Enis Batur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Enis Batur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Nisan 2025 Çarşamba

Enis Batur’a edebiyat dünyasından gelen mektuplar

Mektup, ciddi okurdan tutun da okuma yazma hâlini çok umursamayan, arada bir eline bir roman alıp onunla avunan azokurların bile kayıtsız kalamadığı bir yazın türüdür. (Mektupların yayımlanmasının etik açıdan doğruluğu/yanlışlığı bu yazının konusu değildir) Çünkü ortada mektup gönderen veya gönderilen en az bir tanınmış kişi vardır ve hemen her insan için bu özel metinler bir ilgi nesnesidir. Belki de yayımlanacağını düşünmeden yazılan bu kişisel metinler sadece magazinsel bir merakı giderme unsuru değil, aynı zamanda öğretici birer metin de olabilir. Bu tür mektupları okuyup geçebiliriz, kişisel merakımızı tatmin edip bir kenara bırakabiliriz fakat bir de notlar alarak, yazıldığı dönemlerin somut ve soyut havasını ve gerçekliğini anlamaya çalışarak bir fikir edinme yoluna gidebiliriz. Tabiî ki ben yazarlar arasındaki mektuplardan bahsediyorum. Elbette aile mektupları da son derece ilgi çekici olabilir ama bir şeyin ilgi çekici olması nitelikli veya öğretici olduğu anlamına gelmez. Mesela Enis Batur’un ailesiyle olan mektuplaşmaları bir Leylâ Erbil’le mektuplaşması kadar (edebî açıdan) önemli olmayacaktır.

Rûken Kızıler’in sunuşu ve Enis Batur’un önsözünden anlıyoruz ki bu kitaptaki mektuplar bini aşkın mektup arasından ve Enis Batur tarafından seçilmiş ancak içerik açısından tamamen Rûken Kızıler’in inisiyatifine bırakılmış. Burada itiraz hakkımı kullanıyorum. Enis Batur’un ona gönderilen mektuplar arasından müstakil olarak seçip kitap hâlinde bastırdığı üç yazarın mektupları var: Ece Ayhan, İlhan Berk ve Bilge Karasu. Bu kitapta tekrar Ece Ayhan ve İlhan Berk’ten seçme mektuplar yayımlanmış ve bu mektuplar kitaba göre yüksek hacimli yer kaplıyor. Bilge Karasu alınmamış ancak bu iki yazarın yerine, Batur’a mektup yazan 687 yazar-sanatçı-bilim insanından ikisi veya üçü eklenebilirdi. Mesela bu kitapta, Enis Batur’un zamanında mektuplaştığına emin olduğum dostu Samih Rifat, Oruç Aruoba, Yaşar Kemal, Turgut Uyar hatta İsmet Özel, Attilâ İlhan ve Sadık Yalsızuçanlar gibi kimseler yok. Bu kanıya, Enis Batur’un kitaplarını çok sıkı takip edip kimlerle irtibatlı olduğunu bilenler rahatlıkla varabilir. Batur’un mektuplaştığı kişiler çok ayrı dünya görüşüne sahip kişiler. Mesela kitapta Küçük İskender de var Murat Belge de var Nuri Pakdil de var. Yani Enis Bey biraz daha kişi ekleseydi daha renkli ve geniş bir kitap ortaya çıkabilirdi.

