Batı’nın kendinden olmayana karşı ikircikli tavrı kendi içindeki vicdan sahiplerinin de reddettiği bir durum. Tarihsel arka planı oldukça eskilere dayanan ve literatürel açıdan oldukça zengin olan bu arızi tutumdan bugün en fazla pay düşen Müslümanlar diyebililiriz. Temel sebebin din olup olmadığı tartışılır lakin Batı düşünsel ve eylemsel temelini din üzerinden inşa ediyor. Müslüman olmak Batı için en baştan mimli olmak anlamına geliyor. Müslüman kimliğinin uluslararası kamuoyunda oluşturulan olumsuz imajı da bu tarihi tutumdan beslenerek büyüyor. Kemikleşmiş olumsuz algıyı değiştirmek, dönüştürmek ya da yeniden inşa etmek pek mümkün gözükmüyor. Ortaya çıkan sorunlu durumdan Batı’nın kastı ve dâhli var, bunu biliyoruz. Peki, Müslümanların bu imajı değiştirmeye yönelik sığ retorikten başka çabası bulunuyor mu? Kendimizin çalıp kendimizin oynadığı iç politika paçozluğundan başka… Aksine, eyleme ihtiyaç bırakmayan hamasi söylemlerle bu ‘kötü’ imajı destekliyoruz. Kısacası, Batı’nın istediği bir koz, Müslümanların verdiği ceviz bahçesi.
Tarihsel süreç içinde İslam ve Müslümanlara dair bilgiden negatif bir imaj oluşturulması meselenin bir yönü. Diğer taraftan her yeni malumat mevcudun üzerine konumlandırılıyor. Dolayısıyla aynı kasıt ve önyargı yeniden üretilerek daha güçlü şekilde devam ediyor. Konuyu oryantalizmin serin sularına taşımadan devam etmekte fayda olduğunu düşünüyorum. Entelektüalizm ve/veya literatürel fetişizm bir yerden sonra meseleyi boğarak amaçtan ve çözümden uzaklaştırıyor. Nitekim, benzer bir yöntemi benimseyen akademisyen Bekir Berat Özipek kendisine bu meseleyi dert etmiş ve Batı’nın önyargısını, çifte standartını ortaya koyabilmek için bir çalışma hazırlamış. Yanlış Sorulara Doğru Cevaplar isimli çalışma Liberte Yayınları etiketini taşıyor. Ayrımcılık, İslamofobi, Entegrasyon ve Ötesi alt başlıklı eser yüz yetmiş altı sayfadan oluşuyor. Özipek, kasıtlı olarak oluşturulan sorulara cevaplar vererek meselenin arka planına inmeye çalışıyor. Toplamda kırk üç soruya yer verilen kitapta sorular ‘doğru sorular’ ve ‘yanlış sorular’ olarak kategorize edilmiş. Yanlış olarak sınıflandırılan sorularda direkt önyargı ve çifte standart göze çarpıyor. Masumiyet ekseninde kurgulandığı ve bir arka planı olduğu açıkça anlaşılıyor. Doğru şeklinde sınıflandırılan sorular ise meselenin iç yüzünü açıklamaya yönelik oluşturulduğu söylense de Batı’nın riyakarlığını göstermekten geri kalmıyor. Soru metinlerinde kullanılan kalıpların kasıtlı bir planın izdüşümü olduğu açıkça görülüyor. Batılı birçok politikacı ve düşünürden örnekler vererek söylemin alt metnini açığa çıkaran Özipek, zaman zaman söylemin ötesine geçerek Batı’nın kendi içinde geliştirdiği vicdani yönün eleştirel değinilerine de yer veriyor. Yazar bu yöntemle Batı’nın Müslümanlara karşı kastını ve önyargısını deşifre ediyor diyebiliriz.
Kitap, alt başlıktaki kavramlar etrafında oluşturulmuş. Batı’nın ayrımcı politikalar ürettiği, korkutarak İslamofobi yaydığı ve entegrasyon adı altında faşizan uygulamalarda bulunduğu görülüyor. Özipek’in çalışması için sadece Batı’nın önyargılı ve çifte standartlı içyüzünü gösteriyor diyemeyiz. Özellikle dikkat çektiği iki nokta olduğunu düşünüyorum. İlki, Batı’nın Müslümanlara karşı olumsuz tavrını deşifre eden eleştirisi, ikincisi Müslümanların bu olumsuz tavra sunduğu katkı ya da olumsuzluğu kaldırmaya yönelik çaba göstermemesini deşifre eden eleştiri diyebilirim. Soruların ve cevapların bu bağlamda değerlendirilmesi fayda sağlayacaktır.
Biçim ve içerik açısından değerlendirdiğimizde kitapta kullanılan dilin liberal söylem üzerine inşa edildiğini söyleyebiliriz. Liberalizm eleştirisi saklı kalma koşulu ile genel olarak özgürlükçü, eşitlikçi ve demokratik değerleri önceleyen bir üst dil kullanıldığı görülüyor. Üst dil diyorum çünkü metni klasik liberal düşüncenin soft bir yansıması olarak değerlendirmek mümkün. Zira mevcut liberal düşüncenin bu eksenden kaydığını görmek zor değil. Kısacası, Özipek’in eleştirisini üzerine inşa ettiği özgürlükçü ve serbest alan maalesef teorik olarak var. Zaten liberal düşüncenin/politikanın gözetildiği Batı’nın çalışmadaki eleştirisi de bize bunu söylüyor. Batı, yaptıklarını bu değerleri kullanarak meşrulaştırmıyor mu?
Özipek’in oldukça anlamlı tespitleri yer alıyor kitapta. Birkaçını aktarmak gerekirse, aslında dinden bağımsız radikalleşen yapıların dine ikame edildiği görülüyor. Böylelikle uygulanan politikalara kamuoyu nezdinde dayanak sağlanmış oluyor. Müslümanlara izafe edilen şiddet olgusu Batı’da gözardı edilen yapısal sorunların neticesidir. Kısıcası yapısal sorunların ürettiği şiddet ve adaletsizlik tersine çevrilerek Batılı olmayanlarca şiddet üretildiği tezine dönüştürülüyor. Belirli kesimlerin yaptığı bu organize işin toplumsal yansıması da önyargı ve nefret şeklinde açığa çıkıyor. Özipek, “önyargı bir görme bozukluğudur” diyor ve tarihsel arka planının bu görme bozukluğunun derecesini nasıl büyüttüğünü irdeliyor. Kitapta verilen birçok yaşanmış örnekte olduğu üzere Batı, Müslüman için oluşturduğu imajı şekilcilik üzerinden kurgulayarak indirgemecilik yapıyor. Giyim-kuşam, tutum-davranış, yeme-içme gibi kültürel aidiyet içeren örüntüler katı şekilcilik saikiyle itibarsızlaştırılıyor, ötekileştiriliyor ve ayrımcılığa tabi tutuluyor. Asıl şekilcilik olarak değerlendirilebilecek bu uygulama çifte standart olmasının ötesinde felsefi düşüncenin de iğfali anlamına geliyor. Özipek bu durumu “Aydınlanma totaliterdir” şeklinde özetliyor. Çalışmada yer verilen somut örnekler Avrupa’nın ırkçı olduğunu gösteriyor. Bu ırkçılığın en güçlü olduğu alan dinsel ırkçılık olarak açığa çıkıyor. Söz konusu ırkçılık, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Yahudilere gösterilen tutumun Müslümanlar üzerinen tekrar açığa çıkışıdır. Bu bağlamda tarih felaket ve düşmanlığa indirgenerek çatışma için uygun zemin oluşturuluyor. Ayrıca İslamlaşma olgusu bir kaygı aracı olarak kullanılıyor ve karşı olma duygusu diri tutulmaya çalışılıyor. Kısacası bu durum ne anlayış ne de köken olarak yeni değildir. Özipek, verdiği örneklerle bu ırkçılığın bilim ve sanat alanına taşındığını belirtiyor. Suç konusunda da çifte standart uygulandığı görülüyor. Göçmenlerin karıştığı suç oranları düşük seviyelerde olmasına rağmen özellikle medya aracılığıyla yüksek olduğu imajı çiziliyor. Özipek zaman zaman Batılı olmayanlar açısından da meseleye bakmaya çalışıyor. Batı karşıtlığının dışında Batı yanlılığına değiniyor. Örneğin göçmen olup müntesibi olduğu topluma karşı öz-nefret veya aşağılık kompleksi ile ‘eleştiride’ bulunan kişiler. Yazar, Batı tarafından bu kişilerin kasıtlı olarak ön plana çıkarıldığını belirtiyor.
Kitaptaki ‘bu, budur’ şeklinde oluşturulan dili sorunlu bulduğumu söylemeliyim. Yazar için mesele ‘bu, budur’ açıklığında olabilir fakat ne Batı’nın kendinden olmayana yönelik uyguladığı çifte standartlı anlayışın felsefi ve kültürel köklerinin eserdeki kadar yüzeysel olduğunu ne de teolojik yargı ve değerlendirmelerin Özipek’in ön kabulü kadar net algılandığını düşünüyorum. Buna rağmen hem tespit hem de analiz bağlamında fayda sağlayacak bir çalışma olarak değerlendirmek mümkün. Yanlış Sorulara Doğru Cevaplar, Batı’nın Batılı olmayanlara karşı uyguladığı önyargı ve çifte standartı göstermesi açısından önemli tespit ve değerlendirmeler içeriyor. Meraklısına tavsiye olunur.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
4 Mart 2019 Pazartesi
1 Mart 2019 Cuma
İslâmcıların siyasi görüşlerini yeniden düşünmek
Son zamanlar siyasi iktidarın etkisinin de inkar edilemez oluşu ile Türkiye, yeniden bir İslamcılık konusuna doğru yelken açmış görünüyor. Tabi bu yelken açmada sadece siyasi iktidarı başat unsur kabul etmek doğru olmayacağı az çok konu ile ilgilenenlerin malumudur. Gerek Müslüman dünyasının içinde bulunduğu hal ve şerait gerek dünyanın gidişatı ve Müslümanların bu gidişatta aldıkları konum, eyleyebildikleri, söylemleri, duruşları yeniden bir tartışma konusu oluyor. Bu gidişata ilişkin olarak da cemiyet yeniden bazı meseleleri gündemine alırken, bazı üzeri hafif közden soğumuş meseleleri yeniden harlayarak tartışmaya başlıyor. İslamcılık da bu furyada göz ardı edilemeyen bir konumda bulunuyor ve her defasında ısrarla belirttiğimiz üzere meselenin ehil olmayanları tarafından tabir-i caizse har vurup harman savrulmaktan kurtulamıyor. Herkes kendi İslamcılık’ı üzerinden bir yer tayinine gidip kendisine müstahkem bir kale inşa etmekte ve sonrasında bu kaleden ya bol keseden verip veriştirmekte taraftarı olmakta yahut katıksız bir müdafaa ile toz kondurmama gayretiyle çabalamaktadır. Peki durum nedir? Bu kadar savurgan bir kavram dünyasında, bu kadar peşin hükme yaslı bir cemiyette ne yapılmalıdır? Kavramın her ele alanına göre bir tanımı olan bir dünyada, izlenecek bir metod olmadan söylenecek her söz, varolan karmaşıklığı gidermekten çok ona katkı sunmaya yarayacaktır ve bu nedenle buradan bir çözüm yahut anlama gayretinden ziyade karmaşıklık ve bir çatışma dünyası doğacaktır. Bu nedenle öncelikle bir durup nefeslenmeli, sonra da bol bol okuyup mümkün mertebe idrâk kanallarımızı olabildiğince dikkatlice açıp kavramımızın üzerine düşünmeliyiz.
Saygıdeğer hâzirûn, mesele İslamcılık olunca aklıma isimler üşüşse de yazımız bir kitap üzerinden başlangıcı gaye edindiği için bu isimlerden ziyade kavramın ne’liğine ilişkin bir çabaya şahit olacaksınız. Yazıya konu kitap İsmail Kara’nın İslamcıların Siyasi Görüşleri 1: Hilafet ve Meşrutiyet kitabı. Bir de yazının yardımcı kaynak kitabı var, o da yine saygıdeğer Kara’nın Yeni Şafak gazetesinin eski vakitlerde vermiş olduğu Türkiye’de İslamcılık el kitabıdır. Genel olarak bu iki kitap arasında bir mekik dokuma ile İslamcılık bahsine bir giriş yapma niyeti ve bunun için de bir yola düşmüşlüğümüz, gayret etmişliğimiz var. Biz de o vakit meşhur kitap başlangıçları için bir niyeti/duayı dile getirerek başlayalım: Gayret bizden tevfik Allah’tan!
Kafa karışıklıklarına bir derman olması açısında öncelikle efradını câmi, ağyarını mani/dâfi bir giriş elzem durmaktadır, yoksa daha hemen baştan işler sarpa sarmakta ve içinden çıkılmaz hâl almaktadır. Yeni Şafak’tan çıkan Türkiye’de İslamcılık eserinin hemen başında bir tanım bizi karşılamaktadır: "İslamcılık, 19-20. Yüzyılda, İslam’ı bir bütün olarak (inanç, ibadet, ahlak, felsefe, siyaset, hukuk, eğitim..) “yeniden” hayata hakim kılmak ve akıllı bir metodla Müslümanları, İslam dünyasını batı sömürüsünden, zalim ve müstebit yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden… kurtarmak; medenileştirmek, birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist, modernist ve eklektik yönleri baskın siyasi, fikri ve ilmi çalışmaların, arayışların, teklif ve çözümlerin bütününü ihtiva eden bir hareket olarak tarif edilebilir. (İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık)”. Görüleceği üzere “İslamcılık” tabiri modern zamanlara ait bir kavram olarak ve modernitede yaşayabilmenin çözüm yollarına yönelik olarak ortaya çıkmış bir kavramdır. İslamcılık ile Müslümanlık yahut İslam aynı kavramlar asla ve kat’a değildir. Bazı çevrelerin sürekli olarak, bu iki değeri birleştirmek yahut aynı anlamak ve algılamak ve bu nedenle de buradan kendilerine ekmek çıkarmak/tabiri caizse “çakmak” için ellerini ovuşturmaları da aslında böylece boşunadır. İslamcılık meselesinin ortaya çıktığı vasat tarümar olmuş bir vatan, ezilmiş bir topluluk ve buna karşı refleks gösterme gayretidir ve en nihayetinde İslamcılık da bir yorumdur. Kurtuluş amaç ve çabaları için bir çözümleme ve kurtuluş reçetesidir de diyebiliriz.
Kara’nın kitabından iktibasla devam etmek gerekirse; “Bu hareket (İslamcılık) Mısır’da Cemaleddin Efgani (Aslen İranlıdır, 1839-1897), sadık talebesi Muhammed Abduh (1845-1905), Hindistan’da Seyyid Ahmed Han (1817-1898), Seyyid Emir Ali (1849-1928), Türkiye’de Sırat-ı Mustakim-Sebilürreşad, Beyanu’l-Hak, İslam Mecmuası, Volkan gibi dergilerde kümelenen kişilerin öncülüğünde ortaya çıktı ve gelişti” (İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık).
Öncelikte bir kavramsal şemaya ihtiyaç olduğu, hele ki böyle ağızlara pelesenk olmuş bir meselede ne kadar elzem olduğu bir tanımlama ve sonra bir coğrafya irtibatlı konumlandırma ile ortaya çıkmıştır. Görüleceği üzere İslamcılık bugün sanki yeniden “hortlamışçasına” birden topraktan biten bir durum değildir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarında yaşanan toprak kayıpları ve buna bağlı olarak devlet sınırlarının sürekli küçülmesi, bu küçülme sırasında kaybedilenin sadece toprak unsuruyla sınırlı olmaması; insan unsuru başta olmak üzere ekonomik sorunların ortaya çıkması, bu nedenle tabir-i caizse rakibinden sürekli yumruk üstüne yumruk yeme durumu mevcuttur. Bu inkıraz halinden çıkış için çeşitli yollara başvurulmuştur. Bu noktada ortaya çıkan akımlardan birisi de, yazının da başat unsuru olan “İslamcılık”tır.
Bu noktada İslamcılar açısından batıya karşı bir mutlak konumlanma ve mutlak kötü olarak batıdan bahsetmek pek de mümkün gözükmemektedir. İslamcı eşhas açısından o dönem dünyasında ortaya çıkmış olan kavramların özü İslam’da mevcuttur ve bu kavramlar İslamidir. Sadece uygulayıcıları açısından Müslümanlar geç kalmış, kendileri fark edememiş ve bu nedenle batı bu kavramları keşfetmiştir. Müslümanlar, ödünç olarak vermiş oldukları bu kavramları şimdi sahibi olarak almaya hazırdır/yahut hazırlanma gayreti göstermektedir. İslamcıların demokrasi, meşrutiyet, istişare gibi kavramlara yönelik dayanakları Kur’an’ı Kerim’dir. Bu yönetim biçimleri aslında meşhur olarak “emruhum şura beynehum” ayetine dayandırılarak temellendirme yoluna gidilmek suretiyle bir meşruiyet dayanağı yaratma gayretinin varlığı söz konusudur.
Bu noktada batı, bir örnek olarak her hali ile alınmamalı, merhum Akif’in de dediği üzere alınız ilimini fennini garbın vecizeleşmiş sözü ile iktibas yoluna başvurulmalıdır. Bir seçicilik halinin, bir elekten geçirerek, süzerek yeni bir dünya oluşturmanın ve düşülen yerden kalkmanın derdinde olmadır İslamcılık. İslamcılık; bir saldırıdan ziyade savunma konumu ve noktasında durmaktadır. İslam’ı yaşamak veya anlatmaktan çok, onu batılıların açtığı yolda savunmakla uğraşan İslamcılar (İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık, sf. 20) kendilerine dayanak olarak gösterdikleri kavramların üzerinde hak iddiasında idiler.
İslamcılık meselesinin bu topraklarda tarihlendirilmesi yapılması gerekirse şöyle bir yol izlenmesi mümkündür: “İslamcılık, ittihad-ı İslam adı altında 1870 yılından itibaren Osmanlı Devleti’nin hakim siyasi düşüncesi olmakla beraber; bir fikir hareketi olarak ortaya çıkışı yaklaşık 40 sene sonra 2. Meşrutiyet sonrasında, Sırat-ı Müstakim’in 14 Ağustos 1908’de yayın dünyasına girişiyle başlatılmaktadır.” (İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık, sf. 26)
Bu konuda; İslamcılık denince hemen akla gelen isimlerden, Said Halim Paşa’nın da İslamcılık tanımını saygıdeğer okuyucuya sunmak elzemdir. Said Halim Paşa’ya göre İslamcılık/İslamlaşmak: “Binaenaleyh bizim için İslamlaşmak demek İslam’ın itikâdiyatını, ahlakiyâtını, içtimaiyâtını, siyasiyâtını daima zaman ve muhitin ihtiyacatına en muvafık bir suretle tefsir ederek bunlara gereği gibi tevfiki hareket etmekten ibarettir.”
Yukarıda az çok çevresi çizilme gayreti gösterildiği üzere İslamcılık paramparça olmuş zihinleri, toprakları, insan unsurunu yeniden bütüncül bir dünya görüşü çerçevesi çizmek suretiyle birleştirmek ve birlemek amacına yönelik bir hareket olduğu anlaşılmaktadır. Coğrafya olarak epey geniş bir alana yayılan Müslümanların akıbetleri, batının üstünlüğü sonrasında ezilmişlikleri, batının başını alıp gitmesi karşısında (teknolojik üstünlükler, ki özellikle askeri alanda sahada alınan yenilgiler bu meselenin başat unsurudur, bunun yanında buhar makinesi, resim, edebiyat, güzel sanatlar ilh.) kafasını iki elinin arkasına almış olarak düşünme çabasına girme çabaları İslamcıları yeni bir dünya görüşü teşekkülüne doğru tabir-i caizse itmiştir. Bir kendinelik hali yahut hareketlerini tayin noktasında emin ve kararlılıkla atılan bir adımlar manzumesi ve yürüme çabasından çok, düşmesinin farkına geç varmış olan insan telaşı ile düşünmekten ziyade harekete dayalı olarak yola çıkma derdinde olan insanların varlığının söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle İslamcılık uzun uzun düşünme ve sonrasında eyleme ile hesap verilebilir bir hareketler manzumesi olmaktan çok, yola çıkalım da kervanı düzeriz mantığı ile hareketine başlamıştır denilebilir.
Bu girizgâh sonrası kitabımıza doğru bir adım atmak istersek, öncelikle kitabımızın ana meselelerine bir göz atmak gerekmektedir. İslamcıların siyasi görüşleri için kitabın girizgâhında üç cilt olarak bir çalışma düşündüğünü ifade eden Kara, ilk cilt alt başlıkları olarak şu tasniflendirmeyi tercih etmiş; İslam, İslamcılık ve Siyasi Hayat; Meşrutiyet ve İstibdat başlıkları ile son başlık olarak Meşrutiyet İdaresinin İşleyişi ve Kurumları. Diğer iki cilde ilişkin ise başlıkları belli olmakla beraber yazma aşamalarının sürdüğü haberini ulaştırmış okurlarına. Heyecanla ve merakla bekliyoruz notunu düşerek geçelim çalışmanın kaynaklarına.
Yukarıda da belirttiğimiz üzere İslamcılık ve bu başlık üzerinden açılmış bir konu konuşulacaksa Türkiye topraklarında değinmeden geçemeyeceğiniz isimlerden birisi merhum Mehmet Akif ve mecmuası Sırat-ı Mustakim olacaktır. Bunun yanında, İslamcılık tartışmalarına dair kaynak okuması yapacaklar içinde bir Osmanlıca bilgisi gerekmektedir. Bu tartışmalar genelde mecmualar üzerinden şekillenmiştir. O gün şartların kendisini yakın gördüğü fikir dünyasına aidiyet hissi içinde mecmua yazarları; mecmua sayfalarında ya bir cevap verme yahut varolan mevcut duruma çözüm arayışı içindedir. Kitaptan iktibasla bir kaynakça ifade edilmek gerekirse; “2. Meşrutiyet’in etkili fikir akımlarından birinin temsilcileri olarak İslamcıların siyasi görüşleri çerçevesinde meşrutiyet kavramı ve meşrutiyet idaresini ele almaya çalışan bu araştırma, esas itibariyle İslamcılar tarafından yayınlanan Sırat-ı Mustakim, Sebilü’r-Reşad, Beyanü’l-Hak, Hikmet, İttihad-ı İslam, Volkan, Tearif-i Müslimin dergi ve gazeteleriyle tarikat çevrelerinin neşrettiği Tasavvuf ve Muhabbin mecmualarına ve çalışılan dönem için süreli yayınlar kadar önemli ve fazla sayıda olan siyasi-dini muhtevalı risalelere dayanıyor.”
Hemen bu satırların arkasından İslamcılara ilişkin kısmi bir eleştiri ve bunun yanında uğraştıkları meselelere ilişkin olarak bir haklarını teslim etme paragrafı olarak adlandırabileceğimiz bir kısım geliyor: “Siyaset ve idare konuları son iki asırdır Müslüman aydınların öncelikli ilgi alanlarını oluşturmakla beraber İslamcıların siyasi görüşlerinden bir siyaset felsefesi çıkmıyor, bir devlet anlayışı ve bütünlüğü olan bir idari organizasyon da belirginleşmiyor. Siyasi, sosyal, kültürel boyutları olan, geçmişi değerlendirip yorumlayan ve gelecekle ilgili üzerinde kafa yorulmuş beklentileri vurgulayan bir programlarından bahsetmek de mümkün değil. Buna mukabil netlik, vukuf, derinlik, tutarlılık ve bütünlük arayışlarını bir tarafa bıraktığımızda Türk siyasi kültürü açısından zengin ve temsil gücü yüksek bir malzemeyi ortaya koyan gayretlerle karşılaşıyoruz.”. İslamcılık düşüncesinin bir zihin inşası uğraşında olacak vaktinin olmadığı bu satırlarda da görülecektir. İttihat ve Terakki’den yanılmıyorsam Muhittin Birgen’in hatıratında “biz her şeyin 2. Meşrutiyetin ilanıyla yoluna gireceğini düşünüyorduk, halbuki asıl mesele ondan sonra başlıyor imiş” itirafına benzer bir hali, durumu ve hissiyatın bire bir halini İslamcılar içinde söylemek çok da yanlış duracak bir konumda olmasa gerek.
