Adorno'nun Brecht üzerine, Benjamin'in Baudelaire üzerine, Derrida'nın Rousseau üzerine, Genette veya de Man'ın Proust üzerine, Hartman'ın Wordsworth üzerine, Kristeva'nın Mallarme üzerine, Jameson'ın Conrad üzerine, Barthes'ın Balzac üzerine, lser'in Henry Fielding üzerine, Cixous'nun Joyce üzerine, Hillis Miller'ın Henry James üzerine okumaları bunun bir dolu örneğinden yalnızca bazılarıdır.” (s.16)
Bu titiz, saygıdeğer ve başarılı okumanın sağlam temelini yine kendisi açıklar: “Aynı zamanda kendileri de edebi sanatçılardır. Edebiyat üzerine yorum yapma faaliyeti sırasında kendileri de edebiyat üretirler.” (s.16)
Eagleton, açık sözlü tavrı ve yerini bulan yargılarıyla şiir eleştirisine durum tespiti ve yorumdan sonra bolca şiir alıntısıyla devam ediyor. Kitabın başında ilginç bir tavır sergileyerek “deneyimi az olan okurlar kitabın 4. bölümünden okumaya başlayabilir” şeklinde tavsiyede bulunuyor. Bu tavsiyenin nedenini, anlayan ve anladıkça anlatanı daha az kibirli bulan bir kitleye de ulaşma niyeti şeklinde yorumlayabiliriz. İşin aslı ise, kitabı “teori” bilgisini arttırmak için eline alan edebiyat öğrencilerine, “yeni başlayan” şiir okurlarına yazarın şiirde biçimsel yaklaşımını göstermek olabilir. Çünkü şiirlerin Uyak, Sözdizimi, Noktalama özelliklerine değinirken İngiliz şiirinin genel özelliklerini tanımlar fakat bunları esas almaz.
“Şiir bütünüyle kendine has organik bir toplumdur, bir bütünlük ve uyum paradigmasıdır” (s.40) şeklinde şiiri tanımlarken metnin tıpkı toplumlardaki gibi hiyerarşisinden söz açar. Bazı katmanları egemen olan toplumlar gibi diğer yarısı başkalarının emri altındadır. Bu yönüyle her kelimenin değiştirilemez bir sağlamlıkta yeri sabittir. Şiirin kelimeleri değiştirildiğinde kaybedilen şiirsel yapısını dilin edebileşme sürecine bağlar. Edebileşme, dili gündelik halinden uzaklaştırarak okura karşı yabancılaştırmaktır. Bu yolla şiirsel dil kurulur. Fakat Eagleton’ın deyimiyle edebi dil gündelik dile sistematik bir şiddet uygular. Bu sebeple şiirde edebi dil tamamen göreceli bir kavramdır. Kültürden kültüre, toplumdan topluma değişkenlik gösterir. Dili aşırı derecede pragmatik ve araçsal hale gelmiş toplumlar genellikle biçimcidir ve fikirlerini evrensel bir şiir teorisi şeklinde sunarlar. Bu toplumsal düzende “Şiir, sözcükleri solmuş, konuşmaları da yiyecekleri kadar yavan ve lezzetsiz hale gelmiş ve deneyimleri sıkıcı bir şekilde rutinleşmiş modern kişiler nezdinde bir tür manevi terapidir.” (s.81)
Şiirsel tasarım şablonları, şiirin öne çıkarılan biçim özellikleri ile şiir eleştirisinde başvurulan kısıtlı teorilerin tamamen karşısında duran Eagleton, bir teorisyen olarak her şeyden önce içeriğe yönelir. Dünya görüşünün belirlediği bir eleştirel yaklaşımla edebi metinlere ait nedensel bağlantıları önemsediğinden; felsefe, tarih, siyaset, sosyoloji gibi geniş alanlar açarak şiirsel içeriği anlamlandırdığı kitabı "Şiir Nasıl Okunur?" daha önce Agora Kitaplığı’ndan yayımlanmıştı. Aynı çeviriyle Ayrıntı Yayınları’ndan 2015 Ekim’inde çıkan kitabı edebiyat öğrencilerinden, şiir teorisyenlerine, acemi okurdan şaire kadar edebiyatla her mesafeden ilgilisinin dikkatine sunuyoruz.
[1] Michel Foucault, Doğruyu Söylemek, çev .Kerem Eksen, (İstanbul: Ayrıntı yay., 2010)
[2] Nurullah Ataç, Söyleşiler, (İstanbul, YKY, 2007), s. 50-51
Zeynep Arkan
twitter.com/zeynarkan
Günümüzde edebiyat eleştirmenliğine bakınca Parrhesia gibi ciddi riskler içermemesine rağmen, sözü apaçık ve hakikatin ortasından söylemenin zorluklarıyla karşı karşıya kalındığını görüyoruz. Özellikle şiir eleştirisinde şahsi duygulardan beslenen, övgü-yergi seçeneksizliğinden kurtulamamış; bozup yıkan, yeniden yorumlayan, teknik ve içerik kısıtlamasından bir tık öteye bakmayı önemli saymayan bir yaklaşım çok yaygındır. Şiirde mevcut durum ve yeni sorunlar üzerine eleştirmenlerin ilgisini çekecek, onları bu alana yöneltecek herhangi bir saygınlık vaadi de maalesef ortada yok.
Bir şiirin yazıldığı zamana ait tüm verilerin şair, eleştirmen ve okur sayesinde açığa çıktığını düşünürsek, şiirin kendinde oluşturduğu duygunun peşine düşen okur ile şiirin biçiminden içeriğine, mevcut tüm tasarımını inceleyen eleştirmen arasında oldukça soğuk görünen bir mesafe vardır. Bu mesafe gittikçe büyümektedir. Okurun şiiri okuma-yorumlama biçimi nesnel olmayabilir. Peki eleştirmenin yaklaşımı nesnel midir? Nurullah Ataç, eleştirinin asla nesnel olmadığını savunur. “[Eleştirmen] kendi zevkini, kendi düşüncelerini, kendi duygularını söyleyen bir sanat adamıdır”[2]. Fakat eleştirmenin aşırı öznel tutumu onu, söylendiği gibi “eleştirmenlikten denemeciliğe” götürür. Özellikle izlenimci eleştirmenin kendi iç dünyasına ve tecrübelerine dönük eleştirileri de züppece bulunur ve haklı olarak sıkça eleştirilir. Eleştirmen, eleştiriyi (edebi metni) yalnızca kendi ideal dünyasını tanımlamak üzere kullanamaz.
