Sermet Muhtar Alus, eski İstanbul’a dair hemen her konuda yazmış bir isim. O, mazinin sayfalarını bize açarken her sokağı adımlamış, her evin yaşantısını izlemiş, mevsimlerden insan tiplerine kadar her konuyla ilgilenmiş. Bitmek bilmez bir merak, yorulmak bilmez bir araştırma meziyeti görüyoruz Alus’un metinlerinde. Burada dikkati çeken bir başka önemli şey de bir insan hafızasının bu kadar hatırayı nasıl depo edebildiği. Yeme içme kültüründen okullara, sokak satıcılarından tanınmış ya da mahalleler arasında iz bırakmış şahsiyetlere, matbuat hayatından bayram günlerine kadar İstanbul’u didik didik etmiş bir yazar olan Alus’un kalem bereketine gün geçtikçe daha çok şaşırıyoruz. Büyüyen Yayınları, Sermet Muhtar Alus İstanbul Kitaplığı adı altında şimdiye kadar pek çok çalışmayı meraklı okurlara sundu, sunmaya da devam ediyor. Bu çalışmalardan birisi de Eski İstanbul’da Derin İlimler.
1931-1963 yıllarını kapsayan metinlerde Alus; nazar, büyü, uğur, niyet, falcılar, rüya tabirleri, hipnotizma, kıyafetname ve kocakarı rivayetlerine kadar günümüzde de yoğun rağbet gören alanlara dalmış. Bizim toplumumuzda nazar ve büyü, ‘popülaritesini’ asla kaybetmemiş meseleler. Ticaretin aksaklık yaşayanlar, kendine eş bulamayanlar, derslerinde başarılı olamayanlar, sık sık hasta olanlar, evliliğinde bir türlü saadete kavuşamayanlar için başvurulan iki yol vardır: nazardan korunma, büyü bozma. Elbette bunlar için önce ‘baktırmak’ gerekir. Bu baktırma işlemi bazen nefesi kuvvetli bir hocaya, bazen de falcılığıyla ün salmış birine yaptırılır. Nazarın etkisini hafifletip ortadan kaldırmak, büyüyü bozmak için oradan oraya savrulan insanlar bazen paralarını, bazen de zamanlarını kaybederler. Peki başarıya ulaşanlar yok mudur? Elbette vardır. Bunlar da daha çok güvenli yolu tercih edenler arasından çıkar. Yani geçmişten bugüne uygulanan, cevaz verilen, Kur’an ayetleri ve dualarla süslenmiş çeşit çeşit zırhlar. Yanına kimi zaman okunmuş sular, muskalar, yakılması gereken bitkiler veya tütsüler de eklenir.
Alus’un gözlemleri ve notları arasında gezinirken, bu dertlerin insanların içini kemirdiğini ve dolayısıyla çaresiz kalmamak için oradan oraya koşturduğunu görmek mümkün. Onun esprili anlatımıyla, okunan metin hayal gücümüzün etkisiyle bir diziye, filme dönüşebiliyor. Mesela, nazarın şiddetinden korunmak için “Hurma çekirdeğinden lalın, beş pençe mavi mavi boncuk, kaplumbağa yavrusu, yirmi yedilik ve maşallah yazılı armudiye altını, şap ile mazı, maî beze dikili nohut (nazar değerse nohut çatlarmış)” üstte taşınacaklar arasında. Olumsuz faaliyetler içinde bulunan insanlar yok muydu? Onlar da vardı ve birilerinin arasını bozmak, evini dağıtmak, canına mevlit okutmak için daima çabaladılar. Bu yönde neler yapıldığını yazıp kimselere kötü yol göstermeyelim ama büyü tutmaması için Alus’un derlediklerine bir göz atalım: “Kurt kıçı taşımak, üzerinde fındık içinde cıva bulundurmak, suya maydanoz tohumu atıp o su ile her gün yüzünü ve mümkünse vücudunu yıkamak, zar bozan tütsüsü yakmak, leylek tersi kurusunu yemeğine ekmek.”
İstanbul’umuzun niyet kuyuları, belki şimdi değil ama geçmişte halkının yoğun ilgisini görmüş. Öyle ki çevre illerden, hatta ta uzaklardan da gelen gelene. Yeter ki baht açıklığı olsun, kısmetler taşsın, iyi haberler gelsin, muratlara kavuşulsun, kayıplar bulunsun, şerler def olsun. Alus sayıyor bizler için en çok rağbet gören niyet kuyularını: Sümbül Efendi Dergâhı’nda, merkadin civarındaki kuyu, bir de avludaki selvi. Ne niyetler, ne dualar, ne usuller. Bir diğer namlı kuyu da Merkezefendi’deki kuyu. O daracık delikten inenler, muratları için birkaç taş yahut birazcık su alıp evine götürenler. Başka? Ayvansaray’daki Tokmaklı Dede, Silivrikapı’daki Elekli Dede, Zindankapısı’ndaki Baba Cafer: “Oraya da havaleli sübyanları, saralıları, evhamlıları götürürlerdi. Sevda çekerek yemeyip içmeyip iğne iplik olanları taşırlardı. Ne dersiniz okunmaya, tesbihten geçmeye, hacet dilemeye gelenler arasında Beyoğlu’nun, Galata’nın yosmaları da arabasıyla.”
Gün içinde yaşanan bazı hadiselerin ya da dikkat edilmesi gereken davranışların, Frenklerde de bir karşılığı olduğunu hatırlatıyor Sermet Muhtar Alus. Bir kibritle üç sigara yakmak iyi değildir, on üç rakamı sevilmez, yemekte tuzluğun devrilmesi hayra yorulmaz, gibi. Bizlerde de bunun envaı var elbette. Kimine kocakarı efsanesi denmiş, kimine nine masalı. Ama bir şekilde hayatın içine tatbik edilmiş, nasihat olarak aktarılmış, bugünlere kadar gelmiş kaideler bunlar. İşte Alus’un hatırlattığı, memleketimizden bazı kocakarı efsaneleri yahut uyarıları: Elini şakağından çeksene, elini şakağına koymak düşünce getirir. Ellerini bağlama, bahtın kapanır. Ayın son çarşambası bir yere gidilmez. Sala vakti dikiş dikilmez, bekleyeceksin. Gömleğin, yeleğin düğmesi sallanıyorsa hemen dik, böylece düşmanın ağzı burnu da dikilir. Hastalıktan bahsederken mutlaka üstünüze afiyet denir. Kapı eşiğine basmadan geç, eşiğe sakın oturma. Ev süpürülmüş fakat süpürülenler bir kenarda bırakılmış, üzerinden geçerken destur de. Bıçakla ekmek kesilmez. Sofrada konuşmak nimete hürmetsizliktir. Ayakta su içmek olmaz, mutlaka çömelecek ve sol avuç, başın üzerine konacak. Eli çeneye koymak gam getirir. Ayakkabını kıbleye karşı giyme. Hıçkırık veya kulak çınlamasında dost-düşman seni anıyor, salavat getir. Gece aynaya bakma, iyi saatte olsunlar çarparlar…
Kimisi ehl-i irfanın dikkat ettiği usuller, kimiyse nerden geldiği belirsiz âdetler. Velhasıl; Alus’un hipnotizma gözlemleri, rüya tabiri örnekleri, dergâh hatıraları ile sona eren bu kitap, epey eğlenceli. Laf aramızda, bazı sayfaları okurken “şunu not alayım da, bir deneyeyim” diyeceksiniz mutlaka…
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf