Kürk Mantolu Madonna etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kürk Mantolu Madonna etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Aralık 2021 Cuma

Gidilmeyen yollar insana çok şey kaybettirir

Kimi aşıklar vardır ki ne yaparlarsa yapsınlar vuslata eremezler, vuslata erseler bile kader bir cihette onları rüzgarda savrulan yapraklar misali ayrı ayrı yollara savurur. Mutluluktan ziyade hüzünleri tattırarak onları bir ömür boyu hasret içinde yaşatıp, ölümün soğuk kucağına teslim eder... Sabahattin Ali, böyle bir aşkın üzerine yazmış Kürk Mantolu Madonna kitabını. Birbirini çok seven fakat kavuşamayan iki sevgili... Roman ise adı bilinmeyen bir karakterin Raif Efendi'yle tanışıp, onunla arkadaş olmasıyla başlıyor. Raif Efendi, o kadar içine kapanık, adeta kilitli bir günlüğe yazılmış yazılar gibi kendini saklayan, gizleyen, sessiz bir adamdır ki diğer kahraman tarafından hayatı çok merak edilir. Bir gün arkadaşının çok hastalanmasıyla da evine sıklıkla gitmeye başlar. Öyle ki hane halkıyla tanış olup aileden biri gibi olur. Fakat onun tek muhatabı Raif Efendi’dir. Ne gözü ondan başkasını görür ne de kulağı ondan başkasını duyar. Tek düşündüğü bir şey varsa da karşısında duygularını yitirmiş bu adamın hayat hikâyesidir ki işte kitabın bu kısmında ortaya siyah kaplı bir defter çıkar.

Kahraman, nihayet eline geçen bu defterle arkadaşının hayatına dair bir şeyler öğrenmenin heyecanını yaşarken, Raif Efendi defteri sobaya atmasını ister. Fakat o, telaşla ve ısrarla bunu yapmak istemediğini bir gecede olsa defteri alıp okumayı talep eder. Nihayet bu isteği kabul görülür ve defter bir gece boyunca onda kalır...

Raif Efendi’nin gizemli hayatı ise 20 Haziran 1933 tarihinden itibaren yazdığı yazılarla yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başlar... Havran’da başlayan hikâye ilk önce İstanbul’la daha sonra Berlin ile devam eder... Kimi insanlar vardır ki ne kadar kalabalığın içinde bulunsalar da kendi içlerinde kurdukları dünyalarında sessiz sedasız yaşarlar. Kimseye tebessümlerini, ağlayışlarını, acılarını hissettirmeden usulca ömürlerini tamamlayıp dünyadaki yolculuklarının sona ermesini beklerler. Raif Efendi de böyle bir adamdır. Çocukluğundan beri içine kapanık, kitaplarla dost olan, resim yapmayı çok seven, duygularını belli edemeyen belli etse dahi utangaç olan bir karaktere sahiptir. Onun bu halleri ise babasının hiç hoşuna gitmez. Sürekli küçümseyici tavırlarla oğluna yaklaşır. Yaralayıcı sözler sarf eder...

Aradan zamanın geçmesiyle de nihayet delikanlılık çağına ulaşır. Babasının isteği üzerine İstanbul’a okumaya gider. Fakat bir türlü İstanbul’da tutunamaz. Havran’a dönmek için mektup yazar. Babası ise memlekete dönmeyip, Almanya’ya gitmesini ister. Amacı oğlunun “mis sabunculuğu” öğrenip kendi sabunhanesini büyütmesidir ki bu fikir Raif Efendi’nin hoşuna gider ve Berlin’e yolculuğu başlar...

İlk günlerini kendini ifade edecek kadar lisan öğrenmeye ayırırken geri kalan zamanını şehri dolaşmak için ayırır. Pansiyonda da bir iki kişiyle arkadaşlık yapmaya başlar. Fakat bir gün sokaklarda rastgele gezerken kendini bir serginin açılışında bulur. İçeriye girdiğinde birçok tablo ile karşılaşır. Ancak onu etkileyen bir tablo olur. O da Kürk Mantolu Madonna’nın portesidir. Gözleri bir an olsun ondan ayrılmaz, olduğu yerde mıhlanmış gibi durur. Bir süre sonra tablonun, Maria Puder isminde ressam bir kadına ait olduğunu öğrenerek, sergiden ayrılıp tekrar pansiyona geri döner ama aklında hep o gördüğü görüntü vardır.

