"Geceyi en önde aşan, sahici ölüme ne dersin?"
- Kaan İnce
Bu kitabı bir türlü okuyamadım. İsmini çok duymuştum ama vakit bulamadım. "Tol"un ne anlama geldiğini de biliyordum ama unuttum. En yakın zamanda okumam gerektiğini biliyorum. Arkadaşlarım önermişti ama koşturuyorum, ekmek parası derdi yoruyor beni. Tüm bunlardan en azından birini söylediğinizi duydum. İyi yoldasınız, en azından kitabı öyle veya böyle bir şekilde duymuşsunuz. Geriye sadece okumanız kalmış. Bu da sanırım yolun tamamı. Murat Uyurkulak'tan kinci, nefretçi ve öfkeli bir roman. "Zuhaha" değil, Tol.
"Ve sıkıntı öldürüyor. Acı ve öfke değil, sıkıntı öldürüyor. Çok geçici, anlık, masum, makul olabiliyor sıkıntı, ama öldürüyor. Sıkıntı eğlence istiyor, tatil istiyor çünkü. (...) Sıkıntı çözüyor, öfke bağlıyor. Sıkıntı plan program demek çünkü. Acı kendi yasasını durmadan fısıldıyor, öfke hatırlatıyor oysa. Ama sıkıntı savuruyor, parçalıyor, gebertiyor. Sıkıntı kutlamalar, şenlikler istiyor çünkü. Sıkıntı ille de dans diyor, kahkaha diyor, acının da öfkenin de içini boşaltıyor. Acı ve öfke korkuyu yeniyor, sıkıntı okşuyor. Sıkıntı arzuyu kaşıyor, acı ve öfke terbiye ediyor. Acı değil, öfke değil, sıkıntı öldürüyor."
Murat Uyurkulak'ın 2002'de yayınlanan bu ilk romanı Almanca ve Fransızca'ya çevrildi. "Ne olmuş çevrildiyse?" diyorsanız, bugüne kadar "yalandan çevrilen" kitaplardan sıkılmışsınız veya inancınızı kaybetmişsiniz demektir. Çok açık şekilde söylüyorum ki "Tol", kurgu olarak "en iyi" diyebileceğim 10 Türk romanından biri. Yalanım varsa bütün doğrular gözlüğümün camını kırsın.
"Her yaşın kendine göre bir güzelliği yoktu. Emin olduğun, farkında olduğun hiçbir yaşın güzelliği yoktu. Yaş öyle bir şey olacaktı ki sen bilmeyecektin. Sana yaşını sorduklarında şaşıracaktın, şöyle bir durup hesaplamak zorunda kalacaktın. Yaş günü hediyesi verenlere ajan provokatör gözüyle bakacaktın. “Benim yıllarımı paketlemeyin ulaan, bırakın dağınık kalsın!” diye bağıracaktın."
Radikal Kitap'ın 10.yıl özel sayısında haklı olarak ve açık ara farkla 2000'lerin en iyi romanı seçilen Tol, varoluşuna bile öfke duyan ruhlara iyi gelebilir. O kadar iyi. İnanın. Romanda okuyucuyu en çok etkilemesi gereken, içinde sakladığı gizemde aslında hayatımızın en acı taraflarının olması. Gerek siyasi, gerek hayati.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
29 Kasım 2012 Perşembe
25 Kasım 2012 Pazar
Bir kadının iç dünyasındaki fırtınalar
"Hayat biraz da çalıntı anlarla yaşanır halde gelmiyor mu?.."
Gençlik yıllarında yaşadığı bir aşkın içinde açtığı derin yara ve boşlukla orta yaşlarını süren Ulya'nın, bu boşluğu sanatla dolduruşunun hikâyesidir Taş ve Ten. Hem taşa ve hem de tene (kendine) derin bir bakış yönelterek ne yapacağını hiç bilememenin kuytularında gezinir kahramanımız Ulya. Zamanın, bu iki olgu üzerinde biriktirdikleriyle olgunluk çağına varır ama aslında o kalbi kırık, şüpheci, güveni yerle bir edilmiş küçük kız olmaktan kurtulamamıştır.
"Bir zamanlar aşkın insanı çoğalttığına inanmıştım. Sonra sanat bu duygunun saflığının, tutkudan başka hiçbir şeye yakın durmamaya, varsayım ve beklentiden uzak kalabilmeye bağlı olduğunu öğretti."
