Eyüp Aygün Tayşir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eyüp Aygün Tayşir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Mart 2020 Perşembe

1990'lı yıllardan beri hiç değişmeyen hâllerimiz

Eyüp Aygün Tayşir, Türk edebiyatına çok geç girdi. Araştırma ve akademik uğraşlarının sonunda, ancak 2016 senesinde bir roman yayımladı ve aslında daha o romanıyla yazarlık becerisi hakkında sağlam kanıtlar sundu okura. 4 Hane 1 Teslim kitabından sonra 2018 yılında Tuhaflıklar Fabrikası ve geçtiğimiz yıl da akademik yönü olan, "Bu Tez Nasıl Bitecek?" isimli bir kitap yayımladı. Tür olarak romanı tercih eden yazarın öyküye geçişi ise 2020 yılının başında gerçekleşti: Sabitâlem Mahallesi.

Tayşir’in bu son kitabı bize, onun öykü türünde de ne kadar yetkin bir yazar olduğunu gösteriyor. On bir öykünün bulunduğu Sabitâlem Mahallesi 163 sayfadan oluşuyor. Öykülerinde genel olarak insan ilişkilerini ve toplumsal davranışlardaki ince detayları kaçırmadığını görüyoruz Tayşir’in. En önemli özelliklerinden biri ise yazarın her sosyo-ekonomik düzeydeki insanı aynı hassasiyetle gözlemleme yeteneği. Tayşir’in öykülerinde insanı insanın kurdu olarak görenlerin de bulabileceği şeyler var, umudu olarak görenlerin de.

İlk öykü Anadolu Kaplanı Halis Bey ve ailesinin yolculuklarını işliyor. Ailenin nereye gittiğini bilmediğimiz bu öyküde yazar, özellikle Halis Bey üzerinden realist bir anlatımla öyküsünü sürdürüyor. Özellikle atmosfer oluşturma konusunda kitabın başarılı öykülerinden Anadolu Kaplanı. Karakterler veya olay hakkında fazla bir detaya girmeyen yazar 90’lı yılların politik ve ekonomik durumuna hem kısa birer cümleyle hem de Halis Bey’in iç düşünceleriyle değiniyor. Anlık bir durumdan bir hikâye çıkarıyor yazar. Hem de okurun gözüne gözüne sokmadan, hem örtük hem de açık bir anlatımla.

Kitaba adını veren Sabitâlem Mahallesi öyküsünde yazar en iyi anlatımlarından birini gerçekleştirmiş. Bir topluluğun nasıl değişebildiğini, toplumun iç dinamiklerini, insanların iyi ve kötü yönleriyle beraber olaylar karşısında tavır alışlarını bir kenar mahalleden, mahalleye nereden geldiği belli olmayan bir çiçek metaforuyla anlatan Tayşir’in gözlem gücü dikkat çekiyor. Nüfusunu Allah’tan gayrı bilenin olmadığı, yamaç yönündeki gökdelenin tepe katlarından bakıldığında, sokaklarında bir aşağı bir yukarı koşturup duran küçüklü büyüklü çocuklarıyla mahalle, yazlık yörelerdeki ‘her şey dâhil’ otellerin su parklarına benzeyen Sabitâlem Mahallesi’nde sıradan bir günde başlayan olaylar zincirinde yazar hem politik bir tavır alış ve eleştiri örneği sunuyor hem de toplumu ‘alt’ tabakasının hayatını karakterler üzerinden detaylı bir gözleme tâbi tutuyor. Yerel ağzı iyi kullanan ve insanları iyi tanıyan yazar başarılı bir mahalle havası çiziyor ve insanın ‘ne’ olup ‘neye’ dönüşebileceğini ustaca anlatıyor. Politikacılara zaman zaman ‘sitemlerini’ sunarak: “Seçimler yaklaşmıştır. Yanında arsa ve inşaat imparatoru olarak tanına ve Şekip’in derhal koşarak elini öptüğü bir kalantorla kahveye gelen belediye başkan adayı, ‘Böyle acılı günde oy lafı yapacak kadar namert değiliz,’ diyerek başladığı sözü, ‘seçilirsek Şehitler Anıtı’nı biz yapacağız ve tapuları derhal dağıtacağız!’ diyerek sürdürmüştür.