Diğer yandan şiirin teknik ihtişamına, şiirsel tasarımına yönelen eleştirmenin “kibirli beyniyle” göstermeye niyetlendiği şey yaptırımlarla karşılaşabilir. “Kibirli beyin” Terry Eagleton’ın deyimiyle eleştirmen ve teorisyen bahsi açılınca kullanılan beylik tanımlardan biri sadece. Eğitim sisteminin çürük altyapısı sayesinde güçlenen bu görüş edebiyat fakültesi öğrencileri de dâhil olmak üzere sıradan okura kadar ulaşmış durumdadır. Özellikle edebiyat eğitiminde metne genellikle biçim teknikleri üzerinden, belirli görüşleri öne çıkararak yaklaşma tutumu son derece yanlış bir stratejidir.
Tam da bu sebeple günümüzde şiir eleştirisi eğitimini adeta yok olmaya yüz tutmuş bir zanaat gibi anarak "Şiir Nasıl Okunur?"a başlıyor Terry Eagleton. Kitap Eleştirinin İşlevleri, Şiir Nedir?, Biçimciler, Biçim Arayışı, Şiir Nasıl Okunur? ve Dört Doğa Şiiri olmak üzere 6 bölümden oluşmakta.
Eleştirinin İşlevleri’nde edebiyat kuramcılarını aklayarak başladığı sözüne Marksist eleştiri çerçevesinde sosyolojik ve toplumsal nedenleri yorumlayarak şiirde “deneyimin ölümü”nden “ünlü muğlaklık”a kadar birçok alanda görüş bildirerek devam ediyor. Eagleton’ın edebiyat teorisyenlerini aklarken referansları şöyle: “Gerçek şudur ki, neredeyse bütün önemli edebiyat teorisyenleri titiz bir yakın okumaya girişirler. Rus formalistlerinin Gogol veya Puşkin üzerine, Bahtin'in Rabelais üzerine, Adorno'nun Brecht üzerine, Benjamin'in Baudelaire üzerine, Derrida'nın Rousseau üzerine, Genette veya de Man'ın Proust üzerine, Hartman'ın Wordsworth üzerine, Kristeva'nın Mallarme üzerine, Jameson'ın Conrad üzerine, Barthes'ın Balzac üzerine, lser'in Henry Fielding üzerine, Cixous'nun Joyce üzerine, Hillis Miller'ın Henry James üzerine okumaları bunun bir dolu örneğinden yalnızca bazılarıdır.” (s.16)
Bu titiz, saygıdeğer ve başarılı okumanın sağlam temelini yine kendisi açıklar: “Aynı zamanda kendileri de edebi sanatçılardır. Edebiyat üzerine yorum yapma faaliyeti sırasında kendileri de edebiyat üretirler.” (s.16)
Eagleton, açık sözlü tavrı ve yerini bulan yargılarıyla şiir eleştirisine durum tespiti ve yorumdan sonra bolca şiir alıntısıyla devam ediyor. Kitabın başında ilginç bir tavır sergileyerek “deneyimi az olan okurlar kitabın 4. bölümünden okumaya başlayabilir” şeklinde tavsiyede bulunuyor. Bu tavsiyenin nedenini, anlayan ve anladıkça anlatanı daha az kibirli bulan bir kitleye de ulaşma niyeti şeklinde yorumlayabiliriz. İşin aslı ise, kitabı “teori” bilgisini arttırmak için eline alan edebiyat öğrencilerine, “yeni başlayan” şiir okurlarına yazarın şiirde biçimsel yaklaşımını göstermek olabilir. Çünkü şiirlerin Uyak, Sözdizimi, Noktalama özelliklerine değinirken İngiliz şiirinin genel özelliklerini tanımlar fakat bunları esas almaz.
“Şiir bütünüyle kendine has organik bir toplumdur, bir bütünlük ve uyum paradigmasıdır” (s.40) şeklinde şiiri tanımlarken metnin tıpkı toplumlardaki gibi hiyerarşisinden söz açar. Bazı katmanları egemen olan toplumlar gibi diğer yarısı başkalarının emri altındadır. Bu yönüyle her kelimenin değiştirilemez bir sağlamlıkta yeri sabittir. Şiirin kelimeleri değiştirildiğinde kaybedilen şiirsel yapısını dilin edebileşme sürecine bağlar. Edebileşme, dili gündelik halinden uzaklaştırarak okura karşı yabancılaştırmaktır. Bu yolla şiirsel dil kurulur. Fakat Eagleton’ın deyimiyle edebi dil gündelik dile sistematik bir şiddet uygular. Bu sebeple şiirde edebi dil tamamen göreceli bir kavramdır. Kültürden kültüre, toplumdan topluma değişkenlik gösterir. Dili aşırı derecede pragmatik ve araçsal hale gelmiş toplumlar genellikle biçimcidir ve fikirlerini evrensel bir şiir teorisi şeklinde sunarlar. Bu toplumsal düzende “Şiir, sözcükleri solmuş, konuşmaları da yiyecekleri kadar yavan ve lezzetsiz hale gelmiş ve deneyimleri sıkıcı bir şekilde rutinleşmiş modern kişiler nezdinde bir tür manevi terapidir.” (s.81)
Şiirsel tasarım şablonları, şiirin öne çıkarılan biçim özellikleri ile şiir eleştirisinde başvurulan kısıtlı teorilerin tamamen karşısında duran Eagleton, bir teorisyen olarak her şeyden önce içeriğe yönelir. Dünya görüşünün belirlediği bir eleştirel yaklaşımla edebi metinlere ait nedensel bağlantıları önemsediğinden; felsefe, tarih, siyaset, sosyoloji gibi geniş alanlar açarak şiirsel içeriği anlamlandırdığı kitabı "Şiir Nasıl Okunur?" daha önce Agora Kitaplığı’ndan yayımlanmıştı. Aynı çeviriyle Ayrıntı Yayınları’ndan 2015 Ekim’inde çıkan kitabı edebiyat öğrencilerinden, şiir teorisyenlerine, acemi okurdan şaire kadar edebiyatla her mesafeden ilgilisinin dikkatine sunuyoruz.