Tutkudan uzak, dostluğun ağır bastığı bir ilişkide huzurlu ve sakin yıllar geçiren Ulya'nın duyguları mesleği (heykeltraşlık) gereği çıktığı bir yurtdışı gezisiyle altüst olacaktır. Bu gezide evinde misafir olduğu, kendisinden yaşça küçük olan Sina, Ulya'yı yıllar öncesinde bıraktığı acı dolu aşka ve yoğun tutkulara geri döndürür. Yarım kalmış bir aşkı yıllar sonra benzer konumunda bir adamla yeniden yaşar gibidir. Dört günlük bu kısa tanışıklığın son gecesinde birbirlerine içlerini açar, geçmişin ağıdını yakarlar.
"İnsan gerçek anlamda, umutsuzca sevebiliyor ancak. Çocuksu bir masumiyet ve korkuyla. Körü körüne. Seyirci değil kahraman olarak. Tanrı değil kurban olarak. Ne büyük yalnızlık!"
Tarihsel ve coğrafi arka planıyla zamana direnmenin anlatımıdır Taş ve Ten. Unutmak asla yoktur. Kadını, kadın düşünce ve duygularını içerden, ama bir o kadar da objektif bir gözle, antifeminist bir tavırla dile getirerek Türk romanında kendine önemli bir yer edinen İnci Aral, bu romanında da Ulya aracılığıyla bir kadının iç dünyasındaki fırtınaları, çelişkileri, melankoliyi anlatır. Kabuk bağlamış bir yaranın tekrar açılışına, kuşkuyla umut arasında gidip gelmelere, kışın bitip baharın gelişine tanıklık etmek gibi...
"Hayallerden daha yalnız, daha yoksul geri dönmez mi çoğu zaman insan?"
Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia
Gençlik yıllarında yaşadığı bir aşkın içinde açtığı derin yara ve boşlukla orta yaşlarını süren Ulya'nın, bu boşluğu sanatla dolduruşunun hikâyesidir Taş ve Ten. Hem taşa ve hem de tene (kendine) derin bir bakış yönelterek ne yapacağını hiç bilememenin kuytularında gezinir kahramanımız Ulya. Zamanın, bu iki olgu üzerinde biriktirdikleriyle olgunluk çağına varır ama aslında o kalbi kırık, şüpheci, güveni yerle bir edilmiş küçük kız olmaktan kurtulamamıştır.
"Bir zamanlar aşkın insanı çoğalttığına inanmıştım. Sonra sanat bu duygunun saflığının, tutkudan başka hiçbir şeye yakın durmamaya, varsayım ve beklentiden uzak kalabilmeye bağlı olduğunu öğretti."
Tutkudan uzak, dostluğun ağır bastığı bir ilişkide huzurlu ve sakin yıllar geçiren Ulya'nın duyguları mesleği (heykeltraşlık) gereği çıktığı bir yurtdışı gezisiyle altüst olacaktır. Bu gezide evinde misafir olduğu, kendisinden yaşça küçük olan Sina, Ulya'yı yıllar öncesinde bıraktığı acı dolu aşka ve yoğun tutkulara geri döndürür. Yarım kalmış bir aşkı yıllar sonra benzer konumunda bir adamla yeniden yaşar gibidir. Dört günlük bu kısa tanışıklığın son gecesinde birbirlerine içlerini açar, geçmişin ağıdını yakarlar.
"İnsan gerçek anlamda, umutsuzca sevebiliyor ancak. Çocuksu bir masumiyet ve korkuyla. Körü körüne. Seyirci değil kahraman olarak. Tanrı değil kurban olarak. Ne büyük yalnızlık!"
Tarihsel ve coğrafi arka planıyla zamana direnmenin anlatımıdır Taş ve Ten. Unutmak asla yoktur. Kadını, kadın düşünce ve duygularını içerden, ama bir o kadar da objektif bir gözle, antifeminist bir tavırla dile getirerek Türk romanında kendine önemli bir yer edinen İnci Aral, bu romanında da Ulya aracılığıyla bir kadının iç dünyasındaki fırtınaları, çelişkileri, melankoliyi anlatır. Kabuk bağlamış bir yaranın tekrar açılışına, kuşkuyla umut arasında gidip gelmelere, kışın bitip baharın gelişine tanıklık etmek gibi...