Bu girizgah sonrası birbirinden önemli meseleler ışığında kitabın büyülü satırları arasında seyahatimize başlıyoruz saygıdeğer okur. Öncelikle İslamcılık kavramına ilişkin çerçeve çizimi doğrultusunda Din, Meşruiyet ve Siyaset, İslamcılık Hareketi ve İlmiye Sınıfı, İslamcıların İttihat ve Terakki ile Münasebetleri, Modernleşme, Kamuoyu ve Matbuat başlıkları misafir kabul ediyor. Akif’in bir şiirinde geçen “seyl-i huruşan” ile başlıyor İsmail Kara. Tam olarak bu kavramın üzerinden bir hal okuması yanında mazi okuması ve buna mukabil bir ati tasavvurunun ne olması gerektiği konusunda kafa yoruyor. Durum tespitleri ve bir yola icbar edilişin öyküsü olarak İslamcılık aslında bu satırlarla çıkış noktası daha da iyi tetkik edilebilir bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Kara o ince işçiliği ve harika ama bir o kadar da ağır dili ile İslamcılık konusunda bazı olmazsa olmaz kavramlarını ince eleyip sık dokuyor, kolaya kaçmak yerine olabildiğince gayretle bir emekçi gibi satırlara adeta hayat veriyor.
Meşruiyet kaynağı olarak dinin, İslamcıların Kitab’a yönelik yaklaşımlarının ve ayet ve hadislerin İslamcı çerçeve içinde ele alınışın hikayesini dinlemeye başlıyoruz sonrasında. Konunun hemen başında Kara’nın girizgâhı şu şekilde: “Çağdaş İslam düşüncesinde değişme ve farklılaşmayı, hatta sapmaları görebilmenin en emin ve kestirme yollarından biri olarak nasların istmaline ve yorumlanışına bakılabilir.”. Kavramların içinin kimi zaman boşaltılması, bir irtifa kaybının yaşandığını ifade eden yazar, kavramlara yönelik bu gayretlerin temellendirilmesinin eksik olduğunu ve bu nedenle bu gayretlerin sığ ve yetersizliğine vurgu yapmaktadır. Bunun en önemli sebebi ise “Batı menşeli siyasi kavramların felsefi ve sosyal arkaplanları pek de hesaba katılmadan aktarılmasının getirdiği çakışma eksikliği; diğeri de İslam dünyasının, bu arada Osmanlı Devleti’nin aydın ve bürokratlarının bu fikir jimnastiklerini aktarma teşebbüslerini rahat ve soğukkanlılıkla yapacak bir ortamdan hem maddeten hem de zihnen mahrum olmaları ve acil tedbirlerin öne çıkarak birçok şeyi gölgelemesidir.”
İslamcılık ve bu hareket ile İlmiye sınıfının ilişkileri bir sonraki başlığımızı teşkil etmektedir. Osmanlı’nın son zamanlarında devleti kurtarma amacıyla yapılan ıslahatların varolan mevcut gerek kurumsal gerek toplumsal değerlere ket vurmasının söz konusu olduğu ifade edilmiştir. Bu ket vurma halinden etkilenen sınıflardan birisi de ilmiye sınıfı olmuştur. İlmiye sınıfı ve bu bağlamda şeyhülislamın konumu ne olduğu ve ne oldusuna ilişkin olarak, hem de bir değer olarak bu kavramlarının içinin boşaltılması konusunda aydınlatıcı satırlar karşısında olduğunu bilmesi insanın dikkatini daha da çok cezbediyor.
İslamcılar ve İttihat Terakki başlığı, daha başlık okunur okunmaz dikkati en çok çeken kısımlardan birisi gibi durmaktadır. Bugünlerde efkar-ı umumiyenin menfi İTC algısı, İslam ile yan yana gelmesini bırakalım, kıyısından köşesinden bir adının geçmesi ile duyulan rahatsızlık söz konusu iken böyle bir başlık dikkati epey derecede dikkat çekmektedir. Saygıdeğer İsmail Küçükkılınç ağabeyimizin defalarca dediği üzere İTC içinde bir İslamcı damarın olduğu artık inkar edilemez bir gerçektir. Bu damar aslında yukarıda da ifade ettiğimiz hususlara binaen, arayış içerisinden olan, imparatorluğun dağılışını öngören ve bir arada tutma gayreti ile canhıraş bir şekilde ileri atılan fakat artık geç kalındığının farkına varan fakat yine de çabalamaya devam eden, bütün çabalarının nihayetinde de bugün üzerinde yaşadığımız toprakları kurtarabilen, elde tutmayı başarabilen, bu topraklarda Türk adının kalmasını sağlayan damardır. Tabi İTC ile İslamcılık bire bir olarak aynı şeyler demek kastımız değildir, fakat İTC’nin etkilendiği ve beslendiği damarlar arasında İslamcılık görüşünün de mevcudiyeti kabul edilmelidir.
İTC’nin İslam’a bakışına ilişkin İsmail Kara’nın değerlendirmesi şöyledir: “İttihat ve Terakki, dine bir nüfuz, meşrulaştırma, katılımı sağlama, muhalefeti zayıflatma, mobilizasyon aracı olarak başvurmaya her zaman özel bir önem arz etmiştir.” (sf. 60). İslamcılar’ın İTC’ye bakışını yine hocanın cümlelerinden aktarırsak: “2. Meşrutiyet’in ilanı sonrasında İslamcılar tarafından yayınlanan mecmualara bakıldığı zaman, İttihat ve Terakki Cemiyeti ve müntesipleri konusunda diğer yayın organlarının fikir ve düşüncelerini paylaştıkları görülür; tabir yerindeyse “göklere çıkarma”ya onlar da katılırlar.” (sf. 63)
Daha sonrasında tekrar ilgi çekici bir başlık gelmektedir: Tarikatların İttihat ve Terakki ile Münasebetleri. Bu kısıma da son vermek kapsamında bir iktibas yapalım: “2.Meşrutiyet’in ilanından sonra gerek tarikat çevrelerinin yayınladıkları mecmualarda gerekse tarikata mensup kişilerin başka dergilerdeki yazılarında İttihat ve Terakki Cemiyeti ile meşrutiyetin övülmesi ve istibdat devrinin yerilmesine çokça rastlanır.”. Okudukça aslında ne çok hayrete düşecek şeyler var saygıdeğer okur ve aslında kabuller dünyasında olanlar ile tarihte yaşananlar arasında nice dünyalar, ne farklılıklar bizi misafir etmek için beklemekte. Onun için diyoruz ki; oku hayretin artsın, hayretin arttıkça daha da çok okuyasın!
Birinci bölümün son basamağının başlığı “Modernleşme ve Matbuat” olarak belirlenmiştir. Üç alt başlık halinde matbuatın kamuoyu oluşturma işlevi; vaazlar, komuoyu ve meşrutiyet; matbuat ve ittihad-ı İslam olarak meselenin derunune doğru seyir devam etmektedir. Okuyacağınız satırlarda sizi karşılayacak ilginç vakıalar, düşünce dünyasının zaman ve zemin irtibatı ile toplumsal farklılıklar ve bunun yansımaları, yorumları açısından değerlendirmeleri ile aslında ele alınan her meselenin öyle basit bir şekilde açıklığa kavuşmadığı, birden çok etken ve etkilenen temelinde şekillendiğini görecek, bundan sonrası için konuşurken iki düşün bir söyle düsturuna göre hareket tayininde bulunma ihtimaliniz artacaktır.
İkinci üst başlığımız meşrutiyet ve istibdat olarak şekillenmiştir. Meşrutiyet kavramının bu topraklara gelişi, temellendirilmesinin çabaları ve bu doğrultuda destek arayışlarına şahit olacağınız satırlar ile başlıyor yolculuğumuz. Bu noktada getirilen dayanakların savunma kapsamında kullanıldığı, kendini bir aklama çabası diyemesek de en azından dersimizi aldık ve evet biz de bu yolun yolcusu olma adayıyız demenin gayreti gibidir bölümün özeti. Bu ilişkinin istisnasını teşkil eden isim ise Said Halim Paşa’dır ve eseri “Meşrutiyet” adlı risalesidir. Kitapta bu konu vazıh bir şekilde ifade edilmiştir. Kitaptan iktibasla devam edersek: “Biraz daha ileri giderek Paşa’nın eserlerindeki temel meselenin kavranmadığı bile söylenebilir. İslamcıların, meşrutiyetle İslamiyet arasında güçlü bağlar kurma cehdi içinde bulundukları ve meseleleri ilkeler düzeyinde değil de daha çok uygulama çerçevesinde ele aldıkları bir ortamda Said Halim Paşa’nın, Osmanlılar’ın dini, siyasi ve sosyal şartlarının batı dünyasından farklılıklarını vurgulayan, ıslahat teşebbüslerini ve düşüncelerini temel uyuşmazlıklar açısından tenkit eden görüşleri muhatap bulamamıştır.”
Bu kısmı takip eden kısımlarda istibdat ve İslamcılar’ın görüşleri ile bir “müstebit” olarak 2. Abdülhamid ve icraatı kısımları mevcuttur.
Son üst başlık “Meşrutiyet İdaresinin İşleyişi ve Kurumları”dır. Halifelik, Meclis-i Mebusan, Kanun-i Esasi, İtaat ve Muhalefet ve Fırka altbaşlıkları ile misafirliğimiz son bulmaktadır.
Bu kısımda aslında modern zamanlara ait kavramlar, geleneksel kavramlar ve bunların tabir-i caizse İslamcılar’ın ara bulma çaba ve gayretlerine şahitlik edilecektir. Yazının üst kısmında da belirttiğimiz üzere İslamcılık modern zamanlara ait bir kavramdır, parçalanan bir dünyada, bütüncül bir dünya görüşünü modern zamanlara ait kavramlarla geleneksel kavramları birleyerek ulaşma gayreti gütme çabasıdır. Kanun-i Esasi fikrinin çıkışı taze bir kavramdır, çıktığı topraklar için hikayesi vardır ve fakat acaba bu topraklarda ki hikayesi nedir? Menbaında gördüğü işlevi mi görecektir yoksa başka yerlere doğru yönelme yahut sapmadan mı söz edilecektir? Aynı şekilde bir meclis fikri, temsil edilme fikri de bu noktada önem arz etmektedir. Halifelik kavramı; ortaya çıkışı, coğrafya ile irtibatı, aktif olarak kullanılma çaba ve gayretlerinin nerelere tekabül ettiği sorusu yine bu zeminde önemlidir. Fırka ve İtaat ve Muhalefet başlıkları da sana kalsın saygıdeğer okur!
Bir toplama ve hitama erdirme gayretine girersek: İslamcılık bugünkü anlaşıldığı şekliyle lineer, dümdüz bir çizgi değildir, kendi içinde tek ses barındırmaz ve hiçbir zaman da tek-düze bir şekilde tek sesin çıktığı bir fikir akımı olmamıştır. Daha çok muhalif olmaklıktan ziyade uyum sağlama gayretinde olan bir fikriyatın varlığından söz etmek mümkündür. İki devre İslamcılık’tan söz edilebilir: İlki kurtuluş çaba ve gayretleri ile yurdu ayaklar altına alınmış alınmak üzre olan bir devirde dört elle sarılmış bir İslamcılık fikriyâtı. Hareket odaklı ve düşünce açısından önemli isimlerin içinde yer aldığı ilk dönem ekolü bugün hala dikkatlice okunması, üzerinde düşünülmesi gereken, bir yanıyla ilk dönem İslam tarihinden esinlenen, diğer tarafta modern değer ve kavramları bir çerçeve belirleyecek iktibas için zemin arayan, arayış içerisindeki ekiptir. Bu ekip 1924 sonrası bir sessizliğe bürünmüştür. İkinci devre ise bu kadar çalışkan olmayan, coğrafya ve toprakla irtibatı daha zayıf olan, gelenek açısından daha mesafeli olan damardır. Tabi bu çerçevenin üstüne birden farklı anlayış örnek gösterilebilir. Bugünkü parçalanmışlıkları ve bunun üzerinden İslamcılık fikriyatı tartışmaları pek sağlıklı neticeler doğurmayabilir.
Sonuç olarak, üzerinde epeyce çalışılması ve durulması gereken konulardan birisi de İslamcılıktır. Fakat kavram üzerine çalışırken dar bir çerçeveyle artniyetli olarak İslamcılık üzerinden yahut bir Siyasal İslam edebiyatı üzerinden İslam’a doğru yönelmek en hafif ifadesiyle seviyesizliktir. İkincisi İslamcılık’ı iktidar ile özdeşleştirip burada ekmek çıkarmaya çalışmakta doğru değildir. Yapılacak en doğru hareket, sevabıyla günahıyla, yanlışıyla doğrusuyla kitaplar önünde diz kırıp oturmak ve okumak okumak yeniden okumaktır. Eleştiriler olmazsa olmazdır, ama bunların dişe dokunur olarak, mümkün mertebe yapmış olmak için yapmak davranışlarından uzak olarak olmasıdır.
Bu vesileyle anmış olduğumuz isimlerin ruhları için fatiha diyerek yazımıza nokta koyalım saygıdeğer okur! Okumak iptiladır, müptelalara selam olsun!
Muhammed Hüseyin Güneş
twitter.com/muhammeddgunes1
Saygıdeğer hâzirûn, mesele İslamcılık olunca aklıma isimler üşüşse de yazımız bir kitap üzerinden başlangıcı gaye edindiği için bu isimlerden ziyade kavramın ne’liğine ilişkin bir çabaya şahit olacaksınız. Yazıya konu kitap İsmail Kara’nın İslamcıların Siyasi Görüşleri 1: Hilafet ve Meşrutiyet kitabı. Bir de yazının yardımcı kaynak kitabı var, o da yine saygıdeğer Kara’nın Yeni Şafak gazetesinin eski vakitlerde vermiş olduğu Türkiye’de İslamcılık el kitabıdır. Genel olarak bu iki kitap arasında bir mekik dokuma ile İslamcılık bahsine bir giriş yapma niyeti ve bunun için de bir yola düşmüşlüğümüz, gayret etmişliğimiz var. Biz de o vakit meşhur kitap başlangıçları için bir niyeti/duayı dile getirerek başlayalım: Gayret bizden tevfik Allah’tan!
Kafa karışıklıklarına bir derman olması açısında öncelikle efradını câmi, ağyarını mani/dâfi bir giriş elzem durmaktadır, yoksa daha hemen baştan işler sarpa sarmakta ve içinden çıkılmaz hâl almaktadır. Yeni Şafak’tan çıkan Türkiye’de İslamcılık eserinin hemen başında bir tanım bizi karşılamaktadır: "İslamcılık, 19-20. Yüzyılda, İslam’ı bir bütün olarak (inanç, ibadet, ahlak, felsefe, siyaset, hukuk, eğitim..) “yeniden” hayata hakim kılmak ve akıllı bir metodla Müslümanları, İslam dünyasını batı sömürüsünden, zalim ve müstebit yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden… kurtarmak; medenileştirmek, birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist, modernist ve eklektik yönleri baskın siyasi, fikri ve ilmi çalışmaların, arayışların, teklif ve çözümlerin bütününü ihtiva eden bir hareket olarak tarif edilebilir. (İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık)”. Görüleceği üzere “İslamcılık” tabiri modern zamanlara ait bir kavram olarak ve modernitede yaşayabilmenin çözüm yollarına yönelik olarak ortaya çıkmış bir kavramdır. İslamcılık ile Müslümanlık yahut İslam aynı kavramlar asla ve kat’a değildir. Bazı çevrelerin sürekli olarak, bu iki değeri birleştirmek yahut aynı anlamak ve algılamak ve bu nedenle de buradan kendilerine ekmek çıkarmak/tabiri caizse “çakmak” için ellerini ovuşturmaları da aslında böylece boşunadır. İslamcılık meselesinin ortaya çıktığı vasat tarümar olmuş bir vatan, ezilmiş bir topluluk ve buna karşı refleks gösterme gayretidir ve en nihayetinde İslamcılık da bir yorumdur. Kurtuluş amaç ve çabaları için bir çözümleme ve kurtuluş reçetesidir de diyebiliriz.
Kara’nın kitabından iktibasla devam etmek gerekirse; “Bu hareket (İslamcılık) Mısır’da Cemaleddin Efgani (Aslen İranlıdır, 1839-1897), sadık talebesi Muhammed Abduh (1845-1905), Hindistan’da Seyyid Ahmed Han (1817-1898), Seyyid Emir Ali (1849-1928), Türkiye’de Sırat-ı Mustakim-Sebilürreşad, Beyanu’l-Hak, İslam Mecmuası, Volkan gibi dergilerde kümelenen kişilerin öncülüğünde ortaya çıktı ve gelişti” (İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık).
Öncelikte bir kavramsal şemaya ihtiyaç olduğu, hele ki böyle ağızlara pelesenk olmuş bir meselede ne kadar elzem olduğu bir tanımlama ve sonra bir coğrafya irtibatlı konumlandırma ile ortaya çıkmıştır. Görüleceği üzere İslamcılık bugün sanki yeniden “hortlamışçasına” birden topraktan biten bir durum değildir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarında yaşanan toprak kayıpları ve buna bağlı olarak devlet sınırlarının sürekli küçülmesi, bu küçülme sırasında kaybedilenin sadece toprak unsuruyla sınırlı olmaması; insan unsuru başta olmak üzere ekonomik sorunların ortaya çıkması, bu nedenle tabir-i caizse rakibinden sürekli yumruk üstüne yumruk yeme durumu mevcuttur. Bu inkıraz halinden çıkış için çeşitli yollara başvurulmuştur. Bu noktada ortaya çıkan akımlardan birisi de, yazının da başat unsuru olan “İslamcılık”tır.
Bu noktada İslamcılar açısından batıya karşı bir mutlak konumlanma ve mutlak kötü olarak batıdan bahsetmek pek de mümkün gözükmemektedir. İslamcı eşhas açısından o dönem dünyasında ortaya çıkmış olan kavramların özü İslam’da mevcuttur ve bu kavramlar İslamidir. Sadece uygulayıcıları açısından Müslümanlar geç kalmış, kendileri fark edememiş ve bu nedenle batı bu kavramları keşfetmiştir. Müslümanlar, ödünç olarak vermiş oldukları bu kavramları şimdi sahibi olarak almaya hazırdır/yahut hazırlanma gayreti göstermektedir. İslamcıların demokrasi, meşrutiyet, istişare gibi kavramlara yönelik dayanakları Kur’an’ı Kerim’dir. Bu yönetim biçimleri aslında meşhur olarak “emruhum şura beynehum” ayetine dayandırılarak temellendirme yoluna gidilmek suretiyle bir meşruiyet dayanağı yaratma gayretinin varlığı söz konusudur.
Bu noktada batı, bir örnek olarak her hali ile alınmamalı, merhum Akif’in de dediği üzere alınız ilimini fennini garbın vecizeleşmiş sözü ile iktibas yoluna başvurulmalıdır. Bir seçicilik halinin, bir elekten geçirerek, süzerek yeni bir dünya oluşturmanın ve düşülen yerden kalkmanın derdinde olmadır İslamcılık. İslamcılık; bir saldırıdan ziyade savunma konumu ve noktasında durmaktadır. İslam’ı yaşamak veya anlatmaktan çok, onu batılıların açtığı yolda savunmakla uğraşan İslamcılar (İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık, sf. 20) kendilerine dayanak olarak gösterdikleri kavramların üzerinde hak iddiasında idiler.
İslamcılık meselesinin bu topraklarda tarihlendirilmesi yapılması gerekirse şöyle bir yol izlenmesi mümkündür: “İslamcılık, ittihad-ı İslam adı altında 1870 yılından itibaren Osmanlı Devleti’nin hakim siyasi düşüncesi olmakla beraber; bir fikir hareketi olarak ortaya çıkışı yaklaşık 40 sene sonra 2. Meşrutiyet sonrasında, Sırat-ı Müstakim’in 14 Ağustos 1908’de yayın dünyasına girişiyle başlatılmaktadır.” (İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık, sf. 26)
Bu konuda; İslamcılık denince hemen akla gelen isimlerden, Said Halim Paşa’nın da İslamcılık tanımını saygıdeğer okuyucuya sunmak elzemdir. Said Halim Paşa’ya göre İslamcılık/İslamlaşmak: “Binaenaleyh bizim için İslamlaşmak demek İslam’ın itikâdiyatını, ahlakiyâtını, içtimaiyâtını, siyasiyâtını daima zaman ve muhitin ihtiyacatına en muvafık bir suretle tefsir ederek bunlara gereği gibi tevfiki hareket etmekten ibarettir.”
Yukarıda az çok çevresi çizilme gayreti gösterildiği üzere İslamcılık paramparça olmuş zihinleri, toprakları, insan unsurunu yeniden bütüncül bir dünya görüşü çerçevesi çizmek suretiyle birleştirmek ve birlemek amacına yönelik bir hareket olduğu anlaşılmaktadır. Coğrafya olarak epey geniş bir alana yayılan Müslümanların akıbetleri, batının üstünlüğü sonrasında ezilmişlikleri, batının başını alıp gitmesi karşısında (teknolojik üstünlükler, ki özellikle askeri alanda sahada alınan yenilgiler bu meselenin başat unsurudur, bunun yanında buhar makinesi, resim, edebiyat, güzel sanatlar ilh.) kafasını iki elinin arkasına almış olarak düşünme çabasına girme çabaları İslamcıları yeni bir dünya görüşü teşekkülüne doğru tabir-i caizse itmiştir. Bir kendinelik hali yahut hareketlerini tayin noktasında emin ve kararlılıkla atılan bir adımlar manzumesi ve yürüme çabasından çok, düşmesinin farkına geç varmış olan insan telaşı ile düşünmekten ziyade harekete dayalı olarak yola çıkma derdinde olan insanların varlığının söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle İslamcılık uzun uzun düşünme ve sonrasında eyleme ile hesap verilebilir bir hareketler manzumesi olmaktan çok, yola çıkalım da kervanı düzeriz mantığı ile hareketine başlamıştır denilebilir.
Bu girizgâh sonrası kitabımıza doğru bir adım atmak istersek, öncelikle kitabımızın ana meselelerine bir göz atmak gerekmektedir. İslamcıların siyasi görüşleri için kitabın girizgâhında üç cilt olarak bir çalışma düşündüğünü ifade eden Kara, ilk cilt alt başlıkları olarak şu tasniflendirmeyi tercih etmiş; İslam, İslamcılık ve Siyasi Hayat; Meşrutiyet ve İstibdat başlıkları ile son başlık olarak Meşrutiyet İdaresinin İşleyişi ve Kurumları. Diğer iki cilde ilişkin ise başlıkları belli olmakla beraber yazma aşamalarının sürdüğü haberini ulaştırmış okurlarına. Heyecanla ve merakla bekliyoruz notunu düşerek geçelim çalışmanın kaynaklarına.
Yukarıda da belirttiğimiz üzere İslamcılık ve bu başlık üzerinden açılmış bir konu konuşulacaksa Türkiye topraklarında değinmeden geçemeyeceğiniz isimlerden birisi merhum Mehmet Akif ve mecmuası Sırat-ı Mustakim olacaktır. Bunun yanında, İslamcılık tartışmalarına dair kaynak okuması yapacaklar içinde bir Osmanlıca bilgisi gerekmektedir. Bu tartışmalar genelde mecmualar üzerinden şekillenmiştir. O gün şartların kendisini yakın gördüğü fikir dünyasına aidiyet hissi içinde mecmua yazarları; mecmua sayfalarında ya bir cevap verme yahut varolan mevcut duruma çözüm arayışı içindedir. Kitaptan iktibasla bir kaynakça ifade edilmek gerekirse; “2. Meşrutiyet’in etkili fikir akımlarından birinin temsilcileri olarak İslamcıların siyasi görüşleri çerçevesinde meşrutiyet kavramı ve meşrutiyet idaresini ele almaya çalışan bu araştırma, esas itibariyle İslamcılar tarafından yayınlanan Sırat-ı Mustakim, Sebilü’r-Reşad, Beyanü’l-Hak, Hikmet, İttihad-ı İslam, Volkan, Tearif-i Müslimin dergi ve gazeteleriyle tarikat çevrelerinin neşrettiği Tasavvuf ve Muhabbin mecmualarına ve çalışılan dönem için süreli yayınlar kadar önemli ve fazla sayıda olan siyasi-dini muhtevalı risalelere dayanıyor.”