[1] Michel Foucault, Doğruyu Söylemek, çev .Kerem Eksen, (İstanbul: Ayrıntı yay., 2010)
[2] Nurullah Ataç, Söyleşiler, (İstanbul, YKY, 2007), s. 50-51
Zeynep Arkan
twitter.com/zeynarkan
16 Ağustos 2016 Salı
Performans toplumunun şiddeti
Almanya'da yaşayan Güney Koreli yazar ve kültür kuramcısı Byung-Chul Han da çalışmalarında kapitalist dünya ekonomisinin bu son döneminde ekonomik-politik pratikler bütünü ile ortaya çıkan yeni yaşam biçimlerini gözlemliyor.
Byung-Chul Han'ın Türk okuyucusu ile tanıştığı ilk kitabı “Yorgunluk Toplumu” geçen yıl Haziran ayında neşrolmuştu. Kısa bir zaman zarfı içerisinde de ikinci kitabı “Şiddetin Topolojisi” Metis Yayınları tarafından Dilek Zaptçıoğlu'nun çevirisi ile Türkçe'ye kazandırıldı. İki bölümden oluşan yeni kitabında Han, farklı bakış açısıyla günümüzde yerini tasviri mümkün olmayan bir belirsizliğe bırakarak yaygınlaşan şiddetin tarihsel uğraklarını tespit etmeye çalışıyor. Birinci bölümde şiddetin olumsuzluk kılığında tezahür eden makrofiziksel görünümlerini; ikinci bölümde de şiddetin olumlandığı mikrofiziksel görünümlerini Freud, Schmitt, Bourdieu, Foucault, Deleuze, Agamben gibi isimler üzerinden ve geç modernitenin gözünden tartışarak izini sürüyor.
Yazara göre yirmi birinci yüzyıl toplumu, özne üzerinde kurulan tahakküm ilişkilerinin ortadan kaldırıldığı, performans adı altında işletilen sahte bir özgürlük anlayışı ile kişiyi kendi boyunduruğu altına sokarak sömüreni sömürülen konumuna indirgeyen bir toplumdur. Dolayısıyla günümüz toplumlarını, insan bedenini emirler ve yasaklar sistemiyle disipline etmeye, denetim altına almaya ve bu şekliyle hayatı gerçekleştirmeye çalışan modeller açıklayamamakta, psikolojik ve topolojik değişimleri tasvir etmekten yoksun kalmaktadır. Zira hiçbir şeyi dışarıda bırakmayacak bir bütünlük ilkesi, refahın işlev bozukluğu gösterdiği günümüz toplumlarında parçalanarak atomize edilmekte, yasak ve emirlerin yerini de proje ve girişimler almaktadır.
Böylesi bir toplumda şiddet de, deformasyona dayalı disipline edici modern toplumların olumsuzlanan şiddetinden farklılık arz eder. Hakeza vasıtası kan olan modern öncesi toplumların şiddet anlayışından da. Özgürlükle mecburiyet arasında ayrım yapmayan, patalojik tezahürü depresyon olan, geç modern başarı ve performansa dayalı günümüz toplumunda, olumluluğun şiddeti egemendir. Sınırları ve farklılıkları ortadan kaldırmaya çalışarak ötekini ve yabancıyı olumlayan küreselleşmenin de yoğun etkisiyle şekillenen günümüz toplumunda şiddet, her türlü düşmandan ve iktidardan bağımsızlaşarak kendini gerçekleştiriyor. Aşırı performans, üretim ve iletişim ile kitleselleşerek yıkıcı bir görünüm alıyor. Bu aşamada şiddetin ağırlık noktası içeri kaymıştır. Byung-Chul Han'a göre “egemenlik toplumundaki kelle alıcı güç, yani dekapitasyon, disiplin toplumundaki deformasyon ve başarı ve performans toplumundaki depresyon, şiddetin topolojik dönüşümünün birer aşamasıdır.”. Her bir aşamada şiddet daha da içselleştirilerek görünmez bir hale bürünür ve insanın kendisine yönelir.
Byung-Chul Han'ın kitabı, soyut süreçlerden uzak sunduğu yeni bakış açısı ile şiddeti ve içinde şekillendiği toplumu, kurumları ve ilişki ağları üzerinden somut bir şekilde tahlil ederek güncelliyor. Her ne kadar “Şiddetin Topolojisi” Batılı diyebileceğimiz bir toplum tasavvuruna dayandırılıyor olsa da, Türkiye'ye etkisi ve benimsendiği ölçüde neyle karşı karşıya kaldığımız sorusuna cevaben havaya atılmış bir uyarı fişeği görevi de üstlenmekte.
Son bir not düşmek gerekirse Byung-Cul Han'ın kitaplarının bu kadar kısa süre içerisinde gerek kültürel gerek siyasal olarak birbirinden farklılık arz eden yayınevlerince çevirilerinin yapılması da bizleri şaşırtmamalı. Aksine yeni toplumsalın farklı kesimlerce okunması ve anlaşılması çabası şeklinde değerlendirilmelidir. Lâkin hızla değişen toplumsallıkları okuma ve Türkiye'ye etkilerinin anlaşılma çabasının sahiciliği için de ciddi bir eleştirel kültürü gerekli kılmaktadır. Yoksa bu tip çeviriler bavul ticaretini andırır bir şekilde yeni düşünce rüzgârlarını arkasına alan sınırlı bir çevrenin suyu bulandırmasından öteye gitmez, gitmiyor da.
Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs
Harflerin seslerini işitmek, seslerin harflerini okumak
"Zaten, bir cümle yazmak aynı zamanda beste yapmak değil midir?" [sf. 167]
Kimse bakmasın Thomas Hobbes'un "İnsan insanın kurdudur" demişliğine. Ben daha çok Sadettin Ökten'in "İnsan insanın umududur" sözünü bilirim, severim ve sık sık söylerim. İlki kapitalizmin bir çığlığı, ikincisi hakikate dair bir davet gibidir. İnsan insana şifadır, insansa şifadır. Saz da söz de şifadır. Hakikate dairse, şifadır. Umudun nerede geleceği hiç belli olmadığından bizim irfanımızda her karşılaştığımızı Hızır bilmek vardır. Mühim olan beklemek, sabretmek ama çağırmak. Her zaman çağırır vaziyette olmak. Sazsan, sözden, harften, notadan gelecek şifaya kalbi ve kulağı daim hazır tutmak. Çağlar evvelinden Niyâzî-i Mısrî şöyle demiş: "Mescitte meyhanede / hanede viranede / Kâbe'de puthanede / çağırırım dost dost."
