“Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...”
- Necip Fazıl Kısakürek, Canım İstanbul
Esasında İstanbul’u güzellemek, övmek, methiyeler dizmek bir yerden sonra yetersiz kalarak haybeye bir çabaya dönüşüyor. Diğer taraftan tarihine ve mirasına ettiğimiz bunca zulmü hesaba katarsak yüzsüzlükten başkası değil yaptığımız. Bugün, hem üzerinde yaşayıp hem talanın, kıyımın, yıkımın ucundan tutmayanımız yok. Yalnız, yine de şairin sözü bir kurşun gibi saplanıyor da sineye, hatırlamadan edemiyor insan. “Güleni şeyle dursun, ağlayanı bahtiyar” İstanbul’un. Üstelik ağlatan da o değil.
İstanbul denildiğinden akla ilk gelen yer Suriçi olsa gerektir. Son elli, altmış yılın ürettiği sakil yapılaşma bir yana gerçek İstanbul orasıdır. Suriçi’nde her sokak ayrı bir şehir, her mahalle, her semt başka bir ülke gibidir. Acımasızca silinip süpürülmesine rağmen yaşanmışlık tarihin içinden kopup geliverir yanınıza ve bir anda şehrin ruhu sarıverir etrafınızı. Bu eşsiz mekân sözüm ona aynı yerdir fakat Marmara’ya bakan tarafıyla Haliç’e bakan yanı bambaşkadır. Birbirine hiç benzemeyen Topkapı’yla Eminönü arasındaki mesafenin birkaç kilometre olması kadar şaşırtıcı çok az şey vardır. Ömrü ahirinizde yolunuz İstanbul’a düştüyse ve İstanbul’un ruhuyla kendinizce bir irtibat kurmuş iseniz, bu ünsiyeti kavileştiren her fırsat, her detay, her vesile daha bir hoş gelecektir. Örneğin bir kitapseverseniz ve bu irtibata sebep olan da bir kitapsa duyduğunuz hoşluk katmerlenecektir.
İsmiyle müsemma Küçük Sırlar Dükkânı’nın içeriğindeki hoşluk, bir İstanbul-severin içindeki müzmin hisse karşılık verecek cinsten bir kitap. Öyle ki, havsaladaki İstanbul’dan soyutlamadan geçmişe götürüyor okuru. Ötüken Neşriyat tarafından neşredilen eser Murat Erşahin imzasını taşıyor. Yayınevinin tabiriyle “İstanbul merkezli esrar, rivayat, müphemiyet” içeren on iki öykünün yer aldığı kitap yüz on sayfadan oluşuyor. Kitaptaki öyküler yazarın farklı tarihlerde Ayarsız dergisinde neşredilen yazıları arasından seçilmiş. Temiz bir Türkçeyle yazılan öykülerde yalın dil kullanılmamış olmasına rağmen akıcı bir üslup oluşturulmuş. Kültürümüzde var olan masalsı dili yeniden yorumlayarak fantastik bir biçem oluşturan Erşahin, edebiyatımızda pek karşılığı olmadığı var sayılan gerçeküstücülüğe göz kırpıyor. Bunun da ötesinde, kitaptaki öyküleri salt öykü olmaktan ziyade mistik/metafizik/tasavvufi boyutuyla manevi bir anlam arayışı olarak okumak mümkün. Arka kapak yazısında her ne kadar korku, ürperti ve tedirginliğe dikkat çekilse de çoğu öyküde hatıra gelen en önemli şeyin ‘hikmet’ olduğu kanaatindeyim. Zira belirli bir ahlaki düşünce üzerine inşa edilen hikâyelerde bilinçli olarak boş bırakılan yerlere en yakışan kavram hikmet oluyor.
Küçük Sırlar Dükkânı, Suriçi’nde gizemli bir yolculuğa çıkardığı okuru ecinni, ifrit ve canavarların kol gezdiği mahalle ve sokakları dolaştırıyor. İrrasyonel olarak nitelendirilebilecek bu seyahatler geçmişle bugünü birbirine bağlayarak insan hâllerine tercüman oluyor. Öykülerdeki alt metinler hiçbir şeyin tesadüf olmadığını, her şeyin bir karşılığı olduğunu ve zamanı gelince yerini bulduğunu söylüyor. Bu devridaim içinde başrol insanın eğilim ve zaaflarına verilmiş durumda. İnsanın özne olduğu öykülerde rastlanan gerçeküstü varlıklar, görünümler ve olaylar söz konusu sirkülasyonun içinde nesne konumundalar ve büyük resmin bir parçasını oluşturuyorlar. Küçük Sırlar Dükkânı, birkaç saatte biten keyifli bir okuma nöbeti sırasında tarihi ve gizemli bir yolculuğa çıkardığı okuru, gerçek İstanbul diyebileceğimiz bir zaman ve mekân düzlemine götürerek anlamı ortaya çıkarmayı deniyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
6 Aralık 2019 Cuma
4 Aralık 2019 Çarşamba
Osmanlı’nın "kuruluş" meselesi mercek altında
Dergâh Yayınları’ndan çıkan ve Ahmet Demirhan imzalı “Kuruluş Sarmalından Kurtulmak” adlı eser, çalışmalarla ve araştırmalarla aydınlatılmaya çalışılan ve epey de ilgi uyandıran Osmanlı’nın kuruluş sorununu, bu hususta kalem oynatmış isimlerin tezleri üzerinden tafsilatlı bir biçimde okura sunuyor. Gibbons’tan Wittek’e, Köprülü’den Imber, Kafadar ve İnalcık’a kadar geniş çaplı bir analiz okuması yapma imkânı elde edilebilir gibi görünüyor. Kuruluş tartışmalarının ufkunu açıcı niteliği ve külliyatı derinlemesine izah edişi itibarıyla son derece dikkat çekici ve mühim bir eser olarak meraklılarını bekliyor.
Osmanlı’nın kuruluşu bir sorun olarak çeşitli çalışmalarda ele alınmaktadır. Bu sorunun modern dönemler için başlangıcını Herbert Adams Gibbons’un “The Foundation of Ottoman Empire” adlı eserinin yayımlandığı 1916 yılına kadar götürebiliriz. Osmanlı’nın felaketi ve çöküşü derinden hissettiği yıllarda İstanbul’da bulunan Gibbons, bu dönemde imparatorluğun menşei üzerine kafa yordu. Bu çabayı şu şekilde okumak son derece faydalı olabilir:
Osmanlı kuruluşunun mevcudiyetinin anlamından ziyade köken meselesine ilk eğilişi ve ilgiyi bu araştırmalar tetikler. Gibbons’un Osmanlı kuruluş tezi yeni bir ırk varsayımı ekseninde şekillenir. Bu ırkın temelinde çok çeşitli saikler ve etnik unsurlar yatar. Ona göre:
Sekizinci yüzyıldan on üçüncü yüzyıla kadar Küçük Asya’ya gelen bir dizi etnik unsur ilk saiki oluşturur. Ama Gibbons’un bahsettiği bu yeni ırk bundan ibaret de değildir. Bunların gelmesiyle beraber “emperyal kurumlara sahip Helenik örgütlenme” sahillere itilir. Böylece ortaya popüler kültür ortamı yavaş yavaş çıkmaya başlar. Anadolu’nun siyasi havası ise epey çalkantılıdır. Bizans geri çekilmiştir ve Bizans’la uzun yıllar savaş halinde olan Müslüman Araplar da pek ortalarda gözükmemektedir. Hülasa, Bizans İmparatorluğu Büyük Selçuklu zamanından beri Anadolu’ya gelen Türkler ile baskılar yüzünden oradan oraya taşınan etnik grupların ve kıyılara çekilen Rumların arasında sıkışıp kalmıştır.
Gibbons, Osmanlı’nın kuruluşuna ilişkin varsayımlarını öncesi olmayan ve tarih sahnesine yeni çıkan bir çizgiye yerleştirir. Türk’ünden Rum’una, Ermeni’sine ve Arnavut’una kadar çok sayıda unsur kan zenginliğini oluşturdu ve dönemi itibarıyla da tek benzeri Birleşik Devletler ’in ve Kanada’nın nüfusuydu.
Wittek’in gaza tezine göre Osmanlılar, Hristiyanlara karşı gaza ve mücadele ruh ve isteğini tebaası arasında diri tutabildiği ölçüde devletleşme fırsatı bulmuştur. Osmanlı’nın çöküşü de zaten teolojik varlık nedenini unutmasından ve bu hedeflerden feragat etmesinden kaynaklanır. Wittek’in gazileri tanımlayış biçimi ise kendi içerisinde bariz bir çelişki ve anlamsızlığı barındırır. Ona göre gaziler hem işsiz güçsüz ve durumundan hoşnut olmayan kişilerden oluşurken aynı zamanda bu kişilerin kâfirlerle ve sapkınlarla da mücadele etme amacı taşıdığına dair tarif son derece tutarsız gözükmektedir. Wittek’in Osmanlı öncesine ilişkin tasvirleri ise Osmanlı ve Türk tarih yazımıyla benzerlikler kuruyor gibi görünse de can alıcı bir yakınlık yoktur. Avrupalı refleksleri ve bilinci nedeniyle Wittek’in Osmanlı ile Bizans arasında çizdiği hat teolojik bir hattır. Osmanlı uç kültürü sayesinde diğer gazi devletlerin başaramadığı teşkilatlanmayı, gerekli bulunan unsurların da dahliyle beraber gerçekleştirebildi. İslami eğilimlerin temsilcisi konumundaki ulema, idareyi her ne kadar örgütleyip yürüten tek grup gibi görünse de gazileri yeni fetihler için tahrik edenler fanatik dervişler olmuştu. Wittek’in Ortaçağ gazileri ile Milli Mücadele ve bağımsızlık savaşçıları arasında kurmaya kalkıştığı paralellik ve alaka Colin Heywood’a göre aşikâr bir saçmalıktı. Her ne kadar Heywood böyle söylemiş olsa da Türk topraklarının bağımsızlığını muhafaza ettiği o dönemde bu tür söylemler pek de saçma bulunmazdı:
1922 yılında The New York Times Magazine’de yer alan Habeeb G. Istfan’ın haberine göre, Osmanlı’nın son döneminde Türklere sırtını dönen ve hatta kendi kurtuluşlarını Türklerden uzaklaşmakta arayan Ortadoğulu halklarda, İstiklal Harbi kazanıldıktan sonra yepyeni bir Türk imajı oluşmuştu. Doğu’nun Batı’ya, İslam’ın Hristiyanlığa verdiği dev darbenin altında Türk’ün mührü vardı.
Ciddi çalışmaların izini sürmek suretiyle kuruluş sorununun etraflıca ele alındığı eserde, Osmanlı teşkilatlanması ekonomik cephesiyle analiz edilir. Yazar Ahmet Demirhan, Türk sosyal bilimlerinde feodalite tartışmalarının bir tarihinin yazılmadığını belirterek bu nedenle devletin aldığı formların kavranmasında güçlük çekildiğine değinir.
Ömer Lütfi Barkan’a göre Osmanlı ilk günlerinden itibaren imparatorluk nizam ve örgütlenmesine karşı rakip olma potansiyeli taşıyabilecek soylara ve toprak asillerine karşı ciddi biçimde mücadele etmiştir. Bu mücadeleden “nizam”ın galip çıkmasında ise temelde iki etken belirleyici olmuştur:
- İmparatorluk nizamının çeşitli nedenlerle büyük toprak sahiplerinin mülklerini miri mülke çevirmesi ve böylelikle tımar sistemine dâhil etmesi,
- Mutlak ve merkeziyetçi devlet yapılanması yanında İslam miras hukukunun asillerin mülklerini inhilal ettirici tesirleri. Çünkü İslam hukukunun uygulanması çok geniş toprakların mirasçılar arasında bölünüp siyaseten idaresini kolaylaştırmıştır.