Üçüncü öykü olan ve farklı bir anlatım içeren İntikam öyküsüne de kısaca değinmek gerekir. Bu öyküde yazar diğer öykülerindeki realist veya romantik anlatım yerine sürreal bir anlatım tercih etmiş. İnsanın geçmiş ve geleceğiyle hesaplaşmasını bu anlatım tarzı üzerinden anlatmayı tercih etmiş yazar. Kim geçmiş, kim gelecek, kim daha farklı bir geçmiş gibi bazı durumların zaman zaman silikleştiği ve iç içe geçtiği öyküde en başarılı şey, karakterin duygu durumunun okura iyi bir şekilde hissettirilmesi: “Kalbine kulak veriyor; ritim, suda arka arkaya hızla seken düzgün yüzeyli çakıl taşı gibi gitgide yavaşlıyor ve bir noktada sakinleşip doğasına uyarak usulca batıyor. Yapabilecek mi? Bir anlık boşluk…

Kitabın üç tane uzun öyküsü var. Ve fark ediliyor ki yazar uzun tuttuğu öykülerinde hem anlatım hem de konu olarak daha başarılı oluyor. Bu demek değildir ki kısa öyküleri kötü; ancak uzun öyküler parlıyor kitapta. Çünkü yazar, en önemli gücü olan insanı anlatma başarısını bu öykülerde daha çok detaylandırabildiği için öykünün kalitesi de artıyor. Fakat bu öykülerinin bence bir olumsuz yönü var: Tayşir’in karakter kadrosunu geniş tutması ve her karaktere isim vermesi. İsim verilen her karakter öyküde daha bir kanlı canlı oluyor ve dikkat edilmesi gereken unsurlar arasına giriyor. Bu da okuru yorabiliyor bir yerden sonra.

İnsanın ‘yorgunluğu’nu anlatabilmesi ve bazı anıların kişi üzerinde bıraktığı psikolojik durumları başarılı bir şekilde işleyebilmesi yazarın bir diğer başarısı. Belli bir alana hapsolmamış yazar. İnsanı fiziksel, ruhsal, gelecek, geçmiş vs. yönlerinden gözlemleyip değerlendirmiş. Aynı zamanda insanın zaafları da (örneğin sebepsiz önyargı) öykülerde kendine yer bulanlardan. Nakliyeci Zeki 1 ve Nakliyeci Zeki 2, iki ayrı öykü olarak bu durumun biraz da mizahi bir anlatımla işlendiği öykülerden. İnsan nedir? Birbirinin devamı niteliğinde olan bu iki öyküde bunu net şekilde görebiliyoruz.

Yazar her öyküsünün başına farklı yerlerden bir veya iki tane alıntı koymuş. Tabiî bu alıntılar rastgele seçilmemiş, öykünün anlatmak istediğini veya öyküdeki karakterin duygusunun ipuçlarını verebilecek içerikte alıntılar seçilmiş. Bu durum benim için artı bir puan demek. Çünkü bununla okurun öyküye hazırlandığını düşünüyorum.

Fazla karakter kullanımından başka bir eleştirimi daha belirtip yazıyı sonlandırmak istiyorum. Yazar zaman zaman kişi veya çevre tasvirini fazla uzatmış. Bu, romanda veya uzun öykülerde çok da dikkat çekmeyebilir; dikkat çekse bile roman veya uzun öykü bunu kaldırabilir ancak 8-10 sayfalık öyküler bu durumu kaldıramayabiliyor. Bunun törpülendiği öyküler daha sade olurken yoğunlaştığı öyküler okurken aksaklık meydana getirebiliyor.

Öykü yazmak roman yazmaya göre daha zordur derler bu işin ustaları. Çünkü öyküde, özellikle kısa öyküde vurucu olmak zorundadır yazar. Tayşir’in birçok öykülerinde bu durum var. Öykü olarak ilk kitabı bu yazarın ama okunduğunda gayet başarılı öyküler görecektir okur. Bazı yazarlardan anlatım olarak ufak esintiler de olsa kendi tarzını net biçimde görüyoruz yazarın. Çevremizde her an görebileceğimiz insanların karakter olarak karşımıza çıktığı Sabitâlem Mahallesi kitabı, bize insanı anlatması bakımından son derece değerli bir yerde olacaktır.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