2007 yılında okuyucuyla buluşmuştu Harfler ve Notalar. 2016'da Everest Yayınları tarafından tekrar basıldı. Harfler ve notaların şifasına ihtiyacımızın en yoğun olduğu zamanlardayız. Hasan Ali Toptaş da bunu bilircesine "Eskiler'in edebinden, kendini geri çekme arzusundan ne kadar uzağız." diyor ve 'Okuyana Mektup' başlığıyla diyor ki her şeyi bilme, sez: "Seni olsa olsa sezerim ben, istesem de bilemem. Sen de, abartılacak kadar sıradan bir hayat yaşayan bu adamı bilme bence. Çünkü, her zaman için sezmek, bilmekten daha iyidir."
Toptaş'ın edebiyatın harflerini, müziğin seslerini bir araya getirerek çeşitli başlıklar hâlinde yazdığı yazılarından oluşan bu kitap 167 sayfa. Birçok sırrını açıyor yazar okuyucusuna. Mesela yirmi yıldan beri hep aynı hikâyeleri okuduğunu söylüyor: "Gabriel Garcia Marquez'den 'Boğularak Ölenlerin En Yakışıklısı'; Borges'ten 'Yolları Çatallanan Bahçe'; Carlos Fuentes'ten 'Aura'; Kafka'dan 'Kanun Önünde'; İmparatorun Haberi', 'Ceza Sömürgesi', 'Kovalı Süvari', 'Çiftlik Kapısını Vuruş' ve ille de 'Avcı Gracchus'..."
Zaman zaman da çok sevdiği kitaplar hakkında uzun uzun konuşuyor Toptaş. Bazen kendi kendine konuşur gibi bazen de usulca okuyucusuna bu kitaba bak, okuduysan bir daha bak, der gibi. Milan Kundera'nın Yavaşlık romanı da bunlardan biri. Romanın anlattıklarını kendi hisleriyle yeniden tercüme ediyor: "Hızın değere dönüştüğü bir dünyada, devasa bir hız topu halinde, korkunç bir gürültüyle hep birlikte yuvarlanıp duruyoruz. Hayatımızı hayal edilemeyecek kadar kolaylaştıran tuşların, butonların ve düğmelerin sayısı arttıkça, metrekareye düşen insan sıcaklığı da giderek azalıyor tabii ve artık insanoğlu öteki insanların varlığından uzaklaşıp sadece kendi hızıyla arkadaş oluyor."
Okuduğu kitaplardaki bazı cümleleri kendine ses yapmış Hasan Ali Toptaş. Onları sık sık hatırlıyor ama hep de kendine saklamıyor, mutlaka paylaşıyor. Hemen hemen her yazısında öğüt diliyle değil ama arkadaş diliyle bir ya da birkaç öneride bulunuyor. Dostoyevski'nin 'Yeraltından Notlar'ında "Baylar, yemin ederim, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır"; Oğuz Atay'ın 'Tehlikeli Oyunlar'ında Hikmet'in söylediği "Yazalım albayım. İşte kalem işte ıstırap..."; Baudelaire'in "Nerede değilsem orada iyi olacakmışım gibi geliyor" cümlelerini çok sevdiğini söylüyor mesela. Bunların dışında Musil, Pavese, Proust, Benjamin, Beckett, Tanpınar, Celine isimlerini zikrediyor.
Bir kelimeye takılıp onun peşinden hem kendisini hem de okuyucusu sürükleyebilen, nadir üsluplardan birine sahip Toptaş. 'Gurbet' kelimesi onun için özel bir kelime. Şöyle anlatıyor ve belki de yeniden anlamlandırıyor: "Gurbet kelimesini eskiden daha sık kullanırdık. İçimizi titreten bu kelimenin, farklı bir ağırlığı vardı hayatımızda; uzaklar onun içinde birikir, tehlikeler onun içinde bekler, umutlar onun içinde yeşerirdi. Hayat bir şekilde gurbetle anlam kazanırdı bir bakıma; aşklar, dostluklar ve insanlar bir şekilde gurbetle sınanır, gurbetle olgunlaşırdı. Bir şehirden bir şehre gidenler de gittikleri yerin adını söyleme gereği duymaz, bunun yerine, gurbete çıkıyoruz, derlerdi. Böyle söyleyince, ruhları da gittikleri şehre göre değil, gurbet diye adlandırılan, içi çeşitli ihtimallerle dolu uçsuz bucaksız bir genişliğe göre pozisyon alırdı sanki. Velhasıl, gurbet kelimesi, acıların, kayıpların, hastalıkların, ölümlerin, ayrılıkların, aşkların ve hasretlerin birçoğunu içinde taşıyan alabildiğine geniş bir kelimeydi. Gurbet şarkılarımız vardı bu yüzden, gurbet türkülerimiz, gurbet mektuplarımız, Gurbet Kuşları'mız ve Gurbet Hikayeleri'miz vardı..."
Şiirle ses arasındaki ilişkiyi hünerince anlatan Toptaş'ın şu ifadeleri her şairin not defterinde kayıtlı olmalı: "Cam işçisine, üflemeye ne zaman başlayıp ne zaman son veriyorsun diye sorsak herhalde şaşkın şaşkın yüzümüze bakar. Nasıl yaptığını çok iyi biliyordur ama, bir 'anlatılmaz'ı biliyordur. Şiirin de bitişi bazı şeylere bağlıdır. Bazen anlam bile biter de, insan gene de bir ses koymak ister yanına, ya da ses biter anlam bitmez.". Oysa şiir de ses de söz de hakikatten birer damla sızdırabiliyorsa insanın kalbine, hiç bitmez.