"Hayallerden daha yalnız, daha yoksul geri dönmez mi çoğu zaman insan?"
Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia
24 Kasım 2012 Cumartesi
Aşk, yalnızlık ve şiddete dair hikâyeler
Üç duygu vardır ki insan hayatının tamamında yerleri hep derin olmuştur. Ortaokulda şiddete maruz kalırsanız, bunu ömrünüz boyunca unutmazsınız. İlk aşkınızla lisede tanıştıysanız, bunu ömrünüz boyunca unutmazsınız. Yalnızlık, ömür boyu.
Murat Uyurkulak; yapıtları Almanca ve Fransızca'ya çevrilen bir hikâye ustası. Usta diyorum zira Türk edebiyatına sunduğu üç kitabıyla da bunu gösterdi. "Bazuka"ya başlamadan önce sizi bombalanmaya hazır olmak için Can Yücel'in çevirdiği, William Shakespeare'in "66.Sone"sinden bir söz karşılıyor: Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez...
"Genelde çok konuşmam, söyleyecek önemli bir lafım varsa da sona saklarım, gözlemlerime göre böylesi daha tesirli oluyor, bir vakitten sonra sen ağzını açtığında herkes kulak kesilmeye başlıyor."
"Tutkular Kitaplığı", "Kurtuluş On İki", "Kuş Yuvası", "Pembe", "Şarap", "Derviş", "Kırmızı", "Gülsüm" ve kitabın adı olan "Aşk, Yalnızlık ve Bazuka" hikâyeleriyle, girişte belirttiğim gibi üç duygu sarsacak zihninizi. Hikâyelerin hepsi sanki farklı filmlerin en önemli sahnelerini anlatıyor bize. Başlarken bünyenizi ele geçiren merak, ortalarda yerini heyecana ve biterken de şaşkınlığa bırakıyor. Murat Uyurkulak, okuyucuyu ayakta uyutuyor.
"Edebiyatçının eseri kalır, okuyucu ise ölür… Okudukça zevkleriniz incelir, daha tuhaf, daha rafine kitaplara, yazarlara el atmaya başlarsınız, bu meşgale sırasında muhtemelen hayat gailesi bakımından dibe doğru kaymaktasınızdır.. Okuduklarınızı, müstesna olduğunu düşündüğünüz satırları birilerine anlatmak istersiniz, zira şahsa mahsusun hazzı kısa sürer, ömrü uzun olan paylaşmaktır..."
Kaktüs gibi olan hikâyeleri okurken dikkat edin, gözünüze batmasın.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Murat Uyurkulak; yapıtları Almanca ve Fransızca'ya çevrilen bir hikâye ustası. Usta diyorum zira Türk edebiyatına sunduğu üç kitabıyla da bunu gösterdi. "Bazuka"ya başlamadan önce sizi bombalanmaya hazır olmak için Can Yücel'in çevirdiği, William Shakespeare'in "66.Sone"sinden bir söz karşılıyor: Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez...
"Genelde çok konuşmam, söyleyecek önemli bir lafım varsa da sona saklarım, gözlemlerime göre böylesi daha tesirli oluyor, bir vakitten sonra sen ağzını açtığında herkes kulak kesilmeye başlıyor."
"Tutkular Kitaplığı", "Kurtuluş On İki", "Kuş Yuvası", "Pembe", "Şarap", "Derviş", "Kırmızı", "Gülsüm" ve kitabın adı olan "Aşk, Yalnızlık ve Bazuka" hikâyeleriyle, girişte belirttiğim gibi üç duygu sarsacak zihninizi. Hikâyelerin hepsi sanki farklı filmlerin en önemli sahnelerini anlatıyor bize. Başlarken bünyenizi ele geçiren merak, ortalarda yerini heyecana ve biterken de şaşkınlığa bırakıyor. Murat Uyurkulak, okuyucuyu ayakta uyutuyor.
"Edebiyatçının eseri kalır, okuyucu ise ölür… Okudukça zevkleriniz incelir, daha tuhaf, daha rafine kitaplara, yazarlara el atmaya başlarsınız, bu meşgale sırasında muhtemelen hayat gailesi bakımından dibe doğru kaymaktasınızdır.. Okuduklarınızı, müstesna olduğunu düşündüğünüz satırları birilerine anlatmak istersiniz, zira şahsa mahsusun hazzı kısa sürer, ömrü uzun olan paylaşmaktır..."
