Ümmî kelimesi; okuma yazma bilmeyen, herhangi bir tahsil görmemiş, tüm bu sebeplerle az konuşan, az söyleyen manalarına gelir. Anne anlamına gelen “ümm” kelimesine nisbetiyle “annesinden doğduğu gibi kalmış, özü değişmemiş” ve topluluk, millet anlamına gelen “ümmet” kelimesine nisbetiyle de “yaşadığı topluluğun özelliklerini taşıyan” gibi manaları da vardır. Bunlar işin teknik, diğer tabirle alışılagelmiş boyutlarıdır. Bir de işin irfani tarafı vardır. Bir ariften duymuştum: bir insanın ümmi olduğunu duyduğumuzda ya da okuduğumuzda, hemen onun mektep-medrese görmemiş bir kimse olduğunu, okur-yazar olmadığını anlarız. Halbuki iş bu kadar basit değildir. Ümmi olmak, algıyı ve bilinci Hakk’a teslim etmek, hakiki varlığın deryasında yüzmek, hakikate teslim olmak ve daima oradan bakmak, söylemek anlamlarına da gelir. Bu durumda hem efendimize hem de onun yolunu takip eden kâmil kimselere baktığımızda ne görürüz? Ümmi olmanın irfani boyutunu görürüz.
Yunus Emre için yapılan eski veya yeni araştırmalarda, ortaya konan eserlerde onun ümmi tarafından sıkça söz edilir. Diğer yandan diğer bazı metinlerde de onun medrese eğitimi aldığımı ve hatta kadılık yaptığı da belirtilir. Türk televizyon tarihinin en çok izlenen ve çok takdir gören dizilerinden Yunus Emre’ye kaynaklık eden, İbrâhîm Hâs Halvetî’ye ait olan Tezkiretü’l-Hâs’ta Yunus Emre’nin medrese eğitimi gördüğü, birçok ilme vakıf olduğu, ulu hocalardan dersler aldığı yazılmıştır. Nitekim dizide de bunu görürüz. Her ne kadar efsanevi bir tarafı olsa da özellikle gönül eksenli bir yaşamı benimseyenlerce daima kılavuz olarak görülen Yunus Emre, okusun ve okumasın, ders görsün ya da görmesin, Hakk’tan gelen şerbeti içmiş bir kimsedir. Öğrendiğimize göre hikmetli sözlerle, şiirle arası hep iyidir. Seyr ü süluk’uyla beraber ulaştığı her manevi makamdan insanlığa seslenmiştir. Kimi şiirinde çok yukarıdan, kiminde aşağıdan konuşur. Bazı şiirlerinde toplumu yargılar, bazılarında ise ikilikten ve kötülüğü görmekten sıyrılıp birliğe ve güzelliğe davete işaret eder. Divanı okunduğunda bir bütünlük görülememesinin sebebi, divanın onun bu alemden göçtükten sonra ve kronolojik bir yapı gözetilmeden hazırlanmaması sebebiyledir. Mesela büyük gönül sultanlarından Niyâzî-i Mısrî, seyr ü sülûk’a girmesiyle şiir yazmaya başlamıştır. “Zât-ı Hakk’da mahrem-i irfân olan anlar bizi / ilm-i sırrda bahr-ı bî-pâyân olan anlar bizi” demesi bundandır.
Mustafa Özçelik, Yunus Emre üzerine çok önemli metinler vücuda getirmiş bir hocamız. Onun tüm gayretlerini takip eden bir okuru olarak acizane ilk fark ettiğim şey, Yunus Emre’yi sadece şiir, yani sanat çerçevesine hapsetmemek oluşuydu. Unutulmamalı ki her biri bu toprakların irfan ocağını temsil eden ve bu ocaklardan yanan tüten aşk ateşini kıyamete dek dünyanın her köşesine ulaştıran ulu kimseler, sade birer şair, yani sanat adamı değildir. Başta Yunus Emre olmak üzere; Ebu’l-Hasan Harakânî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Ahmed Yesevî, Niyâzî-i Mısrî, Eşrefoğlu Rûmî, Aziz Mahmud Hüdâyî ve sözle, şiirle, yazıyla meşgul olmuş daha nice zatlar, aynı zamanda birer felsefenin temsilcileridir. Yalnız onları çoğu filozoftan ayıran çok önemli bir mesele vardır ki kâl ile değil, hâl ile varolmuşlardır. Onların yaşantıları söz, fikirleri şiir, yazıları sanat, aşkları zevk olmuştur. Onlar; ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn basamaklarını aşıp zevke’l-yakîn zirvesine ermişlerdir. Refikleri Allah, tarikleri aşktır. Epey çileli, gayet ıstıraplı, herkesin göze alamayacağı bir yola talip olmuşlar, nihayet ulaştıkları her bir gönülde sultanlık makamına oturmuşlardır. Tüm bu istikametin özetini ise Yunus Emre şöyle yapmıştır: “Eğer 'aşkı seversen cân olasın / gönüller tahtına sultân olasın.”