Bir Cioran tutkunu olarak hiç kuşkusuz Harfler ve Notalar'da en çok 'Hiçliğin Doruklarında Bir Alacakaranlık Düşünürü' başlıklı yazıyı sevdim. Yazıda hem Cioran'ın hayatı ve eserlerine değiniyor Toptaş hem de kendisiyle arasında sağladığı irtibattan söz ediyor. Mesela Çürümenin Kitabı, Toptaş'a göre bir başyapıt. Kitaptaki şu cümleleri hatırlatarak yazısını sonlandırmış: "Nerede tükettin ömrünü? Bir hareketin hatırası, bir tutkunun işareti, bir maceranın parıltısı, güzel ve firari bir cinnet, geçmişinde bunların hiçbiri yok; hiçbir sayıklama senin ismini taşımıyor, seni hiçbir zaaf onurlandırmıyor. İz bırakmadan kayıp gittin; senin rüyan neydi peki?"
Cioran'ı okumak üzerine 'Her daim iyidir çünkü onu okuduğunuzda kendinizi kötü hissedersiniz' diyor Hasan Ali Toptaş. Benim için her ikisi de öyle. Biri ruhumla cesedim arasında götürüp getiriyor aklımı, diğeri aklımla kalbim arasında bir denge kurmaya çalışıyor. İkisi de harflerle ve notalarla ayrı ayrı ilgileniyor.
Harfleri görmek ve notaları seçmek başkaca güzel. Çok güzel...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kimse bakmasın Thomas Hobbes'un "İnsan insanın kurdudur" demişliğine. Ben daha çok Sadettin Ökten'in "İnsan insanın umududur" sözünü bilirim, severim ve sık sık söylerim. İlki kapitalizmin bir çığlığı, ikincisi hakikate dair bir davet gibidir. İnsan insana şifadır, insansa şifadır. Saz da söz de şifadır. Hakikate dairse, şifadır. Umudun nerede geleceği hiç belli olmadığından bizim irfanımızda her karşılaştığımızı Hızır bilmek vardır. Mühim olan beklemek, sabretmek ama çağırmak. Her zaman çağırır vaziyette olmak. Sazsan, sözden, harften, notadan gelecek şifaya kalbi ve kulağı daim hazır tutmak. Çağlar evvelinden Niyâzî-i Mısrî şöyle demiş: "Mescitte meyhanede / hanede viranede / Kâbe'de puthanede / çağırırım dost dost."
2007 yılında okuyucuyla buluşmuştu Harfler ve Notalar. 2016'da Everest Yayınları tarafından tekrar basıldı. Harfler ve notaların şifasına ihtiyacımızın en yoğun olduğu zamanlardayız. Hasan Ali Toptaş da bunu bilircesine "Eskiler'in edebinden, kendini geri çekme arzusundan ne kadar uzağız." diyor ve 'Okuyana Mektup' başlığıyla diyor ki her şeyi bilme, sez: "Seni olsa olsa sezerim ben, istesem de bilemem. Sen de, abartılacak kadar sıradan bir hayat yaşayan bu adamı bilme bence. Çünkü, her zaman için sezmek, bilmekten daha iyidir."
Toptaş'ın edebiyatın harflerini, müziğin seslerini bir araya getirerek çeşitli başlıklar hâlinde yazdığı yazılarından oluşan bu kitap 167 sayfa. Birçok sırrını açıyor yazar okuyucusuna. Mesela yirmi yıldan beri hep aynı hikâyeleri okuduğunu söylüyor: "Gabriel Garcia Marquez'den 'Boğularak Ölenlerin En Yakışıklısı'; Borges'ten 'Yolları Çatallanan Bahçe'; Carlos Fuentes'ten 'Aura'; Kafka'dan 'Kanun Önünde'; İmparatorun Haberi', 'Ceza Sömürgesi', 'Kovalı Süvari', 'Çiftlik Kapısını Vuruş' ve ille de 'Avcı Gracchus'..."
Zaman zaman da çok sevdiği kitaplar hakkında uzun uzun konuşuyor Toptaş. Bazen kendi kendine konuşur gibi bazen de usulca okuyucusuna bu kitaba bak, okuduysan bir daha bak, der gibi. Milan Kundera'nın Yavaşlık romanı da bunlardan biri. Romanın anlattıklarını kendi hisleriyle yeniden tercüme ediyor: "Hızın değere dönüştüğü bir dünyada, devasa bir hız topu halinde, korkunç bir gürültüyle hep birlikte yuvarlanıp duruyoruz. Hayatımızı hayal edilemeyecek kadar kolaylaştıran tuşların, butonların ve düğmelerin sayısı arttıkça, metrekareye düşen insan sıcaklığı da giderek azalıyor tabii ve artık insanoğlu öteki insanların varlığından uzaklaşıp sadece kendi hızıyla arkadaş oluyor."
Okuduğu kitaplardaki bazı cümleleri kendine ses yapmış Hasan Ali Toptaş. Onları sık sık hatırlıyor ama hep de kendine saklamıyor, mutlaka paylaşıyor. Hemen hemen her yazısında öğüt diliyle değil ama arkadaş diliyle bir ya da birkaç öneride bulunuyor. Dostoyevski'nin 'Yeraltından Notlar'ında "Baylar, yemin ederim, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır"; Oğuz Atay'ın 'Tehlikeli Oyunlar'ında Hikmet'in söylediği "Yazalım albayım. İşte kalem işte ıstırap..."; Baudelaire'in "Nerede değilsem orada iyi olacakmışım gibi geliyor" cümlelerini çok sevdiğini söylüyor mesela. Bunların dışında Musil, Pavese, Proust, Benjamin, Beckett, Tanpınar, Celine isimlerini zikrediyor.