9 Kasım 2018 Cuma

Bilinmeyeni ararken kendini bulmak

"Hayat dediğin dünya üzerinde bir arayış. İnsan ne aradığını da bilmiyor işin kötüsü."
- Ayfer Tunç, Dünya Ağrısı

Eyüp Aygün Tayşir ismiyle karşılaşmamız ilk olarak 4 Hane 1 Teslim adlı kitapla olmuştu. Bu kitabı, Engin Ergönültaş'ın fevkalade romanı Minare Gölgesi'nden hemen sonra okumuş ve peş peşe iki güzel mahalle romanı okumanın tadına varmıştım. Dünyaya gelişleri arasında neredeyse 30 yıl olan iki yazarın bakış açıları, metni işleyişleri, karakterleri sanki çok uzun yıllar önce çekilmiş bir fotoğrafı anlatır gibiydi. Bir fotoğrafı anlamlandırmak da şüphesiz o fotoğrafı daha kalıcı bir hâle getiriyordu. Şehir hiç önemli değil bu durumda, anlatılan çünkü bizim hikâyemiz, "illallah" dedirten o yaşamımızın hikâyesi.

Tuhaflıklar Fabrikası her yönüyle sanki bambaşka bir Tayşir romanı okuyacağımızı söyler gibiydi. İsmi, kapağı, kapağındaki ev ve renkler, tabiri caizse fantastik bir kurguyla karşılaşacakmışız gibi duruyordu. Oysa kitabına aldığı epigrafla beraber Tayşir fısıltıyla karışık anlatıyordu derdini. Alejandro Zambra'nın nefis kitabı Eve Dönmenin Yolları'ndan: "Çünkü her ne kadar bir yabancının hikâyesini anlatmak istesek de eninde sonunda hep kendi hikâyemizi anlatırız."

Kitap, bir arayışın romanı. Bir kitaba ulaşma gayreti, bu gayretin yanında da düşünceler, boğuşmalar, yorgunluklar, umutlar ve sürekli yeni kapıların açılması ve elbette zaman zaman kapanması. Kitabın sahibi merhum bir profesör. Öyle bir kitap bıraktığına inanılıyor ki bu kitapla birlikte batının ulaşmış olduğu bilgilere profesörün çok daha önce ulaştığı anlaşılıyor. Eğer 'biz', bu kitaba ve profesörün eriştiği bilgilere vaktinde ulaşabilseydik, yani batı bu kitabı bizden kaçırmasaydı, saklamasaydı, inanılmaz bir gelişim sağlayabilirdik. Profesör, Merhum Hoca olarak tanınıyor, hatırlanıyor. Tüm bu geri kalmışlığımız, miskinliğimiz, daire dışında kalışımız hep bu kitap yüzündenmiş.

Arayışın sahibi, aynı zamanda Tuhaflıklar Fabrikası'nın bir hocası. Diğer hocalarla beraber büyük bir tuhaflıklar fabrikasında çalışıyor. Tarihiyle, çalışma şekliyle son derece tuhaf bir fabrika. Buradaki hocalar isimleriyle değil, lakaplarıyla tanınıyor. Bu lakaplar o kadar tanıdık ki acaba fabrika değil de ülke mi demeli? Bir tuhaflıklar ülkesi mi burası? Tayşir bunu hocalar üzerinden son derece trajik işlemiş. Mizahı ve hüznü yan yana koymuş, okuyanın da bir fabrikadan çok bir ülkeyi düşünmesini istemiş. Hocalar arasından bazılarını saymalı: Avcı Hoca, Kibar Hoca, Derin Hoca, Değerli Hoca, Danışman Hoca, Sanatçı Hoca, Hatip Hoca, Dost Hoca... Elbette fabrikanın bir rektörü var; Yeşil Papağan. Dekanı ve baş müstahdemi de var. Not Dilenen Çocuk'u da var. Şurası bir gerçek ki hocaların birbirleriyle olan ilişkileri günümüz akademik dünyasını da yere seriyor. Muazzam bir eleştiri romanın içine komple yediriliyor.