Anadolu’nun Gönül Dili: Yunus Emre; Muhit Kitap’ın deneme koleksiyonuna ait üçüncü eser. Özçelik hoca bu çalışmasının ilk bölümünde Yunus’un yaşadığı devrin hemen akabinde hem tarihi hem de menkıbevi hayatını değerlendiriyor. İkinci bölüm ise çalışmanın adını şerh eden makalelerden oluşuyor. Bu makalelerde Yunus’un neden Anadolu’nun gönül dili olduğu, ondaki terk ve teslimiyet hâli, mürşidi Tapduk Emre, Dertli Dolap ve sarı çiçek metaforları, şiirlerinin ve ilahilerinin bugünün dünyasında neye karşılık geldiği, nefs muhasebesi, sosyal tenkitleri, birlik’de çokluk ve çokluk’ta birlik meselesi, Türk topraklarına yaydığı nefesi, Molla Kasım’la imtihanı, şiir olarak gördüğümüz duaları, fıtrat eğitimcisi tavrı, hayatı ölümle anlamlı kılan yanı, yol-yolcu-yolculuk kavramları, akıl ve gönül bağlantıları, sûfî şair olarak nasıl yorumlanması gerektiği, şiirinin teknik yapısı, sözünün gücü ve şiirimizdeki Yunus Emre geleneği gibi konular ele alınıyor. Özellikle Yunus Emre şiirlerinde yer alan ayet ve hadis yorumları, günümüzde onu yalnızca hümanist bir şair olarak gören, gösteren kimselere bir cevap niteliği taşıyor. Diğer yandan, yazının başında belirttiğim ümmilik vasfının yeniden yorumlanması gerektiğini ortaya koyuyor. Özçelik hoca, “O, ayet ve hadisin doğrudan lafzını iktibas etmez. Bunların anlamlarını şiir diliyle ifade eder yahut onlara telmihlerde bulunur. Dolayısıyla onun dili bir müfessirin, mütercimin yahut vaizin dili değil bir mutasavvıf şairin dilidir. Üstelik bunu muhataplarının ana diliyle yani Türkçe ile yapar” diyor ve Yunus’un şiirlerinde karşılık bulan ayetlerden ve hadislerden birkaç misal veriyor.
“Çünki gördüm ben Hakk’umı Hakk’ıla olmışam biliş / her kancaru bakdumısa hep görinendür cümle Hak.” (Bakara, 115: Nereye dönerseniz dönün Allah’ın vechi oradadır.)
“Yunus bu sözleri kogıl kendözünden elin yugil / senden ne bir digil çün Hak’dan gelir hayr u şer.” (Tevbe, 51: De ki Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla isabet etmez.)
“Sen kim dedin ya Rab bana ben yakınam senden sana / çün yakından benden bana görklü yüzün göster bana.” (Kaf, 16: Biz ona şahdamarından daha yakınız.)
“Kün’i bir kez’in söyledin / her nesneyi var eyledin.” (Bakara, 117: Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah’tır. O, bir işin olmasını dilerse, ona ancak ol der ve olur.)
“Dost sureti gözgüdür bakan kendi yüzün görür / gelsin ol kendisiz gelen ben razıını ona derim.” (Hadis: Mü’min mü’minin aynasıdır.)
“Âşık Yunus n’eder dünyayı sensiz / sen hak peygambersin şeksiz gümansız / sana uymayanlar gider imansız / adı güzel kendi güzel Muhammed.” (Hadis: Bana itaat eden cennete girer. Bana uymayan da cenneti istememiş demektir.)
“Tartalum günahumzu arturalum ahumuz / idelüm hisabumuz hisab olmamagıçün.” (Hadis: Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekin.)
“Ne dirisen sen di bana koma beni benden yana / benüm hâcetüm bu sana bana beni istetmeyem.” (Hadis: Beni nefsimin hâkimiyetine bırakma ve bana verdiğin güzel şeyleri geri alma.)
Bütün bunlardan çıkan sonucu Mustafa Özçelik kitabında şöyle özetliyor: “Yunus Emre de bütün mutasavvıflar gibi İslam’ın iki temel kaynağına dayanarak, oradan aldığı ilhamla her biri birer ayet ve hadis yorumu sayılabilecek sözler / şiirler söylemiştir. Böylece hakikat, şiir vasıtasıyla da dile getirilmiş, akıllarda ve gönüllerde karşılık bulmuştur. Bu yüzden mutasavvıfların şiirlerini herhangi bir şairin şiirinden ayrı bir yerde görmek ve ona göre okuyup anlamak gerekir.”
Velhâsıl; Anadolu’nun Gönül Dili: Yunus Emre, Türkçenin Cebrail’ini nasıl anlamamız gerektiğine dair oldukça zengin metinler ihtiva ediyor. Gönüller tahtının sultanı Yunus’a muhabbeti olanları, ilahi aşk ve şiir ile derinleşen irfan yolunda kaybolmaya çağırıyor. Zira insan kaybolmadan bulamaz, bulmadan olamaz.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Muhit dergisinin 21. sayısında yayınlandı.