Olaylar ise bu kısımdan sonra hızla gelişir. Raif Efendi her şeyi anlar ve Maria ile aralarında garip bir ilişki başlar. Garip diyorum çünkü; bir tarafta hayata, insanlara, aşka, özellikle erkeklere inancını yitirmiş bir kadın vardır. Diğer tarafta ise sevdiği kadın için ömrünü feda edebilecek kadar aşık bir adam...

Bu iki zıt karakter Berlin’in soğuk, karlı günlerinde gece gündüz demeden dolaşırken yılbaşının gelmesiyle kendilerini bir türlü anlam veremedikleri, manasız bir eğlencenin içinde bulurlar. Sabah olunca da bir rüyadan gerçeğe uyanmış gibi ertesi günü karşılarlar ama Maria kesin bir kararla Raif Efendi’nin gitmesini ister. Raif Efendi, bu isteyin karşısında şaşkına uğrarken çaresizce çıkıp gider ve bir ölüden farksız olarak günlerini yaşamaya devam eder. Fakat bir gün sevdiği kadının hasta olduğunu öğrenince tekrar onu bularak yanına olur. Kader yine onları kötü bir vesileyle de olsa bir araya getirir. Maria ise Raif Efendi’den uzak duramayacağını ve onu gerçekten çok sevdiğini anlayarak gönlünden geçenleri dile getirir. Bunu ise şu sözlerle ifade eder:

Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için, sana aşık olmadığımı zannediyormuşum... Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar... Ama şimdi inanıyorum... Sen beni inandırdın... Seni seviyorum... Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum...

Tabii her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi onlarında mutluluğu kısa sürer ve bahar gibi sevinçlerine hüzün yağmurları düşer. Raif Efendi ise babasının vefatı üzerine zor da olsa memleketine dönme kararı alır. Sevdiği kadını bir daha görmemek üzere trenle Prag’a yolcu eder... Arada sadece mektuplar kalır fakat bir gün onlarda nihayete erer. Nitekim geçen on senenin ardından Raif Efendi, öyle gerçeklerle yüzleşir ki bin bir pişmanlık içinde kalır.

Biz okuyucular ise şunu bir kez daha iyi anlarız ki zamanında söylenmeyen sözler, tutulmayan eller, gidilmeyen yollar insana çok şey kaybettirir ve geriye acı bir pişmanlıktan, harabe olmuş bir kalpten başka bir şey bırakmaz... Hani Sezai Karakoç’un “Her şey zamanında gerek, geç yağan yağmurun faydası dokunmaz kurumuş çiçeklere...” dediği gibi...

Hüzünlü ve bir o kadar da kalbe dokunan kıymetli bir kitaptı benim için. Hâlâ okumayanlar varsa geç kalmadan mutlaka okumasını tavsiye ederim. Zira ben son sayfaları gözlerim dolu dolu kapattım...

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Tesadüf seni önüme çıkarmasaydı, gene aynı şekilde, fakat her şeyden habersiz, yaşayıp gidecektim. Sen, bana dünyada başka türlü bir hayatın da mevcut olduğunu, benim bir de ruhum bulunduğunu öğrettin."

"Bir insan diğer bir insana bazen hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş."

"Ben dünyadan ziyade kafamın içinde yaşayan bir insanım... Hakiki hayatım benim için can sıkıcı bir rüyadan başka bir şey değildir..."

"Bir insanın diğer bir insanı, hemen hemen hiçbir şey yapmadan, bu kadar mesut etmesi nasıl mümkün oluyordu?"

"İnsan tahammül edemeyeceğini zannettiği şeylere pek çabuk alışıyor ve katlanıyor."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

13 Mayıs 2019 Pazartesi

Sabahattin Ali öykülerindeki Anadolu

Sabahattin Ali'nin öykülerinde; çıplak bir gerçeklik, sert bir tokat gibi çarpıyor insanın yüzüne. Köşe bucak kaçtığımız gerçekler kendi dilimizden kendi kulağımıza bir çığlık gibi giriyor. Gerçekçi bir gözlem ve romantik bir üslup birleşiyor öykülerin kurgusunda. Öykülerde; tehdit etmeyen, kabullenilmiş bir çaresizliği andıran bir yoksulluk ve zulüm göze çarpıyor. Kağnı adlı öyküde, Sarı Memedin anası oğlunun öldürülmesi karşısında ağaya karşı sesini çıkaramayıp her şeyi sineye çekerken candarmaların zoruyla oğlunun ölüsünü kağnıya yükleyip doktor muayenesi için şehre giderken çektiği eziyet ve üzüntüyü de derin bir kabullenişle karşılıyor. Kadın, içindeki üzüntüyü dahi sadece kendisinin duyabileceği bir sesle dillendirebilir. Hikayenin sonunda kağnının ardından gidemeyip yere düşen kadının görüntüsü okuyucuda gerçek bir isyan hissi doğuruyor.

