Moderniteyle birlikte “kimlik” bilgisi bütün dünyada bir mesele oldu. Bu mesele kimi milletler için daha erken gündeme geldi kimi milletlerin de gündemine adeta bir bomba gibi düştü. Hemen her millet, kim olduğu sorusuna verilen cevapların kah sinerjisiyle kah çatışmasıyla baş başa kaldı. Kim olduğumuz bilgisinin üç cephesi var. Biz kimdik, biz kimiz ve biz kim olacağız? Bu sorular sebebiyle kimlik kuyularına atılan taşların bir kısmı geçmişe ait kıymetli ya da en azından kıymet verilen mücevherler oluyor bir kısmı ise dilek paraları gibi geleceğe dair temennileri içeriyor. Bir zamanlar yayınlanan kitabına isim olarak Yozlaşmadan Uzlaşmak’ı seçen Hüsrev Hatemi, Kimlik Kuyusu’nda da aynı tavrını sürdürüyor ve kimlik bilgimize dair soruların ve cevapların çatışmasını bir sinerjiye dönüştürmeyi amaçlıyor.
Hatemi; kimliği etnik, dini, kültürel boyutlarıyla kucaklayarak anlatıyor. Ancak hassas bir şekilde bir kimlik icat etmemek için özen gösteriyor. O kimlik bilgisinin üstündeki örtüyü açıp keşfetmeye çalışıyor. Bu keşif süreci titiz bir emek gerektiriyor. Hatemi’nin bu titizliği ulaştığı, dikkate aldığı kaynakları okumaya çalışmak bile büyük bir kütüphane çalışmasının yol haritasını sunabilir bizlere. O rağbette olana, alkışlanana yer vermek ve bunun üzerinden “prim yapmaya” çalışmak yerine kıymetli olanı bulmaya, kıymetli olana işaret etmeye çalışıyor.
Kimlik Kuyusu’na esas olan konular birkaç bin yıllık bir süreci kapsadığı için elbette bütün çağrışımlarıyla, bütün boyutlarıyla bir kitabın kapsamına sığması mümkün olmayan bir oyluma sahip. Ancak Hüsrev Hatemi, işaret ettikleriyle o büyük külliyenin unutulmuş odalarını hatırlatıyor, sürekli geçildiği için körleştiğimiz koridorlarına farklı bir açıdan bakmamız için de ilham veriyor. Bu sebeple Hüsrev Hatemi’nin ezbere tukaka edilen pek çok kişi ve görüşü aslında layıkıyla fark etmediğimizi bize hatırlattığını, varlığını bilmeyecek kadar körleştiğimiz değer ve kişileri de tekrar gündemimize getirdiğini söylemem gerek. Kimlik meselemizin baş meselesi olan “yabancılaşmaya” yazılmış bir reçete olarak görüyorum Kimlik Kuyusu’nu…
Kendi adıma kitabın en çok önem verdiğim bölümlerinden biri “kimlik” kağıdımızın pek kıymeti bilinmeyen yönü olan Selçukluları hatırlatması. “Bizim İlginç Ortaçağımız: Selçuklular” başlıklı yazı her ne kadar kitapta 4-5 sayfalık bir yekün içinde anlatılsa da yazının olası açılımlarının başlı başına bir kitap hacmine ulaşabileceğinden ve hatta bir kitap hacmine ulaşması gerektiğinden yana hiçbir tereddüttüm yok. Belki bu kitabı okuyan başka bir erbabı kalem söz konusu mesaiyi göze alır ve Selçukluların bu coğrafyanın vatana dönüşmesinde verdiği emek layıkıyla dile getirilir. Bu gerçeğin dile getirilmesi sadece büyük dedelerimize gösterilmesi gereken vefa için değil bu toprakların bin yıl daha vatanımız kalabilmesi adına yapılması şart olan bir mesai bence. Hüsrev Hatemi ayrıca yazıda Selçuklular ile ilgilenmenin meslekten tarihçilerle sınırlı bir mesai olmaması gerektiğinin de altını çiziyor. Evet, bu anlamda edebiyatçılara da bir mesai düşüyor elbette…