Bir kelimeye takılıp onun peşinden hem kendisini hem de okuyucusu sürükleyebilen, nadir üsluplardan birine sahip Toptaş. 'Gurbet' kelimesi onun için özel bir kelime. Şöyle anlatıyor ve belki de yeniden anlamlandırıyor: "Gurbet kelimesini eskiden daha sık kullanırdık. İçimizi titreten bu kelimenin, farklı bir ağırlığı vardı hayatımızda; uzaklar onun içinde birikir, tehlikeler onun içinde bekler, umutlar onun içinde yeşerirdi. Hayat bir şekilde gurbetle anlam kazanırdı bir bakıma; aşklar, dostluklar ve insanlar bir şekilde gurbetle sınanır, gurbetle olgunlaşırdı. Bir şehirden bir şehre gidenler de gittikleri yerin adını söyleme gereği duymaz, bunun yerine, gurbete çıkıyoruz, derlerdi. Böyle söyleyince, ruhları da gittikleri şehre göre değil, gurbet diye adlandırılan, içi çeşitli ihtimallerle dolu uçsuz bucaksız bir genişliğe göre pozisyon alırdı sanki. Velhasıl, gurbet kelimesi, acıların, kayıpların, hastalıkların, ölümlerin, ayrılıkların, aşkların ve hasretlerin birçoğunu içinde taşıyan alabildiğine geniş bir kelimeydi. Gurbet şarkılarımız vardı bu yüzden, gurbet türkülerimiz, gurbet mektuplarımız, Gurbet Kuşları'mız ve Gurbet Hikayeleri'miz vardı..."
Şiirle ses arasındaki ilişkiyi hünerince anlatan Toptaş'ın şu ifadeleri her şairin not defterinde kayıtlı olmalı: "Cam işçisine, üflemeye ne zaman başlayıp ne zaman son veriyorsun diye sorsak herhalde şaşkın şaşkın yüzümüze bakar. Nasıl yaptığını çok iyi biliyordur ama, bir 'anlatılmaz'ı biliyordur. Şiirin de bitişi bazı şeylere bağlıdır. Bazen anlam bile biter de, insan gene de bir ses koymak ister yanına, ya da ses biter anlam bitmez.". Oysa şiir de ses de söz de hakikatten birer damla sızdırabiliyorsa insanın kalbine, hiç bitmez.
Bir Cioran tutkunu olarak hiç kuşkusuz Harfler ve Notalar'da en çok 'Hiçliğin Doruklarında Bir Alacakaranlık Düşünürü' başlıklı yazıyı sevdim. Yazıda hem Cioran'ın hayatı ve eserlerine değiniyor Toptaş hem de kendisiyle arasında sağladığı irtibattan söz ediyor. Mesela Çürümenin Kitabı, Toptaş'a göre bir başyapıt. Kitaptaki şu cümleleri hatırlatarak yazısını sonlandırmış: "Nerede tükettin ömrünü? Bir hareketin hatırası, bir tutkunun işareti, bir maceranın parıltısı, güzel ve firari bir cinnet, geçmişinde bunların hiçbiri yok; hiçbir sayıklama senin ismini taşımıyor, seni hiçbir zaaf onurlandırmıyor. İz bırakmadan kayıp gittin; senin rüyan neydi peki?"
Cioran'ı okumak üzerine 'Her daim iyidir çünkü onu okuduğunuzda kendinizi kötü hissedersiniz' diyor Hasan Ali Toptaş. Benim için her ikisi de öyle. Biri ruhumla cesedim arasında götürüp getiriyor aklımı, diğeri aklımla kalbim arasında bir denge kurmaya çalışıyor. İkisi de harflerle ve notalarla ayrı ayrı ilgileniyor.
Harfleri görmek ve notaları seçmek başkaca güzel. Çok güzel...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
12 Ağustos 2016 Cuma
Bir solukta heyecan arayanlara
"Sanki ölüm, dönüşsüz bir gidişin, tekrarı olmayan bir sona erişin ismi değil de defalarca yaşanabilecek bir hayat tecrübesiydi."
Metrodaki Yabancı, Ayrıntı Yayınları etiketiyle çıkmış olan 297 sayfalık bir ilk roman. Yazar Ali Parlar'ın polisiye türünde kurguladığı hikaye, türün tipik hatlarını çizmekle beraber barındırdığı psikolojik- dramatik öğeleri ile fark yaratmayı başarıyor.
Güvensizliğin hüküm sürdüğü bir ortamda, kirli çıkar odaklarının oyununa çomak sokan bir karakteri var romanın: Selçuk Pekmezci. Eski bir siyasi hükümlü olan Selçuk'un 25 yıllık yarı sürgün hayatından sonra yeniden İstanbul'a dönmesiyle sakin bir açılışla selamlanıyor okur. Geçmişle hesaplaşmalar, çok boyutlu iç muhasebeler ve türlü hayal kırıklıklarına gebe bir karakter olduğunu henüz ilk sayfalardan anladığımız Selçuk; Ülkesinde yaşadığı kötü günlerin ardından ilk olarak Avustralya’ya göçmen olarak başvurmuş ve 1992'de orada ikamet etmeye başlamış. Avustralya'da yaklaşık beş yıl gibi bir süre kaldıktan sonra Almanya’ya taşınmış. Hikaye'nin geçtiği Nisan 2012'de Selçuk 44 yaşında, bilişim sektöründe uzman vasfıyla çalışan başarılı fakat yalnız bir adam olarak sunuluyor. Kronikleşen huzursuzluğu ve güven duygusunda meydana gelen derin çatlaklar yüzünden yalnız olan Selçuk, kendisini ait olmaktan çok uzak hissettiği İstanbul'dan ayrılmaya hazırlandığı sırada Nevra isimli bir kadınla tanışıyor ve yeniden umut etmeye başlıyor. Zamanı ters yüz etme arzusuyla kavrulan Selçuk Nevra ile dolu günlerinde hülyalara dalıp çıkarken Taksim metrosunda yanına oturan bir İranlı gençle çantaları karışınca kendisini zorlu bir entrikalar, yanılgılar ve ihanetler çemberinin içinde buluyor.
"Yazdıklarından sıkılıp tam hikayenin ortasında bir köşeye atabilen bir yazarın lüksü kimsede yoktu gerçek hayatta. Son gününe kadar yaşamak zorundaydı insan kendi hikayesini. Hoşuna gitse de, gitmese de."
