Abdurrahman Arslan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Abdurrahman Arslan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Şubat 2022 Cumartesi

Kıbleyi nerede kaybettik?

“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.”
- Hadis-i şerif

Toplumsal dönüşümler, kişisel tercihlerin ve temennilerin ötesinde kitleleri ikna edecek kanaat önderlerine, onları harekete geçirecek eylem adamlarına ve kararlı liderlere ihtiyaç duyar. Orta Asya’dan çıkıp Anadolu’yu yurt edinen, Viyana kapılarına kadar adalet ve barış tesis eden, İslam’la müşerref olup yüzlerce yıl İslam’a bayraktarlık yapan ecdadımız, yalnızca keskin kılıçlarıyla değil; bilhassa imanlarıyla mücadele etmişlerdir. Ecdadımızın en yüce davası “İ’lâ-yı Kelimetullah”tır. Fethedilen coğrafyalar birer sömürgeye dönüştürülmemiş; halkın dinine, diline karışılmamıştır. Türk sancağı, bütün mazlumlar için bir kurtuluş ümidi olmuştur. Bugün Amerika’nın uyguladığı “green card” uygulamasının ilk olarak Osmanlı Devleti tarafından uygulanmış olması da bu adalet şuurunun bir ifadesidir.

Ecdadımız, özellikle İslam’la müşerref olduktan sonra, şehir kurma ve şehirleri mamur kılma hususuna ehemmiyet göstermişlerdir. Fethedilen şehirlerdeki ibadethaneler yıkılmayıp şehirde Müslümanların yaşayacağı mahalleler inşa edilir ve söz konusu mahalleler cami merkezli düşünülürdü. Pek çok İslam şehrinde medreseler kurulmuş, astronomiden matematiğe, tıptan, kimyaya, felsefeden edebiyata kadar pek çok alanda öncü çalışmalar yapılmıştır. İlim adamları himaye edilir, kitap ve kütüphane önemsenirdi. Günümüzde sıklıkla karşılaştığımız; “Biz ne ara bu hale geldik?” ya da “Biz öyle bir ecdadın torunlarıyız ki…” şeklindeki serzenişler bir tür geçmişe özlemi ifade etmenin ötesinde içine düştüğümüz gafleti de açığa vuruyor.

Osmanlı Devleti’nin askerî ve ekonomik alanlarda özellikle Avrupalı devletler karşısında gerilemesi, toplumsal bir çözülmeye sebep olmuştur. Batılı devletlerin yeni ticaret yolları sayesinde ulaştıkları coğrafyaları sömürerek sağladıkları refahı ve İslam alimlerinin kitaplarını tercüme ederek ulaştıkları yeni bilimsel keşifleri onların yüksek medeniyetiymiş gibi algılayan hatalı zihniyet devletin kurtuluşunu Batılılaşmakta görmüş ve ferdinden kurumlarına kadar sistemli bir Batılılaşma hareketi başlamıştır. Yüzlerce yıldır toplumun dinamiklerini belirleyen kurumlar hakir görülerek Batılı kurumlar transfer edilmiş ve yine binlerce yıldır ecdadımızın zihin dünyasını oluşturan kavramların yerine yeni bir medeniyet tahayyülü sokulmak istenmiştir. Oysa kurumlar, toplumların ihtiyaçlarına göre oluşturulur. Siz başka bir medeniyet dairesi ait bir kurumu kendi toplumunuza taşımakla aynı ihtiyaçları da taşımış olursunuz. Bu da zaman içerisinde sizin de milli kimliğinizi kaybedip onlara benzeyeceğinizin habercisidir. Günümüz Türkiye’sinde adalet, eşitlik, millet, ümmet, özgürlük, modernizm, şehir ve kent gibi konularda düşünürken ya da soru sorarken olaylara Batılı bir zihniyetle yaklaşıyoruz. Batılılaşma sürecini yanlış okumuş olmak bizi Batılı bir toplum yapmamış olmakla birlikte İslamî hassasiyetleri zihinlerimizden uzaklaştırmış olduğunu üzülerek ifade etmeliyiz.

Abdurrahman Arslan, Beyan Yayınları’ndan çıkan kitabı Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm adlı kitabında İslam ve cemaat, Kemalizm, Din ve devlet, Arap Baharı, Kapitalizm, medrese, özgürlük, adalet, modernizm ve kent kavramları üzerinde Müslümanca bir zihinle düşünüyor. Asım Öz tarafından yayıma hazırlanan kitap, Abdurrahman Arslan’ın söyleşilerinden oluşuyor. Kitaba da ismini veren konuya dair şu ifadeleri kullanıyor hocamız: “Sudanlı Müslüman düşünür Hasan Turabi’nin dediği gibi ‘Müslüman dünya kıblesini arıyor.’ Evet, kıblemizi arıyoruz; güzel bir teşhis. Neyin doğru, neyin yanlış; neyin kalıcı, neyin aktüel olduğunu bilmiyoruz artık. Birçok önemli meseleyi yanlış zeminlerde tartışıyoruz. Cemaatle sivil toplumu birbirinin muadili olarak görüyoruz. Mesela kadın-erkek ilişkilerini feminist bir bağlam içinde İslam adına tartışıyoruz. Feminist taleple eşitlik temelinde tartışıyoruz fakat meseleyi İslam’ın ölçüsü olan adalet temelinde nedense hiç tartışamadık. Bu, zihnen oluşumuzun, bize ait Arşimet noktalarının kaybolduğunun ifadesidir.” Bu sözlerde esas hocanın esas şikâyet ettiği şey meselenin kendisinden ziyade meseleyi tartışırken Batılı bir zihniyetin esiri oluşumuz. Abdurrahman Arslan Hocamız 28 Şubat’a dair de şunları söylüyor: “28 Şubat’ın yapmaya çalıştığı ‘devleti Müslümanlardan arındırma’ ya da ‘İslam’ın siyasal ve kamusal alandan kovulması’ gibi teşebbüsler umulan neticeyi vermeyecektir. Burada esas sorun, Müslümanlarla ilgilidir: 28 Şubat’ı milat ilan ederek her şeyi ona yüklemek nihayette Müslümanların kendi isteklerini, dünyaya ne kadar düşkün olmaya başladıklarını görmelerine engel teşkil etmektedir. Nitekim şimdilerde şahit olduklarımız da maalesef budur.” Bu ifadeleri 2001 yılında kendisiyle yapılan bir söyleşide söylüyor hocamız. Özellikle günümüzde, iktidara bir şekilde yakınlaşan Muhafazakârların makam ve mevki için tevessül ettiklerini düşündüğümüzde hocamızın ne denli isabetli bir değerlendirme yaptığını anlayabiliyoruz.

Başörtüsü mücadelesinde de kazanımlarımızın bizi yanılttığını ifade ediyor hocamız ve özellikle başörtüsü serbestliğinin bir insan hakları meselesi ya da demokratik bir hak talebi olarak ortaya konmasının meseleyi yüzeyselleştirdiğini ve Allah’ın emri olan örtünmenin sanki demokratik bir hakmış gibi algılanmasıyla düşünsel bir kırılma yaşanmasına yol açtığını vurguluyor. Bu süreçte feminist hareketin de etkisiyle başörtülü kadın kamusal alanda kendine daha geniş yer bulmuş ve muhafazakâr kadının kamusal alandaki vatandaşlık ve meslekî rolü, evin içindeki annelik rolünün önüne geçmiştir. Aile kurumunun birleştirici unsuru olan annenin evin dışına çıkma özgürlüğü gibi okunan ama esasen annenin evden kovulma süreci şeklinde gelişen çalışan kadın meselesi bugün itibariyle bakıcı, kreş, çocuk eğitimi, aile içi şiddet, boşanma, yaşlı bakım evleri, tüketim çılgınlığı, toplumsal bunalım gibi akla gelebilecek pek çok problemi gündemimize soktu. Bu hususta “İslam adalet dinidir, eşitlik dini değildir.” uyarısını yapıyor hocamız.

Müslümanların kıblesini kaybetmesini şu şekilde açıklıyor Abdurrahman Arslan: “Siz başkası üzerinden düşüncenizi ve eyleminizi kurguladığınızda, sadece onun kaygısı ya da anlayışı üzerinden kurarsınız. Böyle bir durumda ise adalet olmayabilir ortada. Tabiî bu bizim ahlâkî anlayışmızda da ciddi zaaflar yaratıyor. Bir kere bu bizi pragmatizme davet ediyor. Pragmatizmin vardığı nokta oportünizmdir. Bugün Müslümanlarda gördüğümüz ahlâkî tutarsızlığın önemli sebeplerinden birisi budur. Müslüman kendi yaptıkları üzerinde düşünmüyor. Tam tersine, yaptıklarını öteki bağlamında değerlendiriyor.” İktisadi faaliyetlerine meşruiyet zemini bulmaya çalışan günümüz Müslümanları, Allah’ın ölçüleri yerine birbirlerinin faaliyetlerini kıstas göstererek başkalarının günahlarıyla kendi cennetlerini inşa etmeye çalışıyorlar. Başkalarının günahının bizi cennete götürmeyeceğini unutuyoruz.