Kürk Mantolu Madonna romanında gördüğümüz çarpıcı son, öykülerinin pek çoğunda denenmiş ve ustalıkla başarılmış. Bu beklenmedik ve çarpıcı son Stefan Zweig öykülerinde de görülebilir. Her iki hikayecide de "okuyucuyu ürkütmeden gerçekleri yüzüne vurabilmek" yeteneği var. Anlatıcının rahat ve samimi üslûbu öykülerdeki gerçeklik hissini artırıyor.

Pek çoğu 1929-1930 yıllarında yazdığı öykülerinden oluşan Değirmen adlı kitapta genellikle romantik aşk temasını işlerken birkaç yıl sonrasına ait öykülerini topladığı Kağnı ve Ses'te Anadolu insanının dramını, ağalık zulmünü, küçük kasabalarda devlet adamlarının basiretsizliğini okuyucunun gözleri önüne seriyor.

Değirmen, aynı isimli bir öyküyle başlıyor. Bir çingene gencinin değirmencinin kızına duyduğu aşk uğruna kolunu değirmenin çarkına kaptırmasını destansı bir dille aktarıyor yazar. Bu kitaptaki diğer öykülerde de destansı-romantik aşk hikayeleri geniş ter tutuyor. Kağnı ise yazarın toplumcu gerçekçi çizgiye yaslandığı hikayelerden oluşuyor. Öyküleri sırayla be bütün olarak okumak, yazarın teknik ilerleyişini ve sanat anlayışındaki değişimini görmemizi sağlıyor. İlk dönemdeki romantik üslup zamanla yerini gerçekçi bir bakışa bırakıyor.

Devlet, daha çok kaymakam ve candarma karakterleriyle çıkıyor karşımıza ve halk kimi zaman yoksulluk sebebiyle işlediği, çoğu zamansa işlemediği bir suçtan ötürü mahkum edilmek istenen bir vatandaş olarak. Candarmalar basit, anlayışsız, cahil, kötücül insanlar olarak çizilirken kaymakamlar kasabanın ileri gelenleri ile işbirliği yapıp halkın üzerinde her türlü aşağılık tahakkümü sergileyen tipler olarak görülüyor. Vatandaş, her seferinde bir yoksulluk fotoğrafı biçiminde çıkıyor karşımıza. Fiziksel ayrılıkları pek belirgin olmazken ruhsal yılgınlıkları ve kaderlerini kabullenişleri itibariyle neredeyse aynı kişi olarak görünüyor. Adeta Anadolu insanının acısını bir ve bütün olarak okuyoruz onun öykülerinde.

Kamyon, çoban, ağa, candarma, köylü, kaymakam karakterleri bile öykülerin içeriği hakkında fikir sahibi olmamızı sağlıyor.

Her yazar kendi hayatından izleri mutlaka yansıtır eserlerine. Kimisi bilinçli ve planlı bir şekilde yer ve kişi isimlerine varana kadar gerçek hayatı kurgusal dünyanın içine sokarken kimisi gerçek hayatı kendi bakış açısına yansıdığı ölçüde sunar okuyucuya. Anadolu'nun pek çok yerinde öğretmenlik yapmış, dergicilik ve gazetecilikle uğraşmış, bir dönem kamyon işletmiş bir kişi olarak Sabahattin Ali, öykülerindeki karakterler dikkate alındığında adeta kendisi de gerçek dünyadan kopup gelmiş bir öykü kişisi olarak durur diğerlerin yanında. Bir Şaka adlı öyküde bu durum çok daha açık bir şekilde görülür. Öyküdeki kahramanımızın Sabahattin Ali'nin kendisi olduğunu düşünmek hiç de zor değil. Duvar adlı öyküde de Sinop Cezaevi'nde yaşanmış bir firar eylemi anlatılır. Bu hikaye de muhtemelen Sabahattin Ali'nin cezaevinde dinlediği bir hikaye olabilir. Bunun yani sıra Fikir Arkadaşı adlı öyküde gördüğümüz karakteri de Düşman adlı öyküdeki kişileri de mutlaka gerçek hayatında tanıdığını düşünmek işten bile değil.