Hemen bu satırların arkasından İslamcılara ilişkin kısmi bir eleştiri ve bunun yanında uğraştıkları meselelere ilişkin olarak bir haklarını teslim etme paragrafı olarak adlandırabileceğimiz bir kısım geliyor: “Siyaset ve idare konuları son iki asırdır Müslüman aydınların öncelikli ilgi alanlarını oluşturmakla beraber İslamcıların siyasi görüşlerinden bir siyaset felsefesi çıkmıyor, bir devlet anlayışı ve bütünlüğü olan bir idari organizasyon da belirginleşmiyor. Siyasi, sosyal, kültürel boyutları olan, geçmişi değerlendirip yorumlayan ve gelecekle ilgili üzerinde kafa yorulmuş beklentileri vurgulayan bir programlarından bahsetmek de mümkün değil. Buna mukabil netlik, vukuf, derinlik, tutarlılık ve bütünlük arayışlarını bir tarafa bıraktığımızda Türk siyasi kültürü açısından zengin ve temsil gücü yüksek bir malzemeyi ortaya koyan gayretlerle karşılaşıyoruz.”. İslamcılık düşüncesinin bir zihin inşası uğraşında olacak vaktinin olmadığı bu satırlarda da görülecektir. İttihat ve Terakki’den yanılmıyorsam Muhittin Birgen’in hatıratında “biz her şeyin 2. Meşrutiyetin ilanıyla yoluna gireceğini düşünüyorduk, halbuki asıl mesele ondan sonra başlıyor imiş” itirafına benzer bir hali, durumu ve hissiyatın bire bir halini İslamcılar içinde söylemek çok da yanlış duracak bir konumda olmasa gerek.
Bu girizgah sonrası birbirinden önemli meseleler ışığında kitabın büyülü satırları arasında seyahatimize başlıyoruz saygıdeğer okur. Öncelikle İslamcılık kavramına ilişkin çerçeve çizimi doğrultusunda Din, Meşruiyet ve Siyaset, İslamcılık Hareketi ve İlmiye Sınıfı, İslamcıların İttihat ve Terakki ile Münasebetleri, Modernleşme, Kamuoyu ve Matbuat başlıkları misafir kabul ediyor. Akif’in bir şiirinde geçen “seyl-i huruşan” ile başlıyor İsmail Kara. Tam olarak bu kavramın üzerinden bir hal okuması yanında mazi okuması ve buna mukabil bir ati tasavvurunun ne olması gerektiği konusunda kafa yoruyor. Durum tespitleri ve bir yola icbar edilişin öyküsü olarak İslamcılık aslında bu satırlarla çıkış noktası daha da iyi tetkik edilebilir bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Kara o ince işçiliği ve harika ama bir o kadar da ağır dili ile İslamcılık konusunda bazı olmazsa olmaz kavramlarını ince eleyip sık dokuyor, kolaya kaçmak yerine olabildiğince gayretle bir emekçi gibi satırlara adeta hayat veriyor.
Meşruiyet kaynağı olarak dinin, İslamcıların Kitab’a yönelik yaklaşımlarının ve ayet ve hadislerin İslamcı çerçeve içinde ele alınışın hikayesini dinlemeye başlıyoruz sonrasında. Konunun hemen başında Kara’nın girizgâhı şu şekilde: “Çağdaş İslam düşüncesinde değişme ve farklılaşmayı, hatta sapmaları görebilmenin en emin ve kestirme yollarından biri olarak nasların istmaline ve yorumlanışına bakılabilir.”. Kavramların içinin kimi zaman boşaltılması, bir irtifa kaybının yaşandığını ifade eden yazar, kavramlara yönelik bu gayretlerin temellendirilmesinin eksik olduğunu ve bu nedenle bu gayretlerin sığ ve yetersizliğine vurgu yapmaktadır. Bunun en önemli sebebi ise “Batı menşeli siyasi kavramların felsefi ve sosyal arkaplanları pek de hesaba katılmadan aktarılmasının getirdiği çakışma eksikliği; diğeri de İslam dünyasının, bu arada Osmanlı Devleti’nin aydın ve bürokratlarının bu fikir jimnastiklerini aktarma teşebbüslerini rahat ve soğukkanlılıkla yapacak bir ortamdan hem maddeten hem de zihnen mahrum olmaları ve acil tedbirlerin öne çıkarak birçok şeyi gölgelemesidir.”
İslamcılık ve bu hareket ile İlmiye sınıfının ilişkileri bir sonraki başlığımızı teşkil etmektedir. Osmanlı’nın son zamanlarında devleti kurtarma amacıyla yapılan ıslahatların varolan mevcut gerek kurumsal gerek toplumsal değerlere ket vurmasının söz konusu olduğu ifade edilmiştir. Bu ket vurma halinden etkilenen sınıflardan birisi de ilmiye sınıfı olmuştur. İlmiye sınıfı ve bu bağlamda şeyhülislamın konumu ne olduğu ve ne oldusuna ilişkin olarak, hem de bir değer olarak bu kavramlarının içinin boşaltılması konusunda aydınlatıcı satırlar karşısında olduğunu bilmesi insanın dikkatini daha da çok cezbediyor.
İslamcılar ve İttihat Terakki başlığı, daha başlık okunur okunmaz dikkati en çok çeken kısımlardan birisi gibi durmaktadır. Bugünlerde efkar-ı umumiyenin menfi İTC algısı, İslam ile yan yana gelmesini bırakalım, kıyısından köşesinden bir adının geçmesi ile duyulan rahatsızlık söz konusu iken böyle bir başlık dikkati epey derecede dikkat çekmektedir. Saygıdeğer İsmail Küçükkılınç ağabeyimizin defalarca dediği üzere İTC içinde bir İslamcı damarın olduğu artık inkar edilemez bir gerçektir. Bu damar aslında yukarıda da ifade ettiğimiz hususlara binaen, arayış içerisinden olan, imparatorluğun dağılışını öngören ve bir arada tutma gayreti ile canhıraş bir şekilde ileri atılan fakat artık geç kalındığının farkına varan fakat yine de çabalamaya devam eden, bütün çabalarının nihayetinde de bugün üzerinde yaşadığımız toprakları kurtarabilen, elde tutmayı başarabilen, bu topraklarda Türk adının kalmasını sağlayan damardır. Tabi İTC ile İslamcılık bire bir olarak aynı şeyler demek kastımız değildir, fakat İTC’nin etkilendiği ve beslendiği damarlar arasında İslamcılık görüşünün de mevcudiyeti kabul edilmelidir.
İTC’nin İslam’a bakışına ilişkin İsmail Kara’nın değerlendirmesi şöyledir: “İttihat ve Terakki, dine bir nüfuz, meşrulaştırma, katılımı sağlama, muhalefeti zayıflatma, mobilizasyon aracı olarak başvurmaya her zaman özel bir önem arz etmiştir.” (sf. 60). İslamcılar’ın İTC’ye bakışını yine hocanın cümlelerinden aktarırsak: “2. Meşrutiyet’in ilanı sonrasında İslamcılar tarafından yayınlanan mecmualara bakıldığı zaman, İttihat ve Terakki Cemiyeti ve müntesipleri konusunda diğer yayın organlarının fikir ve düşüncelerini paylaştıkları görülür; tabir yerindeyse “göklere çıkarma”ya onlar da katılırlar.” (sf. 63)
Daha sonrasında tekrar ilgi çekici bir başlık gelmektedir: Tarikatların İttihat ve Terakki ile Münasebetleri. Bu kısıma da son vermek kapsamında bir iktibas yapalım: “2.Meşrutiyet’in ilanından sonra gerek tarikat çevrelerinin yayınladıkları mecmualarda gerekse tarikata mensup kişilerin başka dergilerdeki yazılarında İttihat ve Terakki Cemiyeti ile meşrutiyetin övülmesi ve istibdat devrinin yerilmesine çokça rastlanır.”. Okudukça aslında ne çok hayrete düşecek şeyler var saygıdeğer okur ve aslında kabuller dünyasında olanlar ile tarihte yaşananlar arasında nice dünyalar, ne farklılıklar bizi misafir etmek için beklemekte. Onun için diyoruz ki; oku hayretin artsın, hayretin arttıkça daha da çok okuyasın!
Birinci bölümün son basamağının başlığı “Modernleşme ve Matbuat” olarak belirlenmiştir. Üç alt başlık halinde matbuatın kamuoyu oluşturma işlevi; vaazlar, komuoyu ve meşrutiyet; matbuat ve ittihad-ı İslam olarak meselenin derunune doğru seyir devam etmektedir. Okuyacağınız satırlarda sizi karşılayacak ilginç vakıalar, düşünce dünyasının zaman ve zemin irtibatı ile toplumsal farklılıklar ve bunun yansımaları, yorumları açısından değerlendirmeleri ile aslında ele alınan her meselenin öyle basit bir şekilde açıklığa kavuşmadığı, birden çok etken ve etkilenen temelinde şekillendiğini görecek, bundan sonrası için konuşurken iki düşün bir söyle düsturuna göre hareket tayininde bulunma ihtimaliniz artacaktır.
İkinci üst başlığımız meşrutiyet ve istibdat olarak şekillenmiştir. Meşrutiyet kavramının bu topraklara gelişi, temellendirilmesinin çabaları ve bu doğrultuda destek arayışlarına şahit olacağınız satırlar ile başlıyor yolculuğumuz. Bu noktada getirilen dayanakların savunma kapsamında kullanıldığı, kendini bir aklama çabası diyemesek de en azından dersimizi aldık ve evet biz de bu yolun yolcusu olma adayıyız demenin gayreti gibidir bölümün özeti. Bu ilişkinin istisnasını teşkil eden isim ise Said Halim Paşa’dır ve eseri “Meşrutiyet” adlı risalesidir. Kitapta bu konu vazıh bir şekilde ifade edilmiştir. Kitaptan iktibasla devam edersek: “Biraz daha ileri giderek Paşa’nın eserlerindeki temel meselenin kavranmadığı bile söylenebilir. İslamcıların, meşrutiyetle İslamiyet arasında güçlü bağlar kurma cehdi içinde bulundukları ve meseleleri ilkeler düzeyinde değil de daha çok uygulama çerçevesinde ele aldıkları bir ortamda Said Halim Paşa’nın, Osmanlılar’ın dini, siyasi ve sosyal şartlarının batı dünyasından farklılıklarını vurgulayan, ıslahat teşebbüslerini ve düşüncelerini temel uyuşmazlıklar açısından tenkit eden görüşleri muhatap bulamamıştır.”
Bu kısmı takip eden kısımlarda istibdat ve İslamcılar’ın görüşleri ile bir “müstebit” olarak 2. Abdülhamid ve icraatı kısımları mevcuttur.
Son üst başlık “Meşrutiyet İdaresinin İşleyişi ve Kurumları”dır. Halifelik, Meclis-i Mebusan, Kanun-i Esasi, İtaat ve Muhalefet ve Fırka altbaşlıkları ile misafirliğimiz son bulmaktadır.
Bu kısımda aslında modern zamanlara ait kavramlar, geleneksel kavramlar ve bunların tabir-i caizse İslamcılar’ın ara bulma çaba ve gayretlerine şahitlik edilecektir. Yazının üst kısmında da belirttiğimiz üzere İslamcılık modern zamanlara ait bir kavramdır, parçalanan bir dünyada, bütüncül bir dünya görüşünü modern zamanlara ait kavramlarla geleneksel kavramları birleyerek ulaşma gayreti gütme çabasıdır. Kanun-i Esasi fikrinin çıkışı taze bir kavramdır, çıktığı topraklar için hikayesi vardır ve fakat acaba bu topraklarda ki hikayesi nedir? Menbaında gördüğü işlevi mi görecektir yoksa başka yerlere doğru yönelme yahut sapmadan mı söz edilecektir? Aynı şekilde bir meclis fikri, temsil edilme fikri de bu noktada önem arz etmektedir. Halifelik kavramı; ortaya çıkışı, coğrafya ile irtibatı, aktif olarak kullanılma çaba ve gayretlerinin nerelere tekabül ettiği sorusu yine bu zeminde önemlidir. Fırka ve İtaat ve Muhalefet başlıkları da sana kalsın saygıdeğer okur!
Bir toplama ve hitama erdirme gayretine girersek: İslamcılık bugünkü anlaşıldığı şekliyle lineer, dümdüz bir çizgi değildir, kendi içinde tek ses barındırmaz ve hiçbir zaman da tek-düze bir şekilde tek sesin çıktığı bir fikir akımı olmamıştır. Daha çok muhalif olmaklıktan ziyade uyum sağlama gayretinde olan bir fikriyatın varlığından söz etmek mümkündür. İki devre İslamcılık’tan söz edilebilir: İlki kurtuluş çaba ve gayretleri ile yurdu ayaklar altına alınmış alınmak üzre olan bir devirde dört elle sarılmış bir İslamcılık fikriyâtı. Hareket odaklı ve düşünce açısından önemli isimlerin içinde yer aldığı ilk dönem ekolü bugün hala dikkatlice okunması, üzerinde düşünülmesi gereken, bir yanıyla ilk dönem İslam tarihinden esinlenen, diğer tarafta modern değer ve kavramları bir çerçeve belirleyecek iktibas için zemin arayan, arayış içerisindeki ekiptir. Bu ekip 1924 sonrası bir sessizliğe bürünmüştür. İkinci devre ise bu kadar çalışkan olmayan, coğrafya ve toprakla irtibatı daha zayıf olan, gelenek açısından daha mesafeli olan damardır. Tabi bu çerçevenin üstüne birden farklı anlayış örnek gösterilebilir. Bugünkü parçalanmışlıkları ve bunun üzerinden İslamcılık fikriyatı tartışmaları pek sağlıklı neticeler doğurmayabilir.
Sonuç olarak, üzerinde epeyce çalışılması ve durulması gereken konulardan birisi de İslamcılıktır. Fakat kavram üzerine çalışırken dar bir çerçeveyle artniyetli olarak İslamcılık üzerinden yahut bir Siyasal İslam edebiyatı üzerinden İslam’a doğru yönelmek en hafif ifadesiyle seviyesizliktir. İkincisi İslamcılık’ı iktidar ile özdeşleştirip burada ekmek çıkarmaya çalışmakta doğru değildir. Yapılacak en doğru hareket, sevabıyla günahıyla, yanlışıyla doğrusuyla kitaplar önünde diz kırıp oturmak ve okumak okumak yeniden okumaktır. Eleştiriler olmazsa olmazdır, ama bunların dişe dokunur olarak, mümkün mertebe yapmış olmak için yapmak davranışlarından uzak olarak olmasıdır.
Bu vesileyle anmış olduğumuz isimlerin ruhları için fatiha diyerek yazımıza nokta koyalım saygıdeğer okur! Okumak iptiladır, müptelalara selam olsun!
Muhammed Hüseyin Güneş
twitter.com/muhammeddgunes1
Avrupa'nın son cüzzam hastanesinden fışkıran acılar
Cüzzam, Hansen basili adı verilen bir organizmanın yol açtığı, insanın sinir sistemini, derisini ve birçok organını etkileyen bulaşıcı bir hastalıktır. Fakat yapılan çalışmalara baktığımızda bulaşma ihtimalinin yok denecek kadar az olduğunu görüyoruz. Yine de halk arasında en az veba kadar bulaşıcı bir hastalık olarak görülmektedir. İnsandan insana bulaştığı temelde bir varsayımdır çünkü nasıl bulaştığı henüz kanıtlanamamıştır.
Hansen’in Evlatları, tam olarak cüzzamlı bireylerin hayatlarının bir kısmını konu ediniyor. Karadağlı yazar Ognjen Spahic tarafından 2004’te yazılan ve 176 sayfadan oluşan kitap, dilimize Dedalus Kitap etiketiyle geçtiğimiz mart ayında çevrildi. 2005’te Mehmet Selimovic Ödülü'nü aldı ve Fransızca, İtalyanca, Slovence, Rumence, Macarca, Makedonca dillerinde yayımlandı. İlginç bir konu seçmesiyle de kanaatimce bu ilgiyi hak ediyor.
Arka kapağında yazdığı gibi Avrupa’nın son cüzzam hastanesinde geçen gerçek bir hikâye Hansen’in Evlatları. Anlatıcı isimsiz. En yakın arkadaşı ve aynı odayı paylaştığı Amerikalı Robert Duncan ve cüzzam hastanesinin en yaşlısı Zoltan’ın kitapta etkin olduğunu görüyoruz. Bu üç karakterin temeli oluşturduğu kitap bazı yan karakterler de barındırıyor. Cüzzamı anlatıcının gözünden aktaran yazar, cüzzam hastanesine nasıl geldiğini, orada ne gibi zorluklar yaşadığını, ‘diğer’ sağlıklı insanlarla olan ilişkilerini ya da iletişim kuramamasını, en yakın arkadaşının hikâyesini, hastaneden kaçış planlarını satırlara döküyor.
Kitabın başında BBC’nin Doğu ve Orta Avrupa muhabiri Nick Thorpe’un bir giriş yazısı karşılıyor bizi. Thorpe burada cüzzam hakkında ve kitap hakkında bilgi veriyor, yazarın anlatım becerisine değiniyor ve kitabın gerçekten ayrılan yönlerine değiniyor. Belirtmek gerekir ki hikâye gerçek fakat Spahic cüzzam hastanesinin çevresine, orada bulunmayan bazı yapılar eklemiş. Ama bunun gerçekliği azalttığını veya saptırdığını söylememiz mümkün değil.
Hansen’in Evlatları mantığın bitip hissedilenin başladığı yeri gösteren bir kitap. Yazar, okura o duyguyu genellikle yansıtmış. Zaten az sayıda karakteri olan bir kitap. Bu da yazarın karakterleri iyi işlemesini sağlamış, özellikle oda arkadaşı Robert’ı. Anlatıcı da kendisi olduğu için, hastaneye geliş zamanından hastaneden ayrılış zamanındaki duyguları realist bir şekilde kâğıda dökmüş. Geliş zamanındaki ne yaşayacağının tahmini şöyle aksetmiş anlatıcıda: “Aslında tedavi amacıyla değil, bu dünyanın dışında bir yerlere, bambaşka bir yolculuğa hazırlanmak üzere buraya getirildiğimi fark ediyordum. Ve bunun tıbbi bir tedaviden çok, daha uygun bir ifade ile tecritteki hastalık olarak adlandırıldığını kavradım.”
Yazar hastaneye geliş pasajı üstünden cüzzamlıların ölüme terk edildiğini de söylemiş oluyor. Kitabın genelinde de dışarıdaki sağlıklı insanların bırakın teması, cüzzamlı hastaları uzaktan gördüklerinde bile gösterdikleri tavırlar ve yazarın bunları işleyişi bize hastanenin ve cüzzamlılara bakışın genel havasını veriyor.
Kitabın iki numaralı karakteri Robert ayrı bir değerlendirmeyi hak ediyor. İlginç bir geçmişi olan Robert, Rus istihbarat şebekesini ortaya çıkarmak için çalışırken Berlin’de yakalanıyor ve türlü işkencelerden geçiyor. Anlatıcının Robert’ı konuşturabildiği yerlerde Robert’ın geçmişiyle ilgili bilgileri de edinebiliyoruz. Bu karakter üzerinden Rus-Alman savaşı da kendine kısa da olsa yer buluyor. Yeri gelmişken bir eleştirimi söyleyeyim: Kitabın arka kapağında yazan Çavuşesku iktidarının devrilişi ise kitabın arka planını oluşturuyor kısmına katılmıyorum. Evet, Çavuşesku döneminden çok da somut olmayan bir iki örnek ve Çavuşesku devrildikten sonra yaşananlarla ilgili kısa pasajlar var fakat hikâye neredeyse tamamen cüzzamlı hastalara ve cüzzam hastanesindeki duruma ayrılmış. Yazar siyasi ve sosyal arka planı romana iyi yansıtamamış. Devrim birkaç anlatıyla geçiştirilmiş. Ana olay olarak almamız mümkün değil.
Kitabın duygu olarak en iyi kısmı, iki arkadaşın hastaneden kurtulduktan sonra, anlatıcının hislerini açıkladığı bölüm olmuş. Bundan önceki bölümler olayla birlikte duygunun öne çıkarıldığı bölümlerdi fakat bu kadar saf bir his açıklaması çok yoktu. Daha çok realist bir bakış açısı hâkimdi önceki sayfalarda fakat romanın sonlarında kurtuluşu anlatan, yine de hastaneyle bütünleşmiş olmanın verdiği his şöyle yansıyor satırlara: “Çoktan o aptal mazinin büyüsüne kapılmıştım. Bu bir tür komplo olmalı diye düşündüm. Son Çin imparatoru, doğduğundan beri ayaklarında olan prangalardan kurtulduğunda, hanedanın söylediklerine göre, ara ara onları tekrar takmak istiyormuş çünkü artık onlar dünya görüşünün ve bedeninin doğal bir parçası hâline gelmiş. Efsaneye göre, kral unutulmuş şehrin ferah sokaklarında gezinir ve ağır zincirinin sesiyle, sanki siyah bülbüllerin şarkılarını dinliyormuşçasına eğlenirmiş. Aynı şeyleri hissettim. Sonunda ayrılıyor olmanın verdiği mutluluğa rağmen, Robert’ı almak için yukarı çıktığımda, ellerimi yavaşça bu lanetlenmiş duvarlara kondurdum. Hatta daha ötesinde, gözlerim yaşlarla doldu ve midemde kelebekler uçuşmaya başladı; bu kelebekleri oldukça iyi tanıyordum.”
Spahic, Hansen’in Evlatları'nda sağlam bir kurgu ortaya koymuş. Karamsarlığı, terk edilmişlik duygusunu, kötülüğü, cinayet ve ölüm karşısında takınılan tavırları, iktidar olma ya da hükmetme arzusunun götürdüklerini kitabın hemen her sayfasında hissediyoruz; fakat arkadaşlığı da hissediyoruz: Tıpkı Fareler ve İnsanlar'daki George ve Lennie gibi.
Sade bir üslûp, açık bir dil, yormayan bir anlatım ve ara ara anlatımı aksatsa da fena olmayan bir çeviriyle Hansen’in Evlatları dünya edebiyatında önemli bir yeri hak ediyor. Geç olsa da son zamanlarda çağdaş yazarların eserleri daha çok çevrilmeye başlandı dilimize. İnsanın yüreğine yerleşen acıların anlatıldığı Hansen’in Evlatları da o eserlerden biri.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Hansen’in Evlatları, tam olarak cüzzamlı bireylerin hayatlarının bir kısmını konu ediniyor. Karadağlı yazar Ognjen Spahic tarafından 2004’te yazılan ve 176 sayfadan oluşan kitap, dilimize Dedalus Kitap etiketiyle geçtiğimiz mart ayında çevrildi. 2005’te Mehmet Selimovic Ödülü'nü aldı ve Fransızca, İtalyanca, Slovence, Rumence, Macarca, Makedonca dillerinde yayımlandı. İlginç bir konu seçmesiyle de kanaatimce bu ilgiyi hak ediyor.
Arka kapağında yazdığı gibi Avrupa’nın son cüzzam hastanesinde geçen gerçek bir hikâye Hansen’in Evlatları. Anlatıcı isimsiz. En yakın arkadaşı ve aynı odayı paylaştığı Amerikalı Robert Duncan ve cüzzam hastanesinin en yaşlısı Zoltan’ın kitapta etkin olduğunu görüyoruz. Bu üç karakterin temeli oluşturduğu kitap bazı yan karakterler de barındırıyor. Cüzzamı anlatıcının gözünden aktaran yazar, cüzzam hastanesine nasıl geldiğini, orada ne gibi zorluklar yaşadığını, ‘diğer’ sağlıklı insanlarla olan ilişkilerini ya da iletişim kuramamasını, en yakın arkadaşının hikâyesini, hastaneden kaçış planlarını satırlara döküyor.
Kitabın başında BBC’nin Doğu ve Orta Avrupa muhabiri Nick Thorpe’un bir giriş yazısı karşılıyor bizi. Thorpe burada cüzzam hakkında ve kitap hakkında bilgi veriyor, yazarın anlatım becerisine değiniyor ve kitabın gerçekten ayrılan yönlerine değiniyor. Belirtmek gerekir ki hikâye gerçek fakat Spahic cüzzam hastanesinin çevresine, orada bulunmayan bazı yapılar eklemiş. Ama bunun gerçekliği azalttığını veya saptırdığını söylememiz mümkün değil.