Kim ve ne olduğu tam olarak bilinmeyen, görenin ve bilenin olmadığı fakat ulaşılamaz bir kutsallık atfedilen Büyük Âlim... Bu karakteri daha çok günümüzdeki her tarihi karakter üzerindeki 'eleştirilemez', 'yorumlanamaz' tavrımıza karşı bir ironi olarak tanımladım kendimce. İçdeniz denen bir yerin kıyısındaki Tuhaflıklar Fabrikası'nda, genç asistan işte bu büyük âlimin yazma eserinin peşinden tuhaf mı tuhaf bir serüvene çıkar. Vardığı yer aynı zamanda dönüşü olmayan bir yerdir. Aslında bu durumu önceden hissetmiş, anlatırken de hissettirmiştir: "Ne müfessirim ne de kutsal kitapların sırlarını ifşa etmek haddim. Lakin belki de sürgünümüz budur, kim bilir? Şimdi lütfen beni, numarasını açık etmek için pürdikkat izlediğiniz bir gözbağcıymışım gibi izleyiniz. Sonuçta yine hayret edecek olsanız da..."

Bir kitabın peşinden giderken insanın geçmiş ve gelecek arasındaki düşünceleri, yolculuğunu şekillendirebiliyor. Bu durumda Dücane Cündioğlu'nun dediği gibi yol insanı terbiye ediyor. Tökezleyip düşmek yolun bir gereği ama ayağa kalkmak şartıyla. Ayağa kalkıp yoluna devam etmek zorunda insan. Bazı arayışların nihayetinde ulaşmak yok üstelik. Tek bir maksadı olabilir o arayışın: aramak. Daima ve durmadan aramak: "İnsan, zamanı önünden kazdığı bir toprak misali fırlatıp attıkça ardına, önünde açılan boşlukta geçmişi ve şimdiyi birbirine karışmış olarak bulur. Gelecek ise, o boşluğun görünmez derinliklerindedir."

Sürekli arayışta olmak. Bunun hem huzurunu hem de huzursuzluğunu yaşamak. Kitaplarda, müziklerde, filmlerde kendini ve insanı yeniden keşfetmek. Budur yaşamı anlamlı, insanı kıymetli kılan. Kendine sadece bir konu seçip o konuya hapsolmuş insandan benim alabileceğim bir şey yok. Onun düşünce dünyasını sadece gündem belirleyecek çünkü. Bana anlamlı, kıymetli gelen şeyler, bir başkasının kabına topladığı ve hatta taşırdığı şeyler. Orada var esas yaşam kavgası çünkü. İşte o kavga kendi kavgandır. Kendi içindenki arayışın dışarıya doğru yönelişi: "Bazı insanların böyle bir özelliği vardır; kalabalıkların içinde kalabalığın rengine bürünerek kamufle olmuş gibi varlıklarını unutturup etraflarında olan biten her şeyin farkına varır ve zihinlerine kaydederler. Ve birgün kaydettiklerini ifşa ederler bir kelamları ya da yazdıkları bir kitapla... O anda tüm gözler onların üzerine dikilir. Ancak o an da geçicidir ve bu her şeyi görüp kendi görülmeyen göz, görmeyi ve kaydetmeyi sürdürür. Belki bir lanet, belki bir lütuftur bu; belki de hem bir lanet, hem de bir lütuf."

İnsanı hikâyeci olmaya götüren nedir? Bilinmeyeni, bilmenin imkânsız olduğunu anlatma isteği belki de. Tuhaflıklar Fabrikası tam da bunun romanı. Olana bitene anlam verememenin yanı sıra, bir anlam vermeye de çabalamanın romanı.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

12 Kasım 2017 Pazar

Mahalleden apartmana, ergenlikten babaya: "illallah" dedirten hayat

"El benim dâmen senin ey rahmeten li’l-âlemin 
Şöhretim isyan benim sen afv ile meşhûrsun."
- Buhurîzâde Mustafa Itrî

"Bir mevsim-i bahârına geldik ki âlemin
Bülbül hamûş havz tehî gülistan harâb."