Keyifli okumalar.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

19 Ağustos 2014 Salı

Raif Efendiler Maria Puder’lerinden hiç ayrılmasınlar

Bir solukta okunan kitaplar vardır. Okurken zamanın nasıl geçtiğini anlamazsınız, ama kitabın azalan sayfalarını görünce üzülürsünüz ve hikaye bitmesin, biraz daha uzasın istersiniz. Kürk Mantolu Madonna tek solukta okunacak ama okuyucuya bitmesin (hatta böyle bitmesin) dedirten kitaplardan biri. Sabahattin Ali bu kitabı için roman yerine “uzun hikaye” demeyi yeğlemiş. Okuyucu gözüyle bakınca roman ya da uzun hikaye olmasının pek önemi yok gibi, asıl önemli olan sizde bıraktığı derin duygular ve düşünceler.

İlk olarak 1943 yılında yayınlanan Kürk Mantolu Madonna için en kısa haliyle “bir aşk romanı” tanımını yapabiliriz. Ancak hikayenin sade anlatım biçimi, akıcı dili, yaşanan dramlar, insanı beyninden vururcasına hırpalayan/üzen olaylar bu hikayeyi geçmiş yüzyılın efsanevi bir aşk hikayelerinden biri haline hale getiriyor.

Hikayenin iki ana karakteri Raif Efendi ve Maria Puder aynı zamanda büyük aşkın sahipleri. Hikayenin bize aktarılmasını sağlayan ise Raif Efendi ile aynı iş yerinde çalışan Rasim ismindeki bir karakter. Hikayeyi başlangıçta Rasim’in dilinden dinliyoruz ve onun gözlemleriyle iş yerindeki arkadaşı Raif Efendi’nin içine kapanık, sessiz ve silik bir kişiliğe sahip olduğunu öğreniyoruz. Raif Bey’in bir gün rahatsızlanması, iş yerindeki eşyalarını Rasim’den istemesi ise bizi yıllar öncesinde yaşanmış hazin bir aşk öyküsüne götürüyor. İş yerindeki çekmecesinden çıkan eski bir günlük bu duygusal hikayenin kapılarını aralıyor. Ankara’dan Berlin’e geçiyoruz ve aşkı dinlemeye başlıyoruz.

Gizemli ve heyecanlı bir arayışı, bir takibi okuyoruz önce, sonra derin bir aşkın nasıl alevlendiğine ve büyüdüğüne şahit oluyoruz. Bir kadının canının nasıl yandığını ve insanlara olan güvensizliğini görüyoruz önce, sonra tüm kaygılarına rağmen güveneceği bir limana nasıl sığındığını…

İçinizi burkan, kalbinizi sızlatan bir son bekliyor sizi. Bundan daha kötüsü olamazdı derken finalin tamamlanmadığını anlıyorsunuz ve son bir darbe daha alıp yıkılıyorsunuz. Sonuçta bir hikaye okuyoruz, bu kadar üzülmeye gerek yok diyor insan. Ama dünyanın bir yerlerinde birilerinin Raif Efendi, başka birilerinin Maria Puder olduğunu düşününce, işte o zaman daha bir burkuluyor insanın kalbi. Raif Efendiler Maria Puder’lerinden hiç ayrılmasınlar, hikayeleri hep mutlu sonla bitsin…

“Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor, rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum “Kürk Mantolu Madonna”yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum.”

“Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğumuzu zannetmektir ki, ne kendimiz bu kadar büyük, ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur.”

“İçinde hakikaten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inhizar edemez (bağlayamaz) ve kimseden de böyle yapmasını bekleyemez. Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok kuvvetle severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir.”

“Hayat ancak bir kere oynanan bir kumardır, ben onu kaybettim. İkinci defa oynayamam."

Uğur Umutluoğlu
twitter.com/umutluoglu

22 Mart 2012 Perşembe

Acıklı ve yoğun hisler yaşamak isteyenlere

Geçenlerde, yoğun gündelik hayatımın nefes alma molalarımın birinde internette gezerken, bir kitap paylaşım sitesinde "Ölmeden Önce Okunacak 100 Kitap" konulu bir tartışmaya rastladım. Merakıma hakim olamayıp açtığım bu listenin 3. sırasında gördüğüm bir kitap beni hem çok şaşırttı, hem sevindirdi, hem içim cız etti..

Kürk Mantolu Madonna.. Sabahattin Ali’nin daha çok Kuyucaklı Yusuf ile bilinmesine karşın, benim okuduğum ilk kitabı..