Hansen’in Evlatları mantığın bitip hissedilenin başladığı yeri gösteren bir kitap. Yazar, okura o duyguyu genellikle yansıtmış. Zaten az sayıda karakteri olan bir kitap. Bu da yazarın karakterleri iyi işlemesini sağlamış, özellikle oda arkadaşı Robert’ı. Anlatıcı da kendisi olduğu için, hastaneye geliş zamanından hastaneden ayrılış zamanındaki duyguları realist bir şekilde kâğıda dökmüş. Geliş zamanındaki ne yaşayacağının tahmini şöyle aksetmiş anlatıcıda: “Aslında tedavi amacıyla değil, bu dünyanın dışında bir yerlere, bambaşka bir yolculuğa hazırlanmak üzere buraya getirildiğimi fark ediyordum. Ve bunun tıbbi bir tedaviden çok, daha uygun bir ifade ile tecritteki hastalık olarak adlandırıldığını kavradım.”
Yazar hastaneye geliş pasajı üstünden cüzzamlıların ölüme terk edildiğini de söylemiş oluyor. Kitabın genelinde de dışarıdaki sağlıklı insanların bırakın teması, cüzzamlı hastaları uzaktan gördüklerinde bile gösterdikleri tavırlar ve yazarın bunları işleyişi bize hastanenin ve cüzzamlılara bakışın genel havasını veriyor.
Kitabın iki numaralı karakteri Robert ayrı bir değerlendirmeyi hak ediyor. İlginç bir geçmişi olan Robert, Rus istihbarat şebekesini ortaya çıkarmak için çalışırken Berlin’de yakalanıyor ve türlü işkencelerden geçiyor. Anlatıcının Robert’ı konuşturabildiği yerlerde Robert’ın geçmişiyle ilgili bilgileri de edinebiliyoruz. Bu karakter üzerinden Rus-Alman savaşı da kendine kısa da olsa yer buluyor. Yeri gelmişken bir eleştirimi söyleyeyim: Kitabın arka kapağında yazan Çavuşesku iktidarının devrilişi ise kitabın arka planını oluşturuyor kısmına katılmıyorum. Evet, Çavuşesku döneminden çok da somut olmayan bir iki örnek ve Çavuşesku devrildikten sonra yaşananlarla ilgili kısa pasajlar var fakat hikâye neredeyse tamamen cüzzamlı hastalara ve cüzzam hastanesindeki duruma ayrılmış. Yazar siyasi ve sosyal arka planı romana iyi yansıtamamış. Devrim birkaç anlatıyla geçiştirilmiş. Ana olay olarak almamız mümkün değil.
Kitabın duygu olarak en iyi kısmı, iki arkadaşın hastaneden kurtulduktan sonra, anlatıcının hislerini açıkladığı bölüm olmuş. Bundan önceki bölümler olayla birlikte duygunun öne çıkarıldığı bölümlerdi fakat bu kadar saf bir his açıklaması çok yoktu. Daha çok realist bir bakış açısı hâkimdi önceki sayfalarda fakat romanın sonlarında kurtuluşu anlatan, yine de hastaneyle bütünleşmiş olmanın verdiği his şöyle yansıyor satırlara: “Çoktan o aptal mazinin büyüsüne kapılmıştım. Bu bir tür komplo olmalı diye düşündüm. Son Çin imparatoru, doğduğundan beri ayaklarında olan prangalardan kurtulduğunda, hanedanın söylediklerine göre, ara ara onları tekrar takmak istiyormuş çünkü artık onlar dünya görüşünün ve bedeninin doğal bir parçası hâline gelmiş. Efsaneye göre, kral unutulmuş şehrin ferah sokaklarında gezinir ve ağır zincirinin sesiyle, sanki siyah bülbüllerin şarkılarını dinliyormuşçasına eğlenirmiş. Aynı şeyleri hissettim. Sonunda ayrılıyor olmanın verdiği mutluluğa rağmen, Robert’ı almak için yukarı çıktığımda, ellerimi yavaşça bu lanetlenmiş duvarlara kondurdum. Hatta daha ötesinde, gözlerim yaşlarla doldu ve midemde kelebekler uçuşmaya başladı; bu kelebekleri oldukça iyi tanıyordum.”
Spahic, Hansen’in Evlatları'nda sağlam bir kurgu ortaya koymuş. Karamsarlığı, terk edilmişlik duygusunu, kötülüğü, cinayet ve ölüm karşısında takınılan tavırları, iktidar olma ya da hükmetme arzusunun götürdüklerini kitabın hemen her sayfasında hissediyoruz; fakat arkadaşlığı da hissediyoruz: Tıpkı Fareler ve İnsanlar'daki George ve Lennie gibi.
Sade bir üslûp, açık bir dil, yormayan bir anlatım ve ara ara anlatımı aksatsa da fena olmayan bir çeviriyle Hansen’in Evlatları dünya edebiyatında önemli bir yeri hak ediyor. Geç olsa da son zamanlarda çağdaş yazarların eserleri daha çok çevrilmeye başlandı dilimize. İnsanın yüreğine yerleşen acıların anlatıldığı Hansen’in Evlatları da o eserlerden biri.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
26 Şubat 2019 Salı
Ağaçların neler fısıldadığını duymak
“Ağaçlar hep en etkileyici vaizler olmuştur benim için.”
Böyle başlıyor Hermann Hesse’nin son kitabı Ağaçlar. Varoluş yolculuğunda kendisine en büyük cümleleri ağaçların fısıldadığını söyleyen yazarın günlük niteliğinde okunabilecek bu kitabındaki satırlar, ağaçların kaynaklık ettiği bir ilham ormanı gibi âdeta…
Yazar Hesse’nin çeşit çeşit ağaçlarla yaptığı içsel konuşmaları kutsalı arayışın da bir sonucu. Bu sonuçta elbette kevni düzende görmek isteyenin muhakkak göreceği Tanrısal güç ve uyum da var. Ağaçlarla uğraşmanın kutsallığına güvendiğini dile getiren yazar, Tanrı’yı içinde hissettiğini ve bu hisse sonsuz güven duyduğunu ifade eder. Farklı türden ağaçların sahip olduğu özellikler sıralandığında bile Tanrı’yı hatırlamak mümkünken Hesse için daha fazla bir inanış söz konusudur. Poetik yaklaşımla desteklediği bakışını o kadar güçlü tutar ki kitabın arasına yerleştirdiği şiirlerle ağaçlarla olan yolculuğunu ve Tanrı’ya olan inancını süslemek ister.
Kitabı anlamlı kılan sadece yazarın ağaçlarla konuşması veya onlara şiirler adaması değil; evrendeki işleyişi ve hikmeti görme çabasıdır. Hareket, dinginlik, uyum, mücadelecilik, köksüz, güç, tutku, yeniden doğuş gibi başlıklarla ifade ettiği düşünceleri sadık bir mürid olduğunu ve hikmet arayışında kararlı olduğunu gösteriyor. Ağaçlardan aldığı derslerin yaşamda karşılığını bulduğunu ifade eden bu mürid, insanlardan uzakta ağaçlarla kurduğu yaşamının öğreticiliğine çok inanmaktadır. Ağaçları birer vaize olarak kabul eden Hesse ağaçlara bakmayı ve onları görmeyi, sadece onlar hakkında konuşmak değil onlar gibi olmak şeklinde bir üst mertebeye taşır. Artık insanlara olan yaklaşımını ağaçlardan edindiği birikimle sağlayan yazar, “böyle öğrendiğim ben insanları ağaçlar ya da kayalar gibi görmeyi, onlar hakkında düşünmeyi, onları o sessiz çamlardan ne daha az saygıdeğer bulmayı ne de daha çok sevmeyi” diyecektir.
Doğayla iç içe olmanın en az iki kazanımı vardır. Biri, doğayı okuyabilmek diğeri de doğayla birlikte insanı okuyabilmek. Hesse bu ikisi için bir mertebe kaydetme çabasındadır. “Her gün yanımızdan geçip gidiyor dünya bereketi” derken sahip olduğu farkındalığı “ben görmemiş olsam da mucize gerçekleşmiştir” mütevazılığı ile besleyen; ağaçlardan öğrenmenin ömür boyu devam edeceğini bilen bir hâldir onunki.
Doğadan aldığı ilhamla üreten insanoğlu için var olan gizli bir tehlikeden de bahseder. Bu, çoğumuzun gözden kaçırdığı bir gerçektir: “Bu tür şeyleri izlemek, kendini doğanın akıldışı, girift, tuhaf biçimlerine vermek, benliğimizin bu varlıkları yaratan iradeyle uyum içinde olduğu duygusunu uyandırır bizde; bir süre sonra onları kendi fikirlerimiz, kendi eserlerimiz gibi görme hevesine kapılırız; bizimle doğa arasındaki sınırın muğlaklaşıp ortadan kalktığını görür, retinamızdaki imgelerin dışsal izlenimlerden mi yoksa içsel izlenimlerden mi kaynaklandığını bilmediğimiz bir ruh haline gireriz”. İnsanın kendini doğaya “kaptırıp” gördüğü ya da düşlediği arasındaki o ince çizgi, sınırları hatırlatmak için önemlidir. Hesse bu çizgiden dolayı insanın düşeceği aldatmacayı hatırlatsa da ileri gitmekten korkmaz. Hatta ona göre “dış dünya yıkılsaydı bile içimizden biri onu yeniden kurmaya muktedir olurdu, zira dağ ve nehir, ağaç ve yaprak, kök ve çiçek, doğadaki tüm varlıklar içimizde önceden şekillenmiştir, zira özü sonsuzluk olan, özünü bilmesek de çoğu zaman kendini bize sevme gücü ve yaratma gücü olarak hissettiren ruhtur onun kaynağı…”dır.
İnsanoğlunun burada sözü edilen ruhu ve özü kaybettiği, ona yabancılaştığı bir zaman diliminde, kendi elleriyle yıktığı o dış dünyayı yeniden inşa edebilmesi için ağaçların fısıldadıklarını duyması gerekiyor. Bu güç ve tutku, bu idrak ve iman onda mevcuttur.
Kitaptan bir şiirle bitirelim:
“Latif ve narin ne vardıysa içimde,
Hoyratça kırdı geçirdi dünya,
Memnunum, barışığım yine de,
Sabırla yeni yapraklar veririm
Yüzlerce kez kırılmış dallarımdan
Ve tüm acılara rağmen hâlâ
Aşığım ben bu divane dünyaya.”
Ayşenur Narboğa
aysenurnarboga@gmail.com
Böyle başlıyor Hermann Hesse’nin son kitabı Ağaçlar. Varoluş yolculuğunda kendisine en büyük cümleleri ağaçların fısıldadığını söyleyen yazarın günlük niteliğinde okunabilecek bu kitabındaki satırlar, ağaçların kaynaklık ettiği bir ilham ormanı gibi âdeta…
Yazar Hesse’nin çeşit çeşit ağaçlarla yaptığı içsel konuşmaları kutsalı arayışın da bir sonucu. Bu sonuçta elbette kevni düzende görmek isteyenin muhakkak göreceği Tanrısal güç ve uyum da var. Ağaçlarla uğraşmanın kutsallığına güvendiğini dile getiren yazar, Tanrı’yı içinde hissettiğini ve bu hisse sonsuz güven duyduğunu ifade eder. Farklı türden ağaçların sahip olduğu özellikler sıralandığında bile Tanrı’yı hatırlamak mümkünken Hesse için daha fazla bir inanış söz konusudur. Poetik yaklaşımla desteklediği bakışını o kadar güçlü tutar ki kitabın arasına yerleştirdiği şiirlerle ağaçlarla olan yolculuğunu ve Tanrı’ya olan inancını süslemek ister.
Kitabı anlamlı kılan sadece yazarın ağaçlarla konuşması veya onlara şiirler adaması değil; evrendeki işleyişi ve hikmeti görme çabasıdır. Hareket, dinginlik, uyum, mücadelecilik, köksüz, güç, tutku, yeniden doğuş gibi başlıklarla ifade ettiği düşünceleri sadık bir mürid olduğunu ve hikmet arayışında kararlı olduğunu gösteriyor. Ağaçlardan aldığı derslerin yaşamda karşılığını bulduğunu ifade eden bu mürid, insanlardan uzakta ağaçlarla kurduğu yaşamının öğreticiliğine çok inanmaktadır. Ağaçları birer vaize olarak kabul eden Hesse ağaçlara bakmayı ve onları görmeyi, sadece onlar hakkında konuşmak değil onlar gibi olmak şeklinde bir üst mertebeye taşır. Artık insanlara olan yaklaşımını ağaçlardan edindiği birikimle sağlayan yazar, “böyle öğrendiğim ben insanları ağaçlar ya da kayalar gibi görmeyi, onlar hakkında düşünmeyi, onları o sessiz çamlardan ne daha az saygıdeğer bulmayı ne de daha çok sevmeyi” diyecektir.
Doğayla iç içe olmanın en az iki kazanımı vardır. Biri, doğayı okuyabilmek diğeri de doğayla birlikte insanı okuyabilmek. Hesse bu ikisi için bir mertebe kaydetme çabasındadır. “Her gün yanımızdan geçip gidiyor dünya bereketi” derken sahip olduğu farkındalığı “ben görmemiş olsam da mucize gerçekleşmiştir” mütevazılığı ile besleyen; ağaçlardan öğrenmenin ömür boyu devam edeceğini bilen bir hâldir onunki.
Doğadan aldığı ilhamla üreten insanoğlu için var olan gizli bir tehlikeden de bahseder. Bu, çoğumuzun gözden kaçırdığı bir gerçektir: “Bu tür şeyleri izlemek, kendini doğanın akıldışı, girift, tuhaf biçimlerine vermek, benliğimizin bu varlıkları yaratan iradeyle uyum içinde olduğu duygusunu uyandırır bizde; bir süre sonra onları kendi fikirlerimiz, kendi eserlerimiz gibi görme hevesine kapılırız; bizimle doğa arasındaki sınırın muğlaklaşıp ortadan kalktığını görür, retinamızdaki imgelerin dışsal izlenimlerden mi yoksa içsel izlenimlerden mi kaynaklandığını bilmediğimiz bir ruh haline gireriz”. İnsanın kendini doğaya “kaptırıp” gördüğü ya da düşlediği arasındaki o ince çizgi, sınırları hatırlatmak için önemlidir. Hesse bu çizgiden dolayı insanın düşeceği aldatmacayı hatırlatsa da ileri gitmekten korkmaz. Hatta ona göre “dış dünya yıkılsaydı bile içimizden biri onu yeniden kurmaya muktedir olurdu, zira dağ ve nehir, ağaç ve yaprak, kök ve çiçek, doğadaki tüm varlıklar içimizde önceden şekillenmiştir, zira özü sonsuzluk olan, özünü bilmesek de çoğu zaman kendini bize sevme gücü ve yaratma gücü olarak hissettiren ruhtur onun kaynağı…”dır.
İnsanoğlunun burada sözü edilen ruhu ve özü kaybettiği, ona yabancılaştığı bir zaman diliminde, kendi elleriyle yıktığı o dış dünyayı yeniden inşa edebilmesi için ağaçların fısıldadıklarını duyması gerekiyor. Bu güç ve tutku, bu idrak ve iman onda mevcuttur.
Kitaptan bir şiirle bitirelim:
“Latif ve narin ne vardıysa içimde,
Hoyratça kırdı geçirdi dünya,
Memnunum, barışığım yine de,
Sabırla yeni yapraklar veririm
Yüzlerce kez kırılmış dallarımdan
Ve tüm acılara rağmen hâlâ
Aşığım ben bu divane dünyaya.”
Ayşenur Narboğa
aysenurnarboga@gmail.com
25 Şubat 2019 Pazartesi
Zât olmanın sırrını keşfedenlerin aşkınlık yolları
"Allah doğru yolu seçenleri, daha derin bir doğru yol bilinciyle destekler."
- Meryem Suresi, 76. Ayet
"Beni bende deme bende değilim
Bir ben vardır bende benden içeru
Nereye bakar isem dopdolusun
Seni nere koyam benden içeru."
- Yunus Emre
"Uzak nedir?
Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için
gidecek yer ne kadar uzak olabilir?"
- İsmet Özel, Mataramda Tuzlu Su
Varoluş, sorgulama, sığınak. Modern zaman insanını çepeçevre kuşatan üç kelime. Sıralama değişebilir belki ama duraklar birbirinin tekrarı ve devamı şeklinde ilerliyor. Aklı baliğ olan birey, kendini önce toplumun bir parçası olarak buluyor. Kişiler arasında yer edinebiilmek için, kitleler tarafından kabul edilen kurallara riayet etmek zorunda hissediyor. Aileye bağlı taleplerin baskınlığıyla belirginleşen bu kurallar, zamanla bireyin zihinsel devinimini ve fiziksel hareketlerini kısıtlar duruma geliyor. Çünkü sorgulanmadan atılan adımlar, bireyin zihin dünyasındaki boşluğa yaptığı etkiyi artırmaya ve dünyadan sıkılmaya sebebiyet vermeye başlıyor. Toplumdaki yerini belirginleştirmeye çalışırken, benliğindeki yerin silikleşmeye başladığını fark ediyor. Bu noktada toplumun genel geçer kurallarını sorgulama ihtiyacı hissediyor ve bu sorgulayış onu, kabuğuna çekilip özündeki mânâya ulaştırmaya çalışan bir yola yönlendiriyor. Varoluşunun sebebine dair kendince nedenler aramaya başlıyor. Felsefenin, mitlerin ve dinlerin özünü oluşturan, manevi boşluğu doldurmaya çalışan içkin anlamı aramanın peşine düşüyor. Bu süreçte karşısına çıkan vesileler onu ihtidâya erdiriyor veya erdiremiyor. Eğer ihtidâya ermek nasip olmuşsa, kendisini bir sığınak gibi kapsayan hidayete vasıl olup, Allah’ın varlığını ve yaratılıştaki delâletini bulmaya bahaneler arayacağı manevi bir çırpınışa uyanıyor. Bu uyanış mühim, çünkü masivadan sıyrılıp mânâ aleminin kapılarının açılması tam burada başlıyor. Marx’ın toplumun afyonu diye nitelediği durum aslında bu uyanış. Daha sonra sorgulama ve arayış süreçleri devam ediyor. İnsanın yaratılış algoritmasındaki süreç işlemeye devam ediyor. Ayette bildirilen “Sana gelen her iyilik Allah’tandır, kötülük ise kendi nefsinden. Biz seni insanlara elçi olarak gönderdik, şahit olarak Allah yeter.” (Nisa, 79) buyruğuyla, aslında yaratıcıyla arasındaki engelin kendi nefsi olduğunu fark ediyor. Elçi olarak gönderilen peygambere inen kitabın, aslında kendi kullanma kılavuzu olduğunu ve nevi şahsındaki tüm programların orada kayıtlı olduğunu keşfediyor. Sürecin başında, toplumun kendisini sıkan genel geçer yargıların, aslında bu kılavuza uymadığı için göğsünü darladığını bu kılavuz sayesinde irşad ediyor. “İnsanı en güzel biçimde yaratıp içine kendi ruhundan üfledi. Ve sizin için kulaklar, gözler ve kalpler verdi.” (Secde, 9) ayetiyle bildirilen uzuvlarını, gerçek nurun sahibine ulaşma vazifesinin peşine düşüyor. Velhasıl, her insanın kendi seyr-i sülûku önce toplumdan, sonra kendinden, sonra nefsinden sıyrılmasıyla başlıyor. Belki net ifade edemedim ya da gereksiz uzattım ama benim kendimi yolda buluşum böyle olmuştu.
Burdaki kritik, benim yaşadığım mistik düşünceyi ihtidâ olarak betimlemiş ve bu düşünceyi derinleştirmek ve sürekli kılmak için çabalamaya girişmiş olmam. Yani geçici cezbe halime müptela oluşumu irdelemeye koyulmam. Pek tabii bu ibadet ve tefekküre yoğunlaşıp manevi şuurun yükselmesiyle mümkün ancak şimdilik konum bu değil. Okuduğum kitap; Hintli filozof Adi Şankara, Endülüslü mutasavvıf ve sûfî müellif Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Alman teolog Meister Eckhart’ın mistisizm üzerine yazdıkları kitapların, incelendikten sonra derlenip yeniden yorumlandığı bir doktora tezine dayanılarak yazılmış. 1994 yılında University of Kent at Canterbury’de Rıza Şah-Kazımî tarafından yazılan doktora tezinin bir bölümünde “Aşkınlığın İndirgenmesi Karşısında” adıyla bir zeyl konulmasına karar verilmiş. Daha sonra bu tez, karşılaştırmalı din ve mistisizm alanında önemli ama çok ihmal edilmiş bir konu olan aşkınlığın açıklığa kavuşturulmasına katkı sağlamak için kitaba dönüştürülmüş. Kitabın yazılış amacı olarak, aşkınlığın hem kendi özünde hem de manevi gerçekleştirmenin zirvesi olarak taşıdığı anlama ışık tutmaya ve aşkın gerçekleştirmeye ulaşılan manevi yolların somut boyutları irdelenmeye çalışılmış. Kitabın ana hatlarını belirleyen üç büyük düşünürün Hindu, Müslüman ve Hıristiyan inancına sahip olması sayesinde, kendi yaşadıkları gelenekler içerisinde algılan ve gerçekleşen nihâî manevî kazanımların derinlemesine anlaşılması hedeflenmiş. Kitabın önsözünde konu ile ilgili olarak şöyle bildiriliyor:
“Farklı mistiklerden alınan seçme pasajların yan yana getirilmesi sonucu açıklayıcı ve aydınlatıcı benzerlikler ortaya çıkabilir; ancak anlamlı bir karşılaştırma için bir temel olarak bakış açılarından her birinin kendi kavramları içinde incelenmesi unsuru eksiktir. Dahası bu metotta manevi bilinçle ilgili olarak aşkınlık fikrinin güçlü bir şekilde açıklanmasına dair bir çaba da söz konusu değildir. Bizim metodumuzda ise vurgu, bir fikir, kavram, düşünce veya ilke olarak aşkınlık bilinci ile manevi kazanımın somut biçimleri arasındaki hayatî bağ üzerinedir. Dolayısıyla bizim amacımız yeni veya şu ana kadar keşfedilmemiş bir malzeme ortaya çıkarmak değildir. Amacımız, bu üç mistiğin öğretilerinin en temel yönlerine yoğunlaşmak ve onları açıklığa kavuşturmaktır; zira bizim için asıl olan en yüksek metafizik doktrin ve en manevi gerçekleştirmedir."
Kitap dört bölümden oluşuyor. İlk üç bölümde filozofların temel öğretilerine dair incelemeler ve elde ede bulgulardan hem fikrî hem tecrübî düzlemde aşkına dair unsurlar yer alıyor ve her filozofun kendi öğretisi üç ana başlıkta inceleniyor. Birinci kısım olan “Aşkınlığın Fikrî Boyutları”nda; aşkın mutlaklığın filozof tarafından nasıl algılandığı, yaratıcıya çıkan yolların nasıl betimlendiği, nihâî hakikatin varlığı nasıl doldurulduğu, aşkın olan-olmayannın arasındaki ayrımların veya ilişkinin neler olduğu izah edilmeye çalışılmış. Gerçekleştirmenin somut yönleri ile ilgili olan sonraki iki kısmın perspektifi de bu bölüm de anlatılan kavramlar üzerine oturtulmuş ve anlaşılabilirliğin sağlanması amaçlanmış. İkinci kısımda olan “Manevî Yükseliş” başlığı altında, bilinç altında filizlenen aşkın gerçekliğin, bilince olan yükselişi ve aşkın gerçekleştirme kavramına atfedilen anlamın ne olduğu, aşılan şeyin özünde ne olduğu ve bunun nasıl gerçekleştiği; aşkınlık sürecinde veya oluş esnasında benliğin, aklın, ilâhi “Ötekî”sin ve ilâhî “Zât”ın rolünün ne olduğu anlatılmaya çalışılmış. Bilinç ile bilinçaltı arasındaki bağ, bu kısımda düğümleniyor. Üçüncü kısım olan “Varoluşsal Dönüş” başlığı altında, aşkın gerçekliğin meydana gelmesindne sonra gündelik hayata dair yansımaları ve hayatın “gerçekleştirmiş” kişiye has olan bilişsel ve varoluşsal yönleri sorgulanıyor. Normal bilinç ile varoluşsal dönüş bu kısımda değerlendiriliyor. Son kısımda ise, bu üç mistiğin öğretilerindeki benzerlikler ve farklılıklar hem kavramsal hem de manevi olarak değerlendiriliyor ve varoluşa dair savundukları tezler ortaya konuyor. Tam olarak kıyaslama denilemez ama aynı gerçekliklere dair farklı bakış açıları bu bölümde sunuluyor. “Dogma ve Ötesi”, “Mutlak Bir midir, Üç müdür?”, "Aşkın Gerçekleştirmede Fail Kimdir?” başlıkların yer aldığı bu kısım, kafamdaki sorgulamaları artırması nedeniyle kitabın en sevdiğim bölümü olmuştu. Üç filozofun da aşkın gerçekliğe dair kendilerine has örneklerle yaptığı izahatlerden ufak alıntılarla yazıyı bitirmek istiyorum.