Mektupların bir kısmı hem kişisel hem de edebî olarak çok önemli noktalar barındırıyor. Şu dikkatimi çekti: Enis Batur daha yirmili yaşlarının başında (tarih olarak ilk mektup Yusuf Atılgan’a, Enis Batur 21 yaşındayken) ‘koca koca’ yazarlarla mektuplaşıyor ve onlardan cevap alıyor. Yusuf Atılgan, Leylâ Erbil, Abidin Dino, Behçet Necatigil ve birçok yazar Batur’la ‘dengiymişçesine’ yazışıyor ve onu bazı konular hakkında ikna etmeye çalışıyor. Bu tabiî ki Enis Bey’in atılganlığını ve kendine güvenini gösterir ama bu büyük yazarların cevapları, zamanın yazar/şair/ressamlarının ‘edebî ciddiyet’ine de kanıt oluşturur. Şimdiki ortamda genç bir yazar/şair, tanınmış 40 yaş veya 50 yaş üstü bir yazara e-mail gönderse, bırakın cevaplanmayı, gönderdiği iletinin okunacağını bile sanmıyorum. (Belki de istisnalar hâlâ yaşıyordur) Batur’un mektuplarını ayırırken seçmeyi bu şekilde yapmasının şöyle bir önemi var aslında: Kendisini eleştiren mektuplar da mevcut kitapta. (Batur, bu kitaptaki mektuplara daha özel nitelikli mektuplar diyor, diğer bini aşkın mektuba nazaran) Mesela, Leylâ Erbil’i bir yazısında ‘Tahirîlik’le suçlayan(!) Enis Batur’a Erbil, mektubunda uzun uzun karşı çıkıyor ve deyim yerindeyse Batur’u epey hırpalıyor. Bu hırpalamayı yaparken, Kemal Tahir’i ve hayatını iyi bilen kişilerin zaten vâkıf olduğu ama birçok kişinin pek bilmediği, Kemal Tahir’e karşı zamanında oluşturulan ‘edebî ve ebedi ret hâli’ni de sağlam bir şekilde eleştiriyor ve bilmeyenlere de bir özet geçiyor. Buraya kısa iki parça alabiliriz: “…Roman denince, Kemal Tahir’i anmak bu ölçüde korkutuyor mu yoksa Türkiyeli yazarları? Bunu şöyle de söyleyebiliriz, Kemal Tahir adı neden böylesine korkunç geliyor kimilerine; bir düşmanlığı, bir aşağılık duygusunu, bir nefreti yerinden kımıldatıyor bu ad? Düşünsene roman deyince Halide Edib’den, Yakup Kadri’den, Yaşar Kemal’den, hatta A. İlhan’dan, A. Ağaoğlu’ndan, Füruzan’dan korkmadan söz açacağız, onların üzerine sayfalar dolusu yazabileceğiz kimse korkmayacak da, Kemal Tahir denince küplere binilecek! Hesap sorulacak! Yasaklamadır bunun adı. Sansürdür, baskı grupları yaratmaktır ki zaten iktidardaki ağabeylerimiz de yıllarca bunu becermişler, adamın işlerini yirmi yıla yakın okurdan uzak tutmuşlardır.”, “…Ayrıca, ben kendisini tanıdım da; (hikâyelerime, romanıma gösterdiği ciddi ilgi, beğeni dışında) efendiliğine, mertliğine, çelebiliğine, olaylara bakışındaki yansızlığına derin saygı beslerim. Bir yığın şöhret(!) tanıdım ve tanımaktayım –köylüsü ile bürokratı, küçük burjuvası, aristokratı ile –sınıflarının tüm pisliklerini: kalleşliklerini, kararsızlıklarını, kimden yana olmanın kârlı olacağını hesaplayan bir sepet dolusu adam, K. Tahir gibi –sözcüğüm her anlamıyla söylüyorum- dürüstüne rastlamadım. Bu yüzden de senin tavrını ezberci ve kolaycı buldum, istersen bu konuyu yeniden düşün?

Bazı yazarların mektuplarını öğreticiliği yönünden, edebiyat konuşulması açısından (her ne kadar bu kitapta olmamalıydı desem de, mesela İlhan Berk, sonra Leylâ Erbil ve Nermi Uygur) öne çıkarıyorum. Birkaç yazarı da üslûpları açısından öne çıkarmak veya farklılığına dikkat çekmek istiyorum. Öyle ki İlhan Berk, Ece Ayhan, Küçük İskender, zaman zaman Feyyaz Kayacan mektubun o samimi ve içten dilinden çıkıp sanki bir metin kurar gibi yazmışlar mektuplarını. Mektup zor anlaşılır mı? Özellikle metinleri zor anlaşılan bu isimlerin mektupları da çok farklı değil.

Bazı yazarların ise sadece birer tane mektubu mevcut. Hatta bunlardan da bir kısmı kartpostal boyutunda metinler. Bunlar kitaba ne katmış? Çok olumlu konuşamayacağım bu açıdan. Keşke, mutlaka yine bu 33 kişi olsaydı da kitabın hacmini artırma yoluna gidilseydi. Bu sayede aynı yazarların mektupları arasında oluşan zamansal boşluklar da minimuma inebilirdi. Mesela Ferit Edgü’nün ilk mektubu 1976 son mektubu ise 2018 tarihli. Bu arada belki de (bence kesin) onlarca mektup var ama biz seçilmiş çok azını, konulardan koparak okuyabiliyoruz. Ve tabiî az mektubu, hatta kartpostal boyutundaki iletileri olan yazarların da birçok mektubunu okuyabilirdik. Örneğin B. Necatigil, C. Süreya, N. Pakdil. Çünkü Enis Batur’u iyi takip edenler bu kişilerle onlarca kez mektuplaştığını tahmin edecektir. Bu az mektubu olanların mektupları da bazen çok genel şeylerden bahsediyor. Hani çok can alıcı noktalar olsa bir nebze hak verebilirdim bu seçime?

Bu tür mektup kitaplarını okuyanlar bilir ki, bu okuma okura tek taraflı bir bakış imkânı sağlıyor. Keşke her mektup kitabı İsmet Özel ve Ataol Behramoğlu’nun mektupları gibi karşılıklı dizilse. Ama çok kişili kitaplarda bu oldukça zor. Bunu da anlayabiliyorum. Ama en azından benim gibi birçok okurun şunu dediğini hissediyorum: Şimdiye kadar Enis Batur’a gönderilen birçok mektubu okuduk. Sırada ise Enis Bey’in edebiyat adamlarına gönderdiği mektupların yayımlanması var. Kendisi bu tür bir yayınlama işine gider mi bilemiyorum. Ancak bunu gerçekleştirdiği takdirde okuyucu için ona gönderilen mektuplarla bir bütün oluşturma imkânı doğacak. Bekleyelim, görelim.

Not: Enis Batur’a bu kitap dışında 687 yazar-sanatçı-bilim insanından gönderilen mektuplar Bursa Nilüfer Nâzım Hikmet Kütüphanesi’nde, araştırmacılara açık biçimde korunuyor. Bu kitaptaki mektupları ise Batur, bizim de yakından bildiğimiz yazar dostu Selçuk Altun’un koleksiyonuna emanet etmiş.

Mehmet Akif Öztürk
ozturkmakif@gmail.com

8 Ocak 2025 Çarşamba

Enis Batur'un ada günlükleri

Büyük yazarların birçoğu hayatlarının kısa veya uzun bir döneminde günlük tutmuştur. Tolstoy, Dostoyevski, Plath, Gide, Pavese; bizden ise Tanpınar, Ece Ayhan, Ataç, Tomris Uyar, Falih Rıfkı, Salah Birsel vb. bunların iyi ve ünlü örneklerindendir. Bu günlükler zaman zaman tematik de olabilir ama genelde günlük hayatı ve yazarının düşüncelerini yansıtıcı şekilde düzenlenmiştir. Pek tabiî her edebî türde eser vermiş olan Türk Edebiyatı’nın en velut yazarı Enis Batur da bolca günlük yazmıştır. Ada Defterleri bence bu günlüklerin en güzellerinden ve verimlilerindendir.

Günlük okumak, yazarın hem aklına hem de kalbine sokulma yollarının en önemlilerinden biri bence. Hatırat okumak biraz daha farklı. Hatırat kalabalıktır, günlük ise yapısı gereği daha tenhadır, özeldir. (Burada Gide’in “Günlüğün hatıradan tek farkı günü gününe yazılmış olmasıdır sözüne çok katılamıyorum) Bu yüzden bir yazar daha iyi bir şekilde günlüklerinden tanınır. Fakat burada şöyle bir ikilem ortaya çıkıyor: Acaba yazar günlüklerini tamamen kendine mi yazdı yoksa yayımlanmak üzere mi kaleme aldı? Bu ayrım önemli ama ben her yazarın tüm yazdıklarının elbet bir gün yayımlanması gerektiğini düşündüğünü düşünüyorum. Kafka bile tüm yazdıklarının yakılmasını dostu Max Brod’a vasiyet etmiş, kendisi yakma yoluna gitmemiştir. Hâlbuki kendisi de yakabilirdi. Fakat şu da var: Yazar tamamen sansürsüz yazmıştır, ‘o anda’ yayımlanmasını istemiyordur, daha sonra biraz sansürleyerek yayımlamayı düşünüyordur, ömrü vefa etmemiştir, bu kabul edilebilir.

Tanpınar örneğin, günlüklerinde sık sık bu metinlerin günün birinde yayımlanabileceğini düşündüğünü söylemiştir. Ancak buna rağmen ruhunun dehlizlerindeki zaaflarına varıncaya kadar yazmıştı. Fakat her yazardan onun kadar dürüst, daha doğrusu açık olmayı beklemek doğru olmaz. Yazar bunları yayımlayacaksa veya böyle düşünüyorsa kendini sansürlemesi olağan. Enis Batur’da durum biraz farklı. E. Batur zaten kısa zaman dilimlerini direkt ne şekilde yayımlayabileceğini, hangi dosyasına eklemleyebileceğini düşünerek yazıyor zaten. Bu günlükler edebî birer metin olarak yazılmış. Günlüklerin bir kısmı normal yaşantıdan oluşuyor ama bir de hemen her günlük metninden sonra italik dizilmiş daha yoğun, belli temalara odaklanan metinler geliyor. Batur’un Ada Defterleri için bir ‘günlükdeneme’ formunda metinler dersek çok da yanılmış olmayız.

Günlükleri birbirinden ayıran şeylerden biri de mekândır. Batur’un Ada Defterleri, adı üstünde, Büyükada ve Heybeliada metinlerinden/günlüklerinden oluşuyor. Adalı olmak adada yaşamak farklıdır. Bir süre adada yaşamaya karar vermek de biraz “inziva burçlarına çekilmeye” yönelmek demek olabilir. Enis Batur’da da bunu görüyoruz: “Adalılar, anakarada yaşamaya kolay alışamazlar, sanırlar ki o büyük bütünlük kaybolmalarına yol açacaktır – orada yaşayanların, bütünün içinde adalar oluşturduklarını fark etmeleri zaman alır. Gene de adalı, anakaranın felâketlerinden araya giren suların, mesafenin kendisini koruyacağına inanır.” … “İstanbul artık kişinin kendisini sakınması gereken bir şehir halini aldı: Her şeyi deliyor, tıkıyor, yontuyor, usul usul kemiriyor.

İlk kısım Büyükada günlükleri çok kısadır (iki hafta kadar), orada niyetini ve ruhunu çok aksettiremez ama diğer iki bölüm üçer dörder aylık Heybeliada zamanlarını kapsar ve burada günlükler asıl formuna kavuşur. Çünkü kitabın italik yazılmış denemevari kısımları da asıl günlük bölümünü öne çıkarır.

Kitap, asıl üç kısımdan oluşsa da -İnce Uzun Ahşap Bir Balkondan, Temas ve Mesafe, Basso Continuo ve bunlara ek olarak Köprü, Ara Not, Samih Rifat İçin gibi kısa bölümler-. Büyükada kısmını ayırıyorum çünkü orası hem kısaydı hem de klasik günlük metinlerinin dışında italik dizilmiş metinler daha az sayıdaydı. 2006 yılının Heybeliada’sında ise rutin günlüklerinin dışında ‘temas’ izleği peşinden ilerlemiş Batur. 2007’nin Heybeliada’sının italik teması ise ‘yalnızlık’. Günlüklerde ne kadar sıradan olayları yalın bir üslûpla görüyorsak, italik metinlerde zaman zaman kopkoyu konuları çetrefilli Enis Batur üslûbundan okuyoruz. İtalik kısımlar her ne kadar ‘zor’ olsa da metni uçuran kısımlar bence. Çünkü rutin günleri okumak bir yere kadar magazinsel tat verse bile daha sonra (zamanlar uzadıkça) biraz yavanlaşıyor. Fakat bu kısımlar da o çetrefilli metinlere yumuşak bir geçiş yapabilme işlevi görüyor. Bu yüzden kitabın bu şekilde, çift metinli kurgulanması metne yaramış ve bu iki kısım birbirini beslemiş.

Peki, bir günlükte zamansal olarak nasıl bir yol izlenmeli? Geniş zamanları esas alarak uzun yıllardan oluşan bir günlük mü, yoksa kısa bir zaman dilimini kapsayan ama her gün yazılan bir günlük mü? Ben bir okur olarak ikinciyi tercih ediyorum ki Ada Defterleri’ni sevmemin en önemli sebeplerinden biri de bu. Batur, işleri veya başka sebeplerden dolayı (eşi Fatma Tülin’in babasının vefatı, Samih Rifat’ın hastalığı ve vefatı) zaman zaman anakaraya kısa süreli dönüşleri dışında, adada olduğu her sabah defterlerinin başına oturmuş ve bir önceki günü bazen uzun bazen kısa özetlemiş. Bu günlüklerde (italik yazılmayan kısımlarda) yemek yedikleri yerler, sohbet ettikleri kişiler, ada yürüyüşleri, tekrar adaya dönme planları, adaya temelli yerleşme planları gibi günlük ve hayatsal konular, yazınsal işleriyle ilgili konular ve bazı kişiler hakkındaki görüşler de yer alıyor. Ülke gündemi de günlüklerde zaman zaman yer tutuyor tabiî ki. Hatta Enis Batur’un iyi okuyucuları anlayacaktır, bu kısımlar zaman zaman, onun içbükeylerini de andırıyor.

Batur’un sıkı bir okuru olarak benim en çok dikkatimi çeken durumlardan biri de yazarın çalışma şekline kısmen şahit olabilmek oldu. Çünkü Enis Batur durmadan yazan ve bunu nasıl başarabildiği kolay kolay anlaşılamayan bir yazar. Günlüklerde o dönemde hazırladığı kitaplara değinmesi, neyi ne şekilde oluşturduğunu belirtmesi, hangi kitaplara nasıl yoğunlaştığını açıkça söylemesi onun bu kitapları nasıl yazabildiğini anlamamı kolaylaştırdı. Tabiî kolay yazabilme yeteneğini göz ardı etmiyorum. (Ona sorsak kolay olduğunu elbette kabul etmeyecektir, ama kitap sayıları da ortada).

Enis Batur’un şimdiye kadar altmış yetmiş kitabını didikleyerek okumuşumdur. Ada Defterleri en sevdiğim beş on kitabından biri oldu. Bunda aslan payı elbette iyi metinler okumuş olmam. Ancak en az onun kadar önemli olan, defterlerin bize, yazarın insanî, beşerî ve hatta süflî yönlerini de göstermesi; yazar Enis Batur ve insan Enis Batur -baba, eş, oğul, taraftar, dost, arkadaş, sarhoş, ayık- için en azından bir eskizi bize çok görmemesi. Çünkü böyle olunca yazarları daha somut birer varlık olarak anlamamız kolaylaşıyor.

Mehmet Akif Öztürk
x.com/OzturkMakif13

11 Mayıs 2024 Cumartesi

Enis Batur’un Kitap Tekerleği

Kişisel okuma serüvenimde Enis Batur (ya da onun deyimiyle EB) çok farklı bir noktada duruyor birkaç senedir. Batur’u okuyan Türkiye’de bir avuç kemik bir kitle var ve Enis Batur bu okurları için durmadan üretmeye devam ediyor. Ona en çok saygı duyduğum noktadır burası. Çünkü edebiyata ve yazmaya saygısı olan insanlara özel bir ilgim var. Örneğin, romancılığı ve düşünceleri çok eleştirilse de Orhan Pamuk’a veya Beşir Ayvazoğlu’na pek tabiî İsmail Kara hocama da çok saygı duyarım. Çünkü eserleri için onlar kadar çalışan çok az yazar vardır Türkiye’de. Bence bu çalışkanlık övgüyü hak ediyor ve bu çalışkanlık niteliği de zirvelere çıkarıyor.

Evet, Enis Batur elli küsur yıldır üretmeye devam ediyor. Yeri geliyor sadece 30 tane basılan bir kitap sürüyor piyasaya. Yeri geliyor adını ilk defa duyduğumuz yayınevleriyle çalışıyor ama bir şekilde yılda dört beş, bazen daha fazla kitap ortaya çıkarıyor. Elbette bu kitapların hepsi alınıp okunacak ve üzerine bir şeyler konuşulacak kitaplar değil, zaman zaman prestij kitap diyebileceğimiz ürünler de (özellikle son 2-3 yıldır) ortaya çıakrıyor ama en azından her sene güzel denemelerini görmeye devam ediyoruz. Bazı okur ve yazarlar hiç önem vermese de Enis Batur’un Türkiye’deki birkaç iyi deneme yazarından biri olduğunu yadsıyamayız. Çünkü Enis Batur gördüğünü ve düşündüğünü yazmaktan çekinmiyor. Yani ‘mahalle baskısı’nı çok da ciddiye alan biri değil. Bu yüzdendir ki iyi yazılar, denemeler ortaya çıkarıp hakkaniyetli kitapları önerebiliyor. Bunlara bir de, ilk okuyuşlarda okura farklı gelen ama alışıldığında okurun hoşuna giden kendine özgü üslûbu eklenince, EB’nin denemelerini okumak insana keyif ve okuma görgüsü veriyor. Öyle ki zaman zaman ‘biraz Enis Batur okumam lazım’ deyip elimdeki kitapları kenara ayırdığımı ve yeni bir Enis Batur kitabına başladığımı bilirim. Şükür ki Enis Batur’un sayısını kendisinin bile bildiğini düşünmediğim kadar kitabı var ve yenileri de gelmeye devam ediyor. Bu yeni kitaplardan sonuncusu ise Axis Litera Yayıncılık’tan geçtiğimiz aralık ayında neşredilen Kitap Tekerleği isimli kitabı.

Bu sıralarda sahaflık, kitaplar, okuma tarihi gibi konular hakkında yazılan kitapları toplayıp okumaya gayret ediyorum. Enis Batur’un da zaten hemen çoğu kitabında edebiyat ve sanat birinci konu. Bu kitabında da bu durumu bir yerinden yakalayıp kitaplar, okumalar hakkında bir kitap ortaya çıkarmış. Aslında Enis Batur’un bu minvalde ve farklı türlerde kitapları var. Örneğin Kitap Evi, Kütüphane, Yaz/Boz vs. Kitap Tekerleği de bu seriye eklenen değerli bir kitap olarak karşımızda duruyor. Bu kitapta aynı zamanda 2014’te yayımlanan Kitap Evi romanının arka planını da görebiliyoruz. Aslında Kitap Tekerleği daha 'sıkılgan’ okur için planlanmış gibi duruyor. Kısa kısa yazılar ve çok bölümlü bir kitapla okumak daha rahat oluyor ama içerik olarak, kolay okunmasına rağmen belirli bir seviyenin üzerinde olduğunu söyleyebilirim. Uzun süredir yoğun kitaplar çıkarmıyor zaten EB. Bu da onlardan biri.

Kitap Tekerleği dört ana bölüm ve birçok alt bölümden oluşuyor: Minyatür Kitap Ansiklopedisi, Ayraçlar, İki Kütüphane Söyleşisi ve Kitap Evi kitabın ana bölümlerinin isimleri.

İlk bölüm Minyatür Kitap Ansiklopedisi kitabın güzel kısımlarından biri. A’dan Z’ye mini bir sözlük diyebiliriz bu bölüme. Ama ‘enisbaturca’ bir sözlük. Kitaplara, kütüphaneye, alfabeye, yazmaya, okumaya dair alakalı kendine göre önemli gördüğü kavramların anlamını veriyor Batur. Ama örnekler ilgi çekici. Kuru bir sözlükle karşı karşıya değiliz yani. Zaman zaman Enis Batur’un cümlelerinin aralara girdiğini gördüğümüz, bazı bilgilerin hemen her okur tarafından bilinen ama bazılarının ilk defa duyulan, en fazla bir sayfayı geçmeyen, bazen bir cümleden oluşan bir sözlük bu. Tabiî bu sözlüğü hoş yapan çizim, illüstrasyon eklemeleri var bir de, verilen terime uygun. Bu bölümde herkesçe bilinen kelimelerin anlamları verilmeyip daha az bilinen kelimelerin anlamları ‘daha enisbaturca’ yorumlansa nitelik yükselebilirdi ama bu haliyle de gayet keyifli bir bölüm. Özellikle bibliateli, biblioholism, bibliomania ve cinnet-i kütüb kelimelerinin farklarını yorumlaması ilgi çekici. Bir de ilginç magazinsel anekdotlar da sözlüğün arasına serpiştirmiş yazar, ki okurlar olarak edebiyatın magazinini sevmiyorum diyen muhtemelen yalan söylüyordur: “Madam Bovary benim, diyen Gustave Flaubert’e bakıp, kitap isimlerini yazarlarının koyduklarını sanmak yanıltıcı olur. İlahi Komedya’nın ‘İlahi’si sonradan, Dante’nin ölümünün ardından eklenmiştir başlığa. Varoluşçuluk akımının ilk ünlü kitapları arasında sayılan, Sartre’ın Bulantı romanının adını yayıncı Paulhan koymuştur, yazarın kitabı içim öngördüğü özgün başlık ‘Melankolya’ idi. Frankfurt Okulunun öncü filozofu Adorno, ne zaman bitirdiği ve başlığını seçtiği bir kitabını efsanevî yayıncısı Peter Suhrkamp’a teslim etse, bu deneyimli yöneticiden ‘Kuzum Adorno, nereden buluyorsunuz bu kötü isimleri?’ zılgıtını yer, önerilen yeni başlığı çaresiz benimsermiş.

Ayraçlar bölümü dokuz Enis Batur denemesinden oluşuyor. Bu denemeler için yazarın kişisel okuma deneyimi/serüveni diyebiliriz. Zaman zaman anılarla desteklenip, bazen yüzleşme bazen de fikir belirtme şeklinde ilerliyor bölüm. Kitabın benim açımdan en ilgi çekici kısmıydı. Çünkü EB sadece deneme yazmıyor, bu denemeler kitaplar veya okuma hakkında olduğu için biz okurlarını birçok yeni kitap ve yazara da yönlendiriyor. Bir de kendini anlatırken okuma tutkunlarının geçtiği veya geçebileceği evreleri de gösteriyor, tabiî kendisi üzerinden: “Okur, hele ki sıkı okur olmak zaman, emek, sabır işidir; yolda ilerlerken süreklilik kazanmaz, kesintilere sık uğrarsa çözülür o koşul. Bugün, dönüp geçmişe baktığımda, dünden bugüne paralel hayatlar yaşadığım insanların ‘kitap dünyası’nın sakinleri olduğunu görüyorum. Ötekilerle, sessizce yollarımız ayrılmış. Ne bir küskünlük, ne bir soğukluk gerekçesi yazılı ayrılış kayıtlarında: Kitaplar birileriyle buluşturmuş bizi, birilerinden koparmış. Bundandır, okuma tutkusunu ve kitapları yüceltenleri anlamakta güçlük çekerim: Kitap, bir yandan da ayırıcı, yalnızlaştırıcı, kişinin etrafına duvar örücü özellikler taşır.” Kitapta en çok katıldığım cümleler bunlar sanırım, özellikle kitabın yalnızlaştırması konusunda söyledikleri.

Son ve en kısa iki bölüm ise EB ile 2002 yılında yapılmış iki söyleşi ve Kitap Evi kitabının oluşum sürecinin bir kısmını anlatıyor. Söyleşileri daha önce farklı kitap veya dergide görmüştük ancak Kitap Evi’nin arka planını okumak güzel olabilir, özellikle kitabı okuyanlar için.

EB yazmaya devam ediyor. Bu konuda çok eleştirilse de (ki ne saçmadır bir yazarı ‘ne çok yazıyorsun’ diye eleştirmek) o bu konuya farklı kitaplarında birçok kez cevap verdi. Biz kemik okurları için bu güzel bir şey. Çünkü ben Enis Batur edebiyatının ya çok sevileceğini ya da hiç sevilmeyeceğini düşünüyorum. Kendim, çok sevilen tarafında durduğum için de bu üretkenlik bana ‘okur mutluluğu’ veriyor. Ne demek istediğimi sevdiği bir yazarın yeni kitabı çıktığında heyecanla kitapçıya koşanlar çok iyi anlayacaktır.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13