Ülkesinden ayrıldığında geride bıraktığını düşündüğü her şeyin yavaş yavaş yeniden karşısına çıkmaya başladığını gören Selçuk eş zamanlı bir panik ve vicdan azabıyla çıkış yolları ararken hikayeye dahil olan Serkan isimli polis olayların gidişatında önemli değişiklikler yaratıyor. Bir anda emniyet, finans-enerji mafyası ve sermaye sahipleri kıskacına giren Selçuk’un hayatı parça parça bir bütünün gizemine doğru akıyor. Serkan hikayeye girdiği anda yazar bu romanın tek bir karakteri olmadığının altını çizmek istermişçesine eşit ağırlıkta Serkan bölümleri yaratmaya başlıyor. Kendini gerçekleştirememiş olmanın verdiği tatminsizlik duygusu zamanla kıskançlık ve egoyla bütünleşen Serkan her ne kadar Selçuk'un peşindeki yırtıcı olarak lanse edilse de roman nihayete ererken aslında onun da en az Serkan kadar kapana kısılmış ve mağdur durumda olduğu ortaya çıkıyor.
Selçuk ve Serkan ortak kesişme noktalarını bulana dek temposu hiç düşmeyen bir kovalamacanın içinde birbirlerine saldırıyorlar. Serkan taarruz, Selçuk ise savunmadaki karakter. Biri usanmadan ateş açıyor, diğeri her seferinde yeni oyunlarla bu karşı ateşi savuşturuyor. Böylesi bir kurgunun doğal getirisi olarak da zaman zaman kendinizi dev bütçeli bir Hollywood filmi izliyormuş gibi hissetmeniz kaçınılmaz oluyor. Bir bakıma kaçınılmaz olana da hazırlıyor Ali Parlar okurunu. Kaçınılan tüm şeyler sizi kaçınılmaz olana yaklaştırır mesajı oldukça açık iletiliyor.
Yazar İTÜ Gemi İnşaatı ve Makinaları Fakültesi mezunu. Bu yönüyle anlatımda sık sık yer bulan matematiksel, fonksiyonel mühendislik terimleriyle birlikte verdiği nükleer enerjiye ilişkin bilgiler üzerinden Parlar'ın mesleki bilgisinin gücünü de okurla paylaştığı görülüyor. Bunu kaba bir kendini beğenmişlikle değil, yüksek bir mütevazılık örneğiyle yapıyor. Benim gibi doğuştan sosyal bilimci bir okurun bile aktardığı her terimsel bilgiyi hızlıca anlayıp olay örgüsüyle bağdaştırdığını düşünürsek Parlar'ın ortalamayı yakalayabilmiş olduğunu söylemek hatalı olmaz.
Roman atmosfer olarak kendisine Taksim, Cihangir, Beşiktaş üçlüsünü seçiyor. Aksiyon yer yer başka bölgelere kaysa da belirleyici olaylar bu üç ana mekanda gerçekleşiyor. Akış içinde ilerlerken yazarın adı geçen bölgelere olan hakimiyeti fark ediliyor. İstiklal Caddesinin karmaşası kafe, mağaza, bar, sinema, tiyatro gibi mikro alanları romanı kasvetten kurtarıyor. Parlar bu sayede dikkatli okurun gözünden kaçmayacağını bildiği çevresel detayları ustaca kullanıp anlatımını daha da güçlendiriyor.
Bilişim çağının meydana getirdiği dönüşümü de satır aralarına kompakt olarak sıkıştıran yazar; dönemin getirilerini ve götürülerini güçlü bir teknoloji zeminine yapıştırıyor. Hikaye boyunca dikkati çeken bir diğer unsursa Selçuk'un İstanbul özelinden Türkiye için yaptığı karamsar gözlemler. İşleyişi, sosyal düzeni, kurumları ve devleti çok açık olmamakla beraber eleştiriyor. Zihniyet yapısından, siyasal tavırlara... Ekonomiden ülke insanının haletiruhiyesine kadar hiç de küçük ölçekli olmayan bir eleştiri haritası yayıyor metninin üstüne. Tüm bu çıkışlarının kaynağını ise hikayeye yedirme zorunluluğundan dolayı geçmişten kazıp çıkartıyor. Bu bağlamda Metrodaki Yabancı dünden bugüne gönderilen sitem yüklü bir ağıt olma özelliği de gösteriyor.
"Ne enteresan bir ülkeydi Türkiye. Hangi genç insanla biraz konuşsan mutsuz olduğunu ve Batı’ya kaçmanın yollarını aradığını fark ediyordun. Ama seçim günü geldiğinde altmış yıldır şu ülkeyi yöneten ve her seçildiklerinde ülkeyi biraz daha Doğu’ya doğru sürükleyen, bu ülkedeki mutsuzlukların baş sorumlusu olan muhafazakar/milliyetçi partileri seçiyorlardı. Batı’ya kaçmak isteyenler neden kendi ülkelerinde Batı’yı istemiyorlardı acaba?"
Ali Parlar'ın eseri bir ilk kitap olmasına rağmen karakteristik duruşu ve kendine özgü tavrıyla Çağdaş Türk Polisiyesi için umut vadediyor. Hızlı ama etkili bir macera için mutlaka fırsat verilmeli.
Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_
Metrodaki Yabancı, Ayrıntı Yayınları etiketiyle çıkmış olan 297 sayfalık bir ilk roman. Yazar Ali Parlar'ın polisiye türünde kurguladığı hikaye, türün tipik hatlarını çizmekle beraber barındırdığı psikolojik- dramatik öğeleri ile fark yaratmayı başarıyor.
Güvensizliğin hüküm sürdüğü bir ortamda, kirli çıkar odaklarının oyununa çomak sokan bir karakteri var romanın: Selçuk Pekmezci. Eski bir siyasi hükümlü olan Selçuk'un 25 yıllık yarı sürgün hayatından sonra yeniden İstanbul'a dönmesiyle sakin bir açılışla selamlanıyor okur. Geçmişle hesaplaşmalar, çok boyutlu iç muhasebeler ve türlü hayal kırıklıklarına gebe bir karakter olduğunu henüz ilk sayfalardan anladığımız Selçuk; Ülkesinde yaşadığı kötü günlerin ardından ilk olarak Avustralya’ya göçmen olarak başvurmuş ve 1992'de orada ikamet etmeye başlamış. Avustralya'da yaklaşık beş yıl gibi bir süre kaldıktan sonra Almanya’ya taşınmış. Hikaye'nin geçtiği Nisan 2012'de Selçuk 44 yaşında, bilişim sektöründe uzman vasfıyla çalışan başarılı fakat yalnız bir adam olarak sunuluyor. Kronikleşen huzursuzluğu ve güven duygusunda meydana gelen derin çatlaklar yüzünden yalnız olan Selçuk, kendisini ait olmaktan çok uzak hissettiği İstanbul'dan ayrılmaya hazırlandığı sırada Nevra isimli bir kadınla tanışıyor ve yeniden umut etmeye başlıyor. Zamanı ters yüz etme arzusuyla kavrulan Selçuk Nevra ile dolu günlerinde hülyalara dalıp çıkarken Taksim metrosunda yanına oturan bir İranlı gençle çantaları karışınca kendisini zorlu bir entrikalar, yanılgılar ve ihanetler çemberinin içinde buluyor.