Karşılaştığım kurgu biçimi ve bildiğimiz hikayecilik yapısından farklı oluşu, diğer eserlerini de severek okumaya devam etmemi sağladı yazarın. Çünkü farklıydı bu adam, "toplumcu yazar" havasından çok yapıtlarında 19. yy Rus anlatı edebiyatının, ve Dostoyevski- Gogol gibi üstatların çağrışımlarını taşımaktaydı. Ama nedense böyle çok iyi yazarlar ardında çok uzun bir liste bırakmadan gidiyorlar dünyadan, Oğuz Atay gibi..

Sabahattin Ali’yi görünce içim cız etti dedim, çünkü Kürk Mantolu Madonna’yı elime her aldığımda "Keşke okunacak daha çok kitabı olsaydı.." diyorum. "Keşke yazar, düşünce suçundan hüküm giyip ölüme mahkum edilmeden önce benim için birkaç satır daha yazabilseydi.."

Kitap iki bölümden oluşuyor. Anlatıcının Raif Efendi’yi izleyip bize tanıttığı ilk bölüm ve eline geçen not defteri ile birlikte asıl kahramanın olayları kendi kaleminden anlattığı ikinci bölüm.

İlk yarıda beklediğim sarsıcı aşk hikayesini aradı durdu gözlerim. Hatta aradığımı bulamayınca kızdım bile.. Ama Sabahattin Ali’nin hayata ve insanlara, onarlın ruh hallerine dair anlatımının ve tahlillerinin gerçek hayattakilerle ne kadar iç içe olduğunu görünce keyfim yerine gelmedi değil..

Sendelemeden yazan bir yazar Sabahattin Ali. Zaten bence kitabı bu kadar kaliteli kılan yazarın kaleminin böyle güçlü oluşu ve düşüncelerini bu denli isabetli betimleyişi..

Örneğin kitapta geçen Raif Efendi’nin Almanya tasvirleri, fabrikadaki ruh hallerini anlatışı; yazarın Berlin’de kaldığı 2 yıllık öğrencilik döneminin anılarını nasıl yazıya geçirebildiğinin bir kanıtı.

Kısaca, hani bazı kitapların çok beğendiğiniz cümlelerinin altını çizersiniz ya, bu kitabı boydan boya karalayasım geldi desem abartmış olmam herhalde...

Gelelim kitabın asıl konusu olan "Kürk Mantolu Madonna" aşkıyla başlayan Raif Efendi ve Maria Puder’in tutkulu ilişkilerine.

Metin Erksan’ın "Sevmek Zamanı" filmini izleyeniniz varsa; Raif Efendi’nin kendisine : "Seni deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum.." diyen Maria’sıyla tanışmadan önceki Kürk Mantolu Madonna tablosuna olan hayranlığını, Sevmek Zamanı’ndaki Halil’in Meral’in resmine aşık oluşuna benzetecektir.

Fakat, kitapta anlatılan bu aşkta tam olarak aradığımı bulduğumu söyleyemem. Raif Efendi’nin resimdekine benzer kadını bulunca hislerinin tamamen ona yönelmesi ve Kürk Mantolu Madonna’nın sadece bir araç olarak romanda kalışı biraz hayal kırıklığına uğrattı beni.

Romanın bundan sonraki kısmı bir Türk Filmi havasında devam ediyor. Olayların bu kısma nerdeyse 100. sayfalara doğru gelmesine karşın, yazar okuyucuyu hala elinde tutmayı başarabiliyor. Peki nedir bu kitabı özel kılan? Beni cezbeden tek şey, Sabahattin Ali’nin kişilerin duygusal ve psikolojik durumunu iliklerine kadar hissettirerek vermesi.. Raif Efendi’nin sevgilisinden ayrıldıktan sonraki 10 yıl boyunca hayata karşı soğuk ve hissiz duruşu, ancak böyle başarılı bir şekilde betimlenebilirdi bence..

Tabi, bir de aşk var yoğunlukla.. "Şimdi ben gidiyorum, fakat ne zaman çağırırsan gelirim, nereye çağırırsan gelirim.." cümleleri, her ne kadar kitaptaki aşkı çok sarsıcı bulmasam da hüzünlendirdi beni..

Kürk Mantolu Madonna, benim "Ölmeden Önce Okunacak 100 Kitabım" listemde üçüncü sırayı alacak kadar olmasa da, kişilik tahlilleri ve nefis tasvirleriyle gönlümü kazanan acıklı ve yoğun bir roman. Okumanızı kesinlikle tavsiye ettiğim bu kitabı bitirdiğinizde, bakalım siz ne düşüneceksiniz Raif Efendi’nin yaşadıkları ve yazdıkları hakkında?..

Hilal Yıldırım