Fleischer’in yaptığı ikili bir ayrım, yasa ile töreyi yan yana fakat iki ayrı ve özsel gelenek olarak ele alır. Bu iki gelenek ile yüksek İslam geleneği ilk karşılaşma dönemlerinde birbirlerinin anti-tezi gibidir. İlk geleneğe göre her şeyin üstünde olan hükümdardır, yasası ve töresi hüküm niteliğindedir; bunun yanında ikinci gelenekte ise halife vasfıyla koltuk işgal edenler ancak şeriatın altında kendilerine bir yer bulabilirler ve sadece şeriatın koruyucusu pozisyonundadırlar. Hükümdarlar Fleischer’e göre hem iyi hükümdar, hem de iyi bir Müslüman olmak, bir yandan sultani hukukta ortaya koyulan yükümlülüklerini yerine getirirken öte yandan ilahi hükümlerin lafzını değilse bile ruhunu koruyup kollamaya özen göstermek zorundadır.
Remzi Köpüklü
twitter.com/remzikopuklu
* Bu yazı daha evvel Kitabın Ortası Dergisi'nin 33. sayısında neşredilmiştir.
Osmanlı’nın kuruluşu bir sorun olarak çeşitli çalışmalarda ele alınmaktadır. Bu sorunun modern dönemler için başlangıcını Herbert Adams Gibbons’un “The Foundation of Ottoman Empire” adlı eserinin yayımlandığı 1916 yılına kadar götürebiliriz. Osmanlı’nın felaketi ve çöküşü derinden hissettiği yıllarda İstanbul’da bulunan Gibbons, bu dönemde imparatorluğun menşei üzerine kafa yordu. Bu çabayı şu şekilde okumak son derece faydalı olabilir:
Osmanlı kuruluşunun mevcudiyetinin anlamından ziyade köken meselesine ilk eğilişi ve ilgiyi bu araştırmalar tetikler. Gibbons’un Osmanlı kuruluş tezi yeni bir ırk varsayımı ekseninde şekillenir. Bu ırkın temelinde çok çeşitli saikler ve etnik unsurlar yatar. Ona göre:
Sekizinci yüzyıldan on üçüncü yüzyıla kadar Küçük Asya’ya gelen bir dizi etnik unsur ilk saiki oluşturur. Ama Gibbons’un bahsettiği bu yeni ırk bundan ibaret de değildir. Bunların gelmesiyle beraber “emperyal kurumlara sahip Helenik örgütlenme” sahillere itilir. Böylece ortaya popüler kültür ortamı yavaş yavaş çıkmaya başlar. Anadolu’nun siyasi havası ise epey çalkantılıdır. Bizans geri çekilmiştir ve Bizans’la uzun yıllar savaş halinde olan Müslüman Araplar da pek ortalarda gözükmemektedir. Hülasa, Bizans İmparatorluğu Büyük Selçuklu zamanından beri Anadolu’ya gelen Türkler ile baskılar yüzünden oradan oraya taşınan etnik grupların ve kıyılara çekilen Rumların arasında sıkışıp kalmıştır.
Gibbons, Osmanlı’nın kuruluşuna ilişkin varsayımlarını öncesi olmayan ve tarih sahnesine yeni çıkan bir çizgiye yerleştirir. Türk’ünden Rum’una, Ermeni’sine ve Arnavut’una kadar çok sayıda unsur kan zenginliğini oluşturdu ve dönemi itibarıyla da tek benzeri Birleşik Devletler ’in ve Kanada’nın nüfusuydu.
Wittek’in gaza tezine göre Osmanlılar, Hristiyanlara karşı gaza ve mücadele ruh ve isteğini tebaası arasında diri tutabildiği ölçüde devletleşme fırsatı bulmuştur. Osmanlı’nın çöküşü de zaten teolojik varlık nedenini unutmasından ve bu hedeflerden feragat etmesinden kaynaklanır. Wittek’in gazileri tanımlayış biçimi ise kendi içerisinde bariz bir çelişki ve anlamsızlığı barındırır. Ona göre gaziler hem işsiz güçsüz ve durumundan hoşnut olmayan kişilerden oluşurken aynı zamanda bu kişilerin kâfirlerle ve sapkınlarla da mücadele etme amacı taşıdığına dair tarif son derece tutarsız gözükmektedir. Wittek’in Osmanlı öncesine ilişkin tasvirleri ise Osmanlı ve Türk tarih yazımıyla benzerlikler kuruyor gibi görünse de can alıcı bir yakınlık yoktur. Avrupalı refleksleri ve bilinci nedeniyle Wittek’in Osmanlı ile Bizans arasında çizdiği hat teolojik bir hattır. Osmanlı uç kültürü sayesinde diğer gazi devletlerin başaramadığı teşkilatlanmayı, gerekli bulunan unsurların da dahliyle beraber gerçekleştirebildi. İslami eğilimlerin temsilcisi konumundaki ulema, idareyi her ne kadar örgütleyip yürüten tek grup gibi görünse de gazileri yeni fetihler için tahrik edenler fanatik dervişler olmuştu. Wittek’in Ortaçağ gazileri ile Milli Mücadele ve bağımsızlık savaşçıları arasında kurmaya kalkıştığı paralellik ve alaka Colin Heywood’a göre aşikâr bir saçmalıktı. Her ne kadar Heywood böyle söylemiş olsa da Türk topraklarının bağımsızlığını muhafaza ettiği o dönemde bu tür söylemler pek de saçma bulunmazdı:
1922 yılında The New York Times Magazine’de yer alan Habeeb G. Istfan’ın haberine göre, Osmanlı’nın son döneminde Türklere sırtını dönen ve hatta kendi kurtuluşlarını Türklerden uzaklaşmakta arayan Ortadoğulu halklarda, İstiklal Harbi kazanıldıktan sonra yepyeni bir Türk imajı oluşmuştu. Doğu’nun Batı’ya, İslam’ın Hristiyanlığa verdiği dev darbenin altında Türk’ün mührü vardı.
Ciddi çalışmaların izini sürmek suretiyle kuruluş sorununun etraflıca ele alındığı eserde, Osmanlı teşkilatlanması ekonomik cephesiyle analiz edilir. Yazar Ahmet Demirhan, Türk sosyal bilimlerinde feodalite tartışmalarının bir tarihinin yazılmadığını belirterek bu nedenle devletin aldığı formların kavranmasında güçlük çekildiğine değinir.
Ömer Lütfi Barkan’a göre Osmanlı ilk günlerinden itibaren imparatorluk nizam ve örgütlenmesine karşı rakip olma potansiyeli taşıyabilecek soylara ve toprak asillerine karşı ciddi biçimde mücadele etmiştir. Bu mücadeleden “nizam”ın galip çıkmasında ise temelde iki etken belirleyici olmuştur:
- İmparatorluk nizamının çeşitli nedenlerle büyük toprak sahiplerinin mülklerini miri mülke çevirmesi ve böylelikle tımar sistemine dâhil etmesi,
- Mutlak ve merkeziyetçi devlet yapılanması yanında İslam miras hukukunun asillerin mülklerini inhilal ettirici tesirleri. Çünkü İslam hukukunun uygulanması çok geniş toprakların mirasçılar arasında bölünüp siyaseten idaresini kolaylaştırmıştır.
Fleischer’in yaptığı ikili bir ayrım, yasa ile töreyi yan yana fakat iki ayrı ve özsel gelenek olarak ele alır. Bu iki gelenek ile yüksek İslam geleneği ilk karşılaşma dönemlerinde birbirlerinin anti-tezi gibidir. İlk geleneğe göre her şeyin üstünde olan hükümdardır, yasası ve töresi hüküm niteliğindedir; bunun yanında ikinci gelenekte ise halife vasfıyla koltuk işgal edenler ancak şeriatın altında kendilerine bir yer bulabilirler ve sadece şeriatın koruyucusu pozisyonundadırlar. Hükümdarlar Fleischer’e göre hem iyi hükümdar, hem de iyi bir Müslüman olmak, bir yandan sultani hukukta ortaya koyulan yükümlülüklerini yerine getirirken öte yandan ilahi hükümlerin lafzını değilse bile ruhunu koruyup kollamaya özen göstermek zorundadır.
Remzi Köpüklü
twitter.com/remzikopuklu
* Bu yazı daha evvel Kitabın Ortası Dergisi'nin 33. sayısında neşredilmiştir.
Hafızayı dirilten edebiyat ve şehir üzerine düşünmek
"Bir kente hayran kaldığın şey onun yedi ya da yetmiş yedi harikası değil, senin ona sorduğun bir soruya verdiği yanıttır."
- Italo Calvino, Görünmez Kentler
Carel Bertram'ın "Türk Evini Hayal Etmek: Eve Dair Kolektif Düşler" kitabını okuduğumda iki şey çok dikkatimi çekmişti. İlki, yazar, evi sadece yaşanan/yaşayan bir mimari öge olarak değil; Yakup Kadri'den Peyami Safa'ya 'Türk romanındaki ev'i de tartışmaya açmıştı. Diğeri, kopuş ve unutuş üzerinden hatırlamayı, hafızayı, 'yeni ev sorunu' üzerinden düşünmüş ve edindiği derdi okura da yansıtmıştı. Kitap bittiğinde hem yazara gıpta etmiştim hem de neden bizde böyle çalışmalar yapılmıyor diye hayıflanmıştım. Ta ki Mayıs 2019'da Kesit Yayınları tarafından neşredilen, Ebru Burcu Yılmaz'ın üstün gayretlerinin neticesi olarak okura sunulan Edebiyat Şehir Hafıza'yı görene kadar. Kitabın alt başlığı, konuya merak duyanları heyecanlandıracaktır diye düşünüyorum: Türk Romanında Hafıza Mekânı Olarak Şehir (1940-1960).
Yazar, evvela hafıza, şehir ve edebiyat ilişkisi üzerine kavramsal bir çerçeve çizerek okuyucuyu bir nevi kitabın derinliğine hazırlıyor. Bu bölüm bana özellikle soru sormanın ne derece önemli olduğunu yeniden hatırlattı. Zira bir şehrin dehlizlerine dalıp, ona dair düşünmek 'durduk yerde' oluşacak bir şey değil. Zaten nostalji de soru sormadan gelişigüzel yapılan işlerden doğuyor. Şehir; efkar, melankoli ve nostalji eşliğinde kıymetlendirilecek ve korunacak bir şey değil. Esaslı biçimde dert edinmek kafi. Ebru Burcu Yılmaz hem sık sık sorular soruyor hem de çok önemli kaynaklardan yararlanarak çerçevesini belirginleştiriyor. Şu satırlara dikkat buyurun: "Hafızanın akışı insandan mekâna doğru mudur? Yoksa tersi bir istikamette yani mekândan insana doğru bir seyir mi takip eder? Aynı soruyu kitap ve hafıza arasındaki ilişkiyi dikkate alarak cevaplayan bir hikâye, hafızayı besleyen kaynaklara dikkat çeker... Kitaptan hafızaya doğru gerçekleşen etki, tıpkı kitap gibi mekânın da hafızaya yardımcı bir unsur olduğunu düşündürür. Mekân ve hafıza, birbirinin toprağındaki ürünlerle karşılıklı olarak beslenirken, mekânı da inşâ eden insan, unuttuklarının da dâhil olduğu hafızasını canlı tutacak birikimi muhafaza etmeye çalışır. Böylece mekânın aktif kullanıcılarına ait bireysel hafızalar, ortak bir yaşama üslubunun şemsiyesi altında birleşerek kolektif hafızayı oluşturur."