Devletin din eğitimi vermesinden aile içi anlaşmazlıklara dahil olmasına, oruç ibadetinin vücut sağlığına yararları konusunda doktorların açıklamalarından şehir ve kent arasındaki farka, dindarlıktan tasavvufa kadar çeşitli konularda düşüncelerini açıklıyor hocamız. İslam’ın bir şehir dini olduğunu ve kentlerin İslam’ın özüne uygun olmadığını belirtiyor. İslam’da cemaat şuurunun önemine değinen Abdurrahman Arslan hoca, cami ekseninde teşekkül eden cemaat anlayışının bugün itibariyle etkisizleşmiş olmasını eleştiriyor. Müslümanların sivil toplum örgütü kurarak cemaat şuurunu koruyamayacaklarını ve gerçek anlamda cemaat şuurunun fıkıh ve tasavvuf sayesinde mümkün olabileceğini savunuyor.

Yahya Kemal’in ifadesiyle bulgur pilavı yiyerek ve Mesnevî okuyarak Viyana kapılarına kadar giden ecdadımızın kanaat üzere inşa edilen ve İslamî hassasiyetlere dayanan yaşam biçimi yerini muhafazakâr kadın modasına, sünnet düğünlerinde sema gösterilerine bırakmış durumda. Tasavvufa dair iki kelam etmeye kalktığımızda “Yahu hangi devirde yaşıyoruz!” diyen bir Müslüman’ın zihninin esir olmadığını iddia etmek oldukça ahmakça olsa gerek. Yazımı hocamızın özellikle üniversite gençliğine tavsiye ettiği bir kitapla bitireyim: Mekke’ye Giden Yol. Kitabın yazarı Muhammed Esed; Libya’nın bağımsızlık mücadelesine katılmış, Pakistan’ın Birleşmiş Milletlerdeki delegeliğini yapmış Yahudi asıllı bir Avusturyalı. Kitabın arka kapağındaki ”İslâm dünyasının iç yüzünü, canlı gerçeğini ve Batı’ya karşı direniş destanını anlatan eşsiz bir edebî eser.” ifadeleri dikkat çekiyor.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

30 Mayıs 2021 Pazar

Güzel olanın görevi yaratıcının adaletini hatırlatmaktır

Nehri Geçerken, Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm, Dünyaya Müslümanca Bakmak, Kalbin Akletmesi, Yeni Politik Kültürün Dünyasında ve şimdi de Zaman Dışı Konuşmalar. Hem içeriğiyle tamamen bağlantılı hem de bu çağın hastalıklarına işaret eden isimlerin özenle seçildiği besbelli. Abdurrahman Arslan işte tam da bu yüzden çok kıymetliler arasında bir kıymetli.

Zaman Dışı Konuşmalar, Mayıs 2018 itibariyle Beyan Yayınları tarafından neşredildi. Asım Öz'ün önemli noktalara temas ettiği giriş yazısından sonra birbirinden hassas ve üzerinde daima düşünülmesi elzem olan konulara ayrılan bölümlere, söyleşi formunda akıp giden bir kitap. Abdurrahman Arslan şu konulara, daha önce benzeri görülmemiş yaklaşımlarda bulunuyor ve yeni pencereler açıyor okuyucunun ufkunda: Ahlak, İslâm Ahlakı, Hicret, Hac, Medine Vesikası, Mezhepler, Medeniyet, Siyaset, Sanat, Estetik, Müzik, Sevgi ve Aşk. Özellikle medeniyet ve sonrası, bir sosyolog olarak Arslan'dan en çok yorum beklememiz gereken konuları oluşturuyor kanaatimce. Sanılmasın ki diğer konular hakkında konuşsun istemiyorum ya da istenmiyor, o zaten ahlakı dışarıda tutarak asla yorum yapmıyor. Hicretin, haccın ve Medine vesikasının günümüzde nasıl ve nerede görüldüğüne gerektiğinde sert ifadelerle yanıt veriyor. Hemen kitabın başında, son sayfaya kadar neyi savunduğunu apaçık ortaya koyuyor zaten: "Neyi ahlak çerçevesinde tartıştığımıza bakmamız lazım. Mesela dünyanın büyük çoğunluğunun fakirlik içinde yaşaması bir ahlaksızlıktır."

Söyleşi kitaplarının rutinliğine nazaran soruların neredeyse hiç yer kaplamadığı, sanki cevaplardan birer makale inşa edildiği bir kitap gibi ilerliyor Zaman Dışı Konuşmalar. Bu sebeple benzerlerinin aksine altını çize çize, not ala ala ve yorulmadan okumak mümkün. Kitabın hazırlanışında bu konuya titizlikle yaklaşılmış gibi. Soruların akışı kesmesinin ve sürekli farklı konulara geçiş yapılmasının önüne geçilmiş böylece. Kapağa ise tek kelimeyle hayran kaldım. Umarım Beyan Yayınları'ndaki diğer Abdurrahman Arslan kitapları da bu forma kavuşur. Zira kendisinin fotoğrafım gözüksün, değişik renklerle dikkatler çekilsin gibi 'dertleri' olmadığına inancım tam. Bu bembeyaz kapak, kitabın içindeki eleştirilerin hem çok uzağında hem de çok yakınında bir umudu temsil ediyor sanki.

Abdurrahman Arslan işe ahlakın tanımını yaparak başlıyor. Ahlakla etik birbirine karıştırılmış durumdadır. Etiğin kökeninde toplum vardır, bu yüzden mesleki etik, cinsel etik gibi kavramlar söz konusudur. Toplum bu etikleri değiştirebilir. Dolayısıyla etik 'şartlara uygun' olarak sürekli gözden geçirebilir. Ahlak ise insanın evidir, insan varlığını ahlak denen o evde sürdürür, sürdürebilir. Ahlak bir kurallar bütünü değil, insan varlığını sürdürebilme imkânıdır. Halk etme, yaratma kökünden gelir. Ahlakın değerlerini veriler değil, vahiy oluşturur. "Nasıl yaşamalıyım ya da ne yaparsam doğru davranmış olurum, sorusuna verilmiş bir cevaptır ahlak" der Arslan ve şu uyarıyı da yapar: "Unutmayalım ki insanın temel ihtiyaçlarından her insanın kendisini ve diğer insanların birbirine karşı sorumlu olduğu ya da sorumluluk duygusuyla yaşadığı bir durumdan buraya geldik. Temel ihtiyaçların karşılanmadığı bir toplumda fazla ahlakçı olma hakkımız yok."

Arslan'ın kanaatine göre İslâm ahlakı çerçevesinde anlamın kaynağı insan aklı olamaz, toplum da olamaz. Biz Müslümanlar için anlamın kaynağı vahiydir. Anlam aranacaksa vahiyde aranmalıdır evvela. Güzellik, iyilik, doğruluk ve adalet İslâm'da içkindir. İslâm adaleti ahlakla içkindir. İslâm açısından bir şey iyiyse aynı zamanda güzeldir, doğrudur ve adildir. Bütün bunlar birbirinden ayrıştırılması mümkün olmayan şeylerdir: "Bugün bizim hayatımızda güzel olarak, iyi olarak ve doğru olarak kabul ettiklerimiz bizim hakikatimizden kopuk şeylerdir. Bunu bütünüyle günümüzün sanat anlayışında bulmamız mümkün. Sanat İslâm'ın hakikat telakkisinden kopuk bir şekilde tanımlandığı için Müslümanların bugün sanat peşinde koşarken, aslında kendi hakikatlerinden kopuk bir sanat anlayışını, sanat olarak içselleştirip yapmakta olduklarını görüyoruz."

Hicretin neden gerçekleştiği ve nelere vesile olduğu konusunda çarpıcı fikirler ortaya koyuyor Arslan. Bu fikirler yeni okumalar yapmak için gayet sağlıklı bir itici güç oluşturuyor. Mesela kent meselesi hicret dahilinde düşünüldüğünde neler söylenebilir? Bir kentin olabilmesi için önce toplumun hafızasının olması gerekir. Bu hafıza kentin kuruluşunda çok hassas bir rol oynar. Ancak her şeyden önce din, kurucudur. Arslan'a göre medeniyeti kuran tek şey dindir. Her medeniyet din eksenlidir ve özünü dinden alır. Deforme olmuş olsa da sekülerleşse de din, medeniyeti inşa eder. Buradan İstanbul'un değişim sürecine baktığımızda dışarıdan gelenlerin değil bizzat içeride yer alanların şehrin dönüşümüne imkân tanıdığını söylenebilir. Ahşap evlerini terk edip Pangaltı ve Osmanbey gibi semtlerde apartmanlara geçenler dışarıdan gelenler değil, ömürlerini İstanbul'da geçirmiş olanlardır. Zira Boğaz'daki kâşaneler de Osmanlı imtiyaz sınıfının Batı'dan kopya ettiği yapılardır. Bugün tarihi dediğimiz yapılar bizim şehir anlayışımızın birer mahsulü değildir.