Okuruna kim olduğunun bilgisini verdiğini iddia eden kitapların büyük bir bölümünün ortak paydası, üst perdeden ve buyurgan bir eda ile iddiasını okura adeta empoze etmesidir. Okur “bilen” yazara teslim olmalıdır sanki. Hüsrev Hatemi, bu tip yazarlardan biri değil. O araştırmalarının, okumalarının, tecrübelerinin hasılasını bir araya getirip okura sunarken muhabbetle söyleşen, okuruna meramını anlatıp ötesini onun idrakine bırakan bir yazar. Deneme türü biraz da bu sebeple şair Hüsrev Hatemi’nin kalemine çok yakışıyor. Evet toplum mühendisleriyle, “laylaylom aydınlar” diye tabir ettiği kesimlerle inceden inceye ironik bir dille bahis açıyor ama onlardan bile şefkat ve muhabbetle bahsediyor. Kimseyi incitmemek ama bir yandan da hakikatin hatırını da incitmemeye çalışmak Hüsrev Hatemi’nin temel düsturu gibi. Hatemi’nin ilk kitaplarından birinin adı Yozlaşmadan Uzlaşmak idi. Kimlik Kuyusu’nu okurken Hatemi’nin aynı tavrı korumaya devam ettiğine şahit oldum. Kimseyi “ötekileştirmeden” ama herkesi “biz” yapmak için kendini “başkasına” dönüştürmeden, kendinden taviz vermeden hareket etmesi Hüsrev Hatemi’nin en çok etkilendiğim yönlerinden biri. Keşke daha çok insanın temel düsturu bu olsaydı demeden geçemeyeceğim bu noktada.
Kimlik Kuyusu kitabının son cümlesi bir ihtar içeriyor. “Kendimizi toparlamazsak trajikomik oluruz” diyor Hüsrev Hatemi. Kimlik Kuyusu’nu kendimizi toparlamaya çağrı kitabı olarak okumak mümkün. Umarım bu davet ciddiye alınır. Zira trajikomik olursak ne gülmeye ne de ağlamaya mecalimiz kalmaz. Kendimiz için değil başkaları için trajik ve komik olmanın da bizim için ne bir anlamı var ne de önemi. İbretlik olmamak için ibret almak gerekiyor. Kimlik Kuyusu işte bunun yol haritası...
Suavi Kemal Yazgıç
Hüsrev Hatemi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hüsrev Hatemi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
26 Kasım 2019 Salı
29 Temmuz 2018 Pazar
Bir hazine sandığının içindeki şiirler
Ağustos Melâli. İlk başta yadırgatıcı bir isim gibi görünebilir. Ancak yazın bu son ayının ve hüzünle birlikte adı en çok anılan ay olan eylülün eşiğinin de ağustosta bulunduğu düşünülürse zamanın, yitip gidenlerin “Tapu Sicil Muhafızı” Hüsrev Hatemi’nin toplu şiirlerine niçin bu ismi verdiği daha net bir şekilde anlaşılabilir.
Şiir isimleri üzerinden konuşabiliriz Hüsrev Hatemi’yi… “Zamanın Sesleri”ni şiirleştirir Hatemi. Kimi zaman “Yedikule Saz Semaisi” olur bu ses kimi zaman “Edinburgh Şarkısı”. “Aşık Garip Coğrafyası”nda da geçer onun şiiri “Ave Praha”da da. Hatemi’nin şiirinde selam verdikleri arasında Ingmar Bergman da bulunur, Cahit Zarifoğlu da… Bütün bunları kalabalık olsun diye şiirine yerleştirmez elbette. O kendi zihin ve gönül dünyasının haritasını pafta pafta çizerken kimseyi açıkta bırakmamaya çalışır hepsi bu.