Edebiyat, şehri anlama ve onu tanıma konusunda şüphesiz en değerli kaynaktır. Kitabın ilk bölümü de bu doğrultuda ilerliyor. Yazarın da belirttiği gibi mekânın duygusal tarihini öğrenmek için ilk başvuracağımız kaynak edebiyat oluyor. Burada karşımıza bazı kavramlar çıkıveriyor. 'Mazi cenneti' olarak şehir, 'sığınak' olarak şehir, 'meta estetiğinin mekânı' olarak şehir, 'ütopik' ve 'muhayyel' şehir gibi. Zannedilmesin ki bu kavramları öğrenmek ve bunların arasında dolaşmak ürkütücü, tam aksi. Zira bölümün ve kitabın taşıyıcı malzemesi edebiyat, bu unutulmasın. Hem yazarın dili hem de beslendiği kaynakların üslubu oldukça lezzetli. Romanların dünyasındaki şehri tanırken insan bir şehre nasıl bakması, onu nasıl hatırlaması ve koruması gerektiğini de elbette maziye duyulan özlem eşliğinde yeniden değerlendiriyor. Çünkü: "Maziye duyulan özlem sadece bugüne dair kayıplardan hayıflanma amacı gütmeyip, yitirilen değerlerin bıraktığı boşluğun ne şekilde doldurulabildiği konusunda bir sorgulamaya vesile olduğu için de önem taşır. Şüphesiz şehrin çevresi değişirken aynı zamanda şehrin iç nizamını kuran temel öğe olan insan ve ilişki içinde olduğu çevre de ciddi değişimler geçirir. Şehirde yaşama üslubu olarak ifade edilen değerler manzumesi etrafında, müşterek kaideleri benimseyen insanlar, zamanla bu ortaklığın sağladığı intizamın bozulduğunu hissederler. Kısa vadede anlaşılamayan bu değişim, bir müddet sonra ortaya çıkan çarpıcı sonuçlarla kendisini hissettirir. Bu değişimi, sınırlı hayat süresi içerisinde gözlemleyemeyen insan, edebî metinler sayesinde, zaman ve mekân sınırı olmaksızın zahmetsiz bir şekilde görme imkânı bulur."
Kitabın en geniş bölümü ikinci bölüm. Burada yazar 1940-1960 yılları arasında, Türk romanında şehir hafızasının görünümlerini masaya seriyor. Muhtemeldir ki okuyucu bu bölümden hem büyük zevk alacak hem de çok yorulacak. Romanların arasında gezinirken yeni okuma listeleri yapmak işin zevki, geniş kaynaklardan yapılan alıntılardan istifade etmek için not almak yorucu. Bu bölümde okuyucuyu nelerin beklediğini şöyle kısaca belirteyim: Şehirde yaşama üslubu ve şehirli, konaktan apartmana hafıza, kimlik mekânı olarak ev, şehrin özel insanları ve özel zamanları, uhrevî mekânlar, sesler, kokular, mahalleler, sokaklar, kahvehaneler, mezarlıklar, ticaret mekânları... Peki bizi kimlerin eserleri bekliyor? En azından bazılarını sayayım: Ahmet Hamdi Tanpınar, Sâmiha Ayverdi, Abdülhak Şinasi Hisar, Refik Halit Karay, Safiye Erol, Reşat Nuri Güntekin, Orhan Kemal, Yusuf Atılgan, Salah Birsel, Mustafa Kutlu. Hani Politika'da "Bir şehir farklı tür insanlardan oluşur; benzer insanlar bir şehir meydana getiremezler." diyor ya, yazar da öyle isimleri bir araya getirmiş. Düşünce dünyaları farklı ama şehir görgüleri insanın yaşadığı tüm mekânları gözden geçirmesini sağlıyor. Bölüm bilhassa "şehirde bir yaşama sanatının var olduğunu fark etmek ve şehrin yaşatacağı estetik uyaranlara açıklık, bilinçli bir şehirli olmanın gereği" olduğunu hatırlatıyor.
Üçüncü bölümün adını çok sevdim. "Kokusunu kaybeden zaman" demiş yazar. Fakir, şehirle ilgili kitabıma "Şarkısı Biten Şehir" demiştim, belki bundandır. Bu bölümde, romanlarda yer alan şehir eleştirlerine göz gezdirmiş oluyoruz. Hafızasız ve hatırasız mekânları dolaştıktan sonra, yazarın teklifiyle karşılaşıyoruz. Bu teklif, şehir meselesinde edebiyatın da söz sahibi olması gerektiğini vurguluyor. Dikkatle okuyalım: "Bugünün şehir sorunlarının anlaşılabilmesi için, farklı disiplinlerin ışığında yapılacak süreç odaklı okumalara ihtiyaç vardır. Eleştirel yaklaşımı ve ortaya koyduğu tekliflerle edebiyat, kaybedilen şehir fikrinin yeniden inşâsı için başvurulabilecek önemli bir alandır. Bu noktada romanlar, hafızada kalıcı izler bırakırken, zamansal boyutta nesillerin birbirleriyle bağlantı kurmalarını sağlayabilir."
Sonuç olarak kitap, 1940 ve 1960 yılları arasında neşredilen Türk romanlarından misallerle; edebiyat, şehir ve hafıza arasındaki ilişkiyi makul bir noktada buluşturuyor. Ancak bunu yaparken Tanpınar'ın Yaşadığım Gibi kitabından bir alıntıyı da okuyucuya sorumluluk olarak yüklüyor: "Bir şehirde hatıralar ve tarih, yalnız kitaplarda yaşarsa o şehir kendi zamanlarını kaybetmiş demektir."
Şehir, en çok da onu dert edinenlerindir. Ebru Burcu Yılmaz'ın değerli kitabı Edebiyat Şehir Hafıza, bu anlamda çok dertli. Çünkü edebiyat, hafızayı diriltiyor. Bu da şehir hakkında sürekli düşünmeyi bir yükümlülük hâline getiriyor...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Italo Calvino, Görünmez Kentler
Carel Bertram'ın "Türk Evini Hayal Etmek: Eve Dair Kolektif Düşler" kitabını okuduğumda iki şey çok dikkatimi çekmişti. İlki, yazar, evi sadece yaşanan/yaşayan bir mimari öge olarak değil; Yakup Kadri'den Peyami Safa'ya 'Türk romanındaki ev'i de tartışmaya açmıştı. Diğeri, kopuş ve unutuş üzerinden hatırlamayı, hafızayı, 'yeni ev sorunu' üzerinden düşünmüş ve edindiği derdi okura da yansıtmıştı. Kitap bittiğinde hem yazara gıpta etmiştim hem de neden bizde böyle çalışmalar yapılmıyor diye hayıflanmıştım. Ta ki Mayıs 2019'da Kesit Yayınları tarafından neşredilen, Ebru Burcu Yılmaz'ın üstün gayretlerinin neticesi olarak okura sunulan Edebiyat Şehir Hafıza'yı görene kadar. Kitabın alt başlığı, konuya merak duyanları heyecanlandıracaktır diye düşünüyorum: Türk Romanında Hafıza Mekânı Olarak Şehir (1940-1960).
Yazar, evvela hafıza, şehir ve edebiyat ilişkisi üzerine kavramsal bir çerçeve çizerek okuyucuyu bir nevi kitabın derinliğine hazırlıyor. Bu bölüm bana özellikle soru sormanın ne derece önemli olduğunu yeniden hatırlattı. Zira bir şehrin dehlizlerine dalıp, ona dair düşünmek 'durduk yerde' oluşacak bir şey değil. Zaten nostalji de soru sormadan gelişigüzel yapılan işlerden doğuyor. Şehir; efkar, melankoli ve nostalji eşliğinde kıymetlendirilecek ve korunacak bir şey değil. Esaslı biçimde dert edinmek kafi. Ebru Burcu Yılmaz hem sık sık sorular soruyor hem de çok önemli kaynaklardan yararlanarak çerçevesini belirginleştiriyor. Şu satırlara dikkat buyurun: "Hafızanın akışı insandan mekâna doğru mudur? Yoksa tersi bir istikamette yani mekândan insana doğru bir seyir mi takip eder? Aynı soruyu kitap ve hafıza arasındaki ilişkiyi dikkate alarak cevaplayan bir hikâye, hafızayı besleyen kaynaklara dikkat çeker... Kitaptan hafızaya doğru gerçekleşen etki, tıpkı kitap gibi mekânın da hafızaya yardımcı bir unsur olduğunu düşündürür. Mekân ve hafıza, birbirinin toprağındaki ürünlerle karşılıklı olarak beslenirken, mekânı da inşâ eden insan, unuttuklarının da dâhil olduğu hafızasını canlı tutacak birikimi muhafaza etmeye çalışır. Böylece mekânın aktif kullanıcılarına ait bireysel hafızalar, ortak bir yaşama üslubunun şemsiyesi altında birleşerek kolektif hafızayı oluşturur."
Edebiyat, şehri anlama ve onu tanıma konusunda şüphesiz en değerli kaynaktır. Kitabın ilk bölümü de bu doğrultuda ilerliyor. Yazarın da belirttiği gibi mekânın duygusal tarihini öğrenmek için ilk başvuracağımız kaynak edebiyat oluyor. Burada karşımıza bazı kavramlar çıkıveriyor. 'Mazi cenneti' olarak şehir, 'sığınak' olarak şehir, 'meta estetiğinin mekânı' olarak şehir, 'ütopik' ve 'muhayyel' şehir gibi. Zannedilmesin ki bu kavramları öğrenmek ve bunların arasında dolaşmak ürkütücü, tam aksi. Zira bölümün ve kitabın taşıyıcı malzemesi edebiyat, bu unutulmasın. Hem yazarın dili hem de beslendiği kaynakların üslubu oldukça lezzetli. Romanların dünyasındaki şehri tanırken insan bir şehre nasıl bakması, onu nasıl hatırlaması ve koruması gerektiğini de elbette maziye duyulan özlem eşliğinde yeniden değerlendiriyor. Çünkü: "Maziye duyulan özlem sadece bugüne dair kayıplardan hayıflanma amacı gütmeyip, yitirilen değerlerin bıraktığı boşluğun ne şekilde doldurulabildiği konusunda bir sorgulamaya vesile olduğu için de önem taşır. Şüphesiz şehrin çevresi değişirken aynı zamanda şehrin iç nizamını kuran temel öğe olan insan ve ilişki içinde olduğu çevre de ciddi değişimler geçirir. Şehirde yaşama üslubu olarak ifade edilen değerler manzumesi etrafında, müşterek kaideleri benimseyen insanlar, zamanla bu ortaklığın sağladığı intizamın bozulduğunu hissederler. Kısa vadede anlaşılamayan bu değişim, bir müddet sonra ortaya çıkan çarpıcı sonuçlarla kendisini hissettirir. Bu değişimi, sınırlı hayat süresi içerisinde gözlemleyemeyen insan, edebî metinler sayesinde, zaman ve mekân sınırı olmaksızın zahmetsiz bir şekilde görme imkânı bulur."