Şankara varoluşsal dönüşü açıklarken şöyle bir kabulde bulunur: “Zihin, kendisini Zât’tan ayrı bir şey olarak tanımlaması bakımından gerçek ve “var” olmamasına rağmen, zihnin -algılayıcılığının Zât’ınkinden başkası olamayacağı gerçeğinden kaynaklanan- olumlu yönü, Zât’ın uzantısı olan bilince, âlemin görünen çoklukları algısal olarak kaydedildiğinde dahi, imkân verir.”. Dolayısıyla fenâfillah makamınındaki gibi “Her şey Brahman’dır.” der ve bundan başka yol olmayacağını, yani âlem çerçevesinde ve algı güçlerinin işlemesi bakımından “Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.” (Hadid, 4) ayetinin sırrına vakıf olacağı bildirilir. Söz konusu kişi Zât’ı algı aracılığıyla değil, “her algı ile” bilir. Böylece manevî zincirin son halkası tamamlanmış olur. Maddi taraftan bakıldığında, varoluşun çeşitli yansımaları olduğunu denizdeki dalgaların görünen kendisine görünen tarafıyla temsillendirir. “Görünen varlıklar âlemi Brahman olarak kavranır; zira bu âlem maddî sebebinden, ki Brahman’dır, ayrı olarak var olamaz. Köpük, dalga, çağıldama ve baloncuklar birbirlerinden farklıdır. Buna karşılık bunlardan her biri gerçekte suyun şeffaf, değişmiş halleridir ve dolayısıyla ilkece suya indirgenebilir. Tecrübe eden kişi ve tecrübe edilen şey karşılıklı olarak özdeş olmak zorunda değildir, ama ikisi Mutlak’tan farklı değildir." der.
Muhyiddin İbnü’l-Arabî mânevî yükselişi sorgularken, en yüksek manevî kazanımın Allah’ın tecelli dairesinin ötesine geçemeyeceğini iddia eder. Yani ihtidâ şuuruna eren bir kul için, Allah’a çıkmayan bütün anlamlar masivadır. "Mutlak, Zât’ında mutlak olarak bilinemez olduğundan, insan için Mutlak’ı arayışındaki en yüksek imkan, belli bir ilâhî tecellînin müşahedesidir. Bu müşadede de nihâî olarak, bireyin ‘ayn-ı sabitesindeki güç veya isti'dâd belirlenir. Birisi Allah'ı görürse, gördüğü kendi ezelî istidâdının bir yönüdür. Bu, ilâhî sûretin birey seviyesine indirgenmesini gerektirmez, bilakis tam tersini gerektirir: Bir diğer ifadeyle bu durum, bireyi birey olmak bakımından mümkün olan en yüksek noktaya yükseltmek, yani bireyi, kendisinin özel mümkünlüğünün kaynağı veya özü olan 'ayn-ı sâbitesinin en yüksek içeriğini aslına en sadık şekilde yansıttığı seviyeye yükseltmek anlamına gelir.". Bu da bizi ister istemez tekrar ilâhî bilince götürmektedir; zira 'ayn-ı sâbite, zuhûr-ötesi bireyleşme imkanı olarak saf sübût/değişmezlik halinde ancak ilâhî bilinçte bulunur. Maddi taraftan bakıldığında, varoluşun çeşitliliğini, aynaya bakanın kendisini görmesi ancak aynanın yüzeyini görememesiyle temsillendirir. "Dahası 'ayn-ı sabitenin istidâdı da ilâhî tecellînin bir yönüdür. Allah'ı görmek kişinin kendi sûretini görmek demek ise, bu sûreti görmek de Allah'ı ya da İlâhî Zât'ın özünde var olan değişmez bir imkanı görmek demektir. Bir başka açıdan da, sûreti görmek, ilahî tecellînin objektif içeriği sayesinde - her ne kadar bu içerik kabın sübjektif kabiliyetine uygun olsa da- Allah'ı görmek demektir. Bu müşahede, ilâhî tabiatına rağmen, ancak nispeten aşkın bir seviyeye yerleştirilmektedir, çünkü özne nesneden ayrı olmaya devam etmektedir. Temsile göre, görüntü Hakk'ın aynasında görünmekte, ama aynanın yüzeyi, yani Hakk'ın kendisi görülememektedir. Gören özne yine de görülen nesneden başkadır/ayrıdır. Bu da, kişinin Allah'ı müşâhededen bireysel bilincin veya 'ayn-ı sâbitenin varlığı bağlamında konuştuğu müddetçe kişinin mutlak olarak aşkın olan bilince henüz ulaşamadığı anlamına gelmektedir.” der.
Meister Eckhart ise aşkın mutlak öğretisinde önce teslis inancını betimler, Tanrı, Baba ve Oğul’un nasıl üçlü teklikte biraraya geldiğini anlatır. “Tanrı’nın var olduğu yer” olan Varlık mertebesinde Söz konuşulur. Buna karşılık “Tanrı’nın var olmadığı yer” olan Varlık-Ötesi mertebede sessizlik, yani yokluk vardır. Bu yokluk, varlığın olumsuzlanması anlamında yokluk değil, Varlığın kendisi de dahil olmak üzere her şeyi aşan ve içeren Şey anlamında yokluktur.”. Sözcüklerle anlam arasındaki ilişki, gemiyi karada tutan kanca arasındaki ilişkiye benziyor benim için. En başta gemiyi karaya yaklaştıran yegâne şey kancanın kendisiyken, son raddede karayla gemi arasındaki tek engel o kanca oluveriyor. İnsanları birbirine yakın kılan şey önce kelimerken, sözleri aştıkça duygular yakınlaştırıyor ve kelimeler duvar örmeye başlıyor. Eckhart bu konuya şöyle bir yorum getiriyor: “Tanrı bir sözdür, söylenmemiş bir söz… Tanrı var olduğu yerde bu sözü söyler, var olmadığı yerde konuşmaz. Tanrı, söylenmiş ve söylenmemiş olandır. Baba bir konuşma işi, Oğul da iş başındaki konuşmadır. Sayı ve nicelik olmaksızın ayrımları kavrayabilen bir kimse için yüz, bir gibi olacaktır. İlâhî Zât’ta yüz tane şahıs olsa da, sayı ve nicelik olmaksızın ayrımda bulunabilecek kişi onları ancak bir olarak algılayacaktır… Bu kişi, üç şahsın bir Tanrı olduğunu bilir.”. Maddi taraftan bakıldığında, varoluşun çeşitliliğini, altın ve bakırın birbiri içinde dağılması ve görünüş itibarıyla bunun farkedilmemesiyle temsillendirir. “Nasıl ki bakırın izleri altın içinde olabiliyor ve bu durum altının öz itibarı ile bakırın değerine nisbetle hiçbir değer kaybına uğramasını gerektirmiyorsa, Varlık da aynı şekilde Varlık Ötesi’ndedir. Bakır - yahut Varlık- altından -yahut Varlık Ötesi’nden-“ ayrı olduğu nöbette değersizleşmektedir -izâfîleşmektedir.” der.
Benim aşkın kavramı için, naçizane bir malzeme mühendisi olarak, kısıtlı dünya algıma göre yaptığım yorum ise şöyle; cebimizdeki 1 liralık maden paranın parlak gümüş olan iç halkasında %75 bakır - %25 nikel alaşımı varken, altın rengindeki dış halkanın içinde ise %75 bakır - %20 çinko -%5 nikel alaşımı bulunur. Pek tabii biizi ilgilendiren bu alaşımların oranı değil, elimizdeki cehverin iş gücündeki karşılığıdır. İlâhi varlık hem alaşımlardaki kimyasal bileşimin kusursuz bütünlüğüdür, ki manevi anlamda görünmeyen ama bilinen yüzdür, hem de maddi anlamdaki tecellinin görünen kısmıdır. Aslında maddenin her yüzünde bu tecellinin erimiş bir yüzü görülür ancak masivadan sıyrılmakla bu mümkündür. Zira Zât olmanın sırrını keşfeden insanların sanatındaki sır da bu eriyiğin eserlerindeki özdür. Yani eşyayı maddeden sıyrılıp manevi ruhuna kavuşturan şey, özünde saklı duran Zât’ın kelimelerle anlatılamayacak aşkınlığıdır.
Hepimizin özünde aramakla mükellef bir Allah ağrısı var.
Beytullah Kurnalı
beytullahkurnali@gmail.com
- Meryem Suresi, 76. Ayet
"Beni bende deme bende değilim
Bir ben vardır bende benden içeru
Nereye bakar isem dopdolusun
Seni nere koyam benden içeru."
- Yunus Emre
"Uzak nedir?
Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için
gidecek yer ne kadar uzak olabilir?"
- İsmet Özel, Mataramda Tuzlu Su
Varoluş, sorgulama, sığınak. Modern zaman insanını çepeçevre kuşatan üç kelime. Sıralama değişebilir belki ama duraklar birbirinin tekrarı ve devamı şeklinde ilerliyor. Aklı baliğ olan birey, kendini önce toplumun bir parçası olarak buluyor. Kişiler arasında yer edinebiilmek için, kitleler tarafından kabul edilen kurallara riayet etmek zorunda hissediyor. Aileye bağlı taleplerin baskınlığıyla belirginleşen bu kurallar, zamanla bireyin zihinsel devinimini ve fiziksel hareketlerini kısıtlar duruma geliyor. Çünkü sorgulanmadan atılan adımlar, bireyin zihin dünyasındaki boşluğa yaptığı etkiyi artırmaya ve dünyadan sıkılmaya sebebiyet vermeye başlıyor. Toplumdaki yerini belirginleştirmeye çalışırken, benliğindeki yerin silikleşmeye başladığını fark ediyor. Bu noktada toplumun genel geçer kurallarını sorgulama ihtiyacı hissediyor ve bu sorgulayış onu, kabuğuna çekilip özündeki mânâya ulaştırmaya çalışan bir yola yönlendiriyor. Varoluşunun sebebine dair kendince nedenler aramaya başlıyor. Felsefenin, mitlerin ve dinlerin özünü oluşturan, manevi boşluğu doldurmaya çalışan içkin anlamı aramanın peşine düşüyor. Bu süreçte karşısına çıkan vesileler onu ihtidâya erdiriyor veya erdiremiyor. Eğer ihtidâya ermek nasip olmuşsa, kendisini bir sığınak gibi kapsayan hidayete vasıl olup, Allah’ın varlığını ve yaratılıştaki delâletini bulmaya bahaneler arayacağı manevi bir çırpınışa uyanıyor. Bu uyanış mühim, çünkü masivadan sıyrılıp mânâ aleminin kapılarının açılması tam burada başlıyor. Marx’ın toplumun afyonu diye nitelediği durum aslında bu uyanış. Daha sonra sorgulama ve arayış süreçleri devam ediyor. İnsanın yaratılış algoritmasındaki süreç işlemeye devam ediyor. Ayette bildirilen “Sana gelen her iyilik Allah’tandır, kötülük ise kendi nefsinden. Biz seni insanlara elçi olarak gönderdik, şahit olarak Allah yeter.” (Nisa, 79) buyruğuyla, aslında yaratıcıyla arasındaki engelin kendi nefsi olduğunu fark ediyor. Elçi olarak gönderilen peygambere inen kitabın, aslında kendi kullanma kılavuzu olduğunu ve nevi şahsındaki tüm programların orada kayıtlı olduğunu keşfediyor. Sürecin başında, toplumun kendisini sıkan genel geçer yargıların, aslında bu kılavuza uymadığı için göğsünü darladığını bu kılavuz sayesinde irşad ediyor. “İnsanı en güzel biçimde yaratıp içine kendi ruhundan üfledi. Ve sizin için kulaklar, gözler ve kalpler verdi.” (Secde, 9) ayetiyle bildirilen uzuvlarını, gerçek nurun sahibine ulaşma vazifesinin peşine düşüyor. Velhasıl, her insanın kendi seyr-i sülûku önce toplumdan, sonra kendinden, sonra nefsinden sıyrılmasıyla başlıyor. Belki net ifade edemedim ya da gereksiz uzattım ama benim kendimi yolda buluşum böyle olmuştu.
Burdaki kritik, benim yaşadığım mistik düşünceyi ihtidâ olarak betimlemiş ve bu düşünceyi derinleştirmek ve sürekli kılmak için çabalamaya girişmiş olmam. Yani geçici cezbe halime müptela oluşumu irdelemeye koyulmam. Pek tabii bu ibadet ve tefekküre yoğunlaşıp manevi şuurun yükselmesiyle mümkün ancak şimdilik konum bu değil. Okuduğum kitap; Hintli filozof Adi Şankara, Endülüslü mutasavvıf ve sûfî müellif Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Alman teolog Meister Eckhart’ın mistisizm üzerine yazdıkları kitapların, incelendikten sonra derlenip yeniden yorumlandığı bir doktora tezine dayanılarak yazılmış. 1994 yılında University of Kent at Canterbury’de Rıza Şah-Kazımî tarafından yazılan doktora tezinin bir bölümünde “Aşkınlığın İndirgenmesi Karşısında” adıyla bir zeyl konulmasına karar verilmiş. Daha sonra bu tez, karşılaştırmalı din ve mistisizm alanında önemli ama çok ihmal edilmiş bir konu olan aşkınlığın açıklığa kavuşturulmasına katkı sağlamak için kitaba dönüştürülmüş. Kitabın yazılış amacı olarak, aşkınlığın hem kendi özünde hem de manevi gerçekleştirmenin zirvesi olarak taşıdığı anlama ışık tutmaya ve aşkın gerçekleştirmeye ulaşılan manevi yolların somut boyutları irdelenmeye çalışılmış. Kitabın ana hatlarını belirleyen üç büyük düşünürün Hindu, Müslüman ve Hıristiyan inancına sahip olması sayesinde, kendi yaşadıkları gelenekler içerisinde algılan ve gerçekleşen nihâî manevî kazanımların derinlemesine anlaşılması hedeflenmiş. Kitabın önsözünde konu ile ilgili olarak şöyle bildiriliyor:
“Farklı mistiklerden alınan seçme pasajların yan yana getirilmesi sonucu açıklayıcı ve aydınlatıcı benzerlikler ortaya çıkabilir; ancak anlamlı bir karşılaştırma için bir temel olarak bakış açılarından her birinin kendi kavramları içinde incelenmesi unsuru eksiktir. Dahası bu metotta manevi bilinçle ilgili olarak aşkınlık fikrinin güçlü bir şekilde açıklanmasına dair bir çaba da söz konusu değildir. Bizim metodumuzda ise vurgu, bir fikir, kavram, düşünce veya ilke olarak aşkınlık bilinci ile manevi kazanımın somut biçimleri arasındaki hayatî bağ üzerinedir. Dolayısıyla bizim amacımız yeni veya şu ana kadar keşfedilmemiş bir malzeme ortaya çıkarmak değildir. Amacımız, bu üç mistiğin öğretilerinin en temel yönlerine yoğunlaşmak ve onları açıklığa kavuşturmaktır; zira bizim için asıl olan en yüksek metafizik doktrin ve en manevi gerçekleştirmedir."
Kitap dört bölümden oluşuyor. İlk üç bölümde filozofların temel öğretilerine dair incelemeler ve elde ede bulgulardan hem fikrî hem tecrübî düzlemde aşkına dair unsurlar yer alıyor ve her filozofun kendi öğretisi üç ana başlıkta inceleniyor. Birinci kısım olan “Aşkınlığın Fikrî Boyutları”nda; aşkın mutlaklığın filozof tarafından nasıl algılandığı, yaratıcıya çıkan yolların nasıl betimlendiği, nihâî hakikatin varlığı nasıl doldurulduğu, aşkın olan-olmayannın arasındaki ayrımların veya ilişkinin neler olduğu izah edilmeye çalışılmış. Gerçekleştirmenin somut yönleri ile ilgili olan sonraki iki kısmın perspektifi de bu bölüm de anlatılan kavramlar üzerine oturtulmuş ve anlaşılabilirliğin sağlanması amaçlanmış. İkinci kısımda olan “Manevî Yükseliş” başlığı altında, bilinç altında filizlenen aşkın gerçekliğin, bilince olan yükselişi ve aşkın gerçekleştirme kavramına atfedilen anlamın ne olduğu, aşılan şeyin özünde ne olduğu ve bunun nasıl gerçekleştiği; aşkınlık sürecinde veya oluş esnasında benliğin, aklın, ilâhi “Ötekî”sin ve ilâhî “Zât”ın rolünün ne olduğu anlatılmaya çalışılmış. Bilinç ile bilinçaltı arasındaki bağ, bu kısımda düğümleniyor. Üçüncü kısım olan “Varoluşsal Dönüş” başlığı altında, aşkın gerçekliğin meydana gelmesindne sonra gündelik hayata dair yansımaları ve hayatın “gerçekleştirmiş” kişiye has olan bilişsel ve varoluşsal yönleri sorgulanıyor. Normal bilinç ile varoluşsal dönüş bu kısımda değerlendiriliyor. Son kısımda ise, bu üç mistiğin öğretilerindeki benzerlikler ve farklılıklar hem kavramsal hem de manevi olarak değerlendiriliyor ve varoluşa dair savundukları tezler ortaya konuyor. Tam olarak kıyaslama denilemez ama aynı gerçekliklere dair farklı bakış açıları bu bölümde sunuluyor. “Dogma ve Ötesi”, “Mutlak Bir midir, Üç müdür?”, "Aşkın Gerçekleştirmede Fail Kimdir?” başlıkların yer aldığı bu kısım, kafamdaki sorgulamaları artırması nedeniyle kitabın en sevdiğim bölümü olmuştu. Üç filozofun da aşkın gerçekliğe dair kendilerine has örneklerle yaptığı izahatlerden ufak alıntılarla yazıyı bitirmek istiyorum.
Şankara varoluşsal dönüşü açıklarken şöyle bir kabulde bulunur: “Zihin, kendisini Zât’tan ayrı bir şey olarak tanımlaması bakımından gerçek ve “var” olmamasına rağmen, zihnin -algılayıcılığının Zât’ınkinden başkası olamayacağı gerçeğinden kaynaklanan- olumlu yönü, Zât’ın uzantısı olan bilince, âlemin görünen çoklukları algısal olarak kaydedildiğinde dahi, imkân verir.”. Dolayısıyla fenâfillah makamınındaki gibi “Her şey Brahman’dır.” der ve bundan başka yol olmayacağını, yani âlem çerçevesinde ve algı güçlerinin işlemesi bakımından “Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.” (Hadid, 4) ayetinin sırrına vakıf olacağı bildirilir. Söz konusu kişi Zât’ı algı aracılığıyla değil, “her algı ile” bilir. Böylece manevî zincirin son halkası tamamlanmış olur. Maddi taraftan bakıldığında, varoluşun çeşitli yansımaları olduğunu denizdeki dalgaların görünen kendisine görünen tarafıyla temsillendirir. “Görünen varlıklar âlemi Brahman olarak kavranır; zira bu âlem maddî sebebinden, ki Brahman’dır, ayrı olarak var olamaz. Köpük, dalga, çağıldama ve baloncuklar birbirlerinden farklıdır. Buna karşılık bunlardan her biri gerçekte suyun şeffaf, değişmiş halleridir ve dolayısıyla ilkece suya indirgenebilir. Tecrübe eden kişi ve tecrübe edilen şey karşılıklı olarak özdeş olmak zorunda değildir, ama ikisi Mutlak’tan farklı değildir." der.
Muhyiddin İbnü’l-Arabî mânevî yükselişi sorgularken, en yüksek manevî kazanımın Allah’ın tecelli dairesinin ötesine geçemeyeceğini iddia eder. Yani ihtidâ şuuruna eren bir kul için, Allah’a çıkmayan bütün anlamlar masivadır. "Mutlak, Zât’ında mutlak olarak bilinemez olduğundan, insan için Mutlak’ı arayışındaki en yüksek imkan, belli bir ilâhî tecellînin müşahedesidir. Bu müşadede de nihâî olarak, bireyin ‘ayn-ı sabitesindeki güç veya isti'dâd belirlenir. Birisi Allah'ı görürse, gördüğü kendi ezelî istidâdının bir yönüdür. Bu, ilâhî sûretin birey seviyesine indirgenmesini gerektirmez, bilakis tam tersini gerektirir: Bir diğer ifadeyle bu durum, bireyi birey olmak bakımından mümkün olan en yüksek noktaya yükseltmek, yani bireyi, kendisinin özel mümkünlüğünün kaynağı veya özü olan 'ayn-ı sâbitesinin en yüksek içeriğini aslına en sadık şekilde yansıttığı seviyeye yükseltmek anlamına gelir.". Bu da bizi ister istemez tekrar ilâhî bilince götürmektedir; zira 'ayn-ı sâbite, zuhûr-ötesi bireyleşme imkanı olarak saf sübût/değişmezlik halinde ancak ilâhî bilinçte bulunur. Maddi taraftan bakıldığında, varoluşun çeşitliliğini, aynaya bakanın kendisini görmesi ancak aynanın yüzeyini görememesiyle temsillendirir. "Dahası 'ayn-ı sabitenin istidâdı da ilâhî tecellînin bir yönüdür. Allah'ı görmek kişinin kendi sûretini görmek demek ise, bu sûreti görmek de Allah'ı ya da İlâhî Zât'ın özünde var olan değişmez bir imkanı görmek demektir. Bir başka açıdan da, sûreti görmek, ilahî tecellînin objektif içeriği sayesinde - her ne kadar bu içerik kabın sübjektif kabiliyetine uygun olsa da- Allah'ı görmek demektir. Bu müşahede, ilâhî tabiatına rağmen, ancak nispeten aşkın bir seviyeye yerleştirilmektedir, çünkü özne nesneden ayrı olmaya devam etmektedir. Temsile göre, görüntü Hakk'ın aynasında görünmekte, ama aynanın yüzeyi, yani Hakk'ın kendisi görülememektedir. Gören özne yine de görülen nesneden başkadır/ayrıdır. Bu da, kişinin Allah'ı müşâhededen bireysel bilincin veya 'ayn-ı sâbitenin varlığı bağlamında konuştuğu müddetçe kişinin mutlak olarak aşkın olan bilince henüz ulaşamadığı anlamına gelmektedir.” der.