Kaktüs gibi olan hikâyeleri okurken dikkat edin, gözünüze batmasın.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
19 Kasım 2012 Pazartesi
Vücudunun hayatta olduğunu unutmak isteyenlere
"Ne de olsa müzik her zaman zafer için çalar, hüzünlü olsa bile."
Ustalara saygı kuşağına hoş geldiniz. Andrey Platonov’un Türkçede yayımlanan ilk yapıtı Can, kim bilir kaç defa rafta dururken gözümüze takıldı da almadık. Belki sadece elimize alıp sayfalarını karıştırdık. Ancak Can’ı anlamak için daha fazlasını yapmamız gerekiyor.
Birçok eleştirmen ve okura göre Platonov, 20. Yüzyılın en sıradışı Rus yazarıdır. Bu tarz bir düşüncede hem kendi hayatının hem de yazdıklarının bir hayli etkisi olduğunu söyleyebiliriz.
"Sanki insanın birini sevmesi kalbe çok ağır geliyordu da, önemsiz şeylerle ilgilenmek bu ağırlığı bir nebze olsun hafifletiyordu."
İtiraf edeyim ki, "yoksulluğu ve yoksunluğu" hiç bu kadar derinlemesine düşünmemiştim. Bir insanın bile isteye kendini diri diri toprağa gömme çabasını, bu çabasında yaşamdan ve diğer her şeyden ümidini kesmesini ağır bir suçluluk duygusuyla okudum.
Açlıkta, kimsesizlikte, coğrafyada olmayan bir yerde neden hayata tutunmalıyız? Her türlü yozlaşmışlık, çürümüşlük, terkedilmişlik, görmezden gelinmişlik içerisindeyken nasıl olur da hayata devam ederiz?
"Kadın, acısına sımsıkı sarılmıştı ve onu kolay kolay bırakmaya niyeti yoktu. Bu şu anlama geliyordu: Bir insanın zihninin ya da kalbinin en derinlerinde bir düşman yatmaktaydı; sevgi dolu kollarda olsa da, çocuklarının öpücüklerine boğulsa da, hayatını karartmaya devam eden bir düşman."
Can’da öyle bir sefalete şahit ediyor ki bizi Platonov, artık bir insanın can çekişmesinden çok daha öte bir anlamı olan, kalbimizi kanatan o cümleyi söyletiyor bir anneye: "Ne mutlu anne karnında ölene."
Can’daki karakterler yaşamayı istemiyorlar, yaşamamak için çırpınıyorlar. Onları tekrar yaşama döndürmeye çalışan tek kişi Çagatayev oluyor. Çagatayev, adı Canlar olan bu küçük halkı yaşama döndürebiliyor mu döndüremiyor mu okuyunca görün bence. Ancak bu küçük halkın en yaşlısı Sufyan’ın şu cümlesindeki umutsuzluğu okuyunca taş kesiliyorsunuz: "Ruhlarımız tükendi yaşamaktan!"
Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar
Ustalara saygı kuşağına hoş geldiniz. Andrey Platonov’un Türkçede yayımlanan ilk yapıtı Can, kim bilir kaç defa rafta dururken gözümüze takıldı da almadık. Belki sadece elimize alıp sayfalarını karıştırdık. Ancak Can’ı anlamak için daha fazlasını yapmamız gerekiyor.
Birçok eleştirmen ve okura göre Platonov, 20. Yüzyılın en sıradışı Rus yazarıdır. Bu tarz bir düşüncede hem kendi hayatının hem de yazdıklarının bir hayli etkisi olduğunu söyleyebiliriz.
"Sanki insanın birini sevmesi kalbe çok ağır geliyordu da, önemsiz şeylerle ilgilenmek bu ağırlığı bir nebze olsun hafifletiyordu."
İtiraf edeyim ki, "yoksulluğu ve yoksunluğu" hiç bu kadar derinlemesine düşünmemiştim. Bir insanın bile isteye kendini diri diri toprağa gömme çabasını, bu çabasında yaşamdan ve diğer her şeyden ümidini kesmesini ağır bir suçluluk duygusuyla okudum.
Açlıkta, kimsesizlikte, coğrafyada olmayan bir yerde neden hayata tutunmalıyız? Her türlü yozlaşmışlık, çürümüşlük, terkedilmişlik, görmezden gelinmişlik içerisindeyken nasıl olur da hayata devam ederiz?