Kitabın en geniş bölümü ikinci bölüm. Burada yazar 1940-1960 yılları arasında, Türk romanında şehir hafızasının görünümlerini masaya seriyor. Muhtemeldir ki okuyucu bu bölümden hem büyük zevk alacak hem de çok yorulacak. Romanların arasında gezinirken yeni okuma listeleri yapmak işin zevki, geniş kaynaklardan yapılan alıntılardan istifade etmek için not almak yorucu. Bu bölümde okuyucuyu nelerin beklediğini şöyle kısaca belirteyim: Şehirde yaşama üslubu ve şehirli, konaktan apartmana hafıza, kimlik mekânı olarak ev, şehrin özel insanları ve özel zamanları, uhrevî mekânlar, sesler, kokular, mahalleler, sokaklar, kahvehaneler, mezarlıklar, ticaret mekânları... Peki bizi kimlerin eserleri bekliyor? En azından bazılarını sayayım: Ahmet Hamdi Tanpınar, Sâmiha Ayverdi, Abdülhak Şinasi Hisar, Refik Halit Karay, Safiye Erol, Reşat Nuri Güntekin, Orhan Kemal, Yusuf Atılgan, Salah Birsel, Mustafa Kutlu. Hani Politika'da "Bir şehir farklı tür insanlardan oluşur; benzer insanlar bir şehir meydana getiremezler." diyor ya, yazar da öyle isimleri bir araya getirmiş. Düşünce dünyaları farklı ama şehir görgüleri insanın yaşadığı tüm mekânları gözden geçirmesini sağlıyor. Bölüm bilhassa "şehirde bir yaşama sanatının var olduğunu fark etmek ve şehrin yaşatacağı estetik uyaranlara açıklık, bilinçli bir şehirli olmanın gereği" olduğunu hatırlatıyor.
Üçüncü bölümün adını çok sevdim. "Kokusunu kaybeden zaman" demiş yazar. Fakir, şehirle ilgili kitabıma "Şarkısı Biten Şehir" demiştim, belki bundandır. Bu bölümde, romanlarda yer alan şehir eleştirlerine göz gezdirmiş oluyoruz. Hafızasız ve hatırasız mekânları dolaştıktan sonra, yazarın teklifiyle karşılaşıyoruz. Bu teklif, şehir meselesinde edebiyatın da söz sahibi olması gerektiğini vurguluyor. Dikkatle okuyalım: "Bugünün şehir sorunlarının anlaşılabilmesi için, farklı disiplinlerin ışığında yapılacak süreç odaklı okumalara ihtiyaç vardır. Eleştirel yaklaşımı ve ortaya koyduğu tekliflerle edebiyat, kaybedilen şehir fikrinin yeniden inşâsı için başvurulabilecek önemli bir alandır. Bu noktada romanlar, hafızada kalıcı izler bırakırken, zamansal boyutta nesillerin birbirleriyle bağlantı kurmalarını sağlayabilir."
Sonuç olarak kitap, 1940 ve 1960 yılları arasında neşredilen Türk romanlarından misallerle; edebiyat, şehir ve hafıza arasındaki ilişkiyi makul bir noktada buluşturuyor. Ancak bunu yaparken Tanpınar'ın Yaşadığım Gibi kitabından bir alıntıyı da okuyucuya sorumluluk olarak yüklüyor: "Bir şehirde hatıralar ve tarih, yalnız kitaplarda yaşarsa o şehir kendi zamanlarını kaybetmiş demektir."
Şehir, en çok da onu dert edinenlerindir. Ebru Burcu Yılmaz'ın değerli kitabı Edebiyat Şehir Hafıza, bu anlamda çok dertli. Çünkü edebiyat, hafızayı diriltiyor. Bu da şehir hakkında sürekli düşünmeyi bir yükümlülük hâline getiriyor...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
29 Kasım 2019 Cuma
Nevi şahsına münhasır şair: Asaf Hâlet Çelebi
“Nevi şahsına münhasır” nitelemesini bir iltifat olarak zaman zaman kullanırız. Bu söz kimilerine dar gelir kimilerine bol. Halbuki öyle bir şairimiz var ki nevi şahsına münhasır ifadesi daha önce mevcut olmasaydı onu ifade etmek için bulmak zorunda kalacaktık. Sözü çok uzattığımın farkındayım ancak nasılsa söz konusu şairin Asaf Hâlet Çelebi olduğunu söylemek de malumu ilamdan öteye geçmediği için kimse beni merakta bırakmakla suçlayamaz.
Her ne kadar Asaf Halet Çelebi hakkında Mustafa Miyasoğlu’nun ve Mehmet Can Doğan’ın kitapları olsa da, Hakan Sazyek de düzyazılarını bir araya getirse de, Hece Yayınları da güzel bir Asaf Halet Çelebi kitabı yayınlasa da Asaf Halet Çelebi hakkında kapsamlı bir biyografi eksikliği vardı. Beşir Ayvazoğlu, işte tam bu noktada imdada yetişti.
Beşir Ayvazoğlu her biyografisinde olduğu gibi titiz bir çalışmayla dönemin gazete ve dergilerini sayfa sayfa okuyarak ilerlemiş. Asaf Halet Çelebi’nin hemen her yazdığı dergiye, hakkında çıkan her yazıya, karikatüre ulaşarak kaleme aldığı bu biyografide Ayvazoğlu gerek Çelebi’nin yazdıklarını gerekse de hakkında çıkan yazılar yayınladığı zamanın, kaleme alan kişinin ve yayınlandığı yayının bütünlüğü içinde değerlendirerek titizliğini ve hassasiyetini bir kez daha kanıtlıyor. Kurulan her cümlenin, bildirilen her kanaatin zamandan ve mekandan azade olmadığını dikkate almadan aşırı yorumlar yapanların Beşir Ayvazoğlu’ndan öğrenmesi gereken çok şey var. Kitap Asaf Halet Çelebi’nin ölüm haberiyle başlıyor. Bu önemli çünkü yaşadığı dönemde Asaf Halet’in nasıl algılandığını devrin gazetelerinde çıkan haber ve yorumlardan öğreniyoruz. Vefatı hakkında hüzünlü yazılar kaleme alan bazı yazarların Çelebi hayattayken onu hafife alan hatta onunla alay eden metinlere imza attığını öğrenmek ise bizim için ibret verici oluyor.
Ayvazoğlu’nun Çelebi’nin şiirleriyle hayatını iç içe anlatmayı tercih etmiş olması ise kitabın bir başka güzelliği. Sonuçta sanatçının eseri, onun biyografisine indirgenemezse de kaleme aldığı metinle hayat hikayesi birbirinden tamamen bağımsız değildir. Şairin Mevlana ile Budizm ile bağları onun şiirinin ve hayat görüşünün kültürel kodlarını okuma şansı veriyor. Yazdığı dergiler ise içinde bulunduğu entelektüel muhiti ve muhitteki konumunu okumamızı sağlıyor. Kitapta yer alan el yazıları, fotoğraflar, desenler, resimler, şiirlerinin ve yazılarının yer aldığı dergi sayfaları ise sadece Asaf Halet Çelebi’nin değil onun dönemi hakkında da bilgi sahibi olmamızı sağlıyor.
Asaf Halet Çelebi’nin memuriyeti esnasında yaşadıkları ise onun kişisel gailesinde yaşadıklarının bir panoraması niteliğinde. Kaç defa görev yerini değiştirmek zorunda kalan, amirleri tarafından sürekli şikayet konusu olan Asaf Halet Çelebi’nin hayat hikayesi bir gün sinemaya uyarlanacaksa bu bölümden çokça istifade edilebileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Tabii devrin devlet anlayışı ve bürokrasisiyle ilgili okumalar yapmak isteyenlere de bu bölüm farklı ufuklar açabilir. Tıpkı şiirinde birkaç dolaylı istisna haricinde sosyal temalara hiç yer vermeyen Çelebi’nin bağımsız milletvekili adayı olmasıyla ilgili bölümün devrin politik atmosferi hakkında ufuk açıcı olması gibi. Asaf Halet Çelebi’nin bağımsız bir namzet olarak yaptığı konuşmanın tam metnini uzun uzun tahlil etmek mümkün ve gerekli. Elbette bu konuşma ayrı bir yazının konusu.
Ancak bu noktada hem size hem de kendime ihtar etmem gereken bir durum var. Bundan önce Beşir Ayvazoğlu’nun kitaplarında üç boyut olduğuna işaret eden bir yazı kaleme almıştım. “Beşir Ayvazoğlu’nun kitapları kültürü üç boyutuyla ele alır. İnsan, zaman ve mekân. Portreleri, biyografileri ve monografileri kültürün “insan” boyutunun bir tezahürüdür. Tanrı Dağından Hira Dağına, Aşk Estetiği, İslam Estetiği ve İnsan, Geleneğin Direnişi gibi kitapları zamanın ruhunun değişimini farklı boyutlarda işler. Şehir odaklı kitapları ise “mekân” odaklı kültür okumalarının bir neticesidir. Beşir Ayvazoğlu’nun zahiren birbiriyle “dolaylı” bağları varmış gibi görünen kitaplarına bu açıdan bakıldığında ağır ağır büyük bir tabloyu yahut yapbozu tamamlar gibi çalıştığını görmek mümkün.” diyordum. Ancak bu boyutlarda insanı biyografi, mekânı şehir zamanı ise monografilerden ibaret görmemek gerektiğini vurgulamamış ve üç boyutun ortak paydaları olabileceğini göz ardı etmişim. Mesela her ne kadar bir biyografi çalışması olsa da He’nin İki Gözü İki Çeşme’yi söz konusu üç boyuttan birine indirgemek haksızlık etmek olur. Ayvazoğlu’nun bir kitabı hangi türden olursa olsun bu üç boyutundan soyutlanamaz zira. Asaf Halet çelebi hakkında kaleme aldığı kitap da Çelebi’nin bulunduğu mekanları, tanıştığı yahut polemik yaptığı insanları, onu anlamayanları yanlış anlayanları veya hafife alanları da anlatıyor.
Beşir Ayvazoğlu, kitabın giriş bölümünde Asaf Halet Çelebi’nin kendi kişisel hayatındaki karşılığını ve hikayesini anlatıyor. Bu önemli zira Çelebi, bir ağabeyin tavsiye edebileceği bir şair değil. Daha çok bir şekilde denk düşülüp tanınacak ve karizmasıyla kendini tanıtacak şairlerden. Zira dava adamı değil, bir politik görüşe angaje değil, bir akımın öncüsü veya takipçisi sayılmaz. Tamamen bireysel bir şair Çelebi. Bu tercihi de insanların onun şiiriyle karşılaşma ihtimalini azaltıyor. Kendi hesabıma rahmetli Mustafa Miyasoğlu’nun kitabının Asaf Halet Çelebi ile tanışmamda çok büyük payı olduğunu söylemem gerek. Bir Necip Fazıl ile Mehmet Akif ile yahut Nazım Hikmet ile tanışmaya benzemiyor Asaf Halet Çelebi ile tanışmak.
Beşir Ayvazoğlu, He’nin İki Gözü İki Çeşme adlı kitabıyla Asaf Halet Çelebi hakkındaki yayınlarda çıtayı yukarı taşıdı. Umulur ki onun belirlediği çıtayı aşmaya ve daha yukarı taşımaya da talip olunur. Asaf Halet Çelebi, bence daha pek çok kitap için ilham kaynağı olmaya devam edecektir.
Son bir not daha… Beşir Ayvazoğlu’nun pek çok kitabı arasında gizli kapılar var esasen. Kitaplarının satır aralarından birbirine geçmek ve okumaya diğer kitaptan devam etmek mümkün. Beşir Ayvazoğlu’nun farklı kitaplarını birbiriyle bağımlı bir külliyeye benzetiyorum bu yüzden. Bu külliye hangi kitabından başlanırsa diğerlerine de göz atma isteği duyacağınız türden.
He’nin İki Gözü İki Çeşme, bu külliyenin özel kitaplarından biri olmaya aday…
Suavi Kemal Yazgıç
Her ne kadar Asaf Halet Çelebi hakkında Mustafa Miyasoğlu’nun ve Mehmet Can Doğan’ın kitapları olsa da, Hakan Sazyek de düzyazılarını bir araya getirse de, Hece Yayınları da güzel bir Asaf Halet Çelebi kitabı yayınlasa da Asaf Halet Çelebi hakkında kapsamlı bir biyografi eksikliği vardı. Beşir Ayvazoğlu, işte tam bu noktada imdada yetişti.
Beşir Ayvazoğlu her biyografisinde olduğu gibi titiz bir çalışmayla dönemin gazete ve dergilerini sayfa sayfa okuyarak ilerlemiş. Asaf Halet Çelebi’nin hemen her yazdığı dergiye, hakkında çıkan her yazıya, karikatüre ulaşarak kaleme aldığı bu biyografide Ayvazoğlu gerek Çelebi’nin yazdıklarını gerekse de hakkında çıkan yazılar yayınladığı zamanın, kaleme alan kişinin ve yayınlandığı yayının bütünlüğü içinde değerlendirerek titizliğini ve hassasiyetini bir kez daha kanıtlıyor. Kurulan her cümlenin, bildirilen her kanaatin zamandan ve mekandan azade olmadığını dikkate almadan aşırı yorumlar yapanların Beşir Ayvazoğlu’ndan öğrenmesi gereken çok şey var. Kitap Asaf Halet Çelebi’nin ölüm haberiyle başlıyor. Bu önemli çünkü yaşadığı dönemde Asaf Halet’in nasıl algılandığını devrin gazetelerinde çıkan haber ve yorumlardan öğreniyoruz. Vefatı hakkında hüzünlü yazılar kaleme alan bazı yazarların Çelebi hayattayken onu hafife alan hatta onunla alay eden metinlere imza attığını öğrenmek ise bizim için ibret verici oluyor.
Ayvazoğlu’nun Çelebi’nin şiirleriyle hayatını iç içe anlatmayı tercih etmiş olması ise kitabın bir başka güzelliği. Sonuçta sanatçının eseri, onun biyografisine indirgenemezse de kaleme aldığı metinle hayat hikayesi birbirinden tamamen bağımsız değildir. Şairin Mevlana ile Budizm ile bağları onun şiirinin ve hayat görüşünün kültürel kodlarını okuma şansı veriyor. Yazdığı dergiler ise içinde bulunduğu entelektüel muhiti ve muhitteki konumunu okumamızı sağlıyor. Kitapta yer alan el yazıları, fotoğraflar, desenler, resimler, şiirlerinin ve yazılarının yer aldığı dergi sayfaları ise sadece Asaf Halet Çelebi’nin değil onun dönemi hakkında da bilgi sahibi olmamızı sağlıyor.
Asaf Halet Çelebi’nin memuriyeti esnasında yaşadıkları ise onun kişisel gailesinde yaşadıklarının bir panoraması niteliğinde. Kaç defa görev yerini değiştirmek zorunda kalan, amirleri tarafından sürekli şikayet konusu olan Asaf Halet Çelebi’nin hayat hikayesi bir gün sinemaya uyarlanacaksa bu bölümden çokça istifade edilebileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Tabii devrin devlet anlayışı ve bürokrasisiyle ilgili okumalar yapmak isteyenlere de bu bölüm farklı ufuklar açabilir. Tıpkı şiirinde birkaç dolaylı istisna haricinde sosyal temalara hiç yer vermeyen Çelebi’nin bağımsız milletvekili adayı olmasıyla ilgili bölümün devrin politik atmosferi hakkında ufuk açıcı olması gibi. Asaf Halet Çelebi’nin bağımsız bir namzet olarak yaptığı konuşmanın tam metnini uzun uzun tahlil etmek mümkün ve gerekli. Elbette bu konuşma ayrı bir yazının konusu.
Ancak bu noktada hem size hem de kendime ihtar etmem gereken bir durum var. Bundan önce Beşir Ayvazoğlu’nun kitaplarında üç boyut olduğuna işaret eden bir yazı kaleme almıştım. “Beşir Ayvazoğlu’nun kitapları kültürü üç boyutuyla ele alır. İnsan, zaman ve mekân. Portreleri, biyografileri ve monografileri kültürün “insan” boyutunun bir tezahürüdür. Tanrı Dağından Hira Dağına, Aşk Estetiği, İslam Estetiği ve İnsan, Geleneğin Direnişi gibi kitapları zamanın ruhunun değişimini farklı boyutlarda işler. Şehir odaklı kitapları ise “mekân” odaklı kültür okumalarının bir neticesidir. Beşir Ayvazoğlu’nun zahiren birbiriyle “dolaylı” bağları varmış gibi görünen kitaplarına bu açıdan bakıldığında ağır ağır büyük bir tabloyu yahut yapbozu tamamlar gibi çalıştığını görmek mümkün.” diyordum. Ancak bu boyutlarda insanı biyografi, mekânı şehir zamanı ise monografilerden ibaret görmemek gerektiğini vurgulamamış ve üç boyutun ortak paydaları olabileceğini göz ardı etmişim. Mesela her ne kadar bir biyografi çalışması olsa da He’nin İki Gözü İki Çeşme’yi söz konusu üç boyuttan birine indirgemek haksızlık etmek olur. Ayvazoğlu’nun bir kitabı hangi türden olursa olsun bu üç boyutundan soyutlanamaz zira. Asaf Halet çelebi hakkında kaleme aldığı kitap da Çelebi’nin bulunduğu mekanları, tanıştığı yahut polemik yaptığı insanları, onu anlamayanları yanlış anlayanları veya hafife alanları da anlatıyor.
Beşir Ayvazoğlu, kitabın giriş bölümünde Asaf Halet Çelebi’nin kendi kişisel hayatındaki karşılığını ve hikayesini anlatıyor. Bu önemli zira Çelebi, bir ağabeyin tavsiye edebileceği bir şair değil. Daha çok bir şekilde denk düşülüp tanınacak ve karizmasıyla kendini tanıtacak şairlerden. Zira dava adamı değil, bir politik görüşe angaje değil, bir akımın öncüsü veya takipçisi sayılmaz. Tamamen bireysel bir şair Çelebi. Bu tercihi de insanların onun şiiriyle karşılaşma ihtimalini azaltıyor. Kendi hesabıma rahmetli Mustafa Miyasoğlu’nun kitabının Asaf Halet Çelebi ile tanışmamda çok büyük payı olduğunu söylemem gerek. Bir Necip Fazıl ile Mehmet Akif ile yahut Nazım Hikmet ile tanışmaya benzemiyor Asaf Halet Çelebi ile tanışmak.
Beşir Ayvazoğlu, He’nin İki Gözü İki Çeşme adlı kitabıyla Asaf Halet Çelebi hakkındaki yayınlarda çıtayı yukarı taşıdı. Umulur ki onun belirlediği çıtayı aşmaya ve daha yukarı taşımaya da talip olunur. Asaf Halet Çelebi, bence daha pek çok kitap için ilham kaynağı olmaya devam edecektir.
Son bir not daha… Beşir Ayvazoğlu’nun pek çok kitabı arasında gizli kapılar var esasen. Kitaplarının satır aralarından birbirine geçmek ve okumaya diğer kitaptan devam etmek mümkün. Beşir Ayvazoğlu’nun farklı kitaplarını birbiriyle bağımlı bir külliyeye benzetiyorum bu yüzden. Bu külliye hangi kitabından başlanırsa diğerlerine de göz atma isteği duyacağınız türden.
He’nin İki Gözü İki Çeşme, bu külliyenin özel kitaplarından biri olmaya aday…
Suavi Kemal Yazgıç
27 Kasım 2019 Çarşamba
Neoliberal dünyada insan kalmak mümkün mü?
Kore asıllı Alman filozof Byun-Chul Han’ın kitapları yavaş yavaş dilimize çevrilmeye devam ediyor. Bu duruma da Metis Yayınları öncülük ediyor. 2018 yılında, biri Metis’ten biri de İnsan Yayınları’ndan olmak üzere iki Han kitabından sonra geçtiğimiz Ekim ayında dilimize çevrilen son Han kitabı Psikopolitika oldu. Kitap "Neoliberalizm Ve Yeni İktidar Teknikleri" alt başlığına sahip aynı zamanda.
Kısa bir kitap Psikopolitika. Yazarın en kısa kitabı değil ama sonundaki notlarıyla beraber 98 sayfa ve 13 bölüme sahip: Özgürlüğün Krizi, Akıllı İktidar, Köstebek ve Yılan, Biyopolitika, Foucault’un İkilemi, Öldürerek Tedavi, Şok, Dost Big Brother, Heyecan Kapitalizmi, Oyunlaştırma, Big Data, Öznenin Ötesinde, Budalalık (Yazarı okurken tamamen karamsar bir ruh haline bürünüp kendimizi Black Mirror dizisinin içinde gibi hissetmemiz çok mümkün).
Yukarıdaki başlıklara baktığımızda ve Han’ı da biraz tanıyorsak, başlıkların içeriklerini tahmin edebiliriz aslında. Han’ın hemen her kitabı zaten sıkı bir kapitalizm ve modern zamanlar eleştirisine sahip denemelerden oluşuyor. Bu kitapta da farklı bir şey yapmamış yazar. Daha çok üslûp ve dil açısından farklılıklar var. Diğer eserlerine göre bu kitap çok daha rahat okunuyor ve çok daha kolay anlaşılabiliyor.
Han, keskin bir giriş yapıyor kitaba. Hegel ve Karl Marx’ın görüşlerini ele alarak ve bu ikilinin görüşlerine sermaye hakkındaki görüşlerini de ekleyerek özgürlük kavramını inceliyor. Özgürlüğün, yani bildiğimiz özgürlüğün, kapitalizmin mutasyona uğramış hali olan neoliberalizmin bir oyuncağı olduğunu savunuyor. Hatta bu sistemin, birey tekinin özgürlüğünü, kendi kendinin üremesini sağlama aracıyla kullanıldığını belirtiyor. Ona göre bireysel özgürlük aracılığıyla sermayenin özgürlüğü gerçekleşir. Böylelikle özgür birey sermayenin cinsel organı durumuna indirgenir. Bireysel özgürlük sermayeye, onu aktif üremeye yönelten ‘otomatik’ bir öznellik kazandırır. Böylelikle de sermaye sürekli olarak ‘canlı yavrular’ doğurur.
Han’a göre bugün artık Marx’ın öngördüğü sömüren-sömürülen, işçi-patron ilişkisi çok geride kalmıştır. Çünkü birey, kendi özgürlüğü sayesinde sermayeye hizmet eder. Marx’tan ziyade Benjamin’in tanımıyla konuşuyor yazar: Kapitalizm artık yeni Tanrı’dır. Aslında çok da farklı şeyler söylemiyor Han; ancak görüşlerini derli toplu halde verdiğinde etkileyiciliği yükseliyor. Örnekler ve kelimelere verdiği yeni tanımlarla da yazısının canlılığını artırıyor.