Meister Eckhart ise aşkın mutlak öğretisinde önce teslis inancını betimler, Tanrı, Baba ve Oğul’un nasıl üçlü teklikte biraraya geldiğini anlatır. “Tanrı’nın var olduğu yer” olan Varlık mertebesinde Söz konuşulur. Buna karşılık “Tanrı’nın var olmadığı yer” olan Varlık-Ötesi mertebede sessizlik, yani yokluk vardır. Bu yokluk, varlığın olumsuzlanması anlamında yokluk değil, Varlığın kendisi de dahil olmak üzere her şeyi aşan ve içeren Şey anlamında yokluktur.”. Sözcüklerle anlam arasındaki ilişki, gemiyi karada tutan kanca arasındaki ilişkiye benziyor benim için. En başta gemiyi karaya yaklaştıran yegâne şey kancanın kendisiyken, son raddede karayla gemi arasındaki tek engel o kanca oluveriyor. İnsanları birbirine yakın kılan şey önce kelimerken, sözleri aştıkça duygular yakınlaştırıyor ve kelimeler duvar örmeye başlıyor. Eckhart bu konuya şöyle bir yorum getiriyor: “Tanrı bir sözdür, söylenmemiş bir söz… Tanrı var olduğu yerde bu sözü söyler, var olmadığı yerde konuşmaz. Tanrı, söylenmiş ve söylenmemiş olandır. Baba bir konuşma işi, Oğul da iş başındaki konuşmadır. Sayı ve nicelik olmaksızın ayrımları kavrayabilen bir kimse için yüz, bir gibi olacaktır. İlâhî Zât’ta yüz tane şahıs olsa da, sayı ve nicelik olmaksızın ayrımda bulunabilecek kişi onları ancak bir olarak algılayacaktır… Bu kişi, üç şahsın bir Tanrı olduğunu bilir.”. Maddi taraftan bakıldığında, varoluşun çeşitliliğini, altın ve bakırın birbiri içinde dağılması ve görünüş itibarıyla bunun farkedilmemesiyle temsillendirir. “Nasıl ki bakırın izleri altın içinde olabiliyor ve bu durum altının öz itibarı ile bakırın değerine nisbetle hiçbir değer kaybına uğramasını gerektirmiyorsa, Varlık da aynı şekilde Varlık Ötesi’ndedir. Bakır - yahut Varlık- altından -yahut Varlık Ötesi’nden-“ ayrı olduğu nöbette değersizleşmektedir -izâfîleşmektedir.” der.
Benim aşkın kavramı için, naçizane bir malzeme mühendisi olarak, kısıtlı dünya algıma göre yaptığım yorum ise şöyle; cebimizdeki 1 liralık maden paranın parlak gümüş olan iç halkasında %75 bakır - %25 nikel alaşımı varken, altın rengindeki dış halkanın içinde ise %75 bakır - %20 çinko -%5 nikel alaşımı bulunur. Pek tabii biizi ilgilendiren bu alaşımların oranı değil, elimizdeki cehverin iş gücündeki karşılığıdır. İlâhi varlık hem alaşımlardaki kimyasal bileşimin kusursuz bütünlüğüdür, ki manevi anlamda görünmeyen ama bilinen yüzdür, hem de maddi anlamdaki tecellinin görünen kısmıdır. Aslında maddenin her yüzünde bu tecellinin erimiş bir yüzü görülür ancak masivadan sıyrılmakla bu mümkündür. Zira Zât olmanın sırrını keşfeden insanların sanatındaki sır da bu eriyiğin eserlerindeki özdür. Yani eşyayı maddeden sıyrılıp manevi ruhuna kavuşturan şey, özünde saklı duran Zât’ın kelimelerle anlatılamayacak aşkınlığıdır.
Hepimizin özünde aramakla mükellef bir Allah ağrısı var.
Beytullah Kurnalı
beytullahkurnali@gmail.com
Türkiye daha çok dindarlaşmadı, iyice sekülerleşti
Gerçek takardı gözlerine. Eğilir kasetlere bakar ve hep aynı şarkıyı çalardı;
"The temple's in ruins
The bankers get fat
The buffalo's gone
And the mountain top's flat
The trout in the streams are all hermaphrodites
You lean to the left but you vote to the right."
Akademiden dışlanma pahasına, akademik çalışmalarını, Alman İmparatorluğu için değil, bilimin kendisi için yapmaya devam edeceğini açıklayan Albert Einstein’e ve yeryüzünün farklı coğrafyalarında onunla aynı kültüre sahip akademisyenlere adanmış bu kitap; ODTÜ’lü bir felsefecinin sekülerleşme çalışmak istiyorum dediğinde “Ülke İran oldu ne sekülerleşmesi” diye reddedilen tez konusunun muhteşem dönüşü diyebilir miyiz?
Deriz!
Sosyal bilimler alanında, evren edindiği kitlenin dilinden uzaklaşmadan, yıllara dayanan titiz çalışmalar, istatistikler, röportajlar ile oya oya işlenen Volkan Ertit kitabı Sekülerleşme Teorisi, Liberte Yayınları'ndan çıktı.
Teoriye kazandırdığı evrensel kimlik ile sekülerleşme kavramının ne olduğu, ne olmadığını, “Hangimsin Sen Benim” şarkısı eşliğinde; Steve Bruce’nin klasik sekülerleşme teorisi ile bütünleyebilmiş bir yazarla yola çıkmanın keyfi ise bir başka.
Hristiyan çoğunluğun kiliseye gitme oranlarını ve inanç esaslarını merkeze alan Bruce’nin iç tutarlılığının da hakkını vererek kendi ülkesine uyarlayan Ertit, Müslümanların çoğunluğundaki toplumsal dönüşümü, pek tabi İslam’ın esasları ile ele alarak, dokunulmadan faraziliğin temizlenemeyeceği alanlarda, suya sabuna dokunduğunu göstermiş bize.
Sosyo-lojinin ideali değil mevcudu okuma zaruretini atlayıp, sosyal bilimler disiplininden uzak mecralarda “İslam düşmanlığı/takıntısı/seviciliği” şeklinde yorumlarla karşılık alır mı Ertit?
Mümkündür!
Çünkü o su-sabun yüzyıllardır, bu eleştiriler ile karşılaşılan alanların temizliğinde kullanılır!
Ertit, “Sevgili okur, ulaştığım sonuçları bağırmayan bir üslup ile seninle paylaşmak istedim. Ama zaman zaman heyecanıma yenik düştüğüm seni kolundan çekip ‘Allah aşkına şuradaki istatistik verilere bak’ dediğim anlar muhakkak olmuştur. Hoş gör beni (…) İtiraf etmeliyim ki; Türkiye batıdaki 60 yıllı devirmiş literatür karşısında emekleme aşamasında bu alanda ve senin her türlü eleştirine, itirazına, yorumuna ihtiyaç vardır” derken peşin peşin gökyüzü açar tepemize, kucağında taze bir kabulle.
İlk üç bölümde Durkheim’in dediği gibi önce kavramın tanımını ele alır. Ardından dinsizleşme, laikleşme, ahlaksızlaşma gibi kavramlarla karıştırılan sekülerleşmenin ne olmadığını belirler.
Bu bir sürecin adıdır artık!
“Kabe Arabın olsun. Çankaya bize yeter” dizeleri ile Kemalettin Kamu’nun neden seküler ol(a)madığını anlarız.
Laikliğin devlete ait olup insana ait neden olamayacağını; Laik devlet yapısını savunup, dini ritüellere sadık bireyin sosyal bilimler retoriğince tutarlılığını; devletin seküler olmasının ve bireyin laik olmasının mümkün olmadığını da anlarız.
Sekülerleşme nedir, ne değildir. Evrimsel süreci nasıl olmuştur, şekillenir. Beğenmeyen küçük oğluna almayıverir ama durum böyledir. Sayılarla ifade edilmiyor diye her yere çekiştirilen sosyal bilimler Volkan Ertit kitabında tam da olması gereken bilimselliktedir.
Besim F. Dellaloğlu’nun da güzelinden dediği gibi Türkiyeli sosyal bilimciler eğer mevcut sosyal bilimin müktesebatını fazla “Batılı” buluyorlarsa o kavram bagajına alternatif kavramlar üretmek zorundadırlar. Ya da başka işle iştigal edebilirler.
Kavramları keyfimize göre kullandığımız yerde, Türkiye tecrübesinde olduğu gibi, sosyal bilimler değil siyasetin alanında konuşan binlerce retoriksiz veya “Batılı” olmamak adına uydurma bir retorikle, “bana göre” üzerinden gri alanlar oluşur. Otuz kişilik grupların birbirini alkışladığı; çok aydın ama ışığı hiçbir yeri aydınlatmamış, diğer kalan insanları kaliteden almamakla suçlayan birleşmeler içinde; sosyal bilimlerin iyicene tadının kaçtığı günlerde, böyle eserlerin tok karnına bir drajesi, şifa dağıtmaktadır.
Çünkü Ertit, değerleri, kutsalları merkezine alarak değil analiz amaçlı bir okuma yapmış ve tüm dünyada kabul görmüş, genel-geçer ölçüleri uyarlamıştır. Kitabı ise; Sosyolojinin, dini, çalışma alanı olarak görmemesi; ilahiyatçıların ise doğmalarından bağımsız, sosyolojinin bilimsel açısını yani “loji” kısmını edinememesinden, Türkiye için kangren olmuş din-sosyolojisi için tadından yenmez olmuştur.
Kitap, dördüncü bölümden itibaren Sekülerleşme Teorisi’nin evrensel dinamiklerini; bilimsel gelişmelerin, kapitalizmin ve kentleşmenin etkisindeki sekülerleşme oranlarındaki artışın nedenlerini açar.
“Sekülerleşme Teorisi ilerici ya da sekülerist bir ideoloji değildir (…) başat unsuru ibadet etme oranları değildir…” diye ilerlettiği sekizinci bölümden sonra ise sekülerleşmenin ideoloji değil devam eden bir süreç; lokal değil evrensel karakterli olduğunu anlarız.
Dinin yok olması, ibadet etme şekil ve rakamları ile sekülerleşmeyi açıklamanın yeterli olmayacağı netleştikçe, sekülerleşmeyi pelesenk edinmiş birçoklarının kendi mahallelerinde sosyoloji okuduğu da ortaya çıkar.
Irklar, gelenekler de siliniyor der Ertit. Ve din harici kutsallar. Deizm sekülerleşmenin olsa olsa alt kümesi olur ki deist olunsa da seküler olunmaz; sekülerleşen bir dünyada yaşamaya devam ettiğini fark eder ya da fark edemeyebilirsin en çok.
1977’de Gümüşhane’nin Sünni köyünde bir öğretmenin; Benim alevi olduğuma inanmadılar (…) Onlara göre Aleviler boynuzlu ve kuyruklu canlılardı demesi; sekülerleşme sürecinin salt dinlere bağlamanın buzulların erimesine bağlamaktan bir parça daha uzak olduğu sonucuna ulaştırır bizi biraz zorlasak.
Son olarak; Dini Pazar Teorisi; Varoluşsal Güvenlik Teorisi; Dini Bireyselleşme Teorisi adı altındaki aynı süreci açıklama gayretini edinmiş diğer üç teorinin yıldızının neden parlamadığı; ardından, Ertit’in Doktora tezi ışığında Türkiye için Sekülerleşme Teorisi’nin, evlilik, eşcinsellik, İslami giyim modası gibi birçok pencereden okumaları yapılır.
“Teori olmadan pratik kördür; ancak pratiksiz bir teori sadece entelektüel bir oyundur.”
Kant’ın da altını çizdiği bu bilimsellik dengesinde sonuç bölümüne ulaşan Ertit, en çok karşılaştığı 28 sorunun cevabı ile veda eder ki sadece bu bölüm bile çok kitaptan çoktur.
"Volkan Ertit, ne bir İslamcı ne de Kemalisttir; o sadece bir sosyologtur." (Prof. Dr. Besim F. Dellaloğlu).
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
"The temple's in ruins
The bankers get fat
The buffalo's gone
And the mountain top's flat
The trout in the streams are all hermaphrodites
You lean to the left but you vote to the right."
Akademiden dışlanma pahasına, akademik çalışmalarını, Alman İmparatorluğu için değil, bilimin kendisi için yapmaya devam edeceğini açıklayan Albert Einstein’e ve yeryüzünün farklı coğrafyalarında onunla aynı kültüre sahip akademisyenlere adanmış bu kitap; ODTÜ’lü bir felsefecinin sekülerleşme çalışmak istiyorum dediğinde “Ülke İran oldu ne sekülerleşmesi” diye reddedilen tez konusunun muhteşem dönüşü diyebilir miyiz?
Deriz!
Sosyal bilimler alanında, evren edindiği kitlenin dilinden uzaklaşmadan, yıllara dayanan titiz çalışmalar, istatistikler, röportajlar ile oya oya işlenen Volkan Ertit kitabı Sekülerleşme Teorisi, Liberte Yayınları'ndan çıktı.
Teoriye kazandırdığı evrensel kimlik ile sekülerleşme kavramının ne olduğu, ne olmadığını, “Hangimsin Sen Benim” şarkısı eşliğinde; Steve Bruce’nin klasik sekülerleşme teorisi ile bütünleyebilmiş bir yazarla yola çıkmanın keyfi ise bir başka.
Hristiyan çoğunluğun kiliseye gitme oranlarını ve inanç esaslarını merkeze alan Bruce’nin iç tutarlılığının da hakkını vererek kendi ülkesine uyarlayan Ertit, Müslümanların çoğunluğundaki toplumsal dönüşümü, pek tabi İslam’ın esasları ile ele alarak, dokunulmadan faraziliğin temizlenemeyeceği alanlarda, suya sabuna dokunduğunu göstermiş bize.
Sosyo-lojinin ideali değil mevcudu okuma zaruretini atlayıp, sosyal bilimler disiplininden uzak mecralarda “İslam düşmanlığı/takıntısı/seviciliği” şeklinde yorumlarla karşılık alır mı Ertit?
Mümkündür!
Çünkü o su-sabun yüzyıllardır, bu eleştiriler ile karşılaşılan alanların temizliğinde kullanılır!
Ertit, “Sevgili okur, ulaştığım sonuçları bağırmayan bir üslup ile seninle paylaşmak istedim. Ama zaman zaman heyecanıma yenik düştüğüm seni kolundan çekip ‘Allah aşkına şuradaki istatistik verilere bak’ dediğim anlar muhakkak olmuştur. Hoş gör beni (…) İtiraf etmeliyim ki; Türkiye batıdaki 60 yıllı devirmiş literatür karşısında emekleme aşamasında bu alanda ve senin her türlü eleştirine, itirazına, yorumuna ihtiyaç vardır” derken peşin peşin gökyüzü açar tepemize, kucağında taze bir kabulle.
İlk üç bölümde Durkheim’in dediği gibi önce kavramın tanımını ele alır. Ardından dinsizleşme, laikleşme, ahlaksızlaşma gibi kavramlarla karıştırılan sekülerleşmenin ne olmadığını belirler.
Bu bir sürecin adıdır artık!
“Kabe Arabın olsun. Çankaya bize yeter” dizeleri ile Kemalettin Kamu’nun neden seküler ol(a)madığını anlarız.
Laikliğin devlete ait olup insana ait neden olamayacağını; Laik devlet yapısını savunup, dini ritüellere sadık bireyin sosyal bilimler retoriğince tutarlılığını; devletin seküler olmasının ve bireyin laik olmasının mümkün olmadığını da anlarız.
Sekülerleşme nedir, ne değildir. Evrimsel süreci nasıl olmuştur, şekillenir. Beğenmeyen küçük oğluna almayıverir ama durum böyledir. Sayılarla ifade edilmiyor diye her yere çekiştirilen sosyal bilimler Volkan Ertit kitabında tam da olması gereken bilimselliktedir.
Besim F. Dellaloğlu’nun da güzelinden dediği gibi Türkiyeli sosyal bilimciler eğer mevcut sosyal bilimin müktesebatını fazla “Batılı” buluyorlarsa o kavram bagajına alternatif kavramlar üretmek zorundadırlar. Ya da başka işle iştigal edebilirler.
Kavramları keyfimize göre kullandığımız yerde, Türkiye tecrübesinde olduğu gibi, sosyal bilimler değil siyasetin alanında konuşan binlerce retoriksiz veya “Batılı” olmamak adına uydurma bir retorikle, “bana göre” üzerinden gri alanlar oluşur. Otuz kişilik grupların birbirini alkışladığı; çok aydın ama ışığı hiçbir yeri aydınlatmamış, diğer kalan insanları kaliteden almamakla suçlayan birleşmeler içinde; sosyal bilimlerin iyicene tadının kaçtığı günlerde, böyle eserlerin tok karnına bir drajesi, şifa dağıtmaktadır.
Çünkü Ertit, değerleri, kutsalları merkezine alarak değil analiz amaçlı bir okuma yapmış ve tüm dünyada kabul görmüş, genel-geçer ölçüleri uyarlamıştır. Kitabı ise; Sosyolojinin, dini, çalışma alanı olarak görmemesi; ilahiyatçıların ise doğmalarından bağımsız, sosyolojinin bilimsel açısını yani “loji” kısmını edinememesinden, Türkiye için kangren olmuş din-sosyolojisi için tadından yenmez olmuştur.
Kitap, dördüncü bölümden itibaren Sekülerleşme Teorisi’nin evrensel dinamiklerini; bilimsel gelişmelerin, kapitalizmin ve kentleşmenin etkisindeki sekülerleşme oranlarındaki artışın nedenlerini açar.
“Sekülerleşme Teorisi ilerici ya da sekülerist bir ideoloji değildir (…) başat unsuru ibadet etme oranları değildir…” diye ilerlettiği sekizinci bölümden sonra ise sekülerleşmenin ideoloji değil devam eden bir süreç; lokal değil evrensel karakterli olduğunu anlarız.
Dinin yok olması, ibadet etme şekil ve rakamları ile sekülerleşmeyi açıklamanın yeterli olmayacağı netleştikçe, sekülerleşmeyi pelesenk edinmiş birçoklarının kendi mahallelerinde sosyoloji okuduğu da ortaya çıkar.
Irklar, gelenekler de siliniyor der Ertit. Ve din harici kutsallar. Deizm sekülerleşmenin olsa olsa alt kümesi olur ki deist olunsa da seküler olunmaz; sekülerleşen bir dünyada yaşamaya devam ettiğini fark eder ya da fark edemeyebilirsin en çok.
1977’de Gümüşhane’nin Sünni köyünde bir öğretmenin; Benim alevi olduğuma inanmadılar (…) Onlara göre Aleviler boynuzlu ve kuyruklu canlılardı demesi; sekülerleşme sürecinin salt dinlere bağlamanın buzulların erimesine bağlamaktan bir parça daha uzak olduğu sonucuna ulaştırır bizi biraz zorlasak.
Son olarak; Dini Pazar Teorisi; Varoluşsal Güvenlik Teorisi; Dini Bireyselleşme Teorisi adı altındaki aynı süreci açıklama gayretini edinmiş diğer üç teorinin yıldızının neden parlamadığı; ardından, Ertit’in Doktora tezi ışığında Türkiye için Sekülerleşme Teorisi’nin, evlilik, eşcinsellik, İslami giyim modası gibi birçok pencereden okumaları yapılır.
“Teori olmadan pratik kördür; ancak pratiksiz bir teori sadece entelektüel bir oyundur.”
Kant’ın da altını çizdiği bu bilimsellik dengesinde sonuç bölümüne ulaşan Ertit, en çok karşılaştığı 28 sorunun cevabı ile veda eder ki sadece bu bölüm bile çok kitaptan çoktur.
"Volkan Ertit, ne bir İslamcı ne de Kemalisttir; o sadece bir sosyologtur." (Prof. Dr. Besim F. Dellaloğlu).
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
22 Şubat 2019 Cuma
Medeniyetin kâğıt hâli
Her kitap bir kültür(ün) ürünüdür elbette lakin kültür yayıncılığı başka bir konudur. Özellikle ideolojik çizgide ya da popüler kültür üzerine yayın yapan kurumların kültür yayıncılığı yaptığını söylemek abes olacaktır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, gerçek anlamda kültür yayıncılığı yapan yayınevlerinin azlığı dikkat çekiyor. Dergâh Yayınları’nı Türkiye’de bu alanda yayın yapan nitelikli yayınevleri arasında sayabiliriz. Bana göre Dergâh Yayınları’nı bu değerlendirmede öne çıkaran en belirgin özellik yerel değerleri önemseyen anlayışı. Yerel değerler diyorum zira ne yerli ve milli ne de muhafazakâr kavramlarının hem olanı hem de olması gerekeni yansıtmadığını düşünüyorum. Ayrıca kültürü bu tür kısıtlamalar ile açıklamanın faşizan bir anlayışın tezahürü olduğu kanaatindeyim. Özellikle Anadolu gibi onlarca medeniyete ev sahipliği yapan ve uygarlıkların geçiş yolunda yer alan bir bölge için bunlar talihsiz birer tanımlama olur. Kültürel açıdan çok fazla etkileşime girmiş bir coğrafyaya böylesi sığ yaklaşmak cehalet ve/veya kastın ötesinde hakikati örtmek anlamına gelir.
Kültür demişken, 1950’li yıllarda edebi mecrada bulunmuş ve/veya kültürel faaliyetler içerisinde yer almış kişilerin farklı bir ‘nezaket’ üslubu oluyor. Günlük yaşantımızda çok karşılaşma ihtimalimiz olmasa da özellikle yazılı materyaller olmak üzere dönem sinemasında bu üslupla karşılaşabiliyoruz. Söz konusu üslubun iki farklı anlayışın yansıması olduğunu düşünüyorum. İlki, Osmanlı şehir kültürünün devamı diyebileceğimiz din ile ilişkisini koparmamış maneviyatçı Şark zihniyetidir. Diğeri ise Cumhuriyet ile birlikte daha belirgin hâle gelerek Avrupai görünümler arzeden modern-seküler kentli anlayışıdır. Kültür yayıncılığı örneği teşkil eden Kâğıt Medeniyeti adlı kitabın müellifi Mehmet Orhan Okay (1931-2017) daha çok ilk gruba girenlerden. Bu yanıyla Okay için ‘Osmanlı beyefendisi’ üslubunun haleflerinden diyebiliriz. Kâğıt Medeniyeti’nde bu nezih üslubu görüyoruz.
Kağıt Medeniyeti, Okay’ın gazete ve dergilerde yayınlanmış denemelerinin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş. Denemelerin içeriğine göre üç bölüm hâlinde tasarlanarak bütünlük sağlanmaya çalışılmış. Çok kısa olan Kültür başlıklı ilk bölümde, Okay, kültür ve medeniyet kavramlarının hem toplumsal karşılığını belirmeye hem de kendisi için ne anlama geldiğini açıklamaya çalışıyor. Okay, Kâğıt Medeniyeti adlı ikinci bölümde her ne kadar tanımlamayı (Kâğıt Medeniyeti’ni) insanlığın geneli için yaptığını söylese de değerlendirmelerinin oldukça yerel kaldığı görülüyor. Bu bölümde toplum olarak okuma ve kitap kültürü açısından iç karartan ahvalimizi tarihsel bir analizle göstererek kültür bakımından kitabın ve okuryazarlığın önemi üzerinde duruyor. Üçüncü bölüme Teknoloji, Siyaset, Toplum başlığı verilmiş. Bu bölümdeki denemelerde yazın alanındaki değişim ve dönüşümlerin kültürel yansımaları ele alınıyor. Ekranın (bilgisayar) kâğıdın (kitabın) yerini alıp alamayacağı değerlendiriliyor. Okay sosyo-kültürel analizlerine yer yer siyasi eleştirilerini de ekleyerek meseleye geniş bir açıdan bakmayı deniyor.
Kâğıt Medeniyeti için eleştirel yönü baskın bir eser diyebiliriz. Yazılarında kültürel tekamül için elzem olan kavramlara değinen Okay, halk kültürü, milli kültür, popüler kültür gibi olguları değerlendiriyor. Sanat ve gerçek arasındaki ilişkinin anlamsal karşılığını göstermeye çalışıyor. Yazara göre modern hayatın getirdiği teknik ve teknolojik yenilikler kültürü yozlaştırmaktadır. Medya, teknoloji aracılığıyla mahremiyeti yok etmektedir. Toplumdaki hızlı değişim çalışma, dinlenme ve eğlenme vakitleri arasında bir dengesizliğe neden olmaktadır. Kapitalist düzenin kültürel faaliyetler kültürsüz bir kültürün oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Bu doğrultuda şekil alan kültürümüzde okuma olgusu sadece bir eğitim faaliyeti olarak değerlendirilmektedir. Okumak denildiğinde çoğunlukla ders kitabı okumak ya da ders çalışmak anlaşılmaktadır. Bu bir başarısızlıktır ve bu eğitim politikalarının başarısızlığının başlıca nedeni üstünkörü yapılan değişikliklere bağlanabilir. Bu başarısızlık iktidara geçen siyasi anlayışların plansız ve basiretsiz politikalarının neticesidir.