- Keçecizâde İzzet Molla

Son yıllarda mahalle ile apartman arasında kalmışlığı, bazen de bozkır insanının yaşamını şahane bir kurgu ve lezzetli bir üslupla okurlara adeta hediye eden üç isim ve üç kitap saymaya kalksam şöyle olurdu: Engin Ergönültaş (Minare Gölgesi), Ethem Baran (Evlerimiz Poyraza Bakar), Mustafa Çiftci (Bozkırda Altmışaltı). Şimdi bu listenin başına, evet en üstüne yeni bir isimle kitabını yazıyorum: Eyüp Aygün Tayşir ve 4 Hane 1 Teslim. Bu tür kitaplar ve elbette isimler nadirattan olduğu için, haklarını da teslim etmek gerektiği için, sıkça söz etmek gerekir ama öyle kuru kuruna değil, derinleşerek. Uzaklaştığımız 'o' iklimleri hesaba katarak, kelimeleri hesapsızca harcamayarak.

Tayşir'in kitabını çıkar çıkmaz, kapağı ve ismi karşısında yüksek bir merak duyarak almıştım. Temmuz 2016'ydı. Ne zaman okudum? Şöyle; bir sabah iş yerinde e-postama bir duyuru düştü. Söz konusu duyuruda 4 Hane 1 Teslim'in ikinci baskısını yaptığı haber veriliyordu. Eh, bu kez golü yemiştim işte. Her zaman kıyıda köşede mi kalacaktı benim merakla aldığım kitaplar? Sadece ben mi okuyup 'sinsi sinsi' yazacaktım ilkin? Gol günün en erken saatlerinde geldiğinden akşam eve varır varmaz başlamıştım okumaya kitabı. "Tüm babalara..." ithafıyla başlıyordu. Buyur sana ikinci gol. Hemen ardındaki sayfada üçüncü golün 'müjdecisi' bir Ece Ayhan dizesi: "Bismillah tû Hafız Post / insanoğlu babasızdır."

4 Hane 1 Teslim, tamı tamına 408 sayfa. Türk okuyucusu için bu rakamlarda sayfa okumak ancak yabancı romanlar için 'kabul edilebilir' görülüyor, hâlâ. Tayşir bunu hiç umursamamış. Zaten yazım tekniği ve fikir kurgusu da hiç öyle 150-200 sayfa kabul edecek şekilde değil. Hani derler ya "yazar çok uzatmış, kısa kesebilirdi". Dizi mi bu kardeşim? Ama bakın orası da ayrı, bu kitabın dizisi olur. Hem de çok iyi olur. Usta ellerle elbette. Neyse, 'ekran sektörü' şimdilik bizi aşar, kitaba dönelim.

Sabri, doğar doğmaz ölüme doğan bir çocuk. Etrafındaki herkes hayatın sıkıntılarından, yaşanılan kıyamet zamanından, para derdinden, geçim problemlerinden bahsediyor. Gerilim ve sıkıntı artarak sürüyor. Annesi Nalân ne kadar oğlunu iyi koşullarda yetiştirmek istese de olmuyor. İlk evliliği fiyasko olduğundan ikinci bir evliliğe yelken açıyor. Baki'yle giriştikleri -kelimenin tam manasıyla giriştikleri- bu evlilik oldukça yakıcı ve yıkıcı oluyor, o da 'yarım' kalıyor. Hır, gür, yaka paça, bam güm geçiyor günler. Arada bir bahçede kara bir kedi selâm veriyor Sabri'ye, ömür geçiyor der gibi. Burada bir Ece Ayhan şiiri hatıra gelmeli: "Geçer sokaktan bakışsız bir Kedi Kara. Çuvalında yeni ölmüş bir çocuk. Kanatları sığmamış."

Anneanne, Muhlise Hanım. 'Evinin harcına da içine de bir buğday tanesi kadar haram karışmasına engel olmaya ant içmiş' bir kadın. Elektrik kesildiğinde asla kaçak yollara başvurmayan, daima mum yak(tır)an bir kadın. Doğup büyüdüğü yörenin aksanıyla konuşuyor. Derdi ev. Müteahhit gelse de oturdukları gecekonduya 'çökse', onlara da başka bir yerde daire verse yahut iki küçük dairelik para. Biri kira, biri ikametgâh olsa... Torununa menkıbeler anlatıyor, hikâyeler, rivâyetler sık sık: "Sene ne anladayim eyi dinne bag! Birgün bir serhoş bir evlıyenin mezarina ebdesd bozmuş, bag eyi dinne buni babam annadırdi, cinler dudmış bu edami, sebbaha gadar dop gibi ırdan ıraya admışlar, daşlara vıra vıra barambarca idmişler. İlisi de gurdlar guşlar yimiş. Bir golunu bılmışlar da edamın, yera izinden danımış garısi." [sf. 160]