Yazar, komünizm ve kapitalizm arasındaki farkı ortadan kaldırıyor. Hayalet bir sınır çekiyor bu iki kavramın arasına. Bir gün olur da komünizm gelirse, bunun sadece patronların değişmesi anlamına geleceğini savunuyor. Han’ın belki de en doğru görüşlerini bu bölüm ve bu cümleler içeriyor. Daha geniş bir perspektiften bakan yazarın bu kavramları açıklarken sığındığı bir liman da insanın getirildiği nokta ve insanın psikolojisidir. Komünizm, kapitalizm, sosyalizm fark etmez, insan sermayeye teslim olmuştur. Sömürülmeye dayanmasının sebebi bir gün patron olarak aynı sömürmeyi gerçekleştirmek istiyor olmasıdır. İsmet Özel’in deyimine yakın söylersek, birileri hükmeder birileri de hükmetmeyi bekler. Aralarındaki tek fark budur. Yani insan çıkmazdadır.
Kitabın en önemli bölümlerinden biri olan ilk bölümü kısaca özetleyecek olursak şunu diyebiliriz: Özgür olduğunu sanan bireyin aslında sadece ipi uzun tutulmuştur ve belirli daire içinde, iç organlarına kadar izlenerek, hâkim sermayeye hizmet etmek zorunda bırakılmıştır. İşin ilginç tarafı, birey bundan memnundur. Sermayeye eklemlenecek üretim için birey mekanik bir şekilde çalışır. Mantalite, “Evet bunlar gizlice örgütlenerek alnımıza / verem Olmak Üretimi Düşürür ibaresini çizer” anlayışıdır. Bu konuyu yüksek rezidanslardaki yaşamlara kadar götürmek mümkündür. Hatta buradan Sadettin Ökten’e veya Semih Akşeker’e bile bağlanabilir konu.
Byung-Chul Han bu kitabında anlatmak istediklerini birkaç kelime üzerinde yükseltmiş: Ruh, sermaye, tahakküm, optimizasyon vb. Han yukarıdaki görüşlerinin diğer tarafına geçer, neoliberal psikopolitikanın temeldeki amacının insan ruhunu öldürmek olduğunu savunur. Ona göre insan ruhu da birçok şey gibi sömürülmesi gereken şeylerin başında gelir. Bunu da çok farklı şekillerde sağlamaya çalışır: Atölyeler, yaşam koçluğu, hafta sonu etkinlikleri… Amaç insanı tektipleştirmektir. Amaç duyguları köreltmek değil kesip atmaktır. Amaç sadece sermaye düzenine hizmet eden robotlar üretmektir. Özellikle şehir insanı için söyleyecek olursak, sadece bir avuç insan dışında amacına da ulaşmıştır bu konuda neoliberal politika. Artık hafta sonlarının dahi planlanıp saatlere ayrıldığı, ani kararların yok olmaya yüz tuttuğu, duanın insan hayatından çıkarılıp kişisel gelişime, kendini sağlatma tekniklerine yer verilen bir dünyanın tam da ortasındayız. Sistem için hazır ve nazır, optimizasyonunun zirvesinde, kusursuz iş görmeye odaklı insan-robotlar yetiştirmiştir bu sistem. Ruh’la oynayarak, ruh’u bozarak:
“Günümüz finans kapitalizminde değerler radikal biçimde yok edilmektedir. Neoliberal rejim tükenme çağını başlatmıştır. Şimdi sömürülecek olan ruhtur. Bu yüzdendir ki bu çağa depresyon ya da tükeniş (burnout) gibi ruhsal rahatsızlıklar eşlik ediyor.”. Fakat bence, insanın depresyon ya da tükeniş belirtileri göstermesi bile ufak bir ruh kalıntısının kaldığını gösterir.
Kim olduğumuzu yüzyıllar boyunca felsefeciler, tasavvufçular, psikologlar kendi bilgi veya gönül genişliğince sorgulamışlardır. Bu sorgu bitmedi, bitmeyecek de. Benlik söz konusu olduğunda -sayamadığımız, tartamadığımız, ölçemediğimiz benliğimiz söz konusu olduğunda- ‘kimim’ sorusuna cevap bulmak oldukça zordur hatta imkânsızdır. Benliğimiz ‘quentified self’ nicelikleştirildiğinde bu soru yine cevap bulamayacak ancak en azından ortadan kalkacaktır. Han, dijital çağın ‘özne’ üzerindeki etkilerini ve potansiyel etkilerini inceleyerek bu çağın benlik kavramını da sorgular. Dijital çağın bütününe hayatın ölçülebilir ve nicelik olarak ifade edilebilir olduğu inancı hâkimdir diyen Han, kitabın en uzun denemesi olan ‘Big Data’ bölümünde insan bedeni-ruhu ve dijitalleşme ilişkisini inceler. Veri’nin yüceltildiği, istatistik biliminden dataizme geçişin gerçekleştirildiği bu çağda birer sayıdan ibaret olan insan tekini bir kurban olarak görüyor diyebilirim. Anlamın ve anlatımın bitirilip yok edildiği bu dönemde etrafta nicelik-insan’dan başka bir şey kalmayacaktır zaten:
“Nicelikleştirilmiş Benlik’in sloganı ‘Self knowledge through Numbers’dır- sayılar üzerinden kendini tanıma, bilme. Sadece veriler ve sayılardan, bunlar ne denli kapsamlı olurlarsa olsun, kendini tanımaya varılamaz. Sayılar kendilik hakkında hiçbir şey anlatmaz. Sayma (Zahlung) anlatma (Erzahlung) değildir. Hâlbuki kendilik dediğimiz şey varlığını anlatıya borçludur. Saymak değil, anlatmaktır kişinin kendini bulmasını ya da kendini tanımasını sağlayan.”
Modern zamanlar insanı bir yere ittirdi. Han, insanın ittirildiği noktayı en iyi yakalayabilen filozoflardan biri. Ancak bana göre Han’ın iki tane sorunlu noktası bulunuyor: Bunlardan biri anlattığı şeyleri sürekli tekrarlaması. Bu hem kitaplarının bölümleri için hem de kitapları için geçerli. Yani Han aslında iki üç kitapla anlatabileceği şeyleri tek kitapla, iki üç bölümle anlatabileceği şeyleri tek bölümle anlatabilirdi. Türkçeye çevrilen külliyatı içerisinde bir Güzeli Kurtarmak bir de Metis’ten çıkan son kitabı Zamanın Kokusu biraz daha spesifik konuları içeriyor. Bu durum dediklerinin kıymetini asla azaltmıyor ancak bir tekrara girdiği de kaçınılmaz bir gerçek. İkinci nokta ise, Han muhteşem bir patolog fakat asla bir cerrah değil. Yani muhteşem tespit ve teşhisi var ancak bir çıkış yolu, bir öneri getirmiyor incelediği, gözlemlediği topluma veya insana. Fakat her şeye rağmen Han’ın her kitabını okumaya devam edeceğiz çevrildiği müddetçe.
Bulunduğu çağı ve bulunduğu konumu sosyolojik ve biraz da psikolojik açıdan merak eden herkesin yolu Han’dan geçecektir. Üstelik bu kitabın, yazarın en rahat okunan ve anlaşılabilen kitabı olduğunu söyleyebilirim.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Kısa bir kitap Psikopolitika. Yazarın en kısa kitabı değil ama sonundaki notlarıyla beraber 98 sayfa ve 13 bölüme sahip: Özgürlüğün Krizi, Akıllı İktidar, Köstebek ve Yılan, Biyopolitika, Foucault’un İkilemi, Öldürerek Tedavi, Şok, Dost Big Brother, Heyecan Kapitalizmi, Oyunlaştırma, Big Data, Öznenin Ötesinde, Budalalık (Yazarı okurken tamamen karamsar bir ruh haline bürünüp kendimizi Black Mirror dizisinin içinde gibi hissetmemiz çok mümkün).
Yukarıdaki başlıklara baktığımızda ve Han’ı da biraz tanıyorsak, başlıkların içeriklerini tahmin edebiliriz aslında. Han’ın hemen her kitabı zaten sıkı bir kapitalizm ve modern zamanlar eleştirisine sahip denemelerden oluşuyor. Bu kitapta da farklı bir şey yapmamış yazar. Daha çok üslûp ve dil açısından farklılıklar var. Diğer eserlerine göre bu kitap çok daha rahat okunuyor ve çok daha kolay anlaşılabiliyor.
Han, keskin bir giriş yapıyor kitaba. Hegel ve Karl Marx’ın görüşlerini ele alarak ve bu ikilinin görüşlerine sermaye hakkındaki görüşlerini de ekleyerek özgürlük kavramını inceliyor. Özgürlüğün, yani bildiğimiz özgürlüğün, kapitalizmin mutasyona uğramış hali olan neoliberalizmin bir oyuncağı olduğunu savunuyor. Hatta bu sistemin, birey tekinin özgürlüğünü, kendi kendinin üremesini sağlama aracıyla kullanıldığını belirtiyor. Ona göre bireysel özgürlük aracılığıyla sermayenin özgürlüğü gerçekleşir. Böylelikle özgür birey sermayenin cinsel organı durumuna indirgenir. Bireysel özgürlük sermayeye, onu aktif üremeye yönelten ‘otomatik’ bir öznellik kazandırır. Böylelikle de sermaye sürekli olarak ‘canlı yavrular’ doğurur.
Han’a göre bugün artık Marx’ın öngördüğü sömüren-sömürülen, işçi-patron ilişkisi çok geride kalmıştır. Çünkü birey, kendi özgürlüğü sayesinde sermayeye hizmet eder. Marx’tan ziyade Benjamin’in tanımıyla konuşuyor yazar: Kapitalizm artık yeni Tanrı’dır. Aslında çok da farklı şeyler söylemiyor Han; ancak görüşlerini derli toplu halde verdiğinde etkileyiciliği yükseliyor. Örnekler ve kelimelere verdiği yeni tanımlarla da yazısının canlılığını artırıyor.
Yazar, komünizm ve kapitalizm arasındaki farkı ortadan kaldırıyor. Hayalet bir sınır çekiyor bu iki kavramın arasına. Bir gün olur da komünizm gelirse, bunun sadece patronların değişmesi anlamına geleceğini savunuyor. Han’ın belki de en doğru görüşlerini bu bölüm ve bu cümleler içeriyor. Daha geniş bir perspektiften bakan yazarın bu kavramları açıklarken sığındığı bir liman da insanın getirildiği nokta ve insanın psikolojisidir. Komünizm, kapitalizm, sosyalizm fark etmez, insan sermayeye teslim olmuştur. Sömürülmeye dayanmasının sebebi bir gün patron olarak aynı sömürmeyi gerçekleştirmek istiyor olmasıdır. İsmet Özel’in deyimine yakın söylersek, birileri hükmeder birileri de hükmetmeyi bekler. Aralarındaki tek fark budur. Yani insan çıkmazdadır.
Kitabın en önemli bölümlerinden biri olan ilk bölümü kısaca özetleyecek olursak şunu diyebiliriz: Özgür olduğunu sanan bireyin aslında sadece ipi uzun tutulmuştur ve belirli daire içinde, iç organlarına kadar izlenerek, hâkim sermayeye hizmet etmek zorunda bırakılmıştır. İşin ilginç tarafı, birey bundan memnundur. Sermayeye eklemlenecek üretim için birey mekanik bir şekilde çalışır. Mantalite, “Evet bunlar gizlice örgütlenerek alnımıza / verem Olmak Üretimi Düşürür ibaresini çizer” anlayışıdır. Bu konuyu yüksek rezidanslardaki yaşamlara kadar götürmek mümkündür. Hatta buradan Sadettin Ökten’e veya Semih Akşeker’e bile bağlanabilir konu.
Byung-Chul Han bu kitabında anlatmak istediklerini birkaç kelime üzerinde yükseltmiş: Ruh, sermaye, tahakküm, optimizasyon vb. Han yukarıdaki görüşlerinin diğer tarafına geçer, neoliberal psikopolitikanın temeldeki amacının insan ruhunu öldürmek olduğunu savunur. Ona göre insan ruhu da birçok şey gibi sömürülmesi gereken şeylerin başında gelir. Bunu da çok farklı şekillerde sağlamaya çalışır: Atölyeler, yaşam koçluğu, hafta sonu etkinlikleri… Amaç insanı tektipleştirmektir. Amaç duyguları köreltmek değil kesip atmaktır. Amaç sadece sermaye düzenine hizmet eden robotlar üretmektir. Özellikle şehir insanı için söyleyecek olursak, sadece bir avuç insan dışında amacına da ulaşmıştır bu konuda neoliberal politika. Artık hafta sonlarının dahi planlanıp saatlere ayrıldığı, ani kararların yok olmaya yüz tuttuğu, duanın insan hayatından çıkarılıp kişisel gelişime, kendini sağlatma tekniklerine yer verilen bir dünyanın tam da ortasındayız. Sistem için hazır ve nazır, optimizasyonunun zirvesinde, kusursuz iş görmeye odaklı insan-robotlar yetiştirmiştir bu sistem. Ruh’la oynayarak, ruh’u bozarak:
“Günümüz finans kapitalizminde değerler radikal biçimde yok edilmektedir. Neoliberal rejim tükenme çağını başlatmıştır. Şimdi sömürülecek olan ruhtur. Bu yüzdendir ki bu çağa depresyon ya da tükeniş (burnout) gibi ruhsal rahatsızlıklar eşlik ediyor.”. Fakat bence, insanın depresyon ya da tükeniş belirtileri göstermesi bile ufak bir ruh kalıntısının kaldığını gösterir.
Kim olduğumuzu yüzyıllar boyunca felsefeciler, tasavvufçular, psikologlar kendi bilgi veya gönül genişliğince sorgulamışlardır. Bu sorgu bitmedi, bitmeyecek de. Benlik söz konusu olduğunda -sayamadığımız, tartamadığımız, ölçemediğimiz benliğimiz söz konusu olduğunda- ‘kimim’ sorusuna cevap bulmak oldukça zordur hatta imkânsızdır. Benliğimiz ‘quentified self’ nicelikleştirildiğinde bu soru yine cevap bulamayacak ancak en azından ortadan kalkacaktır. Han, dijital çağın ‘özne’ üzerindeki etkilerini ve potansiyel etkilerini inceleyerek bu çağın benlik kavramını da sorgular. Dijital çağın bütününe hayatın ölçülebilir ve nicelik olarak ifade edilebilir olduğu inancı hâkimdir diyen Han, kitabın en uzun denemesi olan ‘Big Data’ bölümünde insan bedeni-ruhu ve dijitalleşme ilişkisini inceler. Veri’nin yüceltildiği, istatistik biliminden dataizme geçişin gerçekleştirildiği bu çağda birer sayıdan ibaret olan insan tekini bir kurban olarak görüyor diyebilirim. Anlamın ve anlatımın bitirilip yok edildiği bu dönemde etrafta nicelik-insan’dan başka bir şey kalmayacaktır zaten:
“Nicelikleştirilmiş Benlik’in sloganı ‘Self knowledge through Numbers’dır- sayılar üzerinden kendini tanıma, bilme. Sadece veriler ve sayılardan, bunlar ne denli kapsamlı olurlarsa olsun, kendini tanımaya varılamaz. Sayılar kendilik hakkında hiçbir şey anlatmaz. Sayma (Zahlung) anlatma (Erzahlung) değildir. Hâlbuki kendilik dediğimiz şey varlığını anlatıya borçludur. Saymak değil, anlatmaktır kişinin kendini bulmasını ya da kendini tanımasını sağlayan.”
Modern zamanlar insanı bir yere ittirdi. Han, insanın ittirildiği noktayı en iyi yakalayabilen filozoflardan biri. Ancak bana göre Han’ın iki tane sorunlu noktası bulunuyor: Bunlardan biri anlattığı şeyleri sürekli tekrarlaması. Bu hem kitaplarının bölümleri için hem de kitapları için geçerli. Yani Han aslında iki üç kitapla anlatabileceği şeyleri tek kitapla, iki üç bölümle anlatabileceği şeyleri tek bölümle anlatabilirdi. Türkçeye çevrilen külliyatı içerisinde bir Güzeli Kurtarmak bir de Metis’ten çıkan son kitabı Zamanın Kokusu biraz daha spesifik konuları içeriyor. Bu durum dediklerinin kıymetini asla azaltmıyor ancak bir tekrara girdiği de kaçınılmaz bir gerçek. İkinci nokta ise, Han muhteşem bir patolog fakat asla bir cerrah değil. Yani muhteşem tespit ve teşhisi var ancak bir çıkış yolu, bir öneri getirmiyor incelediği, gözlemlediği topluma veya insana. Fakat her şeye rağmen Han’ın her kitabını okumaya devam edeceğiz çevrildiği müddetçe.
Bulunduğu çağı ve bulunduğu konumu sosyolojik ve biraz da psikolojik açıdan merak eden herkesin yolu Han’dan geçecektir. Üstelik bu kitabın, yazarın en rahat okunan ve anlaşılabilen kitabı olduğunu söyleyebilirim.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
26 Kasım 2019 Salı
Çocuktan hareketle toplumsal iyileşme
Herkesin içi, birine, diğerinden daha çok ısınır. Ama iyi bir okur veya iyi bir sosyal bilimler piri olmanın yolu üçünün de söylediklerinin haklı olduğu vakaları, etrafında görmeye başladığı anlarda saklıdır. Adler’in deha yanı da bu bütün bakışa sahip olmasıdır denilebilir; “bireyle ilgili sorunlara insancıl, bütün ve organik cepheden bakabilmek…”
Adler, Freud’un önce öğrencisi olsa da, sonra, gerek “seks içgüdüsünün baskınlığı” gerekse “bilinç altına atma” üzerine söylemlerinin karşısına geçer. Onun için: “Öz erek arzulara toplum ve gelenek karşı koyar” ; yani bireysel dürtü ile toplumsal doğru karşı karşıyadır. Bunun her iki tarafa da evrilmesi insanın ruh sağlığının aksine hareket eder. Optimum bir yerde buluşmak gerekir. Gerek İslam gerek Türk medeniyetinden edindiğimiz öz düşünülünce, aşırılıklardan uzak olmak düsturu bizi, bir parça daha Adler’e yaklaştırmaktadır denilebilir.
Bu özellikler sizi, aynaya baktığınızda tatmin eden yanınız ise hastasınız. Uzun uzun anlattıklarından bunu söyler Adler. Ben ile başlayan cümleleri çok fazla kuruyorsanız veya ben yaptım doğrusu bu diye netseniz hayata, eleştirilere kapalıysanız; güç sizi ifade eden tek uyanma sebebiniz ve o olmasa varlığınızın anlamsız kalacağına inandığınız yanınız ise; tüm bunları size ifade etmeye çalışanlar veya aksi yönde hareket edenlere hatta bazen kendinize dahi saldırgansanız… Bir durup nefes almanın zamanı gelmiştir!
Adler “yaşamsal sorunlar” demiş bu sorunlara. Bu yaşamsal sorunların oluşmaması için ise çocuktan hareketle toplumsal iyileşmenin sağlanabileceğini düşünmüş. Bu yüzden “Yaşamsal Sorunlar” isimli Adler kitabı, organik görünenle psikolojinin bir edildiği temeli ortaya koymuş:
Aşırı koruma sağlayan, çocuğu evin reisi kılan anne babaların ilgisiz anne-babalara oranla çocuklarına çok daha fazla hasar verdiklerini; Kişiliğin Gelişmesinde Anne-baba Etkisi; Vücudun Konuştuğu Dil; Zorba Anne; Sokaktan Suça; Lider Olmak İstiyor; Büyümek İstemiyor; Asi “Kötü” Bir Oğlan; Açlık Grevi; Liderin İzinde; Aşırı Uysal Çocuk; Bir Nevrozun Temel Taşı; Doğuştan Zeka Geriliği; Hastalığın Zulmü gibi bölümlerle on iki örnek vaka incelemiş. Tüm bu inceleme süresince okuyucuyu, kendisine veya çocuğunuza ait onlarca detay ve farkındalık içeren satır aralarında pür dikkat bekliyor. Açık üslup ve dilden ötürü, anlamayıp, atlama imkanı da vermiyor. Yüzünüze çarpa çarpa ilerliyor sayfalar.
Ufak ipuçları:
Yalancı ve gerçek epilepsi arasındaki farkın çocuğunuzun zekası kadar parlak olabileceğini biliyor muyuz mesela?
Ufak tefek sessiz bir baba, baskın bir anne ve konuşamayan, babasına benzetilen “geri zekalı” olduğuna karar verilmiş oğlan çocukları ne çok değil mi etrafımızda? Hatırladık mı? Ziyadesi ile zeki olduklarından emin olduğumuz bu çocukların, konuşmayarak geliştirdikleri reddi nasıl haklı bulmayız ki artık?
10 yıl hüküm sürdüğü eve gelen küçük kardeşe karşı oluşan “karşıt tepki geliştirme” türü bir savunma mekanizması, çok seviyormuş gibi abartılmış bir nefret kime uzak ki?
Veya:
Yaşama amacının bilincinde olmayan, varoluşsal bir kaygı üzerine hiç kelam edilmemiş bir çocuğa, getirildiği psikoloğun yaşam amacını monte etmesini bekleyen ailelerin uzak olduğu kendileri…
“Onun neden bu şekilde davrandığını biliyorum” diyen ebeveynler değil; “benim neden bu şekilde davrandığımı biliyorum” diyebilen ergenler ile çözüme ulaşılabileceğini defaatle hatırlatan Adler’in etik ve toplumla buluşturduğu birey dinginliği…
Çocukla ilgili komplekslerin peşine düşüp yetersizliği ortadan kaldırmak çok da zor olmamakla beraber; asıl zor olanın kendi yaptığı ve bedel ödediği hataların hiçbirini yapmayan kusursuz çocuklar isteyen anne-baba nevrozu olduğu gerçeği…
Bir “asfiksi nöbeti”nin hastalığın ve solunum organlarının dili ile “benimle ilgilen yoksa hastalanırım ve üzülürsün” tehdidi olabileceği…
Tüm bunların özelinde gidilen genelde; çocukların da tıpkı bizim gibi silahlarının olabileceğini bilmek ve karşılıklı silahların tanıtıldığı bir savaşın sulhe dönüşme olasılığının daha yüksek olduğuna inanmak gerekir. Tanışmak, tanıtmak, barışmak gerekir! Çünkü, ana yolda, yeterince ve doğru dinlediğiniz çocuk dikkat çekmek için ara yollara gidip kaybolmayı tercih etmeyecektir.
Hem bir anne babanın çocuğunu kötülemesi size de bir yazarın eserini kötülemesi gibi gelmiyor mu? Üstelik bunun kağıdı bile kendinden!