"Kadın, acısına sımsıkı sarılmıştı ve onu kolay kolay bırakmaya niyeti yoktu. Bu şu anlama geliyordu: Bir insanın zihninin ya da kalbinin en derinlerinde bir düşman yatmaktaydı; sevgi dolu kollarda olsa da, çocuklarının öpücüklerine boğulsa da, hayatını karartmaya devam eden bir düşman."
Can’da öyle bir sefalete şahit ediyor ki bizi Platonov, artık bir insanın can çekişmesinden çok daha öte bir anlamı olan, kalbimizi kanatan o cümleyi söyletiyor bir anneye: "Ne mutlu anne karnında ölene."
Can’daki karakterler yaşamayı istemiyorlar, yaşamamak için çırpınıyorlar. Onları tekrar yaşama döndürmeye çalışan tek kişi Çagatayev oluyor. Çagatayev, adı Canlar olan bu küçük halkı yaşama döndürebiliyor mu döndüremiyor mu okuyunca görün bence. Ancak bu küçük halkın en yaşlısı Sufyan’ın şu cümlesindeki umutsuzluğu okuyunca taş kesiliyorsunuz: "Ruhlarımız tükendi yaşamaktan!"
Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar
14 Kasım 2012 Çarşamba
İlk göz yaşını kaldırımda dökenlere
"Acılar hatıralaşınca güzelleşir."
- Cemil Meriç, Jurnal, Cilt I, sf.182.
Emrah Serbes'in polisiye romanları "Her Temas İz Bırakır" ve "Son Hafriyat"den sonra yayınladığı "Erken Kaybedenler", yalnızlıktan tükenmiş, yoldan çıkmış bir neslin konuşmasıdır. Erken uyarı: toplu taşıma araçlarında okurken zorluk yaşayabilirsiniz. Zira siz güldükçe, diğer "konuklar" da sizin halinize gülecektir. Roman o kadar duygusal ve samimi ki, gülmekten ağlıyorsunuz.
"Öne çıktım, göz yaşartıcı gaz sıkmanıza gerek yok dedim. Arkadaşlar zaten yeterince duygusal insanlar."
Erkek çocuklar, veletlikten hemen sonraki ve ergenlikten hemen önceki o kısa fakat alengirli dönemde çığırlarından çıkarlar. Fakat bu hal, sıklıkla mantığın almayacağı kadar mantıklı gelişmelere de sebebiyet verebilir. Okuyucu için hızlı ve şenlikli bir geriye dönüş romanı olan "Erken Kaybedenler", çocukluğun kederli anlarına da söz sahipliği yapmaktadır bazen.
"Ama bir kadını unutulmaz yapan şey, bir vakitler ona duyulan arzunun şiddetiyle doğru orantılı değil midir? O arzunun kıyısında, gerçekleşme olasılığının tam yanı başında, sanki arada başka hiçbir engel yokmuş gibi rahat davranabilmekle, kendini o tatlı yanılsamaya kaptırabilmekle doğru orantılı değil midir? Bu olgunun da mı sorumlusu benim mutsuz geçen çocukluğum? Cevap? Yok! Kalırsın öyle..."
Sanılmasın ki bu kitap sadece erkeklere hitap ediyor. Hiç alakası yok, bir o kadar da alakası var. Lakin, o hani çocuklukta arzulanan ama asla ulaşılamayacak olan kız vardır ya, hani şu kitap kapağında ortada duran, işte onlar da okumalıdırlar romanı. Sinsi sinsi gülmek ve geçmişe dönmek, güzel anıları hatırlamak için illegal bir yöntem olacaktır bu.
"Gözlerimi kapadım, Yasemin karşımdaydı. Sevgi budur, gözlerini kapadığında oradadır ve bir milyon sene sonra bir milyon insan arasında da görsen, ha işte o dersin."
Lafı çok uzatmaya gerek yok, çünkü bu roman yeterince erken başlayıp erken bitiyor. Kaybedilmiş en güzel anılarını yeniden hatırlayıp, ilk göz yaşını kaldırımda döktüğü o güne dönmek isteyenler, "yiyorsa" okuyunuz.
Dipnotları çok sevmesem de: Emrah Serbes'in yeni romanı "Hikayem Paramparça" çıktı. Merakla alınız. Elbette o da okunacak ve Ruhuna Kitap'ta önerilecektir. Kimliği belirsiz ruhlara, şimdilik.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
- Cemil Meriç, Jurnal, Cilt I, sf.182.