Dedesiz olur mu? Raşit dünyanın en sert dedesi. Öyle otoriter falan değil. İnsanlardan nefret edercesine yaşıyor. Gelene geçene fırça. Toruna tokat, Muhlise Hanım'a küfür. Tek derdi kahvede fosur fosur sigara içmek bir de namazları kaçırmamak. Baki'nin babası Agâh Bey, Avrupa görmüş adam. Hakikati arıyor hem de nasıl aramak. İnançla inançsızlık arasında sıkışıp kalsa da hiç yiğitliğe necaset sürdürmüyor. "Tüm bu hayat, imtihan meselesi" diyor her ne kadar bu imtihandan hiç hoşlanmasa da. Roman içinde sık sık 'hepimizin' sorularını soruyor, elbette kendi cevaplandırarak. Eşi Emel Hanım kritik bir mevkide. Ne zaman ne yapacağı belli olmuyor. Bazen para pula sevdalı bazen hayatın anlamına. En çok da oğlu Baki'nin deli hâllerini düzeltmekle uğraşıyor. Arada Sabri'nin arkadaşları da var akrabalarında. Zihni yoracak kadar çok karakter yok. Üstelik bu karakterler çok belirgin özellikleriyle okuyucunun zihninde yerini alıyor. Hatta keyifli bir yol olarak ben sevdiğim tiyatroculara rol veriyorum yüz, mizaç olarak. Okuması daha sürükleyici olabiliyor.

Sabri gecekondu çocuğu ama Teneke Mahallesi değişiyor. Diğer tarafta Nişantaşı var. Bir de İstanbul'un 'nefis' yeri olan boğazlar, sahiller. Kitabın adındaki gibi dört hane değiştiriyor. Her hanede aynı sorunlar. Ama bir taraftan büyüyor, erkeklik devreye giriyor. Eskiden suratını asarak ya da ağlayarak geçtiği sorunlar bir bakmış ki içinde serpilip büyümüş. Kendisini kendisiyle konuşurken bulabiliyor. Çok güzel kitaplara denk geliyor, onları okuyarak yeni sorular ve cevaplar keşfediyor. Kimseye belli etmeden serpilen bir çiçek gibi. Ama dikenleri var, çok yaralı. Birçok yazar ona 'yardım etmeye' çalışsa da en çok Gabriel Garcia Marquez'i seviyor. Bazen bir meyhanede oturuyorlar karşılıklı, konuşuyorlar Gabo'yla.

Yazarın psikolojiyle ve müzikle yoğun ilgisi olduğu metinlerden anlaşılıyor. Agâh Bey karakteri bu anlamda önemli. Tahlilleri Freud'un "insanın tüm özellikleri genetiktir" tezini hatırlatır cinsten. Nalan ise çoğu zaman Türk sanat müziği ile teskin oluyor. Burada yazarın gelenekle olan bağı dikkat çekiyor. Her bölümün başındaki epigrafların çoğu bu duruma birer işaret. Mesela bir bölümün başındaki Tanpınar cümleleri şöyle, Mahur Beste'den: "Bize ulûhiyetin çehresini veren Hamdullah'ın yazısı, Itrî'nin Tekbîr'i, kim olduğunu bilmediğimiz bir işçinin yaptığı mihraptır."