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
İbretlik olmamak için ibret almak gerekiyor
Moderniteyle birlikte “kimlik” bilgisi bütün dünyada bir mesele oldu. Bu mesele kimi milletler için daha erken gündeme geldi kimi milletlerin de gündemine adeta bir bomba gibi düştü. Hemen her millet, kim olduğu sorusuna verilen cevapların kah sinerjisiyle kah çatışmasıyla baş başa kaldı. Kim olduğumuz bilgisinin üç cephesi var. Biz kimdik, biz kimiz ve biz kim olacağız? Bu sorular sebebiyle kimlik kuyularına atılan taşların bir kısmı geçmişe ait kıymetli ya da en azından kıymet verilen mücevherler oluyor bir kısmı ise dilek paraları gibi geleceğe dair temennileri içeriyor. Bir zamanlar yayınlanan kitabına isim olarak Yozlaşmadan Uzlaşmak’ı seçen Hüsrev Hatemi, Kimlik Kuyusu’nda da aynı tavrını sürdürüyor ve kimlik bilgimize dair soruların ve cevapların çatışmasını bir sinerjiye dönüştürmeyi amaçlıyor.
Hatemi; kimliği etnik, dini, kültürel boyutlarıyla kucaklayarak anlatıyor. Ancak hassas bir şekilde bir kimlik icat etmemek için özen gösteriyor. O kimlik bilgisinin üstündeki örtüyü açıp keşfetmeye çalışıyor. Bu keşif süreci titiz bir emek gerektiriyor. Hatemi’nin bu titizliği ulaştığı, dikkate aldığı kaynakları okumaya çalışmak bile büyük bir kütüphane çalışmasının yol haritasını sunabilir bizlere. O rağbette olana, alkışlanana yer vermek ve bunun üzerinden “prim yapmaya” çalışmak yerine kıymetli olanı bulmaya, kıymetli olana işaret etmeye çalışıyor.
Kimlik Kuyusu’na esas olan konular birkaç bin yıllık bir süreci kapsadığı için elbette bütün çağrışımlarıyla, bütün boyutlarıyla bir kitabın kapsamına sığması mümkün olmayan bir oyluma sahip. Ancak Hüsrev Hatemi, işaret ettikleriyle o büyük külliyenin unutulmuş odalarını hatırlatıyor, sürekli geçildiği için körleştiğimiz koridorlarına farklı bir açıdan bakmamız için de ilham veriyor. Bu sebeple Hüsrev Hatemi’nin ezbere tukaka edilen pek çok kişi ve görüşü aslında layıkıyla fark etmediğimizi bize hatırlattığını, varlığını bilmeyecek kadar körleştiğimiz değer ve kişileri de tekrar gündemimize getirdiğini söylemem gerek. Kimlik meselemizin baş meselesi olan “yabancılaşmaya” yazılmış bir reçete olarak görüyorum Kimlik Kuyusu’nu…
Kendi adıma kitabın en çok önem verdiğim bölümlerinden biri “kimlik” kağıdımızın pek kıymeti bilinmeyen yönü olan Selçukluları hatırlatması. “Bizim İlginç Ortaçağımız: Selçuklular” başlıklı yazı her ne kadar kitapta 4-5 sayfalık bir yekün içinde anlatılsa da yazının olası açılımlarının başlı başına bir kitap hacmine ulaşabileceğinden ve hatta bir kitap hacmine ulaşması gerektiğinden yana hiçbir tereddüttüm yok. Belki bu kitabı okuyan başka bir erbabı kalem söz konusu mesaiyi göze alır ve Selçukluların bu coğrafyanın vatana dönüşmesinde verdiği emek layıkıyla dile getirilir. Bu gerçeğin dile getirilmesi sadece büyük dedelerimize gösterilmesi gereken vefa için değil bu toprakların bin yıl daha vatanımız kalabilmesi adına yapılması şart olan bir mesai bence. Hüsrev Hatemi ayrıca yazıda Selçuklular ile ilgilenmenin meslekten tarihçilerle sınırlı bir mesai olmaması gerektiğinin de altını çiziyor. Evet, bu anlamda edebiyatçılara da bir mesai düşüyor elbette…
Okuruna kim olduğunun bilgisini verdiğini iddia eden kitapların büyük bir bölümünün ortak paydası, üst perdeden ve buyurgan bir eda ile iddiasını okura adeta empoze etmesidir. Okur “bilen” yazara teslim olmalıdır sanki. Hüsrev Hatemi, bu tip yazarlardan biri değil. O araştırmalarının, okumalarının, tecrübelerinin hasılasını bir araya getirip okura sunarken muhabbetle söyleşen, okuruna meramını anlatıp ötesini onun idrakine bırakan bir yazar. Deneme türü biraz da bu sebeple şair Hüsrev Hatemi’nin kalemine çok yakışıyor. Evet toplum mühendisleriyle, “laylaylom aydınlar” diye tabir ettiği kesimlerle inceden inceye ironik bir dille bahis açıyor ama onlardan bile şefkat ve muhabbetle bahsediyor. Kimseyi incitmemek ama bir yandan da hakikatin hatırını da incitmemeye çalışmak Hüsrev Hatemi’nin temel düsturu gibi. Hatemi’nin ilk kitaplarından birinin adı Yozlaşmadan Uzlaşmak idi. Kimlik Kuyusu’nu okurken Hatemi’nin aynı tavrı korumaya devam ettiğine şahit oldum. Kimseyi “ötekileştirmeden” ama herkesi “biz” yapmak için kendini “başkasına” dönüştürmeden, kendinden taviz vermeden hareket etmesi Hüsrev Hatemi’nin en çok etkilendiğim yönlerinden biri. Keşke daha çok insanın temel düsturu bu olsaydı demeden geçemeyeceğim bu noktada.
Kimlik Kuyusu kitabının son cümlesi bir ihtar içeriyor. “Kendimizi toparlamazsak trajikomik oluruz” diyor Hüsrev Hatemi. Kimlik Kuyusu’nu kendimizi toparlamaya çağrı kitabı olarak okumak mümkün. Umarım bu davet ciddiye alınır. Zira trajikomik olursak ne gülmeye ne de ağlamaya mecalimiz kalmaz. Kendimiz için değil başkaları için trajik ve komik olmanın da bizim için ne bir anlamı var ne de önemi. İbretlik olmamak için ibret almak gerekiyor. Kimlik Kuyusu işte bunun yol haritası...
Suavi Kemal Yazgıç
Hatemi; kimliği etnik, dini, kültürel boyutlarıyla kucaklayarak anlatıyor. Ancak hassas bir şekilde bir kimlik icat etmemek için özen gösteriyor. O kimlik bilgisinin üstündeki örtüyü açıp keşfetmeye çalışıyor. Bu keşif süreci titiz bir emek gerektiriyor. Hatemi’nin bu titizliği ulaştığı, dikkate aldığı kaynakları okumaya çalışmak bile büyük bir kütüphane çalışmasının yol haritasını sunabilir bizlere. O rağbette olana, alkışlanana yer vermek ve bunun üzerinden “prim yapmaya” çalışmak yerine kıymetli olanı bulmaya, kıymetli olana işaret etmeye çalışıyor.
Kimlik Kuyusu’na esas olan konular birkaç bin yıllık bir süreci kapsadığı için elbette bütün çağrışımlarıyla, bütün boyutlarıyla bir kitabın kapsamına sığması mümkün olmayan bir oyluma sahip. Ancak Hüsrev Hatemi, işaret ettikleriyle o büyük külliyenin unutulmuş odalarını hatırlatıyor, sürekli geçildiği için körleştiğimiz koridorlarına farklı bir açıdan bakmamız için de ilham veriyor. Bu sebeple Hüsrev Hatemi’nin ezbere tukaka edilen pek çok kişi ve görüşü aslında layıkıyla fark etmediğimizi bize hatırlattığını, varlığını bilmeyecek kadar körleştiğimiz değer ve kişileri de tekrar gündemimize getirdiğini söylemem gerek. Kimlik meselemizin baş meselesi olan “yabancılaşmaya” yazılmış bir reçete olarak görüyorum Kimlik Kuyusu’nu…
Kendi adıma kitabın en çok önem verdiğim bölümlerinden biri “kimlik” kağıdımızın pek kıymeti bilinmeyen yönü olan Selçukluları hatırlatması. “Bizim İlginç Ortaçağımız: Selçuklular” başlıklı yazı her ne kadar kitapta 4-5 sayfalık bir yekün içinde anlatılsa da yazının olası açılımlarının başlı başına bir kitap hacmine ulaşabileceğinden ve hatta bir kitap hacmine ulaşması gerektiğinden yana hiçbir tereddüttüm yok. Belki bu kitabı okuyan başka bir erbabı kalem söz konusu mesaiyi göze alır ve Selçukluların bu coğrafyanın vatana dönüşmesinde verdiği emek layıkıyla dile getirilir. Bu gerçeğin dile getirilmesi sadece büyük dedelerimize gösterilmesi gereken vefa için değil bu toprakların bin yıl daha vatanımız kalabilmesi adına yapılması şart olan bir mesai bence. Hüsrev Hatemi ayrıca yazıda Selçuklular ile ilgilenmenin meslekten tarihçilerle sınırlı bir mesai olmaması gerektiğinin de altını çiziyor. Evet, bu anlamda edebiyatçılara da bir mesai düşüyor elbette…
Okuruna kim olduğunun bilgisini verdiğini iddia eden kitapların büyük bir bölümünün ortak paydası, üst perdeden ve buyurgan bir eda ile iddiasını okura adeta empoze etmesidir. Okur “bilen” yazara teslim olmalıdır sanki. Hüsrev Hatemi, bu tip yazarlardan biri değil. O araştırmalarının, okumalarının, tecrübelerinin hasılasını bir araya getirip okura sunarken muhabbetle söyleşen, okuruna meramını anlatıp ötesini onun idrakine bırakan bir yazar. Deneme türü biraz da bu sebeple şair Hüsrev Hatemi’nin kalemine çok yakışıyor. Evet toplum mühendisleriyle, “laylaylom aydınlar” diye tabir ettiği kesimlerle inceden inceye ironik bir dille bahis açıyor ama onlardan bile şefkat ve muhabbetle bahsediyor. Kimseyi incitmemek ama bir yandan da hakikatin hatırını da incitmemeye çalışmak Hüsrev Hatemi’nin temel düsturu gibi. Hatemi’nin ilk kitaplarından birinin adı Yozlaşmadan Uzlaşmak idi. Kimlik Kuyusu’nu okurken Hatemi’nin aynı tavrı korumaya devam ettiğine şahit oldum. Kimseyi “ötekileştirmeden” ama herkesi “biz” yapmak için kendini “başkasına” dönüştürmeden, kendinden taviz vermeden hareket etmesi Hüsrev Hatemi’nin en çok etkilendiğim yönlerinden biri. Keşke daha çok insanın temel düsturu bu olsaydı demeden geçemeyeceğim bu noktada.
Kimlik Kuyusu kitabının son cümlesi bir ihtar içeriyor. “Kendimizi toparlamazsak trajikomik oluruz” diyor Hüsrev Hatemi. Kimlik Kuyusu’nu kendimizi toparlamaya çağrı kitabı olarak okumak mümkün. Umarım bu davet ciddiye alınır. Zira trajikomik olursak ne gülmeye ne de ağlamaya mecalimiz kalmaz. Kendimiz için değil başkaları için trajik ve komik olmanın da bizim için ne bir anlamı var ne de önemi. İbretlik olmamak için ibret almak gerekiyor. Kimlik Kuyusu işte bunun yol haritası...
Suavi Kemal Yazgıç
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)