"Yazdıklarından sıkılıp tam hikayenin ortasında bir köşeye atabilen bir yazarın lüksü kimsede yoktu gerçek hayatta. Son gününe kadar yaşamak zorundaydı insan kendi hikayesini. Hoşuna gitse de, gitmese de."
Ülkesinden ayrıldığında geride bıraktığını düşündüğü her şeyin yavaş yavaş yeniden karşısına çıkmaya başladığını gören Selçuk eş zamanlı bir panik ve vicdan azabıyla çıkış yolları ararken hikayeye dahil olan Serkan isimli polis olayların gidişatında önemli değişiklikler yaratıyor. Bir anda emniyet, finans-enerji mafyası ve sermaye sahipleri kıskacına giren Selçuk’un hayatı parça parça bir bütünün gizemine doğru akıyor. Serkan hikayeye girdiği anda yazar bu romanın tek bir karakteri olmadığının altını çizmek istermişçesine eşit ağırlıkta Serkan bölümleri yaratmaya başlıyor. Kendini gerçekleştirememiş olmanın verdiği tatminsizlik duygusu zamanla kıskançlık ve egoyla bütünleşen Serkan her ne kadar Selçuk'un peşindeki yırtıcı olarak lanse edilse de roman nihayete ererken aslında onun da en az Serkan kadar kapana kısılmış ve mağdur durumda olduğu ortaya çıkıyor.
Selçuk ve Serkan ortak kesişme noktalarını bulana dek temposu hiç düşmeyen bir kovalamacanın içinde birbirlerine saldırıyorlar. Serkan taarruz, Selçuk ise savunmadaki karakter. Biri usanmadan ateş açıyor, diğeri her seferinde yeni oyunlarla bu karşı ateşi savuşturuyor. Böylesi bir kurgunun doğal getirisi olarak da zaman zaman kendinizi dev bütçeli bir Hollywood filmi izliyormuş gibi hissetmeniz kaçınılmaz oluyor. Bir bakıma kaçınılmaz olana da hazırlıyor Ali Parlar okurunu. Kaçınılan tüm şeyler sizi kaçınılmaz olana yaklaştırır mesajı oldukça açık iletiliyor.
Yazar İTÜ Gemi İnşaatı ve Makinaları Fakültesi mezunu. Bu yönüyle anlatımda sık sık yer bulan matematiksel, fonksiyonel mühendislik terimleriyle birlikte verdiği nükleer enerjiye ilişkin bilgiler üzerinden Parlar'ın mesleki bilgisinin gücünü de okurla paylaştığı görülüyor. Bunu kaba bir kendini beğenmişlikle değil, yüksek bir mütevazılık örneğiyle yapıyor. Benim gibi doğuştan sosyal bilimci bir okurun bile aktardığı her terimsel bilgiyi hızlıca anlayıp olay örgüsüyle bağdaştırdığını düşünürsek Parlar'ın ortalamayı yakalayabilmiş olduğunu söylemek hatalı olmaz.
Roman atmosfer olarak kendisine Taksim, Cihangir, Beşiktaş üçlüsünü seçiyor. Aksiyon yer yer başka bölgelere kaysa da belirleyici olaylar bu üç ana mekanda gerçekleşiyor. Akış içinde ilerlerken yazarın adı geçen bölgelere olan hakimiyeti fark ediliyor. İstiklal Caddesinin karmaşası kafe, mağaza, bar, sinema, tiyatro gibi mikro alanları romanı kasvetten kurtarıyor. Parlar bu sayede dikkatli okurun gözünden kaçmayacağını bildiği çevresel detayları ustaca kullanıp anlatımını daha da güçlendiriyor.
Bilişim çağının meydana getirdiği dönüşümü de satır aralarına kompakt olarak sıkıştıran yazar; dönemin getirilerini ve götürülerini güçlü bir teknoloji zeminine yapıştırıyor. Hikaye boyunca dikkati çeken bir diğer unsursa Selçuk'un İstanbul özelinden Türkiye için yaptığı karamsar gözlemler. İşleyişi, sosyal düzeni, kurumları ve devleti çok açık olmamakla beraber eleştiriyor. Zihniyet yapısından, siyasal tavırlara... Ekonomiden ülke insanının haletiruhiyesine kadar hiç de küçük ölçekli olmayan bir eleştiri haritası yayıyor metninin üstüne. Tüm bu çıkışlarının kaynağını ise hikayeye yedirme zorunluluğundan dolayı geçmişten kazıp çıkartıyor. Bu bağlamda Metrodaki Yabancı dünden bugüne gönderilen sitem yüklü bir ağıt olma özelliği de gösteriyor.
"Ne enteresan bir ülkeydi Türkiye. Hangi genç insanla biraz konuşsan mutsuz olduğunu ve Batı’ya kaçmanın yollarını aradığını fark ediyordun. Ama seçim günü geldiğinde altmış yıldır şu ülkeyi yöneten ve her seçildiklerinde ülkeyi biraz daha Doğu’ya doğru sürükleyen, bu ülkedeki mutsuzlukların baş sorumlusu olan muhafazakar/milliyetçi partileri seçiyorlardı. Batı’ya kaçmak isteyenler neden kendi ülkelerinde Batı’yı istemiyorlardı acaba?"
Ali Parlar'ın eseri bir ilk kitap olmasına rağmen karakteristik duruşu ve kendine özgü tavrıyla Çağdaş Türk Polisiyesi için umut vadediyor. Hızlı ama etkili bir macera için mutlaka fırsat verilmeli.
Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)