Muhlise Hanım'ın başlarda Turgut Özal'a sempati besleyip sonraları ona isyan etmesi, insanımızın sevgisinin kendi menfaatleri doğrultusunda nasıl değişebildiğini hatırlatıyor. Burada ölüm devreye giriyor ve kişi isyan ettiği şahsı öyle veya böyle affediyor, affedebiliyor. Bu da yine insanımızın merhamet duygusuyla alakalı: "Evet, Cumhurbaşkanı Özal ansızın ölüvermişti. Gerçi o yol o kadar çok insan ölmüş ya da katledilmişti ki sanki Azrail fazla mesai yapıyordu. Fakat en çok Özal'ın ölümüne hayret edilmişti. Herkes şaşırmış, lig maçları iptal edildi diye sinirlenenler olmuş, sevenleri üzülmüş ama kimse sağlığında rahmetliye durmadan bela okuyan Muhlise Hanım kadar ağlamamıştı. Sanki suçluluk duyar gibi, günlerce ağlamıştı kadın ve hakkını da, "kader" diyerek helal etmişti. Toprağın sadece ölü bedeni değil, o bedenin yaşarken yaptıklarını da örtmesi gerektiğine inananlardandı. Nazarında ölüler, en savunmasız ve çaresiz olanlardı şu âlemde. Suçlamalara yanıt veremezler, suçlarını kabul edip özür dileyemezler, izleri silemezler, geri alamazlar, yarına erteledikleri hiçbir şeyi gerçekleştiremezler, ayıplarını örtemez, değişikliklere uyum sağlayamaz, hatta kendilerinden geriye kalan tek nesne olan bir altın diş ağızlarından sökülürken dahi isyan edemezlerdi. İşte bu yüzden, ölülerin ardından konuşulmamasını, ölüye saygı gösterilmesini istemişti eskiler. Bir hesap varsa Allah görürdü öte dünyada." [sf. 315]

Romanın ana kahramanı Sabri de elbette farkındaydı her şeyin. İnsanların bu hızlı değişmelerinin. Vefasızlıkların, acımasızlıkların, hayatın vahşiliğinin. Kimseye, ana baba dahil hiç kimseye güvenmemesinin son derece normalleşmesinin. Doğal olan toprağa yakınlık yerine gittikçe yukarılara yükselmenin kişinin nefsiyle olan doğru orantısının. Arsızlıkla mal mülk düşkünlüğünün. Yeri gelince Allah'ı sık sık anmak gerektiğini ifade edenlerin her 'fırsat'ta Allah'ı unuttuklarının. Her şeyin farkındaydı. "Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar" dizesi gibi şairin. Bu yüzden kendisiyle yaptığı konuşmalarda, kendisiyle yaptığı görüşmelerde, sorgulamalarında hep bu yönde yaptığı okumaların ve fikirlerin derinliği vardı.

"İnsan küçük bir çocukken, hayat mücadelesi içinde debelenip dururken kendisine yapılanları anlayamıyor. Ebeveynler, 'Çocuktur anlamaz,' diyerek fütursuzca yaşıyor, yaşatıyor. Evet çocuk o an anlamıyor ama unutmuyor da. Ve bir gün, hatırladığı bir gün anlıyor. Ne zaman ki kıyıya çıkıyor, kayanın üzerine oturuyor, işte o zaman anlayabiliyor ancak, kendisini kim itti. Ben de geç anladım niye debelenip durduğumu, suya nasıl düştüğümü." [sf. 385]

"Küçükken, daha henüz yeşerirken gelip basıyorlar üzerimize, sonra boy atarken bile canımız yanıyor. Her dilde, o dilin en içli şarkılarına tutulmamız da bundan belki." [sf. 386]

Sabri'nin bu düşünceler eşliğinde adeta felsefi bir ders verdiği sayfalara yukarıda bahsettiğim gibi müzik de eşlik ediyor. Bazen Fuzûlî'den "öyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünyâ nedir / ben kimem sâki olan kimdir mey-i sahbâ nedir" bazen de Harabî'den "ey sofi dünyayı boş mu sanırsın / her zamanın vardır bir peygamberi" ya da "Hakk'a hiçbir layık mekân yok iken / hanemize aldık mihman eyledik".

Yeri geldiğinde Sabri'nin 'unutulmaz' aforizmaları da oluyor masada kendiyle ya da Gabo'yla dertleşirken. "Babasızlık insanı peygamber yapar!" diye coşuyor, sonra durulup tekrar coşuyor: "Büyük sözü dinlemeyenin taş kesildiğinin ispatıdır heykeller..."

Kitabın müthiş finali; adının, kapağının, kurgusunun hakkını veriyor. Elbette finalden hiç bahsetmeyeceğim ama finalin fon müziğinden bahsetmezsem müzik sevgime haksızlık etmiş olurum. En iyisi mi güftesi Cemâlî Nâbedit'e, bestesi Sadettin Kaynak'a ait o harika muhayyer kürdî eserle bitireyim: "Akşam yine gölgen, yine gölgen, yine akşam / gölgen neyi görsem neyi sevsem neye baksam."*

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Özer Özel ve Dilek Türkan yorumları naçizane tavsiyemdir.