Emrah Serbes'in polisiye romanları "Her Temas İz Bırakır" ve "Son Hafriyat"den sonra yayınladığı "Erken Kaybedenler", yalnızlıktan tükenmiş, yoldan çıkmış bir neslin konuşmasıdır. Erken uyarı: toplu taşıma araçlarında okurken zorluk yaşayabilirsiniz. Zira siz güldükçe, diğer "konuklar" da sizin halinize gülecektir. Roman o kadar duygusal ve samimi ki, gülmekten ağlıyorsunuz.
"Öne çıktım, göz yaşartıcı gaz sıkmanıza gerek yok dedim. Arkadaşlar zaten yeterince duygusal insanlar."
Erkek çocuklar, veletlikten hemen sonraki ve ergenlikten hemen önceki o kısa fakat alengirli dönemde çığırlarından çıkarlar. Fakat bu hal, sıklıkla mantığın almayacağı kadar mantıklı gelişmelere de sebebiyet verebilir. Okuyucu için hızlı ve şenlikli bir geriye dönüş romanı olan "Erken Kaybedenler", çocukluğun kederli anlarına da söz sahipliği yapmaktadır bazen.
"Ama bir kadını unutulmaz yapan şey, bir vakitler ona duyulan arzunun şiddetiyle doğru orantılı değil midir? O arzunun kıyısında, gerçekleşme olasılığının tam yanı başında, sanki arada başka hiçbir engel yokmuş gibi rahat davranabilmekle, kendini o tatlı yanılsamaya kaptırabilmekle doğru orantılı değil midir? Bu olgunun da mı sorumlusu benim mutsuz geçen çocukluğum? Cevap? Yok! Kalırsın öyle..."
Sanılmasın ki bu kitap sadece erkeklere hitap ediyor. Hiç alakası yok, bir o kadar da alakası var. Lakin, o hani çocuklukta arzulanan ama asla ulaşılamayacak olan kız vardır ya, hani şu kitap kapağında ortada duran, işte onlar da okumalıdırlar romanı. Sinsi sinsi gülmek ve geçmişe dönmek, güzel anıları hatırlamak için illegal bir yöntem olacaktır bu.
"Gözlerimi kapadım, Yasemin karşımdaydı. Sevgi budur, gözlerini kapadığında oradadır ve bir milyon sene sonra bir milyon insan arasında da görsen, ha işte o dersin."
Lafı çok uzatmaya gerek yok, çünkü bu roman yeterince erken başlayıp erken bitiyor. Kaybedilmiş en güzel anılarını yeniden hatırlayıp, ilk göz yaşını kaldırımda döktüğü o güne dönmek isteyenler, "yiyorsa" okuyunuz.
Dipnotları çok sevmesem de: Emrah Serbes'in yeni romanı "Hikayem Paramparça" çıktı. Merakla alınız. Elbette o da okunacak ve Ruhuna Kitap'ta önerilecektir. Kimliği belirsiz ruhlara, şimdilik.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
12 Kasım 2012 Pazartesi
Gerçek, kıymetlidir
"Geceleri okumaktan özenle uzak durunuz."
Küçük İskender deyince aklımıza birçok farklı şapkanın gelmesi normal. Zira kendisinin şairlik ve yazarlık dışında, eleştirmenliği ve film oyunculuğu (Ağır Roman, O Şimdi Asker) şapkaları da bulunuyor. Naçizane, şairliğinden çok yazarlığını sevmişimdir. Çok farklı ve inatçı bir üslubu vardır. Bu yüzden de yalpalamaz ve söylemek istediğini direkt söyler.
"Sık sık partner değiştiren, kendisinin asla değişmeyeceğine inanan insandır. Heykelini dikmeye gerek yoktur, çünkü zaten taştandır."
Bir sabah Ortaköy'de sahafları gezerken Underground Otopark'ı görmüştüm. Arkasında "Türk Yeraltı Edebiyatı'nın yapı taşlarından" ve "sokak çocuklarının temel ders kitabı" olduğu yazıyordu. Şaşırdım, çünkü yıllardır tarih ve şiir dışında yeraltı edebiyatı da okuyordum. Hemen aldım, paramı verirken sahaf "bunu bulmak çok zordur kardeşim" dedi. İnandım. Oysa ben her duyduğuma inanmaz, inanmış gibi yapardım. Tüm akrepler gibi. Temkinli olmak daima iyidir.