Alimlerden talebelere dek hicret edilmesini öğütleyen kaynak bize yeni bakış açılarını kazandırmayı, yeni fikirler bulabilmeyi, yeni değerler keşfedebilmeyi sağlar esasında: "Hicret eden insanın zihni berraktır, işin başında ne yaptığını biliyor. Fakat günümüzün nüfus hareketleriyle kente dolan insanın tam tersine zihni alabildiğine karmaşıktır, orada bir berraklık yoktur. Bunun bugün bütün ülkelerde devam ettiğini düşünüyorum. Kendine yabancılaşma, uzaklık, aymazlık, saygısızlık ve aldırmazlığa eşlik eden bir gürültü var. Bununla birlikte bunlar için kestirme bir çözüm olduğunu düşünmüyorum. İnsanlık bir kriz içinde, sorgulama ve dayanışma olmadan bu krizden çıkmak mümkün değil."

Zamanın ruhuna uymak çağdaş dindarların, muhafazakarların ve hatta tasavvufla meşgul kimselerin bile gerçeği olmuş durumda. Dünya malına, unvanına talip olmak revaçta. Ölüm korkusu ve hatta günah korkusu sebebiyle psikiyatri kliniklerinde haplara muhtaç vaziyette yaşayan nice insanımız var. Hayatın kendisini panteona çevirdiğimizi söylüyor Arslan. Bundan hac ibadeti de payına düşeni alıyor maalesef: "Çok sevdiği dünyayı da kendisi ile beraber götüren insanın Kâbe'ye yaptığı ziyaret -Allahû âlem- günümüzde Hacer'ül Esved'i her zamankinden daha fazla kararmak zorunda bırakmaktadır."

Medeniyet kelimesini Müslümanların bu kadar sık kullanmasına anlam veremeyen Arslan için bu kavram dinden bağımsız bir sosyal var oluşu ifade ediyor. Özgür şehir, sivil toplum gibi başka kavramları da hayatımıza katan medeniyet, projelendirilmiş bir hayattan ibaret. Projelendirilmiş bir hayat ise asla Müslümanca yaşanamaz çünkü böyle bir hayatta Tanrı hesaba katılmaz. Böylece "inşallah" demeyecek ve demeyi unutacak insan da şüphe yok ki kendisine paranoyadan paranoyalar seçecek (Murat Menteş'in Seksapel Seksen Papel şiirine de bir selam gönderelim bu vesileyle).

Kitabın son sayfaları, güzellik nazariyesi ve modern dönemde sanatın amacına dair önemli meseleler barındırıyor. Abdurrahman Arslan'a göre günümüzün sanat anlayışı daha çok taklide dayanıyor. Bu durum özellikle sanat ürünü ortaya koyma çabasındaki Müslümanlarda İslâmi sanat gibi çok absürt bir ortamı kuruyor, bu ortam da taklitten ileriye gitmeyen ürünlerin modaya dönüşmesine fırsat tanıyor. Ev dekorasyonundan şahsi aksesuarlarımıza kadar her yerde gördüğümüz harfler bunun küçük bir örneği: "Soyut bir resmin içine 'Elif' ya da 'Mim' harflerini yerleştirdiğinizde o İslâm'a ait bir sanat eseri olmaz; yani bu harfler onu İslâmî kılmaz. Bu sadece ilkellik, görgüsüzlük ve taklit olur."

Modern muhayyilenin sanatı bağımsız bir alan, hakikat arayıcısı ve özgürleştirici olarak değerlendirmiş olması bizde de geniş çapta yankısını buluyor. Batı düşüncesine göre sanat; aydınlatan, bilgilendiren ve dolayısıyla anlam kaynağı olan bir yerde bulunuyor. Oysa bizim telakkimizde sanatın böyle bir anlamı yoktur: "Müslümanın hakikati arama gibi bir niyet ve çabası hiçbir zaman olmamıştır ve olamaz da, zira İslâm'da hakikat aranarak bulunacak bir şey değildir, tersine hakikat Müslümana verilmiştir. Müslüman da bu verili hakikatten hareketle dünyayı anlamlandırır. İkinci husus da bizim için anlam kaynağı dindir, bunun haricinde bir anlam kaynağı kabul edemeyiz. Bu yüzden sanat eseri bize ait anlamı bizim ahlak ve ilkelerimize göre yansıttığında belki sanat eseri sayılabilir. Ama bizzat kendi başına bir anlam kaynağı olma iddiasında bulunamaz... Bizim sanat telakkimizde "güzel" olanın görevi, insana yaratmanın güzelliğini ve onda içkin olan yaratıcının adaletini hatırlatmaktır."

Zaman Dışı Konuşmalar, zamana uymayı umursamayan ve daima hesap zamanını hatırlatan bir bilincin, aynı dertleri yüklenmeye hazır gönüllere hitabı olarak okunabilir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

24 Mayıs 2021 Pazartesi

Peygamber'in tevazuundan bahsediyorlar ama her şeyi "büyük" düşünüyorlar

Kitap Dergisi, Bilgi Hikmet, Gelecek, İlim ve Sanat, Köprü, Birikim, Rıhle, Özgün Düşünce, Bilge Adamlar, Nida ve Umran dergilerinde yayımlanan yazılarını ve mülakatlarını göz önüne alırsak, Abdurrahman Arslan için mütedeyyin (muhafazakâr değil) camianın en esaslı düşünürlerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Sosyoloji ihtisası yapmış olan Arslan'ın ağırlıklı olarak çalışma alanlarını sosyal teori, modernlik, devlet, iktidar, akıl, sekülarizm, postmodernizm ve İslâm dünyasındaki dönüşüm süreçleri oluşturuyor. 2000 yılında İletişim Yayınları'ndan neşredilen Modern Dünyada Müslümanlar kitabı Ekim 2017'te 9. baskısını yapmıştı. Bu durum kitabın hâlâ kuvvetini koruduğunu gösteriyor ki söz konusu alanlarda çalışmalar yapan kimseler için el'an istifade edilmesi 'zorunlu' görülebilecek eserlerden biridir. Diğeri için de İsmet Özel'in Üç Mesele’sini söylemek elzemdir...

Okuyucu için güzel bir gelişme olarak Beyan Yayınları 2016 biterken Abdurrahman Arslan'ın üç kitabını neşretti: Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm, Dünyaya Müslümanca Bakmak ve Nehri Geçerken. Kitapların hepsi Arslan'ın mülakatlarından oluşuyor. Okuyucunun ilgili düşünce çemberi etrafında rahatça gezebilmesi için bu tip mülakat kitapları çok 'kullanışlı' olabiliyor. Öte yandan mevzuların derinliğine inebilmek ve yeni okumalar yapabilmek için de mülakatlar oldukça zengin. Son 200 yıllık hayatımızda İslâmcılık, muhafazakârlık, dönüşüm, modernleşme gibi kavramların görünmeyen taraflarını görmek ve üzerine farklı düşünceler geliştirmek için Abdurrahman Arslan'ın cevapları üzerinden yeni yollar keşfedilebilir. Sözü daha fazla uzatmadan, Asım Öz'ün hazırladığı ve Ekim 2016'ta neşrolunan Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm'den söz açalım.

278 sayfalık kitap, söyleşiler ve soruşturmalar olarak iki bölüme ayrılıyor. Abdurrahman Arslan, söyleşilerinde yaşadığımız zihinsel travmaları, 28 Şubat ve sonrasını, İslâm'ın bir cemaat dini olduğunu, Kemalizm’in tıkanması karşısında dindarların tuttuğu safı, dinin devletleşmesini, Ortadoğu’daki zalimlikle beraber Arap Baharı ve demokrasiyi, kapitalizm neticesinde hali pürmelalimizi, medrese geleneğinin yeniden ihya edilmesi ihtiyacını, özgürlük ve hak arayışlarındaki çıkmazları, Müslümanların adaleti dillendirmesi gerektiğini, modernliği, kenti ve mahremiyeti yorumluyor.

Evvela "medeniyet" kelimesinin tam karşısında duran bir adam olarak tanımlayabiliriz Abdurrahman Arslan'ı. Medeniyet'ten bahsedildiği an İslâm'dan çıkıldığını, medeniyetin İslâmî bir terim olamayacağını, modernlik dediğimiz mefhumla medeniyet arasındaki ilişkinin zihinlerimizde ve bilgimizde bir kırılma yaşattığını şöyle ifade ediyor: "İslâm'ın medeniyet şeklinde kavramsallaştırılamayacağına inanmaktayım. Başka bir ifadeyle, modern düşüncenin kavramsallaştırdığı 'medeniyet' sözcüğünün muhtevasının İslâm tarafından kabulü mümkün değildir. Buna çoğu kimsenin itiraz edeceğini biliyorum. Zira burada unutulmaması gereken önemli bir nokta bulunmakta; 'medeniyet'in karşıtı 'barbarlık' olarak tanımlandığından, medeniyet kavramına getirilecek herhangi bir eleştiri, barbarlığın lehine olarak anlaşılmaktadır. Mesele medeniyet ve barbarlık gibi iki kutuplu bir düzleme oturtulmuş olduğundan zihinler bu çemberin dışına çıkmakta zorlanmaktadır. Bir kere medeniyet kavramı her şeyden önce ve fazlasıyla Batı merkezli bir muhtevaya sahip değer yüklü bir kavramsallaştırmadır. Üstelik kendi muhtevası içinde Batılı insanın kendi dinî/kültürel/tarihsel tecrübesiyle doldurulmuştur. Kavram kendi içinde barbarlıktan kurtuluşu içeren bir anlayış taşımaktadır. Dolayısı ile kavram öncelikle 'ilerleme' düşüncesi üzerine inşa edilmiştir. Hâlbuki İslâm cahiliyeden bir kurtuluş olma özelliği taşır, barbarlıktan değil."

Türkiye'nin gerçek ve güçlü bir sola, sosyal demokrasiye ihtiyacı olduğunu vurguluyor yazar. CHP'nin işinin bittiğini, dönüştürmenin dahi mümkün olmadığını söylüyor. Adaletin hem dilimizde sık sık yer almasını hem de iktidarla beraber topluma da hatırlatılması gerektiğini, bunu yapacak partilere ihtiyaç olduğunu belirtiyor. Müslümanların adalet kavramını ne topluma ne de iktidara hatırlatmamasının büyük bir ayıbımız olduğunu yazarken de meseleyi şöyle açıyor: "Müslümanların karmaşık süreçlerde edindikleri yeni zihin dünyasının, İslâm'ın kurmak istediği zihin dünyasından ciddi şekilde bir ayrılmaya ve kopuşa işaret ettiğini düşünüyorum. Biz, Müslümanlar dünyaya gerektiği kadar Müslümanca bakamıyoruz. Çünkü Müslüman olmakla dünyaya Müslümanca bakmak arasında fark vardır. Bu bilinç halinin düzeltilmesi gerekir. Günümüz dünyasında haramlar yaklaştırılıp helaller uzaklaştırılmıştır. Böyle bir durumda Müslümanların değerlerinin iç dünyaları çoraklaşmaktadır. Bu özgürlük, birçok şeyin mahiyetini başkalaştırıyor. Tabir caizse çoğu şeyin anlam dünyası farklılaşıyor. Bundan dolayı her şey anlamını yitiriyor."

Evlerimizin birer yuva olmaktan çıkıp konutlara dönüşmesiyle birlikte ailenin birçok özelliğini yitirdiğini, burada bilhassa Müslüman annelere büyük bir iş düştüğünü söylüyor Abdurrahman Arslan. Aliya İzzetbegoviç'in "Babam da dindardı, namaz kılıyordu fakat ben dindarlığımı annemden aldım" sözünü hatırlatarak; sabah namazına kalktığında çocuklarını da namaza kaldıran, evde harama ve helale keskin çizgilerle dikkat eden, çocuklarına İslâm'ı aktaran bir tip olarak Müslüman anneyi tarif ediyor. "Erkek bence her zaman ailenin misafiridir, kadının misafiridir. Kadının rahminde erkek misafirdir, yatağında misafirdir ve evinde misafirdir. Ev kadına aittir." diyerek Müslüman kadınların çocuklarını tam bir Müslüman gibi yetiştirmede üstün role sahip olduklarının üzerinde duruyor.

Müslümanların bir an evvel devlet kavramı üzerine eğilmelerinin topluma sıhhat kazandıracağını ilginç örneklerle anlatan Arslan, "Hem Foucault'yu hem de Marksist bazı kaynakları okumalarında fayda var" diyerek, devletin son dönemde aile üzerinde ciddi bir baskı kurmasının, aileye müdahale etmesinin çok büyük bir tehlike olduğunu belirtiyor: "Devlet ilk defa dindar insan yetiştirme adına doğrudan doğruya aileye müdahale ediyor. Uzun zamandan beri devlet aileye din adına, dindarlık adına müdahale etmektedir. Ben hiçbir şekilde bunu kabul etmiyorum. Kimin ailesi olursa olsun, Müslüman olsun olmasın aileye devletin müdahalesi kabul edilir bir şey değil. Çünkü İslâm bunu kabul etmiyor. Bunu bilmekte fayda var. Dindarlık bizim hoşumuza gidebilir ama Müslüman ailenin görevi dindar çocuk yetiştirmektir, devletin değil."

Üniversitelerde okuyup mimar ve mühendis diye ortada gezen fakat başkalarının yaptığı planları olduğu gibi taklit eden, sonra da "Müslüman mimar" unvanıyla geçinenlerin, toplumda ciddi zihin kaymalarına sebep verdiğini uzun uzadıya anlatan Abdurrahman Arslan, Müslüman şehri diye bir şeyin artık kalmadığını, Müslümanların dahi artık balkonlu apartmanlara koştuğunu beyan ediyor.

Şehir üzerinde düşünülmemesinin yanında her yapının bir felsefesinin olduğunun unutulmasının da özellikle ileride Müslüman gençler için büyük toplumsal, ruhsal sorunlara yol açacağını anlatıyor. Bu kısım oldukça önemli, okuyalım: "Mahremiyet bir değerdir. Kız ve erkek çocuklarını aynı odada yatıramamanın getirdiği şeyler vardır. Kapitalizm bütün bunları hiçe sayarak kenti kuruyor. Şu anda bu işimize geliyor. Niye derseniz, şu anda ekonomiyi canlı tutan nedir? Konut sektörüdür. Yağmalanan bir yerle karşı karşıyayız, görmüyor musunuz? Yirmi yıl önce rastlamadığımız gökdelenlerle doldu ülke. Niye insanlar bina ile zinanın çok olduğu kıyamet üzerine hadisler okuyorlar? Bu bir kader midir? Kaderse eğer, Müslümanların elinde tecellî etmemeliydi. Gökdelen dikmek gerçekten de İslâm'a uygun bir şey değildi. Ama kanaatime göre, Müslüman zihin rahatsızdır. Peygamber'in tevazuundan bahsediyorlar ama her şeyi ‘büyük’ düşünüyorlar. Türkiye'de ne kadar görkemli bir şey tasarlarsanız, bunu marifet sayıyorsunuz. Zaten Türkiye'de yıkım, şehirlerin yıkımı Demokrat Parti ile başlamıştı. Dolayısıyla muhafazakâr kesim kendisinin bu haliyle ne kadar yıkıcı bir etki yaptığını, yani ne kadar da çok Amerika öyle olmadığı halde Amerikanvari düşündüğünün bence artık farkına varmalıdır."

Büyük şairin "Be hey Yunus sana söyleme derler / ya ben öleyim mi söylemeyince" dizelerini hatırlatan bir tavrı, duruşu ve üslubu var Abdurrahman Arslan'ın. Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm'ün sayfaları boyunca hiçbir soruya kaçak göçek cevap vermediği gibi esasen 'tam yerine rast gelen' ifadeleriyle, kendisiyle aynı fikre sahip okuyucuların yüreğine su serpiyor. Günümüzde Müslüman camiayı böylesine Müslümanca eleştiren şahsiyetlerin azlığıdır belki de bizim zihnimizdeki ölü olma hâli. Üstelik ölmeden evvel ölme değil bizimkisi, bariz yaşarken ölme.

Bozulan, bozulmuş zihniyetlerin yaşattıklarını yazarın dilinden dinlemeye devam edelim: "Bugün bütün sarsıntılar içinde kendine göre şekil bulmuş Müslüman zihniyetinden artık korkuyorum. Bence bu zihniyet başta İslâm'ı sonra da Müslümanları tehdit ediyor. Çünkü bu zihin yaşadığı sarsıntının farkında değil. Ciddi şekilde İslâm'dan kopmuş, İslâmî kaygıları ertelemiş bir zihindir. Eğer bu böyle olmasaydı insanlar ahlakî kaygıları öne çıkartır, belki de TOKİ gibi gökdelenler yapmayı düşünmezdi. Ben bu zihniyetten korkuyorum. Bu zihniyet Anadolu'da hiç toprak ihtiyacı olmadığı hâlde gökdelen dikiyor. Ya da Suudi Arabistan'da ya da Malezya'da... Bu genelde yaşadığımız bir sıkıntıdır. Ondan dolayı da ne derseniz deyin, 'Batı karşısındaki aşağılık duygusu' deyin, 'büyüklük duygusu' deyin, bu İslâm dünyasında genel bir hastalıktır bence. Ben hicap duyarım, Kâbe'nin üstüne çıkacak bir ev nasıl olabilir? Orada nasıl bir devremülk alabilirim? Bu, hayâya, edebe her şeye aykırıdır."

İslâm adına önce İslâm'ı sonra da Müslümanları tehdit eden fakat bunun hiç de farkında olunmayan zihniyetin özellikle camilerde Diyanet’in hutbelerini dinletmekten, camilere güvenlik görevlileri sokmaktan, özellikle büyük camileri belirli gruplara, cemaatlere yakın olan imamları atamaktan ve hatta en önemlisi olarak cami yapmaktan vazgeçmesi gerekiyor Arslan'a göre. "İslâm'da camiyi devlet yapmaz; cemaat yapar, korur, bakar, geliştirir" anlayışının fıkha dayandığını ve asırlarca böyle sürdüğünü, ne zaman ki cemaatin gücü yetmez ise devletin o zaman baston görevi görebileceğini anlıyoruz soruların cevaplarından. "Caminin giderlerini kim ödeyecek?" sorusuna verdiği cevap ise oldukça basit ve nettir: "Cemaat, biz, hepimiz."

Bugün bir Müslüman, Sultanahmet Camii'ne girerken turist muamelesi görmekten hicap duymuyorsa vicdanını biraz yoklamalı, belki de Müslüman duruşunu gözden geçirmelidir hiç şüphesiz. Bu, yavaş yavaş camileri 'ibadet yeri' olmaktan, tefekkür yeri olmaktan da çıkarıyor. "İstanbul'un iki dindar semti vardı: Üsküdar ve Fatih. 40 senedir Fatih'te kalıyorum, bitirdiler buranın iç dünyasını" diyor Abdurrahman Arslan. Sahiden, iç dünyası yaşayan bir semt kaldı mı İstanbul'da? Yoksa iç dünyayı terk edip başka dünyaları taklit etmek de birer 'ihtiyaç' mıydı?

Abdurrahman Arslan'ın bazı mülakatlarında gençlere tavsiyeleri de var. Namaz kılmalarını, ahlaklı davranmalarını istiyor: "Müslüman olmanın bir bedeli var. Müslüman olmak her zaman para kazanmak, iyi bir mevki elde etmek, hayat standardını yükseltmek değildir. Müslümanlar İslâm'ı böyle anladılar. Son 30-40 yıl içinde Müslümanların anladığı bu. Müslüman olmak bugün risktir. Bu riski göze almalıyız. Risk derken eğer harama dikkat ediyorsanız, o zaman demek ki helalden az pay alacaksınız. O anlamda diyorum risktir. Bu çok güzel bir risktir. Avantajsız risktir. Sizi haramdan ve öbür dünyadaki cehennemden korur. Bundan daha güzel bir avantaj olabilir mi? Ama siz bugün diyebilir misiniz uygunsuzluğun, hırsızlığın olmadığı bir belediye var?"

İdareye ve halka ayrı ayrı eleştirileri var yazarın. Düşüncelerinde İslâmî kaygılarını üstün tutuyor. Bakış açısının temelinde Müslümanca yaşamak ve olana bitene Müslümanca bakmak, bakabilmek var. Bunun için gencinden yaşlısına herkesin bir bilince sahip olmasına, estetik ve ahlâkî değerleri gözetmesine imkân tanınmasını istiyor. Bu nasıl olabilir? Vicdan sahibi olan bir insanın, bu vicdandan ayrı nefes bile almaması gerektiğini bilerek. Okuyalım: "Müslümanların bir kısmı, yüzde yirmisini tenzih ederek söylüyorum, utanmayı unuttu. Bir yerde ihale kapayım falan. Köylü olarak, fakirlikte mi yaşayacağız? Evet. İnsanların temel ihtiyaçları vardır. Cemaat olsaydık, evi olmayan birine ev temin edebilirdik. Ama yardımlaşma yok. Gittik banka kredileri aldık. İnsanların temel ihtiyaçları tamamlandıktan sonra Müslümanca iyi davranma hakkımız vardır. Bir adam çocuğuna ekmek götüremiyorsa ‘hırsızlık yapma’ diyemezsin. Eğer götürüyorsa da yakasına yapışmalısın. İnsanlar gidip derviş gibi yaşasın demiyorum ama Müslümanların bu kadar dünya malı peşinde koşmasını anlamakta zorluk çekiyorum. Bunun bir ölçüsünün olması lâzım."

Kitabın ikinci bölümünü dolduran soruşturmalarında ise tercümeler, yayın dünyası, yoksulluk, yardım ve Müslümanlık, muhafazakârlık ve İslamcılık gibi konular yer alıyor. Özellikle "İslâmcılık nefsi müdafaadır" başlıklı soruşturma oldukça önemli. İslâmcılığı 1960'lara kadar ve 1960'lardan sonra olarak iki devire ayırıyor Abdurrahman Arslan. İlk devirde İslâmcılığa âlimler liderlik ederken ikincide mühendisler liderlik saflarını 'sıkıca' tutuyorlar ona göre. İlk devirde rantçılığın r'si bile yokken ikinci devirde rant, proje, ihale başı çekiyor. Dolayısıyla artık gerçek bir İslâmcılıktan bahsetmek de mümkün olmuyor. Abdurrahman Arslan'ın özellikle ikinci devir hakkındaki kritik yorumları şöyle: "Kanaatime göre İslâmcılığı müthiş şekilde cazip hâle getiren, fakat aynı zamanda da onun en büyük zaafını teşkil eden şey, siyasete en ön sırada yer vermesidir. Yani iktidara yaptığı sürekli vurgu ve taleptir. Öncelik anlamında başlangıçta İslâmcılığın böyle bir meselesi olduğu söylenemez. İslâmcılığı kısmen de olsa tanımlamaya, ama aynı zamanda da onda ciddi şekilde hedef sapmasına sebep olan bir hususun kanaatime göre en önemli sebebi hilafetin ilgası olmuştur. Hilafetin kaldırılmasıyla beraber kendilerini açıkta kalmış hisseden Müslümanlar için bu defa devlet ve siyaset öncelikli mesele halini almıştır. İslâm inanç olarak da, hayat tarzı olarak da, siyaset olarak da kendi kabının haricindeki başka bir kaba sığmaz."

Kitabın ismi, tüm içerikle olduğu kadar yaşadığımız son 200 yılın da özeti gibi. Bir sualle bitirmek isterim: Kıblemizi kaybedince mi dönüştük yoksa dönüşünce mi kıblemizi kaybettik?

Allah'tan hakkımızda her zaman hayırlı olanı vermesini temenni ederim.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

22 Aralık 2020 Salı

Devşirme tanımlarla tefekkür olmaz

Müslümanlar, hayatın pek çok alanında olduğu gibi İslamiyet’in mahiyetine dair kavramları da Batı’dan devşirme tanımlarla somutlaştırmaya kalktıklarından beri İslam’la aralarındaki bağ kopmaya başladı. İslam’da düşünce vardır ve mühim bir yer teşkil eder ancak İslam’ın düşünmekten kastının ne olduğunu anlamak için bilginin ne olduğuna dair İslam’ın kabulünü doğru okumak gerekir. Batılı düşünce sistemi, varlığı var edenden bağımsız ele alırken İslam düşüncesinde varlık var edenin bir şubesidir. Bilgiyi, içinde bulunduğumuz şartların ortaya çıkardığı problemleri çözme faaliyeti olarak kabul edersek İslamî bilgi bu problemlere Müslümanca çözüm getiren bilgidir. İslamî düşünce, Müslümanın dünyayı değerlendirme faaliyetinin ürünüdür, dünyaya Müslümanca bir bakıştır. Bu noktada en önemli fark, yaratıcı ve yaratılmış olan arasındaki ilişkide gizli. 

İslam’da hakikat verilidir. Biz hakikati aramıyoruz. Bizde hakikat verilmiştir. Ancak hakikatin önündeki engellerin kaldırılması gerekir. Biz bütün bu genel hakikatten pay alan varlıkların bizzat kendilerine ait hakikatle ilgili bilgi elde etmek istiyoruz.” diyor Abdurrahman ArslanKalbin Akletmesi kitabında. Bu hakikatin mahiyeti büyük oranda Kuran ve hadislerle belirlenmiştir. Müslümanların, hayatın her alanına yönelik düşünme faaliyetini bu merkezden yürütmesi önemlidir. Yoksa felsefe gözlüğüyle İslam tefekkürünü idrak etmek mümkün değildir. Abdurrahman Arslan; “… artık bilgiyle yaşadığımız hayat biçimi arasında ciddi bir kopukluk var. Hayat biçimimizi başka bir bilgi türü düzenliyor. Bizim imanımızın ürettiği bilgi türüyse buna bakarak kendini düzenlemeye çalışıyor. Dolayısıyla bu bulanık durum Müslüman’ın zihnine de yansıyor. Daha açık konuşmak gerekirse, yakın döneme kadar Müslümanlar Kur’an’dan, sünnetten kalkarak hayata soru soruyorlardı. Günümüzün Müslümanları hayattan kalkarak Kur’an’a ve sünnete soru soruyorlar. Bu ise onların zihni dönüşümlerinin, ideallerinin tersi bir istikamete yönelmesini beraberinde getiriyor.” diyerek günümüz Müslümanlarının düşünce mantığındaki hatayı ve bu hatanın muhtemel sonucunu ortaya koyuyor. Hayattan bakarak Kur’an’a soru sormak, hayatı “esas” doğru kabul etmektir. Müslüman için hakikat olan Kur’an’dır; dolayısıyla Kur’an’ın sorgulanan değil, soran olması gerekir.

Dinî ilimler ve pozitif bilimler ayırımı hayatımıza ne zaman girmeye başladı tam olarak bilemiyorum ama İslam’da dinî ya da din dışı diye ayrılabilecek bir bilgi mantığı yoktur. Dolayısıyla İslam’a göre bütün bilgiler yani bütün bilimler dinîdir. İslamî düşünceyi açıklarken “hayatın problemlerine dair Müslümanca bir değerlendirmede bulunmak” dedik. İslam dini hayatın içinde olup da dinin sınırlarına girmeyen bir alan kabul etmez. Bu nedenle bütün bilgi türlerini dinî bilgi olarak kabul eder. Bu noktada Batılı entelektüel ile İslam âlimi arasında önemli bir fark çıkıyor ortaya. Batılı entelektüele göre bilgi ahlaktan bağımsız, tek başına var olabilir; İslam âlimine göre ise bilgi muhakkak dinî yani ahlakî bir tutumu da beraberinde getirmelidir. Entelektüel, bilgisi nispetinde ahlaklı olmak zorunda değildir ama âlim, ilmiyle amel etmeye mecburdur çünkü bildiklerinden mesuldür. İlmiyle amel etmeyen âlime itibar edilmez. Nihayetinde ilmin taşıyıcısı ve aktarıcısı olmak itibariyle peygamberin varisidir. İslam’da her şeyde olduğu gibi ilimde de esas kıstas Hz. Muhammed'dir (sav).

Abdurrahman Arslan, Müslümanların Grek tipi bir felsefeye zaten ihtiyaçları olmadığını ısrarla söylüyor. Batı felsefesinin temelinde varlığa dair hakikati bulma çabasının yattığını, İslam’da ise hakikatin zaten verilmiş olduğunu belirtiyor. Bizim yaptığımız ise bu verilmiş hakikati yorumlamaktır. Bu verilmiş hakikatin en kâmil yorumu ise sünnettir. Müslümanların hikmetli bir bakışa erişebilmeleri sünnetin ihyasıyla mümkündür.

Tasavvuf, İslam düşüncesi içinde önemli bir yer teşkil eder. Tasavvufla ilgili en büyük yanılgı, tasavvufun aklı reddettiğine yönelik ön kabuldür. Tasavvuf aklı reddetmediği gibi çıkış noktası akıldır. Ancak burada ne tür bir akıldan söz edildiği önemlidir. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav) ve Hulefa-i Raşidin dönemlerinde sosyal ve siyasi hayattaki tevazu zamanla yerini dünyevi bir saltanata bırakmıştır. Bu dünyevilik ve şatafat bazı samimi müminleri rahatsız etmiş ve bunlar da peygamberî bir hayat tarzını benimseyerek İslam’ın özünü gündelik hayatın içine yeniden yerleştirmek istemişlerdir. Çıkış noktaları sünnet ve Kur’an’dır. “suf” adı verilen yünden bir elbise giydikleri için bunlara “sufi” ve bu yola da tasavvuf adı verilmiştir. Tasavvufun esası, insanın nefsinin terbiyesi yoluyla ahlaken kemale ermesidir. İnsan-ı kamil olarak tanımlanan ve yeryüzünde Allah’ın halifesi olmayı hak eden insan erişilmesi çok zor bir mertebe gibi görünse de Müslümanların önünde güçlü bir örnek olarak esas insan-ı kamil Hz. Muhammed (sav) duruyor. Bu nedenle tasavvufun esas çıkış noktası Hz. Muhammed'in (sav) sünnetine uygun bir gündelik yaşamdır. Abdurrahman Arslan; “Tasavvuf, Müslümanların entelektüel muhayyilesinin zirvesidir. Ama aynı zamanda Allah’ın ahlakıyla ahlaklı olmaktır. Bunun için de her daim Peygamber Efendimize dönmektir. Onda tecessüm eden ahlakı, örnekliği yani sünneti hareket noktası kılmaktır.” sözleriyle İslamî düşüncenin hakikati yorumlayışının zirvesi olarak yine sünneti işaret ediyor.

Abdurrahman Arslan, tasavvufun her ne kadar içine kapalı bir sistem olarak algılansa da aksiyon odaklı bir yapı olduğunu vurguluyor. Tarihî süreç içinde Balkanlar’da Sarı Saltuk, Afrika’da Abdülkādir el-Cezâirî, Libya’da Ahmed Şerîf es-Senûsî, Kafkaslar’da Şeyh Şâmil gibi isimler birer mutasavvıf olmakla birlikte İslamî direnişin simge isimleri olarak karşımıza çıkıyorlar. Tasavvufun dünyadan el çekmek olarak algılanmak istenmesi de Batılı zihniyetin bir dayatması olarak karşımıza çıkıyor. Abdurrahman Arslan; “Hatırlarsanız 11 Eylül sonrasında yayımlanan RAND Corparation raporunda Amerika’nın söylemiş olduğu önemli bir şey var. Diyor ki, tasavvufu yaygınlaştırın, çünkü sufizm yaygınlaşırsa bu toplumları edilgen hale getirmemiz, üzerlerinde egemenlik kurmamız kolaylaşır.” diyerek Batılı düşünce mantığında tasavvufun edilgen bir dünya hayatına denk düştüğünü ifade ediyor. Yine Abdurrahman Arslan Mevlevilikle ilgili de özellikle bu konunun üzerinde duruyor ve Mevlevilik üzerinden yeni bir İslam tanımı yaptırılmaya çalışıldığı konusunda da uyarılarda bulunuyor. Mevlana ve Mevleviliği salt hümanizm ve engin bir hoşgörü ekseninde okumayı kabul eden ve gösteri dünyasının bütün ihtiyaçlarını karşılayan buna karşın İslamî aksiyonu içinde barındırmayan bir şov olarak sunuluyor semah ve Mevlevilik. Bunun da İslam’ı bölmek için bilinçli yapıldığının altını çiziyor hocamız.

Abdurrahman Arslan’ın Gazzâlî'ye yönelik çıkarımları da çok önemli. Pek çok İslam âlimi tarafından aklı önemsizleştirmekle suçlanan Gazzâlî, esas itibariyle hakikatin idrak edilebilmesi noktasında aklın tek ve mutlak kıstas kabul edilmesine itiraz ediyor çünkü akıl bağımsız değildir. Gazzâlî’ye göre akıl iki şeye bağlıdır: ruha ve nefse. Dolayısıyla hakikati idrak etmek için aklı esas ölçü kabul etmek İslamî bir tefekkür şekli değildir. Zira Gazzâlî esas olarak akla değil Grek aklına yani Batılı akla karşı çıkıyor. İslam akletmeyi ne denli önemsediğini pek çok ayette vurgulamış olmakla birlikte aklı kalple birlikte ele alır ve onların kalpleri vardır, onunla aklederler düsturu üzerinden hakikatin idrakine yönelik akletmeyi kalp merkezli bir süreçle açıklar.

Abdurrahman Arslan önemli bir eleştiriyi de Batı merkezli okuma alışkanlığına getiriyor. Bugün bütün İslamî hakikati Batılı bir terminolojiye göre doğrulamaya çalışıyoruz. Bu durum, elbette günümüzde egemen uygarlığın Batı uygarlığı olmasıyla ilgili bir durum ama Batı uygarlığını bugünkü haline getiren, akış halindeki gelişmedir. Uygarlıklar karşılıklı etkileşim yoluyla birbirlerinden beslenirler ve belli dönemlerde hâkim olan uygarlığa göre de konum alırlar. Bugün bütün uygarlıklar Batı uygarlığı karşısında konum almalarına rağmen diğer bütün uygarlıkları Batı uygarlığının gerçeklerine göre anlamlandırmaya çalışmak büyük bir yanılgıdır. Burada İslamcılık meselesini yeniden düşünmek önem kazanıyor. İslamcılık, kendini Batı uygarlığının normlarına göre yeniden tanımlamaya çalışmakla benzer bir hataya düşüyor. İslam dininin hakikatleri üzerinden yeni bir dünya tasavvur etmek yerine mevcut dünya düzeni içinde İslam’a yer açmaya çalışmak İslamî düşünceyle de uyuşmaz. Bununla beraber gelenekçi bir İslamcılık da günümüz Müslümanları için bir çıkış yolu sunamaz. Abdurrahman Arslan, İslamcılığın kendini revize etmesinin gerekliliğini de vurguluyor.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

26 Ocak 2018 Cuma

Politik Kültür versus Popüler Kültür

“Dünya yapay zekâyla ürettiği robotik varlıklara duygu aktarılıp aktarılamayacağını konuşuyor. Bizler ise sakız çiğnemenin veya denize girmenin orucu bozup bozmayacağını her sene öğrenemiyoruz. Böyle mi alternatif oluşturacağız? Dünyaya söyleyecek sözü olduğunu iddia ettiğimiz bir dinin müntesipleri olarak dünyaya söyleyecek sözümüz bunlar mı?”