Kitapta, edebiyatçılara göndermede bulunan çok fazla anekdot yer alıyor. Bu ilgi çekici detayların yanı sıra yazı ve şiirlerden yapılan alıntılarla metin zenginleştirilmiş. Eleştirilerin nostaljik değinilerle yumuşatılması okumayı keyifli hâle getirirken mukayeseli anlatım meseleyi anlamayı kolaylaştırıyor. Hemen hemen her denemede Okay’ın düşünsel bir imbikten süzer gibi açığa çıkardığı veciz cümleler bulunuyor. Kağıt Medeniyeti bizde pek dikkate alınmasa da bir kültür eleştirisi girişimi olarak eleştiri kültürünün oluşmasına katkı sağlamaya yönelik değerli bir çalışma.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Kültür demişken, 1950’li yıllarda edebi mecrada bulunmuş ve/veya kültürel faaliyetler içerisinde yer almış kişilerin farklı bir ‘nezaket’ üslubu oluyor. Günlük yaşantımızda çok karşılaşma ihtimalimiz olmasa da özellikle yazılı materyaller olmak üzere dönem sinemasında bu üslupla karşılaşabiliyoruz. Söz konusu üslubun iki farklı anlayışın yansıması olduğunu düşünüyorum. İlki, Osmanlı şehir kültürünün devamı diyebileceğimiz din ile ilişkisini koparmamış maneviyatçı Şark zihniyetidir. Diğeri ise Cumhuriyet ile birlikte daha belirgin hâle gelerek Avrupai görünümler arzeden modern-seküler kentli anlayışıdır. Kültür yayıncılığı örneği teşkil eden Kâğıt Medeniyeti adlı kitabın müellifi Mehmet Orhan Okay (1931-2017) daha çok ilk gruba girenlerden. Bu yanıyla Okay için ‘Osmanlı beyefendisi’ üslubunun haleflerinden diyebiliriz. Kâğıt Medeniyeti’nde bu nezih üslubu görüyoruz.
Kağıt Medeniyeti, Okay’ın gazete ve dergilerde yayınlanmış denemelerinin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş. Denemelerin içeriğine göre üç bölüm hâlinde tasarlanarak bütünlük sağlanmaya çalışılmış. Çok kısa olan Kültür başlıklı ilk bölümde, Okay, kültür ve medeniyet kavramlarının hem toplumsal karşılığını belirmeye hem de kendisi için ne anlama geldiğini açıklamaya çalışıyor. Okay, Kâğıt Medeniyeti adlı ikinci bölümde her ne kadar tanımlamayı (Kâğıt Medeniyeti’ni) insanlığın geneli için yaptığını söylese de değerlendirmelerinin oldukça yerel kaldığı görülüyor. Bu bölümde toplum olarak okuma ve kitap kültürü açısından iç karartan ahvalimizi tarihsel bir analizle göstererek kültür bakımından kitabın ve okuryazarlığın önemi üzerinde duruyor. Üçüncü bölüme Teknoloji, Siyaset, Toplum başlığı verilmiş. Bu bölümdeki denemelerde yazın alanındaki değişim ve dönüşümlerin kültürel yansımaları ele alınıyor. Ekranın (bilgisayar) kâğıdın (kitabın) yerini alıp alamayacağı değerlendiriliyor. Okay sosyo-kültürel analizlerine yer yer siyasi eleştirilerini de ekleyerek meseleye geniş bir açıdan bakmayı deniyor.
Kâğıt Medeniyeti için eleştirel yönü baskın bir eser diyebiliriz. Yazılarında kültürel tekamül için elzem olan kavramlara değinen Okay, halk kültürü, milli kültür, popüler kültür gibi olguları değerlendiriyor. Sanat ve gerçek arasındaki ilişkinin anlamsal karşılığını göstermeye çalışıyor. Yazara göre modern hayatın getirdiği teknik ve teknolojik yenilikler kültürü yozlaştırmaktadır. Medya, teknoloji aracılığıyla mahremiyeti yok etmektedir. Toplumdaki hızlı değişim çalışma, dinlenme ve eğlenme vakitleri arasında bir dengesizliğe neden olmaktadır. Kapitalist düzenin kültürel faaliyetler kültürsüz bir kültürün oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Bu doğrultuda şekil alan kültürümüzde okuma olgusu sadece bir eğitim faaliyeti olarak değerlendirilmektedir. Okumak denildiğinde çoğunlukla ders kitabı okumak ya da ders çalışmak anlaşılmaktadır. Bu bir başarısızlıktır ve bu eğitim politikalarının başarısızlığının başlıca nedeni üstünkörü yapılan değişikliklere bağlanabilir. Bu başarısızlık iktidara geçen siyasi anlayışların plansız ve basiretsiz politikalarının neticesidir.
Kitapta, edebiyatçılara göndermede bulunan çok fazla anekdot yer alıyor. Bu ilgi çekici detayların yanı sıra yazı ve şiirlerden yapılan alıntılarla metin zenginleştirilmiş. Eleştirilerin nostaljik değinilerle yumuşatılması okumayı keyifli hâle getirirken mukayeseli anlatım meseleyi anlamayı kolaylaştırıyor. Hemen hemen her denemede Okay’ın düşünsel bir imbikten süzer gibi açığa çıkardığı veciz cümleler bulunuyor. Kağıt Medeniyeti bizde pek dikkate alınmasa da bir kültür eleştirisi girişimi olarak eleştiri kültürünün oluşmasına katkı sağlamaya yönelik değerli bir çalışma.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
20 Şubat 2019 Çarşamba
Zaferden değil yola çıkmaktan sorumlu olmak
Bu yazımızda hocayı güzelleyecek değiliz çünkü hoca yaptıkları, ettikleri ve eyledikleri ile güzelliğin kendisi olduğunu gösteriyor/izhar ediyor. Çorbada tuzumuz bulunsun diyerek söze girsek ne haddimize demek de düşer. Onun için biz kıyısından köşesinden niyetimizi aşikar edelim: İsmail Kara’nın yazdığı son kitaba varabilmekti aslında bütün satırları yazılışının hikayesi: Zafer Değil Sefer. Saygıdeğer okur; hoca, yola çıkmakla doğrudan irtibatlı olarak, sorumluluk dairesini çizmiş daha adım atmadan kitabın sayfalarına. Bugünün insanının en büyük yanılgısını belki de…
İsmail Kara’yı okuyorsanız, biraz zahmete katlanıyor olmanız ve biraz anlamsızlıkların içinden anlama doğru bir süzülme yolculuğunuzun olacağını bilmeniz gerekir. Gerek kelime seçimleri ve dilin kullanılışı ve üslubu gerekse bilgiyi aktarırken doğrudan sizi ona götürmek yerine, bir daire tasavvuru tahayyül ederek, sizi içerilere davet etmesi ile karşı karşıya kalırsınız. Kavramların etrafındasınızdır mesela, yahut kişilerin çevresinde ama gezersiniz, kitaplar vardır, makaleler, kimi zaman fotoğraflar vardır kimi zaman ansiklopediler ve hoca bunların arasından satırlardan size merhaba der. İşte zahmet olarak rahmetin tam gelme yerlerindeyiz saygıdeğer okur. İsmail Kara’yı okumak aslında bir kitap olarak cismani satırlardan ibaret kısımlarla hem hal olmak değildir asla. Onunla yolculuklara çıkar, bahsettiği dönemi yaşar gibi okursunuz. O döneme dair isimlere ilişkin mutlaka o şahıslarla kalmayan şeyler de bulmanız kuvvetle muhtemeldir satır aralarında. Bir düz, liner çizgi takibi ile okumayı gerçekleştirmek pek mümkün değildir O’nun kitaplarında. Sadece okuyayım ve bitsin demek de öyle kezâ.
İsmail Kara’nın kitapları ile baş başa kaldığınızda aslında ilk baştan itibaren, metinle ve sayfalarla sınırlı bir kitaptan ibaret bir vak’a ile baş başa kalmadığınızı anlamışsınızdır. Metinden çok yaşantıların içindesinizdir sanki, o anı tekrar ve tekrar yaşamaktasınızdır. Aslında almış olduğunuz kitapla sadece kitap almış olmaktan ziyade bir yoldaş edinmişsinizdir ve kapağı çevirince bir yolculuk sizi beklemektedir. İlk sizi misafir eden sunuş kısmında kitap ismi ve bunun yanında neden yol ve yolculuk yahut neden zafer değil de sefer sorusunun cevabı yer almaktadır: “Zafer değil sefer” yahut “muvaffakiyet değil hareket” ifadeleri sonuca, hedefe ulaşıp ulaşmamaya bağlı ve bağımlı kılmadan yola koyulmayı, harekete geçmeyi, her halükarda insani sınırlar içinde (yolun tabiatı gerektiriyorsa insani sınırları da zorlayarak) yapılabilecekleri sonuna kadar yapmayı kuvvetli bir şekilde dile getiriyor olmalı. Çünkü seyr ü seferin, yolun ve hareketin bizzat kendisi sonucun, zaferin, muvaffakiyetin en azından bir parçası olmak itibariyle zaten baştan bir neticedir.”
Hemen devamında, yol’a ilişkin şu şekilde devam ediyor sunuş kısmı: “Bir de 'hiçbir yere ulaştırmayan' yol var. Yolun amacı kendisidir, kendindedir, başkasında, başka bir yerde değil. Yol başka bir şey için kat edilmez. Bu yola giren sadece yola girer, bu kâfidir. Ayrıca bir yere varıp varmaması bahse konu olmaz. Yol ile varılacak menzil birdiğerinin şümulü dahilindedir. Muhtemeldir ki yolcu tarike adım atmakla ulaşacağı yere bilkuvve ve (belki bilfiil de) ulaşmıştır ama bu müzakere mevzusu yapılmaz.”
Daha hemen giriş kısmında gerek dilsel anlamda, gerek kelimelerin ve terkiblerin tercihleri, kullanımları ve seçimleri anlamında adeta nehrin o akan deli-dolu durdurulamaz suları gibi geliyorum diyebilen bir metinle karşı karşıya olduğumuzu anlayabiliyoruz.
İçerik kısmına bir göz atacak olursak; toplam altı bölüm halinde bir içerik planlamasına gidildiği görülmektedir. Bu bölümler sırasıyla; Birkaç Adım, Birkaç Mesele, Birkaç Zat, Birkaç Kitap, Birkaç Mektup ve son olarak Birkaç Evrak olarak sınıflandırılmıştır.
İsmail Kara’nın deneme türü kitaplarını okurken insan şöyle bir havaya kapılabiliyor: Misalen bir şahsın varlığı söz konusu ise sanki onunla oturup konuşuyormuşçasına karşılıklı bir musahebenin varlığı söz konusu olabilmekte, yahut bir döneme ilişkin bir etraf tasviri söz konusu ise aniden kendinizi orada hissetmeniz, sanki orada imişçesine satırlar arasında kaybolmanız gerçekleşmektedir. Yazmakla-yaşamak, yazmakla-yaşatmak arasındaki o ince köprüyü, o sırrı bulmuş gibidir kitaplar. Yeni dünyalara açılır yeni insanlarla karşılaşır ve aslında size el atından eksikliğinizin ne büyük olduğunu, fakat bunu yaralayıcı bir tavırdan ziyade bir dost elinin sırtını sıvazlaması gibi gösterir. Bütün bir anlam dünyasına sahip olmanın ne demek olduğunu ve bütüncül bir dünya tasavvurunun neye tekabül edeceğine ilişkin olarak hocanın kitapları size bir yol tasavvuru sunabilir.
Kitabın ilk yazısı “Rahmeti Çağırmak İçin Yetmiş Bin Taş Okunup Üflendi…” adlı denemedir. Sizi yıllar öncesine doğru alıp giden, rahmetin, bereketin aslında neye tekabül edebileceğine ilişkin bir yazıyla karşı karşıyasınızdır. Kitabın son yazısı ise ne yazık ki acı bir hikayeye, elem verici bir ölüm haberine dairdir ve okuyanı istemsiz olarak dahi hüzünlendirir. Bir genç hocanın, “Malatya/Rafa/Adıyaman/Çelikkan dörtgeninde koşturup duran” bir hocanın hikayesidir insanı kendisinden alan, hüznü bağrına öyle oturtan, gece gece kitabın sonunun hüznüne yakışan ve hem kitaba vedanın hem de Azize Hoca’nın yasını insana ta derununda hissettiren bir deneme ile şimdilik hoca perdeyi kapatmaktadır. Ramazan için halk arasında meşhur bir deyim vardır; başlangıcı rahmet, ortası mağfiret, sonu da bir hüzne tabidir. Buna yakındır aslında az çok söylenenler. İşte Zafer Değil Sefer kitabı da tam olarak bu hâl üzre insanı alır, karşısına oturur, sonra başlar bir rahmet hikayesiyle ve veda eder bir genç öğretmenin hayalleriyle. Aramızdan gidişi belki de en çok dokundurduğudur. Böyle insanların veda edişi, hiç tanımamasına rağmen insanı nasıl mahzun edebilir diye insan gece boyu düşünür.
Kitabın içeriğine gelecek olursak, en çok geçen insanlardan birisi Rahmetli Nurettin Topçu Hoca’dır. İsmail Kara’nın son demlerine yetişebildiği hocasına ilişkin her kitabında az çok değinmeden geçemediği, okuyanlar için malumdur. Bu kitapta da hoca ile aralıklı karşılaşmalar, mektuplaşmalara şahit olunur. Kitapların kaderi olduğuna ve bu kaderlerinin kimi zaman insanlarla kesişmelerinin de bir kaderi olduğuna ve kitaplar insanın aslında bir kader arkadaşlığının olduğuna da şahit olursunuz satırlarda. Her şeye bir kader gözünden bakmanın ve zaman ve zeminle beraber bir kader arkadaşlığı yapmanın insanı nerelerden alıp nerelere götüreceğinin de şahidi olursunuz birden bire.
Yeri gelir bugüne yansıyan konuların, güncel meselelerin de içine girdiğini görürsünüz ki bu aslında İsmail Kara için bir istisnai durum teşkil eder. O güncel olandan ve gündem olandan mümkün mertebe sakınıp, en azından yazıları için bunu söylemek mümkündür, asli meseleleri daha başka yerlerde tarihte ve yaşanılan büyük kırıklıkların ve artçılarının izinde takip etme merakındadır. Kitabın içinden bir yazı ile örneklendirmek gerekirse hemen ikinci bölüm “birkaç mesele”nin ilk yazısını örnek nev’inden vermemiz mümkündür. “Kimin milletindensin? İstiklal Marşı’ndaki 'Millet' Üzerine Bir Deneme” yazısı millet, kavmiyet ve cins gibi meselelere ilişkin yakın tarihte ve bugün dahi üzerine çatışmaların ve anlaşmazlıkların bitmediği bir meseleye el atar. Sözlük iktibasları ile beraber kavramlara ışık tutma çabası içinde olan hoca son olarak Mehmet Akif merhum üzerinden bu denemesini devam ettirir. Kavramların da aslında bir yolculuk üzere olduklarını ve bu yolculuğun da zaman ve zemin içinde bir serencama dönüştüğünü, kavramların bağımsız olarak devre karşı değil, tam tersine devrin şartları içerisinde bir elbiseye büründüğüne tanıklık etmekteyiz. Kitap bu konuda bir çekinceye veya resmi söyleme bağlı kalmaksızın kendi hikayesinin içinde devinir durur.
Bazı kitapları okurken yeri gelir mekanlar gezer diyarlarda soluklanırsınız, yeri gelir misafir eder yeri gelir misafir olursunuz. Kullanılan dil ve üslup da aslında bu noktada mühim bir esas teşkil etmektedir. Zafer Değil Sefer ve İsmail Kara’nın diğer deneme kitapları aslında tam olarak bu tanımlamaların kapsamında yer alan bir kitaptır. Kimler misalen bizim misafirimiz olmaktadır Zafer Değil Sefer için? İlk göze çarpan isim elbette Nurettin Topçu merhumdur. Sonra bir Babanzade Ahmet Naim Beyefendi satırlar arasından bizlere merhaba demektedir, Hattat Hamit, Mehmet Akif, Turgut Cansever, Hüseyin Kazım Kadri bunlardan belki de bir çırpıda akla gelen isimlerdir. Bu isimlerle iltisak eden konularda aynı şekilde Hocanın üslubu için kendini ele veren meselelerden birisidir. Hoca bazen meseleleri, kişilerden yola çıkarak konularla rabt etmek yolunu tercih etmekte, bazen de konulardan kişilere gitmek suretiyle yazılarının kozasını örmektedir. Bu noktada kitapta bahsi geçen kişilere ilişkin olarak vasat düzeyinde dahi olsa bilgi sahibi olmanın anlamayı kolaylaştıracağı, yazıların mahiyetine vakıf olmada yardımcı olacağının ifade edilmesi gerekmektedir.
Zafer Değil Sefer aslında bir deneme kitabı ama düşünceyle olan bağlantısı bu noktada ön planda yer alıyor. Yer yer hocanın dokundurmaları ve ince ince işlenmiş muaheze satırları, yer yer siteme varan eseflenmeler ve kederlenmeler ile kitap sadece basit bir bilginin aktarımından ziyade bir duygu aktarımını da bunun içine katmaktadır.
Aslında kitap en başından belirttiğimiz üzre sizlerle oturup bir muhasebe ve musahebe etmek amacındadır. Sizlere davetkâr bir öneri olarak söyleyelim: Var mısınız zaferden değil seferden, imkanlardan sorumlu olarak yola çıkmaya niyetlenmeye saygıdeğer okur?
Muhammed Hüseyin Güneş
twitter.com/muhammeddgunes1
Belki derdimize çare bir öykü
Emin Gürdamur’un bizi kendine hayran bakan üslubuyla kaleme aldığı “Atları Uçuruma Sürmek” adlı kitabından sonra ikinci öykü kitabı “Herkesten Sonra Gelen” şubat ayında Ketebe’den çıktı. Toplamda on beş öyküden oluşan eser bir nefeste okunacak lezzette hikâyelerden oluşuyor.
Kitap okuma serüvenimin Muzaffer İzgü’nün bir gün okulumuza gelip kitaplarını imzalamasıyla başladığımı düşünürsem, okuma yolculuğum hikâyeyle başladı diyebilirim ve sadece beşinci sınıf öğrencisiydim. O gün bugündür kitabın ve öykünün peşindeyim. Bende öykünün niteliğiyle ilgili en başat kıstas hayatın içinden olmaklığıdır. Öykü eğer okuyucuyu yakalayacaksa buradan yakalayabilir bana kalırsa. Biçim ve kurmaca daha sonra gelir. Eğer bir dil başarısı söz konusuysa biçim ve kuram kısmı bile yazarı hiç ilgilendirmeyebilir. O iş biraz da edebiyat tarihçilerinin işidir gibi geliyor bana.
Emin Gürdamur öykülerini cazip kılan karakterlerinin tıpkı sokakta ya da aynada gördüğümüz kadar gerçek ve acı çeken insanlar olması. Ayfer Tunç’tan mülhem söylemek gerekirse toplumumuzdaki en büyük problemlerden birisi kendi meselelerimizle yüzleşemememiz. Bu öykülerde de karakterler genelde kendi gerçekliklerinden kaçan ya da bir boşlukta asılı yaşamayı tercih eden ama anlatıcı sayesinde bu hakikatle yüz yüze gelmek durumunda kalan kişiler. “Burhan” adlı öyküsünü okurken kendimi Freud’un koltuğunda oturmuş gibi hissettim çünkü itiraf ediyorum beni anlatıyordu. Öykü biterken nasıl oluyor da bir başka kişi benim meselemi benden daha iyi biliyor dedim ve içimdeki buz tutmuş göl, mahir bir kalem tarafında kırılmış oldu. İşte iyi öykü bunu yaptırmalı diye düşünüyorum.
Burhan'dan bir kesit: "Her şey ne kadar birbirine benziyor. Evden dışarı adım attığında apartmanları görüyorsun, bütün evler birbirine hizalanıyor. Doğrularla yanlışlar omuz omuza veriyor. Bir isim hatırlamaya çalışıyor sonra. Kimdi unuttum, diyor. Savaşan iki ordu uzaktan intihar eden tek bir ordu gibi görünür, demişti. Başını iki yana sallıyor. Eksik demiş. Daha uzağa gidince onun bir ordu değil, bir yalan olduğunu görürsün. Daha uzağa gidince yalan da anlamını yitirir."
Dersini şiirden almış öyküler yazıyor Emin Gürdamur. Tahminim o ki şiir seven ve yazmadan önce bolca şiir okuyan bir yazardan bahsediyorum. Esasında bu lirik dil eğer dozunu tutturamazsak çok da mayınlı bir arazidir ama Emin Gürdamur bu araziden neredeyse yara almadan çıkabiliyor.
Malum, insan derin bir varlık. En saklı yanlarımız da derinlerimizde. O derinliğe inemiyoruz çoğu zaman. Sevdiğimiz yazarlar ise o derinliklerde gezinip bizim bilinçaltımıza ötelediğimiz ruhumuzu ensesinden tutup gün yüzüne çıkartıyor. Böylece zavallı ruhlarımız fazlalıklarından arınıyor.
Herkesten Sonra Gelen'deki öyküler de ilk kitabındaki gibi genelde muğlak bir karakter üzerinden durum öyküleri tarzında giderken bu kitapta klasik Emin Gürdamur çizgisinin biraz dışında, karakterlerin daha ete kemiğe büründükleri, hacmen de daha uzun ve daha da derinlikli dört öyküyü (Yıkım İşleri A.Ş. , Şair ve Sinek, Burhan ve Cazu) burada mimlemek istiyorum. Zaten bana bu yazıyı yazdıran da o muhteşem dört öykü. Bana kalırsa kitabın adı bu dört öyküden biri olmalıydı. Yıkım İşleri A.Ş. özellikle çok yakışırdı diye düşünüyorum. Klasik çizgisinin dışında diyorum çünkü Emin Gürdamur öyküsüne getirebileceğim tek negatif eleştiri de anlatımdaki puslu havanın yer yer uzun sürmesi. Hem karakterde bir muğlaklık hem de anlatımda puslu hava olunca okuyucu hikâyeden kopacak gibi oluyor. Durum öykülerini bekleyen bir tehlike bu. Ancak yukarda isimlerini zikrettiğim dört öykü bu kusurdan tamamen arındırılmış, tadından yenmeyecek öyküler.
Burhan öyküsünden biraz bahsetmiştim. Burhan gözü yolda bir güvenlik görevlisi. Ona kalsa tazminatını alıp yerleşecek bir köy evine. Ama prangaları var, aynı zamanda da ölesi. O prangaları ve ölmeyi isteyişini o kadar ustalıkla anlatışı var ki yazarın “işte derdimize çare bir öykü” dedim içimden. Bir tutunamayan Burhan. Ama diyor anlatıcı o kadar da kötü değil. Ona bir doğum günü pastası hazırlıyor nöbet kulübesinin önündeki seyyar masada. Ama gelmiyor Burhan. Burhan’a ne olduğunu bilmiyoruz. Hayatımızdaki boşlukların mahir yazarı bu sefer bize bir boşluk bırakıyor. Adını Burhan koyduğu buhranlı karakteri üzerinden bize bir kaçış öyküsü anlatıyor Emin Gürdamur. Hep böyle değil midir zaten? Çoğunluk kaçmak ister. Kaçtığını sanar ama kaçamaz ya da aslında kaybolmuştur kaçarken.
Hem dil başarısı, hem de insanı ustalıkla masaya yatıran bir ruhbilimci edasıyla, okurken bir hazdan fazlasını vadediyor Emin Gürdamur. Yaralarımızı sağaltmaya, onlarla yüzleştirmeye çalışıyor. İkinci kitabıyla birlikte Türk öyküsündeki yerini böylece perçinlemiş oluyor zira ilk kitabını okuduğumda çıtayı çok yükselttiğini düşünmüştüm. Ne mutlu Türk öyküsüne ve biz okuyuculara.
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
Kitap okuma serüvenimin Muzaffer İzgü’nün bir gün okulumuza gelip kitaplarını imzalamasıyla başladığımı düşünürsem, okuma yolculuğum hikâyeyle başladı diyebilirim ve sadece beşinci sınıf öğrencisiydim. O gün bugündür kitabın ve öykünün peşindeyim. Bende öykünün niteliğiyle ilgili en başat kıstas hayatın içinden olmaklığıdır. Öykü eğer okuyucuyu yakalayacaksa buradan yakalayabilir bana kalırsa. Biçim ve kurmaca daha sonra gelir. Eğer bir dil başarısı söz konusuysa biçim ve kuram kısmı bile yazarı hiç ilgilendirmeyebilir. O iş biraz da edebiyat tarihçilerinin işidir gibi geliyor bana.