"Kapitalist çocuk, sevgilisine şöyle hitap ediyor: Gözlerin çok güzel, Sony mi?"
"Beyoğlu'nda terbiye, ancak çorbalarda bulunur!"
"Ölümümden hayatı sorumlu tutuyorum."
Temmuz 2009'da Sel Yayıncılık'tan çıkan bu kıymetli kitabı mutlaka bulunuz. Kıymetli diyorum çünkü bu kitapta gerçek sokaklar, gerçek insanlar ve gerçek düşünceler var. Gerçek, kıymetlidir.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Küçük İskender deyince aklımıza birçok farklı şapkanın gelmesi normal. Zira kendisinin şairlik ve yazarlık dışında, eleştirmenliği ve film oyunculuğu (Ağır Roman, O Şimdi Asker) şapkaları da bulunuyor. Naçizane, şairliğinden çok yazarlığını sevmişimdir. Çok farklı ve inatçı bir üslubu vardır. Bu yüzden de yalpalamaz ve söylemek istediğini direkt söyler.
"Sık sık partner değiştiren, kendisinin asla değişmeyeceğine inanan insandır. Heykelini dikmeye gerek yoktur, çünkü zaten taştandır."
Bir sabah Ortaköy'de sahafları gezerken Underground Otopark'ı görmüştüm. Arkasında "Türk Yeraltı Edebiyatı'nın yapı taşlarından" ve "sokak çocuklarının temel ders kitabı" olduğu yazıyordu. Şaşırdım, çünkü yıllardır tarih ve şiir dışında yeraltı edebiyatı da okuyordum. Hemen aldım, paramı verirken sahaf "bunu bulmak çok zordur kardeşim" dedi. İnandım. Oysa ben her duyduğuma inanmaz, inanmış gibi yapardım. Tüm akrepler gibi. Temkinli olmak daima iyidir.
"Kapitalist çocuk, sevgilisine şöyle hitap ediyor: Gözlerin çok güzel, Sony mi?"
"Beyoğlu'nda terbiye, ancak çorbalarda bulunur!"
"Ölümümden hayatı sorumlu tutuyorum."
Temmuz 2009'da Sel Yayıncılık'tan çıkan bu kıymetli kitabı mutlaka bulunuz. Kıymetli diyorum çünkü bu kitapta gerçek sokaklar, gerçek insanlar ve gerçek düşünceler var. Gerçek, kıymetlidir.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
11 Kasım 2012 Pazar
Issız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız 3 şey ne olurdu?
Torsten Krol, hakkında hiçbir şey bilinmeyen bir yazar. Blog yazarınızın gizemli yazarlara karşı zaafı olduğunu artık az çok anlamışsınızdır diye tahmin ediyorum. Fısıltı gazetesi ise Torsten Krol’un hangi ünlü yazarın takma ismi olduğu yönündeki teorilerini geliştirmeye devam ederken kulağımıza en çok çalınan isim Stephen King’ten başkası değildir.
Yunus İnsanlar, modern dünyamıza karşı post modern bir anlatım örneğidir. Hem de çok güçlü bir örneğidir. Führer’in Yahudi katliamı sırasında Almanya’ya karşı savaş açılan ve Almanya’nın şehirlerine bomba yağdırılan bir dünyadayız. Annemiz Helga, çocukları da 16 yaşında Erich ile 12 yaşındaki Zeppi. Romanımızı bize anlatan ise kahraman Erich...
Erich’in babası Rusya’da savaşırken ölmüş. Amcası Klaus ise Führer’in kurduğu düzende Yahudileri imha eden ekipte yer alan bir doktor. Ancak sonra Venezuela’ya kaçan bir savaş suçlusu. Bir mektup yazarak büyük kardeşinin ailesine sahip çıkmak ve Helga’yla evlenmek istediğini belirtir. Helga da çocuklarını alarak Klaus’un yanına gider.
Sade bir törenle evlenirler, Klaus’un çalışacağı petrol bölgesine gidebilmek için Klaus bir sürpriz yapar ve bir kargo uçağıyla yola çıkarlar. Kitabın kapağında da görebileceğimiz gibi uçak ıssız bir adaya düşer.