Bir konferansta dinlediğim konuşmacı böyle diyordu. Bizler bugün dünyanın değişim hızına yetişmeyi bile hayal edemeyecek durumdayız. İçimizde el yordamıyla yol bulmaya çalışanlarımız mevcut ve fakat onlar da bu değişimi anlamaya çalışmaktan öteye geçemiyor. İstatistiki bilgileri pek sevmem. Meseleyi rakamlara devşirdiğinden anlamı boğduklarını düşünmüşümdür hep. Oysa anlamı derinleştirip anlatımı etkili hale getirerek anlamayı kolaylaştırdığı düşüncesi hâkimdir. Denemek de fayda var. Araştırmalara göre “son çeyrek yüzyıldaki bilim ve teknolojideki gelişmeler insanlık tarihinin tamamındaki bilim ve teknolojik gelişmelerden kat kat fazla” imiş. Bu değişimin elbette bilim ve teknolojiyle sınırlı kalması düşünülemez. Bu gelişmeler yanında siyasi, toplumsal, ekonomik, kültürel değişimleri, dönüşümleri beraberinde getiriyor. Kısacası dünya çok çok hızlı değişiyor ve biz…

Beyan Yayınları’ndan çıkan Yeni Politik Kültürün Dünyasında adlı kitap dünyadaki bu değişimi özellikle sosyolojik açıdan anlamlandırmaya yönelik bir değerlendirmeye tabi tutuyor. Kitap, 2006 yılında televizyonda yayınlanan ve iki yıl kadar süren Düşünce Gündemi adlı programdaki katılımcılardan Abdurrahman Arslan’ın görüşlerini içeriyor. Karşılıklı konuşma havasında geçen programdaki akış formu bozulmamaya gayret edilerek yazıya geçirilen eser Asım Öz tarafından hazırlanmış. Hazırlanışı itibariyle birbirinden bağımsız gibi duran konular yetkin bir bakış açısının ürünü olduğundan bağlantılarını kurmak zor olmuyor.

Abdurrahman Arslan’ın kitaba alınan değerlendirmelerinin çerçevesini kendisinin “yeni politik kültür” dediği kavram oluşturuyor. Bu kavrama göre modern anlamda politika yapılması artık imkânsız hale gelmiştir ve postmodern düşüncenin ortaya çıkardığı yeni bir düşünsel, eylemsel biçim oluşmuştur. Bu oluşum sanattan siyasete, ekonomiden çevreye, ahlaki değerlerden dine kadar geniş bir alanda siyasi, sosyolojik, kültürel farklılaşmalara yol açmıştır. Dikkat çekilen oluşuma neden olan en önemli şey teknolojideki muazzam gelişmedir.

1990’lardan itibaren medyanın, 2000’li yıllarla birlikte de internetin hayatımıza aniden girişi ve hızla yayılışı öncelikle ve özellikle toplumun işleyiş mantığını değiştirmiştir. Klasik modern dönemdeki gibi hareket etmeyen bu yeni toplum farklı özellikler sergilemeye başlamıştır. Süreç içinde ortaya çıkan değişimler toplumdaki bireylerin taleplerini belirtme ve eyleme dökme yöntemlerinde değişime/dönüşüme neden olmuştur. Arslan, bu değişim ve dönüşüm aşamalarında devletin durumu, siyasetin hareket kabiliyeti ve toplumun nereye gideceğine dair Müslümanca düşünerek oldukça önemli açılımlarda bulunuyor. Bunu yaparken de analizlerini desteklemek için değindiği konuların tarihi izlerini sürüyor, öne sürdüğü gerekçelerini anlamlaştıracak bağlantıları kuruyor, Batı siyasetinin felsefi yapısını irdeliyor, toplumun giderek çözülüşünü ele alıyor ve sözü tükenen ideolojileri analiz ediyor. Kitapta şerh düşülecek, itiraz edilecek noktalar fazlasıyla mevcut olmasına rağmen en önemli eleştiri, yaklaşık on yıl öncesinde yapılan analizleri içeren bir eserin bugün piyasaya sürülmesi olabilir. Fakat yapılan analizlerin haklılığını görmek, hatta bugün de canlılığına şahit olmak ve geçtiğimiz yüz elli yıla dair kapsamlı ve ufuk açıcı analizlere yer verilmesi bu eleştiriyi ortadan kaldırıyor.

Kitapta en önemli bulduğum nokta yapılan analizlerin bölgeyle, bölge insanıyla sınırlı kalmayarak insanlık adına çözüm odaklı bir arayış içermesi diyebilirim. Abdurrahman Arslan açtığı bu pencereden neredeyse tüm konuları Doğu-Batı bağlamında değerlendirmeye gayret ediyor ve/veya Müslümanlık-Hıristiyanlık arasında değer karşılaştırmasına tabii tutuyor. Arslan’ın değinilerinden yeri geldikçe Yahudilik, ideolojik yaklaşımlar ve diğer toplumlar da nasibini alıyor.

Kitaptaki yazılara konu başlığı olan ötekileştirme, medeniyetler çatışması, Filistin, Papalık, Avrupa, milliyetçilik, ulusçuluk, Marksizm, liberalizm, irtica ve anayasa gibi kavramlar hem tarihsel hem de sosyolojik açıdan siyasi anlamda önemli analizler yapılarak ele alınıyor. Abdurrahman Arslan bıçak sırtı konuları hamasete yer vermeden, polemiğe tevessül etmeden, sığ düşünceye girmeden o bilindik mütevazı ve buyurgan olmayan üslubuyla ortaya koymaya çalışıyor. Ele alınan konuların hemen hemen tamamı küreselleşme, sekülarizm, emperyalizm, modernizm, postmodernizm çerçevesinde irdelenerek dinin geçmişte nerede olduğuna dair tespitler ve gelecekte nerede olması gerektiğine dair öngörüler belirtiliyor. Bugün için var olan yeni politik kültürü önemsemenin önemine vurgu yapan Abdurrahman Arslan geçmişe takılmak ya da hayıflanmak yerine geleceğe odaklanılması gerektiğinin altını çiziyor. Oluşan bu yeni politik kültürün birilerinin isteyip istememesiyle veya kurgulamasıyla değil de postmodern yapının bilinemezliğinin üretmesiyle ortaya çıkan bir yapı olduğuna dikkat çeken Arslan, bunun farkında olunmadığı takdirde dünya toplumlarının nihilizm tehlikesiyle karşı karşıya olacağını söylüyor. Arslan, Batı’nın korkularının başında bunun geldiğini ve siyasi alanda söz konusu korkulara karşı modern toplum ve devlet refleksinin artık çözüm üretemeyeceğini belirtiyor. Bir ihraç ülkesi ve toplumu olan Türkiye’nin de aynı koşullara sahip olduğunu ve dolayısıyla aynı tehlikenin muhatabı olduğunun altını çiziyor. Abdurrahman Arslan’ın çok katmanlı ve hem tespit hem de çözüm sunan görüşlerini okurken bu toprakların insanı olduğunu tekrar tekrar anlıyor ve seviniyorsunuz. Seviniyorsunuz, zira hem bu toprakların insanı hem de dünyanın tamamına söyleyecek sözü olan birisi o.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

30 Aralık 2017 Cumartesi

Yeni politik kültür bize ne söylüyor?

Birçok yerde tekrar tekrar söylemekten hiç imtina etmiyorum. Modernleşme denen mefhumu derinlemesine analiz edebilmek, kendi değerlerimizin süzgecinden geçirebilmek ve yeniden tahlil cesaretini gösterebilmek için iki önemli düşünürümüz var: Sadettin Ökten ve Abdurrahman Arslan. Bu iki ismin de baktıkları pencere elbette yüzde yüz aynı pencere değil ama bastıkları zemin aynı. Daima ve daima önce biz neydik, neler yaptık ve neleri yap(a)madık sorularıyla yorumlayan, bu sorulara önemli misaller veren bu iki zihnin temas ettiği en önemli noktaysa şu: Doğru düşünüyor muyuz? Düşüncelerimiz bizden mi yoksa başkalarının düşünce dünyasının taklidi mi? Taklit bilgiyle ortaya koyabileceğimiz şeyler (mimariden müziğe, şiirden politikaya kadar) ne kadar gerçek olabilir? İşte bu sorular bize yeni alanlar açacaktır hiç şüphe yok ki.