Hüsrev Hatemi’nin şiirleri bir zihinde yer alan malumatların şiir formunda sunumunun çok ötesinde evvela “muhabbet” yüklüdür. Hüsrev Hatemi okuru, hiç tanımadığı kişiyi, coğrafyayı yahut eseri onun şiirine yüklediği muhabbetle sevmeye başlayabilir. Her ne kadar o meşhur Tapu Sicil Muhafızı şiiri, “Benim şiirim tüfeğidir kavgamın”/Diye kükreyerek/Zehir zemberek/Bir şiire başlamanın özlemiyle öleceğim” mısralarıyla başlasa da, Hatemi’nin böyle bir özlemi olmadığı, o mısralarında ironi yaptığı aşikârdır. “1943 Ablaları” adlı şiiri de bu muhabbete şahittir zaten. Nitekim Hatemi kendisiyle yapılan bir söyleşide kendi şiirine ilişkin şunları söyler: “Şiir, bilgi satmamalı diye düşünüyorum. Bazen vazgeçemediğim sızıntı olursa da onun gösterişinden süsünden arındırıp sızdırmayı seçiyorum. Bunu isteyerek yapıyorum. Gösteriş şiirinden üşendiğim usandığım için.”
Hüsrev Hatemi’nin şiirini onun hayatından ayırmak zordur. Yine de şiiri otobiyografik de değildir. Burada temel ölçü “biyografi” değil “muhabbettir” esasen. Nitekim Hatemi’nin tapu sicil muhafızlığı zihin coğrafyamızın sınır tanımadan, red politikası gütmeden çizilen paftalarıyla doludur. “Berlin 1969” adlı şiirinde Berlin’de medfun Giritli Aziz Efendi’yi yad eder mesela. “Yedikule Hafif Zaman Metrosu”nun güzergâhı sürprizlere açıktır nihayetinde.
Hüsrev Hatemi’nin yarım yüzyılı aşan şiir macerasında küçük bir gezinti yapınca şiirinin bir yönüyle parmak izi gibi hep aynı kaldığını, büyük savrulmalar yaşamadığını görüyoruz; bir yanıyla da her dem taze kalmayı başardığına şahit oluyoruz. Hep kendi kalıp hem de kendini tekrar etmemek çok az şairin sahip olduğu bir meziyet ve o şairlerden biri de Hüsrev Hatemi.
Onun şiirinin ayırıcı vasıflarından biri de zengin bir kelime dağarcığına sahip olması. “Dil varlığın evidir” diyen Heiddeger’e kulak verirsek Hatemi şiirinin bu evin pek çok odasına emek verdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu noktada şiir yazmaya ilk başladığım, bazı kelimelerin şiire uygun olduğunu, çoğunun şiirsel olmadığını zannettiğim yıllarda beni o zan hapishanesinden azat eden şairlerden birinin de Hüsrev Hatemi olduğunu anmadan geçmek istemem.
Hüsrev Hatemi şiiriyle ile ilgili en anlamlı yazılardan biri de İbrahim Tenekeci’ye ait: “Tanpınar, ‘Edebiyatta benzememek esastır’ der. Hatemi şiirinin en belirgin yönü, yalnızca kendisine benzemesidir. Şu sözü, aslında her şeyi özetler: ‘Kendim kalmaya özen gösterdim’. Bana göre, meziyet ve şahsiyet bir bütündür, ayrı ayrı düşünülemez. Yazdıklarımız ile yaptıklarımızın çelişmemesi gerekir. Bu konuyla ilgili, verebileceğim en iyi örneklerden biri, hiç kuşkusuz, Hüsrev Hatemi Hocamızdır.”
Kitapta Hatemi’nin ilk kitabına dâhil etmediği 1955-1962 yılları arasında yazdığı şiirlerle 2011’de yayınlanan Kişver’de yer almayan son dönem şiirleri de yer alıyor. Buna kitapta yer alan 12 Hüsrev Hatemi şiir kitabını da eklerseniz Ağustos Melâli’ni bir şiiri retrospektifi olarak tanımlamak mümkün.
Kitabın son bölümü ise Attila İlhan’ın pek çok kitabının son bölümünde yer alan “Meraklısı İçin Notlar”ı hatırlatıyor bize. Bu “Notlar/Açıklamalar” bölümü şiirlerin arkaplanlarını, içlerinde yer alan kimi kişi, kavram ve olayların didaktik ve kuru bir anlatımla değil Hüsrev Hatemi’nin o keyifli üslubuyla açıklanmasından meydana geliyor. Kesinlikle okumadan geçemeyeceğinizi rahatlıkla söyleyebilirim.
Hüsrev Hatemi şiirini bir araya getiren Ağustos Melâli bir hazine sandığı gibi okumamızı bekliyor.
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
Hüsrev Hatemi’nin şiirleri bir zihinde yer alan malumatların şiir formunda sunumunun çok ötesinde evvela “muhabbet” yüklüdür. Hüsrev Hatemi okuru, hiç tanımadığı kişiyi, coğrafyayı yahut eseri onun şiirine yüklediği muhabbetle sevmeye başlayabilir. Her ne kadar o meşhur Tapu Sicil Muhafızı şiiri, “Benim şiirim tüfeğidir kavgamın”/Diye kükreyerek/Zehir zemberek/Bir şiire başlamanın özlemiyle öleceğim” mısralarıyla başlasa da, Hatemi’nin böyle bir özlemi olmadığı, o mısralarında ironi yaptığı aşikârdır. “1943 Ablaları” adlı şiiri de bu muhabbete şahittir zaten. Nitekim Hatemi kendisiyle yapılan bir söyleşide kendi şiirine ilişkin şunları söyler: “Şiir, bilgi satmamalı diye düşünüyorum. Bazen vazgeçemediğim sızıntı olursa da onun gösterişinden süsünden arındırıp sızdırmayı seçiyorum. Bunu isteyerek yapıyorum. Gösteriş şiirinden üşendiğim usandığım için.”
Hüsrev Hatemi’nin şiirini onun hayatından ayırmak zordur. Yine de şiiri otobiyografik de değildir. Burada temel ölçü “biyografi” değil “muhabbettir” esasen. Nitekim Hatemi’nin tapu sicil muhafızlığı zihin coğrafyamızın sınır tanımadan, red politikası gütmeden çizilen paftalarıyla doludur. “Berlin 1969” adlı şiirinde Berlin’de medfun Giritli Aziz Efendi’yi yad eder mesela. “Yedikule Hafif Zaman Metrosu”nun güzergâhı sürprizlere açıktır nihayetinde.
Hüsrev Hatemi’nin yarım yüzyılı aşan şiir macerasında küçük bir gezinti yapınca şiirinin bir yönüyle parmak izi gibi hep aynı kaldığını, büyük savrulmalar yaşamadığını görüyoruz; bir yanıyla da her dem taze kalmayı başardığına şahit oluyoruz. Hep kendi kalıp hem de kendini tekrar etmemek çok az şairin sahip olduğu bir meziyet ve o şairlerden biri de Hüsrev Hatemi.
Onun şiirinin ayırıcı vasıflarından biri de zengin bir kelime dağarcığına sahip olması. “Dil varlığın evidir” diyen Heiddeger’e kulak verirsek Hatemi şiirinin bu evin pek çok odasına emek verdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu noktada şiir yazmaya ilk başladığım, bazı kelimelerin şiire uygun olduğunu, çoğunun şiirsel olmadığını zannettiğim yıllarda beni o zan hapishanesinden azat eden şairlerden birinin de Hüsrev Hatemi olduğunu anmadan geçmek istemem.