Emin Gürdamur öykülerini cazip kılan karakterlerinin tıpkı sokakta ya da aynada gördüğümüz kadar gerçek ve acı çeken insanlar olması. Ayfer Tunç’tan mülhem söylemek gerekirse toplumumuzdaki en büyük problemlerden birisi kendi meselelerimizle yüzleşemememiz. Bu öykülerde de karakterler genelde kendi gerçekliklerinden kaçan ya da bir boşlukta asılı yaşamayı tercih eden ama anlatıcı sayesinde bu hakikatle yüz yüze gelmek durumunda kalan kişiler. “Burhan” adlı öyküsünü okurken kendimi Freud’un koltuğunda oturmuş gibi hissettim çünkü itiraf ediyorum beni anlatıyordu. Öykü biterken nasıl oluyor da bir başka kişi benim meselemi benden daha iyi biliyor dedim ve içimdeki buz tutmuş göl, mahir bir kalem tarafında kırılmış oldu. İşte iyi öykü bunu yaptırmalı diye düşünüyorum.
Burhan'dan bir kesit: "Her şey ne kadar birbirine benziyor. Evden dışarı adım attığında apartmanları görüyorsun, bütün evler birbirine hizalanıyor. Doğrularla yanlışlar omuz omuza veriyor. Bir isim hatırlamaya çalışıyor sonra. Kimdi unuttum, diyor. Savaşan iki ordu uzaktan intihar eden tek bir ordu gibi görünür, demişti. Başını iki yana sallıyor. Eksik demiş. Daha uzağa gidince onun bir ordu değil, bir yalan olduğunu görürsün. Daha uzağa gidince yalan da anlamını yitirir."
Dersini şiirden almış öyküler yazıyor Emin Gürdamur. Tahminim o ki şiir seven ve yazmadan önce bolca şiir okuyan bir yazardan bahsediyorum. Esasında bu lirik dil eğer dozunu tutturamazsak çok da mayınlı bir arazidir ama Emin Gürdamur bu araziden neredeyse yara almadan çıkabiliyor.
Malum, insan derin bir varlık. En saklı yanlarımız da derinlerimizde. O derinliğe inemiyoruz çoğu zaman. Sevdiğimiz yazarlar ise o derinliklerde gezinip bizim bilinçaltımıza ötelediğimiz ruhumuzu ensesinden tutup gün yüzüne çıkartıyor. Böylece zavallı ruhlarımız fazlalıklarından arınıyor.
Herkesten Sonra Gelen'deki öyküler de ilk kitabındaki gibi genelde muğlak bir karakter üzerinden durum öyküleri tarzında giderken bu kitapta klasik Emin Gürdamur çizgisinin biraz dışında, karakterlerin daha ete kemiğe büründükleri, hacmen de daha uzun ve daha da derinlikli dört öyküyü (Yıkım İşleri A.Ş. , Şair ve Sinek, Burhan ve Cazu) burada mimlemek istiyorum. Zaten bana bu yazıyı yazdıran da o muhteşem dört öykü. Bana kalırsa kitabın adı bu dört öyküden biri olmalıydı. Yıkım İşleri A.Ş. özellikle çok yakışırdı diye düşünüyorum. Klasik çizgisinin dışında diyorum çünkü Emin Gürdamur öyküsüne getirebileceğim tek negatif eleştiri de anlatımdaki puslu havanın yer yer uzun sürmesi. Hem karakterde bir muğlaklık hem de anlatımda puslu hava olunca okuyucu hikâyeden kopacak gibi oluyor. Durum öykülerini bekleyen bir tehlike bu. Ancak yukarda isimlerini zikrettiğim dört öykü bu kusurdan tamamen arındırılmış, tadından yenmeyecek öyküler.
Burhan öyküsünden biraz bahsetmiştim. Burhan gözü yolda bir güvenlik görevlisi. Ona kalsa tazminatını alıp yerleşecek bir köy evine. Ama prangaları var, aynı zamanda da ölesi. O prangaları ve ölmeyi isteyişini o kadar ustalıkla anlatışı var ki yazarın “işte derdimize çare bir öykü” dedim içimden. Bir tutunamayan Burhan. Ama diyor anlatıcı o kadar da kötü değil. Ona bir doğum günü pastası hazırlıyor nöbet kulübesinin önündeki seyyar masada. Ama gelmiyor Burhan. Burhan’a ne olduğunu bilmiyoruz. Hayatımızdaki boşlukların mahir yazarı bu sefer bize bir boşluk bırakıyor. Adını Burhan koyduğu buhranlı karakteri üzerinden bize bir kaçış öyküsü anlatıyor Emin Gürdamur. Hep böyle değil midir zaten? Çoğunluk kaçmak ister. Kaçtığını sanar ama kaçamaz ya da aslında kaybolmuştur kaçarken.
Hem dil başarısı, hem de insanı ustalıkla masaya yatıran bir ruhbilimci edasıyla, okurken bir hazdan fazlasını vadediyor Emin Gürdamur. Yaralarımızı sağaltmaya, onlarla yüzleştirmeye çalışıyor. İkinci kitabıyla birlikte Türk öyküsündeki yerini böylece perçinlemiş oluyor zira ilk kitabını okuduğumda çıtayı çok yükselttiğini düşünmüştüm. Ne mutlu Türk öyküsüne ve biz okuyuculara.
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
19 Şubat 2019 Salı
Faşizmin sıradanlığı
"Alman halkının ezici bir çoğunluğu Hitler'e inanıyordu - hatta Rusya'ya saldırdıktan ve korkulduğu gibi iki cephede de savaşmaya başladıktan, ABD savaşa girdikten, Stalingrad yenilgisinden, İtalya savaştan çekildikten ve Fransa çıkartmalarından sonra bile. Bu ezici çoğunluğa karşı, ulusal ve ahlaki felaketin tamamen farkında olan, sayısı bilinmeyen tek tek insanlar vardı; ara sıra tanıdık çıktıkları ve birbirlerine güvendikleri oluyordu, arkadaşlık kuruyor ve görüş alışverişinde bulunuyorlardı, ama kimsenin isyan planları yaptığı veya isyana niyetlendiği yoktu.”
- Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı
Tarihçiler, ele aldıkları konuların gerçekle olan irtibatını vurgulamak için güzel bir anlatım kurmaktan vazgeçerler. Çoğu zaman bunu beceremediklerinden hiç uğraşmazlar bile. Ele aldıkları konu I. Dünya Savaşı'ysa, ona kitlenirler. Kroonolojik bir okuma. Evet belki genelleme yapıyorum ama maalesef durum bu. Şöyle su gibi giden, meselelerin sosyolojik ve psikolojik boyutlarını da okurken yaşayacağımız bir kitap çıkmaz kolay kolay tarihçilerden. Bu sebeple bir tarihçinin edebiyatla, sosyolojiyle, psikolojiyle olan irtibatı eserlerinin hem sarsıcılığı hem de kalıcılığı açısından önemlidir. Merhum Halil İnalcık da talebelerini bu konuda defalarca ikaz etmiştir. Tarihî bilgiye sadık kalmak, anlatımı güzelleştirmeye ve derinleştirmeye engel değildir.
Tarihi romanların bir çoğundaysa gerçekle bağ aramak için sayfalarca sabretmemiz gerekir. Bazen kuru ve yavan, bazense abartılı ve coşkulu bir anlatım peşinde gerçeği arar dururuz. "Acaba?" ile biter böyle kitaplar. Anlatılanlar ne kadar doğru, yazar tarihi ne kadar ciddiye alıyor, bu meselelerin arka yüzünde neler vardı ve hangileri saklandı diye düşünmemek mümkün olmaz bu tip romanlarda.
Peki otobiyografik bir kitaptan, yani anılardan neler bekleriz? Mümkün mertebe hedef küçültürüz. Göreceklerimiz yazarın anlattığı kadarıyla sınırlıdır. Sürprizler olacaktır illa ama gerilim, stres, tansiyon pek aranmaz. Genelde duygu bol, hüzün sık, şahsî yaralarla süslü metinler bekler bizi. Bunlar elbette eserin değerini düşürmez. Ama insanlar otobiyografik eser okumaktan da biraz bu sebepler yüzünden kaçarlar. Halbuki her metin, yazarının hayal ve düşünce dünyası etrafında sınırlı değil midir? Şiir bile öyle.
Çok uzattım ama Sebastian Haffner, bu uzatmaya değecek bir eser kaleme almış yıllar evvel. Oliver Pretzel, babasının yazdıklarına ancak 1999 yılında ulaşabilmiş, ölümünden sonra evi boşaltılırken. Eğitimli, sıradan bir Alman olan Haffner, 1938'de İngiltere'ye iltica ettikten sonra yazmaya başlamış eserlerini. Bir Alman'ın Hikâyesi, 1939'da yazılmış. Hitler Hakkında Değinmeler kitabı zamanında büyük ilgi görmüş. Yazdığı tarih kitapları, sıradan bir insanın meseleleri tüm basitliğiyle, yani doğallığıyla kavrayıp anlatmasına dayanıyor aslında. Bir Alman'ın Hikâyesi de bu yüzden daha ilk sayfalardan itibaren insanı sarsıyor. Okuyucu faşizmin ve Nazilerin bir ülkeyi, ardından da dünyayı 'bu kadar basit' yollarla nasıl etki altına alabildikleri karşısında ürperiyor. "İnsanlar katılmaya başladılar, önce korkudan, ama insan bir kere katılmaya başladıktan sonra artık bunu korkudan yapmak istemiyordu - bu alçakça ve pespaye bir şey olurdu, değil mi? Bu nedenle de parçası olunan şeyin gerektirdiği zihniyet bilahare tamamlanıyordu. İşte, nasyonal sosyalist devriminin zaferinin ruhsal temelini bu durum oluşturuyordu." diyor Haffner, bu bile yetiyor insana.
1933 seçimlerinde Nazilere karşı %56 oy çıkmıştı. Nazi devriminin tamamlanması için geriye kalan tek şey, halkın sahiden de güvendiği bu %56'lık oyu alan partilerin liderlerinin ihanet etmesiydi. Elbette o da gerçekleşti. Haffner'e göre Naziler bu ihaneti asla şova dönüştürmediler çünkü 'zaferin' değerinin düşmesini istemediler. "Bu ihanet" diyor yazar, "ilk bakışta izahı mümkün olmayan bir olgunun, korkaklardan ibaret olmadığı muhakkak olan bir büyük halkın direnç göstermeden bu yüz karası kepazeliğe teslim olmasının izahını mümkün kılar."
Haffner çocuk yaşlarındayken hemen hemen her çocukta olduğu gibi çevresinde olup biten hadiseler karşısında şaşkındır. 1914-1918, yani Birinci Dünya Savaşı'na dair gözlemlediği, aklında kalan şeylerde özellikle ekonomik krizin ve Sevr Antlaşması'nın büyük etkisi fark ediliyor. Sonrasında 1918 Devrimi, Alman Cumhuriyeti ve Nazilerin ayak sesleri geliyor. Özellikle 1923 yılı Haffner'in hem yaşantısına hem de Almanya'nın vaziyetine dair kritik ayrıntılar içeriyor.
Bu ayrıntıları tarihî bir roman gibi okumak hatadır, bunu söylemeli. Zaten kitabın da böyle bir gayreti yok. Olup biten her şey, tüm hissettirdikleriyle yazılmış. Samimiyetten başka bir amaç güdülmemiş. Ancak bu samimiyet öyle bir dozda ki insan kıyımının, zihin kıyımının, toplum kıyımının her detayı anlaşılabiliyor: "O günleri düşündüğümde başımı avuçlarımın içine almak ihtiyacı hissediyorum. Bugün hangisini kavramak daha güç bilmiyorum: bundan ancak on sene kadar evvel böyle bir şeyin Almanya’da var olmuş olması mı, yoksa on seneden kısa bir süre içinde bütün bunların böyle tamamen, ardında hiçbir iz bırakmadan silinip süpürülebilmiş, yok edilmiş olması mı?"
Kitabın sonunda Haffner'in oğlu Pretzel, Bir Alman'ın Hikâyesi'yle birlikte Nazilerin en sık kullandıkları "Biz hiçbir şey bilmiyorduk, verilen emirleri uyguluyorduk" cevabının da çürütülmüş olduğunu söylüyor. Bu kitapla birlikte Hannah Arendt'in Kötülüğün Sıradanlığı kitabı okunabilir, okunduysa yeniden okunabilir. Çünkü sıradanlık, şiddetin boyutunu hiç düşünülmeyecek kadar artırabiliyor. Unutulmaması gereken bir nokta da çocukluk yaşlarında karşılaşılan ve kafalara kazınan bazı 'mesaj'ların ileride nelere sebep olabileceği: "Kitlelerin ruhuyla çocuk ruhu, tepkileri açısından birbirine çok benzerdir. Kitleleri beslemenin ve harekete geçirmenin yöntemlerinin ne kadar çocukça olabileceğini tasavvur etmek bile zordur. Gerçek fikirlerin, kitleleri harekete geçirecek tarihsel güçlere dönüşebilmeleri için önce bir çocuğun kavrama kabiliyetinin sınırına kadar basitleştirilmeleri gerekir. Birbirini takip eden on senede doğmuş bir neslin kafalarında oluşturulmuş ve dört sene boyunca bu beyinlere iyice mıhlanmış çocukça bir sanrı, yirmi sene sonra pekala ölümcül ciddiyette bir ‘dünya görüşü’ olarak büyük siyaset sahnesine geri dönebilir."
Nitekim öyle de olmuştur: "Nazizm’in kökü hep Alman okul çocuklarının savaşta yaşadıklarında olmuştur, zannedildiği gibi 'cephede yaşananlarda' değil. Nazizm’in gerçek nesli, savaşı gerçekliğinden hiç rahatsız olmadan, fiilen hiçbir zorlukla karşılaşmadan büyük bir oyun olarak yaşamış, 1900 ile 1910 arasındaki on yılda doğanlardır."
Hitler öncesi Almanya'da net biçimde görülen şey ciddi bir sorumluluktan kaçış ve suç ortaklığı olduğu. Haffner bu tamamlanmamış (ve tamamlansaydı Hitler ve sonraki sürecin detaylarını da öğrenebileceğimiz) kitabının sonunda tüm okuyuculara çok esaslı bir yük emanet ediyor. Bu emanetin adı da ahlak. Üstelik bunu göze sokmadan, ahlakçılık yapmadan gerçekleştiriyor. Kitabı okuduktan sonra anlatılanlar, hadiseler aklınızdan çıkabilir, unutabilirsiniz buna hiç itirazım yok diyor. "Ama hiç anlatmadığım ahlakın unutulmaması beni ciddi şekilde tatmin edecektir.” sözüyle diyeceğini demiş oluyor.
Galiba kitabın en ürküten yanı da yaşananların günümüz dünya siyasetiyle olan benzerliği. Göz göre göre olanlar ve bir yığın suçu yüklenenler ama hiçbir şeyin de farkında olmayanlar. Her yerde bu tip toplumlar yok mu? Yığınlar...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı
Tarihçiler, ele aldıkları konuların gerçekle olan irtibatını vurgulamak için güzel bir anlatım kurmaktan vazgeçerler. Çoğu zaman bunu beceremediklerinden hiç uğraşmazlar bile. Ele aldıkları konu I. Dünya Savaşı'ysa, ona kitlenirler. Kroonolojik bir okuma. Evet belki genelleme yapıyorum ama maalesef durum bu. Şöyle su gibi giden, meselelerin sosyolojik ve psikolojik boyutlarını da okurken yaşayacağımız bir kitap çıkmaz kolay kolay tarihçilerden. Bu sebeple bir tarihçinin edebiyatla, sosyolojiyle, psikolojiyle olan irtibatı eserlerinin hem sarsıcılığı hem de kalıcılığı açısından önemlidir. Merhum Halil İnalcık da talebelerini bu konuda defalarca ikaz etmiştir. Tarihî bilgiye sadık kalmak, anlatımı güzelleştirmeye ve derinleştirmeye engel değildir.
Tarihi romanların bir çoğundaysa gerçekle bağ aramak için sayfalarca sabretmemiz gerekir. Bazen kuru ve yavan, bazense abartılı ve coşkulu bir anlatım peşinde gerçeği arar dururuz. "Acaba?" ile biter böyle kitaplar. Anlatılanlar ne kadar doğru, yazar tarihi ne kadar ciddiye alıyor, bu meselelerin arka yüzünde neler vardı ve hangileri saklandı diye düşünmemek mümkün olmaz bu tip romanlarda.
Peki otobiyografik bir kitaptan, yani anılardan neler bekleriz? Mümkün mertebe hedef küçültürüz. Göreceklerimiz yazarın anlattığı kadarıyla sınırlıdır. Sürprizler olacaktır illa ama gerilim, stres, tansiyon pek aranmaz. Genelde duygu bol, hüzün sık, şahsî yaralarla süslü metinler bekler bizi. Bunlar elbette eserin değerini düşürmez. Ama insanlar otobiyografik eser okumaktan da biraz bu sebepler yüzünden kaçarlar. Halbuki her metin, yazarının hayal ve düşünce dünyası etrafında sınırlı değil midir? Şiir bile öyle.
Çok uzattım ama Sebastian Haffner, bu uzatmaya değecek bir eser kaleme almış yıllar evvel. Oliver Pretzel, babasının yazdıklarına ancak 1999 yılında ulaşabilmiş, ölümünden sonra evi boşaltılırken. Eğitimli, sıradan bir Alman olan Haffner, 1938'de İngiltere'ye iltica ettikten sonra yazmaya başlamış eserlerini. Bir Alman'ın Hikâyesi, 1939'da yazılmış. Hitler Hakkında Değinmeler kitabı zamanında büyük ilgi görmüş. Yazdığı tarih kitapları, sıradan bir insanın meseleleri tüm basitliğiyle, yani doğallığıyla kavrayıp anlatmasına dayanıyor aslında. Bir Alman'ın Hikâyesi de bu yüzden daha ilk sayfalardan itibaren insanı sarsıyor. Okuyucu faşizmin ve Nazilerin bir ülkeyi, ardından da dünyayı 'bu kadar basit' yollarla nasıl etki altına alabildikleri karşısında ürperiyor. "İnsanlar katılmaya başladılar, önce korkudan, ama insan bir kere katılmaya başladıktan sonra artık bunu korkudan yapmak istemiyordu - bu alçakça ve pespaye bir şey olurdu, değil mi? Bu nedenle de parçası olunan şeyin gerektirdiği zihniyet bilahare tamamlanıyordu. İşte, nasyonal sosyalist devriminin zaferinin ruhsal temelini bu durum oluşturuyordu." diyor Haffner, bu bile yetiyor insana.
1933 seçimlerinde Nazilere karşı %56 oy çıkmıştı. Nazi devriminin tamamlanması için geriye kalan tek şey, halkın sahiden de güvendiği bu %56'lık oyu alan partilerin liderlerinin ihanet etmesiydi. Elbette o da gerçekleşti. Haffner'e göre Naziler bu ihaneti asla şova dönüştürmediler çünkü 'zaferin' değerinin düşmesini istemediler. "Bu ihanet" diyor yazar, "ilk bakışta izahı mümkün olmayan bir olgunun, korkaklardan ibaret olmadığı muhakkak olan bir büyük halkın direnç göstermeden bu yüz karası kepazeliğe teslim olmasının izahını mümkün kılar."
Haffner çocuk yaşlarındayken hemen hemen her çocukta olduğu gibi çevresinde olup biten hadiseler karşısında şaşkındır. 1914-1918, yani Birinci Dünya Savaşı'na dair gözlemlediği, aklında kalan şeylerde özellikle ekonomik krizin ve Sevr Antlaşması'nın büyük etkisi fark ediliyor. Sonrasında 1918 Devrimi, Alman Cumhuriyeti ve Nazilerin ayak sesleri geliyor. Özellikle 1923 yılı Haffner'in hem yaşantısına hem de Almanya'nın vaziyetine dair kritik ayrıntılar içeriyor.
Bu ayrıntıları tarihî bir roman gibi okumak hatadır, bunu söylemeli. Zaten kitabın da böyle bir gayreti yok. Olup biten her şey, tüm hissettirdikleriyle yazılmış. Samimiyetten başka bir amaç güdülmemiş. Ancak bu samimiyet öyle bir dozda ki insan kıyımının, zihin kıyımının, toplum kıyımının her detayı anlaşılabiliyor: "O günleri düşündüğümde başımı avuçlarımın içine almak ihtiyacı hissediyorum. Bugün hangisini kavramak daha güç bilmiyorum: bundan ancak on sene kadar evvel böyle bir şeyin Almanya’da var olmuş olması mı, yoksa on seneden kısa bir süre içinde bütün bunların böyle tamamen, ardında hiçbir iz bırakmadan silinip süpürülebilmiş, yok edilmiş olması mı?"
Kitabın sonunda Haffner'in oğlu Pretzel, Bir Alman'ın Hikâyesi'yle birlikte Nazilerin en sık kullandıkları "Biz hiçbir şey bilmiyorduk, verilen emirleri uyguluyorduk" cevabının da çürütülmüş olduğunu söylüyor. Bu kitapla birlikte Hannah Arendt'in Kötülüğün Sıradanlığı kitabı okunabilir, okunduysa yeniden okunabilir. Çünkü sıradanlık, şiddetin boyutunu hiç düşünülmeyecek kadar artırabiliyor. Unutulmaması gereken bir nokta da çocukluk yaşlarında karşılaşılan ve kafalara kazınan bazı 'mesaj'ların ileride nelere sebep olabileceği: "Kitlelerin ruhuyla çocuk ruhu, tepkileri açısından birbirine çok benzerdir. Kitleleri beslemenin ve harekete geçirmenin yöntemlerinin ne kadar çocukça olabileceğini tasavvur etmek bile zordur. Gerçek fikirlerin, kitleleri harekete geçirecek tarihsel güçlere dönüşebilmeleri için önce bir çocuğun kavrama kabiliyetinin sınırına kadar basitleştirilmeleri gerekir. Birbirini takip eden on senede doğmuş bir neslin kafalarında oluşturulmuş ve dört sene boyunca bu beyinlere iyice mıhlanmış çocukça bir sanrı, yirmi sene sonra pekala ölümcül ciddiyette bir ‘dünya görüşü’ olarak büyük siyaset sahnesine geri dönebilir."
Nitekim öyle de olmuştur: "Nazizm’in kökü hep Alman okul çocuklarının savaşta yaşadıklarında olmuştur, zannedildiği gibi 'cephede yaşananlarda' değil. Nazizm’in gerçek nesli, savaşı gerçekliğinden hiç rahatsız olmadan, fiilen hiçbir zorlukla karşılaşmadan büyük bir oyun olarak yaşamış, 1900 ile 1910 arasındaki on yılda doğanlardır."
Hiç de sinsi olmadan, göstere göstere gelen bir faşizm var ortada ve okuyucu da çoğu zaman "Böyle bir şey nasıl olabilir?" sorusuna cevap arıyor yazarıyla beraber. Şu cümleler bu soruya bir cevap niteliğinde şüphesiz: "1933 Mart’ında milyonlar hâlâ mücadeleye hazırdı... Tek bir örneği bile görülmedi direniş enerjisinin, mertliğin, sağlam duruşun. Var olan sadece panik, kaçış ve döneklikti."
Hitler öncesi Almanya'da net biçimde görülen şey ciddi bir sorumluluktan kaçış ve suç ortaklığı olduğu. Haffner bu tamamlanmamış (ve tamamlansaydı Hitler ve sonraki sürecin detaylarını da öğrenebileceğimiz) kitabının sonunda tüm okuyuculara çok esaslı bir yük emanet ediyor. Bu emanetin adı da ahlak. Üstelik bunu göze sokmadan, ahlakçılık yapmadan gerçekleştiriyor. Kitabı okuduktan sonra anlatılanlar, hadiseler aklınızdan çıkabilir, unutabilirsiniz buna hiç itirazım yok diyor. "Ama hiç anlatmadığım ahlakın unutulmaması beni ciddi şekilde tatmin edecektir.” sözüyle diyeceğini demiş oluyor.
Galiba kitabın en ürküten yanı da yaşananların günümüz dünya siyasetiyle olan benzerliği. Göz göre göre olanlar ve bir yığın suçu yüklenenler ama hiçbir şeyin de farkında olmayanlar. Her yerde bu tip toplumlar yok mu? Yığınlar...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)