Bu beklenmeyen olay karşısında sağ kurtulmayı başarırlar ve onları bir kabile bulur. Bütün olaylar onların bulunmasından sonra başlar. Götürüldükleri kabilede tam 11 yıldır onlarla yaşayan bir antropolog vardır; Gerhard. Gerhard onların hem arkadaşı hem işbirlikçisi hem de çevirmenleri olacaktır.
Modern dünyadan kopup gelmiş bu “yunus insanlar” ve en ilkel yöntemlerle, geleneklerle yaşayan Yayomi kabilesine uyum sağlamakta epey zorlanırlar. Gerhard’ın müthiş gözlemleri sayesinde ise yazarımız modern denilen dünyada aslında ne kadar iğreti olduğumuzu ve ilkel diye küçümsediğimiz insanlardan ne kadar daha ilkel olduğumuzu gözler önüne serer.
Asıl olayları anlatmamayı tercih ediyorum. Bu 355 sayfalık romanı tabir-i caizse bir solukta okuyacağınızı bildiğimden sürprizleri bozmak istemem. Kemal Tahir olsaydı bu roman karşısında “Ulan iyi! Ulan aferin!” derdi.
Krol’un en büyük başarısı ise bana göre “karakter yaratmak”taki ustalığı. Sayfalardan fırlayıp gerçek hayatta arkadaş olabileceğiniz karakterler bir okuru fazlasıyla heyecanlandırır.
Pınar Kür’ün yetkin çevirisiyle dilimize kazandırılan bu şahane kitabı sakın kaçırmayın. Verdiğiniz paranın her kuruşuna değiyor.
Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar
Yunus İnsanlar, modern dünyamıza karşı post modern bir anlatım örneğidir. Hem de çok güçlü bir örneğidir. Führer’in Yahudi katliamı sırasında Almanya’ya karşı savaş açılan ve Almanya’nın şehirlerine bomba yağdırılan bir dünyadayız. Annemiz Helga, çocukları da 16 yaşında Erich ile 12 yaşındaki Zeppi. Romanımızı bize anlatan ise kahraman Erich...
Erich’in babası Rusya’da savaşırken ölmüş. Amcası Klaus ise Führer’in kurduğu düzende Yahudileri imha eden ekipte yer alan bir doktor. Ancak sonra Venezuela’ya kaçan bir savaş suçlusu. Bir mektup yazarak büyük kardeşinin ailesine sahip çıkmak ve Helga’yla evlenmek istediğini belirtir. Helga da çocuklarını alarak Klaus’un yanına gider.
Sade bir törenle evlenirler, Klaus’un çalışacağı petrol bölgesine gidebilmek için Klaus bir sürpriz yapar ve bir kargo uçağıyla yola çıkarlar. Kitabın kapağında da görebileceğimiz gibi uçak ıssız bir adaya düşer.
Bu beklenmeyen olay karşısında sağ kurtulmayı başarırlar ve onları bir kabile bulur. Bütün olaylar onların bulunmasından sonra başlar. Götürüldükleri kabilede tam 11 yıldır onlarla yaşayan bir antropolog vardır; Gerhard. Gerhard onların hem arkadaşı hem işbirlikçisi hem de çevirmenleri olacaktır.
Modern dünyadan kopup gelmiş bu “yunus insanlar” ve en ilkel yöntemlerle, geleneklerle yaşayan Yayomi kabilesine uyum sağlamakta epey zorlanırlar. Gerhard’ın müthiş gözlemleri sayesinde ise yazarımız modern denilen dünyada aslında ne kadar iğreti olduğumuzu ve ilkel diye küçümsediğimiz insanlardan ne kadar daha ilkel olduğumuzu gözler önüne serer.
Asıl olayları anlatmamayı tercih ediyorum. Bu 355 sayfalık romanı tabir-i caizse bir solukta okuyacağınızı bildiğimden sürprizleri bozmak istemem. Kemal Tahir olsaydı bu roman karşısında “Ulan iyi! Ulan aferin!” derdi.
Krol’un en büyük başarısı ise bana göre “karakter yaratmak”taki ustalığı. Sayfalardan fırlayıp gerçek hayatta arkadaş olabileceğiniz karakterler bir okuru fazlasıyla heyecanlandırır.
Pınar Kür’ün yetkin çevirisiyle dilimize kazandırılan bu şahane kitabı sakın kaçırmayın. Verdiğiniz paranın her kuruşuna değiyor.
Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)