Hüsrev Hatemi şiiriyle ile ilgili en anlamlı yazılardan biri de İbrahim Tenekeci’ye ait: “Tanpınar, ‘Edebiyatta benzememek esastır’ der. Hatemi şiirinin en belirgin yönü, yalnızca kendisine benzemesidir. Şu sözü, aslında her şeyi özetler: ‘Kendim kalmaya özen gösterdim’. Bana göre, meziyet ve şahsiyet bir bütündür, ayrı ayrı düşünülemez. Yazdıklarımız ile yaptıklarımızın çelişmemesi gerekir. Bu konuyla ilgili, verebileceğim en iyi örneklerden biri, hiç kuşkusuz, Hüsrev Hatemi Hocamızdır.”
Kitapta Hatemi’nin ilk kitabına dâhil etmediği 1955-1962 yılları arasında yazdığı şiirlerle 2011’de yayınlanan Kişver’de yer almayan son dönem şiirleri de yer alıyor. Buna kitapta yer alan 12 Hüsrev Hatemi şiir kitabını da eklerseniz Ağustos Melâli’ni bir şiiri retrospektifi olarak tanımlamak mümkün.
Kitabın son bölümü ise Attila İlhan’ın pek çok kitabının son bölümünde yer alan “Meraklısı İçin Notlar”ı hatırlatıyor bize. Bu “Notlar/Açıklamalar” bölümü şiirlerin arkaplanlarını, içlerinde yer alan kimi kişi, kavram ve olayların didaktik ve kuru bir anlatımla değil Hüsrev Hatemi’nin o keyifli üslubuyla açıklanmasından meydana geliyor. Kesinlikle okumadan geçemeyeceğinizi rahatlıkla söyleyebilirim.
Hüsrev Hatemi şiirini bir araya getiren Ağustos Melâli bir hazine sandığı gibi okumamızı bekliyor.
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
7 Mart 2013 Perşembe
Dört yanı muhabbetle çevrili şiirler
Kişver, Farsça kökenli bir kelime. Ülke, memleket, iklim anlamlarına geliyor. Hüsrev'in kelime anlamı ise padişah, hükümdar. Hüsrev Hatemi'nin, "Benim şiir ülkemin en kuzeyi olan yaşlılık şiirler ile en güneydeki gençlik şiirleri, bu ülkenin kuzey ve güney kıyılarını çizmiş oldu" sözü, kitap hakkında yazmış olduğu hakikatli bir özet.
Kitabın hemen girişindeki tanıtım bâbındaki yazıda, hem Hatemi'yi hem de şiirlerini yakından tanıma imkanı buluyoruz. Bu farklı bir deneyim, zira şiirleri okumadan önce o şiirlerin hikâyesini az da olsa okumak heyecan verici.
Kişver'in bana göre en farklı tarafı, bir şairin hem ilk hem de son şiirlerini barındırması. Bu fikre kapılmasını Hüsrev Hatemi şöyle açıklıyor:
"İlk şiirlerimdeki ana çizgileri, 1968'den başlayarak bu kitaptaki son şiirlerimde de görebilirsiniz. Çünkü, övünmek gibi olmasın ama ben bağlandıklarımı kolay bırakamam. Feriköy yıllarımdan beri Kelime-i Şahadete bağlandım, örnek bir Müslüman olamadan bağlılığımı sürdürdüm."
Hüsrev Hatemi'nin şiirlerinde incelik, empati ve geçmiş zaman haberciliği var. Dolayısıyla bitirirken tadı damağınızda kalıyor.
"Oyun olsun diye yaşanır mı bunca acı?
Ah Dünya sen, başımın tâcı
Özellikle tâc-ı serim İstanbul,
Söyleyin boşuna değil bu acılar,
İlerde kesin bir yargı günü var."
Büyük ustaların kitaplarını önermekte hem kendini bilmezlik hem de kendini bilmek vardır. Bu ikisi arasında gidip gelirken yazı ortaya çıkıyor. Kişver'de o kadar güzel dizeler var ki, okuduktan sonra Hüsrev Hatemi'ye telefon açıp "Hocam ne olur 5-10 dakika muhabbet edelim" diyesiniz geliyor. Öyle bir dil, öyle bir üslup.
"Ne zaman kafesin içine süzülsem,
Kafes benden dışarı süzülüyor..."
Dergah Yayınları tarafından 2011 yılının ekim ayında bizi selamlayan Kişver, Hatemi'nin son kitabı olma özelliğini de taşıyor. Kapağından dizgisine, kitabın giriş yazısından şiir sıralamasına kadar kağıtlar incelik kokuyor. Bu incelik kitabın sonunda bizi Yunus Emre'ye kadar götürüyor.
"Hüsrev arıtıp dili,
Döndür Yunus'a yolu,
O'nun sözleri ölü,
Canlar için bengisu."
Kitaptaki son şiir olan İkbal Gazeli, 1962 yılında İslam Mecmuası'nda yayınlanmış, 1963'te aynı dergiden ödül almış. Göztepe'de 1962 yılında yazılmış. İki dizesini paylaşıp suskunluğa bürünmek boynumuzun borcu.
"Gönül yeter direnip durduğun kemâle yürü
O, ehl-i aşka tecelli eden Cemâle yürü."
İşte böyle.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kitabın hemen girişindeki tanıtım bâbındaki yazıda, hem Hatemi'yi hem de şiirlerini yakından tanıma imkanı buluyoruz. Bu farklı bir deneyim, zira şiirleri okumadan önce o şiirlerin hikâyesini az da olsa okumak heyecan verici.
Kişver'in bana göre en farklı tarafı, bir şairin hem ilk hem de son şiirlerini barındırması. Bu fikre kapılmasını Hüsrev Hatemi şöyle açıklıyor:
"İlk şiirlerimdeki ana çizgileri, 1968'den başlayarak bu kitaptaki son şiirlerimde de görebilirsiniz. Çünkü, övünmek gibi olmasın ama ben bağlandıklarımı kolay bırakamam. Feriköy yıllarımdan beri Kelime-i Şahadete bağlandım, örnek bir Müslüman olamadan bağlılığımı sürdürdüm."
Hüsrev Hatemi'nin şiirlerinde incelik, empati ve geçmiş zaman haberciliği var. Dolayısıyla bitirirken tadı damağınızda kalıyor.
"Oyun olsun diye yaşanır mı bunca acı?
Ah Dünya sen, başımın tâcı
Özellikle tâc-ı serim İstanbul,
Söyleyin boşuna değil bu acılar,
İlerde kesin bir yargı günü var."
Büyük ustaların kitaplarını önermekte hem kendini bilmezlik hem de kendini bilmek vardır. Bu ikisi arasında gidip gelirken yazı ortaya çıkıyor. Kişver'de o kadar güzel dizeler var ki, okuduktan sonra Hüsrev Hatemi'ye telefon açıp "Hocam ne olur 5-10 dakika muhabbet edelim" diyesiniz geliyor. Öyle bir dil, öyle bir üslup.
"Ne zaman kafesin içine süzülsem,
Kafes benden dışarı süzülüyor..."
Dergah Yayınları tarafından 2011 yılının ekim ayında bizi selamlayan Kişver, Hatemi'nin son kitabı olma özelliğini de taşıyor. Kapağından dizgisine, kitabın giriş yazısından şiir sıralamasına kadar kağıtlar incelik kokuyor. Bu incelik kitabın sonunda bizi Yunus Emre'ye kadar götürüyor.
"Hüsrev arıtıp dili,
Döndür Yunus'a yolu,
O'nun sözleri ölü,
Canlar için bengisu."
Kitaptaki son şiir olan İkbal Gazeli, 1962 yılında İslam Mecmuası'nda yayınlanmış, 1963'te aynı dergiden ödül almış. Göztepe'de 1962 yılında yazılmış. İki dizesini paylaşıp suskunluğa bürünmek boynumuzun borcu.
"Gönül yeter direnip durduğun kemâle yürü
O, ehl-i aşka tecelli eden Cemâle yürü."
İşte böyle.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)