Son dönemde Abdurrahman Arslan'ın birer birer söyleşi kitapları neşredildi Beyan Yayınları tarafından. Bunlardan sonuncusu "Yeni Politik Kültürün Dünyasında" adına sahip, 224 sayfa. Asım Öz'ün hem kitaba hem de Arslan'a dair yazdığı "kitap hakkında" bölümü önemli bir giriş. Öz şunun altını çiziyor ki okuyucu dikkat kesilmeli: "Arslan'ın Türkiye ve kısmen dünya siyasetini analiz etmek için kullandığı kavramların basit bir özetini çıkararak tasvir etmek kolay değildir. Onun yaklaşımı ancak yerleşik dikotomiler ile girdiği eleştirel müdahalenin izleğini sürerek anlaşılabilir. Dahası onun mücadelesi sadece Türk siyasetindeki yerleşik dikotomiler ile sınırlı kalmaz; her biri ayrı ayrı bu geleneği aşmak amacıyla siyasal arenanın içine atılmış fakat daha sonra giderek sistemin bir parçasına dönüşen siyasal arayışlar karşısında da süregelen bir tartışmaya dönüştüğü göze çarpar. Şüphesiz bu tartışma, Türkiye'de siyasi yapının günümüzde geldiği yer üzerine derinlemesine düşünme konusundaki en titiz ve iç görülü teşebbüslerden bazıları için gerekli olan birtakım ipuçlarını sunacaktır. Elbette bunun öncelikli şartı meseleleri bihakkın kavramaya niyet etmektir." [sf. 11]

Sözün ve yazının tefekkür dünyamızdaki doğal hâkimiyeti, yerini Paul Virilio'nun deyimiyle 'enformasyon bombası'na bıraktı. Arslan da buna 'görüntü kültürü' diyor. Muazzam bir şekilde artan bilgi yığını, zihinleri de çöpe dönüştürüyor. İnsanların kavramları doğru biçimde anlamlandırması güçleşiyor. Dolayısıyla 'öteki' tarafından anlamlandırılıyor. Buradaki öteki kavramı da yeniden sorgulanabilir esasında. Kimdir öteki ve neden 'öteki'dir? Eğer o ötekiyse biz neyiz? Birine öteki der demez biz de onun tarafından bir öteki olmuyor muyuz? Bu sorular yan yana konulduğunda sizce zihniyetimizin alt-üst olduğu anlaşılmıyor mu? Okuyalım: "İnsanlar bulundukları yerlerde, köylerinde otururken dijital teknolojinin ya da internetin, televizyonun, medya kültürünün yardımıyla zihnen açık toplumun ferdi hâline getirilebiliyorlar. Buna yeni bir sosyolojik uygulama diyebiliriz. Yani maddi alt yapı ya da şartlar değişmeden zihniyetin değişimi. Dolayısıyla toplumun böyle bir değişim, mahiyet olarak bir dönüşümden geçirilebilmesi için onun bir bakıma zihniyet olarak altüst edilmesi gerekiyor. Toplumsal yapıların, toplumsal gerçekliğin, değerlerin, doğruların ve hakikat anlayışının alt-üst edilmesi." [sf. 53]

Abdurrahman Arslan'ı ciddi biçimde okuyan birinin slogancılıktan tez vakitte kurtulacağı önemli bir pratik mesele. Bu kurtuluş meseleleri idrak süzgecinden sabırla geçirerek ortaya yeni ve sağlıklı yorumlar yapabilmeyi de getiriyor. Yani sorulara verdiği cevaplarla Arslan aslında nasıl düşünülmesi gerektiğini de usul usul göstermiş oluyor. Günümüzde en sık kullanılan "kalple akletmek", "tevhidî düşünce", "ahlakın ve adaletin birlikteliği" gibi sözlerin birer slogana dönüştüğünü, bunun da 'ön kabul' denen meseleyi, yani 'yeniden düşünce' konusunda ciddileşmeyi ortadan kaldırdığını söylüyor: "Efendim, işte 'tevhidi bir düşünce'... Hayır, bu çok slogancıdır. Bence bu 1970'lerde, 80'lerde anlamlı olabilirdi ama benim fikrim, artık bunları terk etmek gerektiğidir. Bu, bizim tevhit düşüncesinden -hâşâ- vazgeçeceğimiz anlamına gelmez. Ama bu sorunun çok derinliklerine inilerek ele alınıp analiz edilmesi anlamına gelir. Eğer biz gerçekten tevhit merkezli bir bilgi biçimi üretemezsek ve buna hayat nizamımızın kurucu unsuru hâline getiremezsek bir çıkış yolu bulamayız. Çünkü unutmayın, akıl herhangi bir ön kabul olmadan faaliyette bulunamaz; aklın faaliyete geçebilmesi için bir ön kabule ihtiyacı vardır. İnsan amelleri de böyledir, bir kabul olmadan insan amelde bulunamaz. Her amelin arkasında niyet vardır ve niyeti kuran (hiç şüphe yok ki) bilgidir. Eğer amellerimizi ve düşüncelerimizi kendisine yaslandırdığımız bir bilgi biçimini kuramazsak geleceğin dünyasında biz de onlar gibi olacağız." [sf. 57-58]

Arslan yeni politik kültürün bizleri fıkhı olmayan bir dindarlık yaşattığını söylüyor. Bu yaşadıklarımız uzun süre daha devam edecek ona göre. Yani kutsaldan yoksun, içinde ahlak ve erdem olmayan ama tüm bunların 'lakırdı'larının sık sık edilmesi, neticede değer yargılarını da ortadan kaldıracak ve 'yeniden düşünme'yi akla hayale bile getirmeyecek. Karamsar gibi görünen ama oldukça gerçekçi yaklaşımlarını Arslan şöyle netleştiriyor: "Müslümanlar yeni politik kültürün onlara getirdiği hareket etme serbestisinin sarhoşluğu içindeler. Beni en çok kaygılandıran da budur. Yoksa bu politik kültürü tahlil etmek laiklerin de, Müslümanların da, o güvenlik konsepti arayışı içindeki askerlerin de boynunun borcudur. Çünkü bu politik kültürün toplumu çürütücü bir boyutu var. İnsanları korkunç bir konformizmin içine çekiyor. Bu konformizm içindeki insanlar sadece hayatlarının süfli talepleriyle geçinen birtakım nesnelere dönüşüyorlar. Bu nedenle bekamız açısından tahlil edilmelidir... Unutmamak gerekir ki, İslâm'da ahlak ve hukuk birbirinden ayrıştırılamaz. Bunları ayrıştıran Hıristiyanlıktır. Sonradan buna çok pişman olmuşlardır." [sf. 65]

Gerek politik gerekse kültür iklimimiz her şeyi meşrulaştırma teşebbüsünde ve bundan asla sıyrılmaya niyetli değil. Arslan'a göre bu meşrulaştırmanın altında, tavırların öteki'nden hareket ederek belirlenmesi yatıyor. Sosyal tavırların da sürekli öteki'ye göre düzenleniyor oluşuyla birlikte ahlak sorunu, tutarsızlık, sürekli bir pragmatizm, hazzın peşine düşmek de peşinden geliyor. Arslan "bu bizim hem çıkmazımız hem de helakımızdır" diyor. Peki Arslan için yeni politik kültürü aşma noktasındaki ilk çözüm önerisi nedir? Hak aramaktır. Adalet temelinde gerçekleştirilecek bir hak arayışı, hak talebinde bulunma eylemi, tüm hakkı yenilen ve adaletsizliğe uğrayan insanların da hakkını aramayı sağlıyor. Önce aramak yani, önce bir şey söylemek ve itiraz etmek.

Yeni Politik Kültürün Dünyasında birçok meseleyi ayrı bölümlerde söyleşi biçiminde irdeliyor. Biz ve öteki, medeniyetler çatışması, yaratıcı kaos teorisi, İslâm dünyasının şimdi'si ve geleceği, Filistin meselesi, Hıristiyan Dünya'daki gelişmeler, Papalık ve sıradanmış gibi görünen tehlikeli icraatları, milliyetçilik, Türk milliyetçiliği, bir siyaset aracı olarak irtica, Türkiye'nin mevcut siyasi yapısındaki açmazlar, 'sivil' anayasanın gerçekçiliği ve Türkiye'de siyasetin rotasının ne yönde olduğuna dair çok geniş kapsamlı bir kitap okuyucuya sunuluyor. Arslan'ın görüş genişliğini ispatlama açısından beni son derece etkileyen şu paragrafa dikkatleri çekmek isterim:

"Kanaatime göre İsrail'den ve Filistin topraklarındaki meseleden dolayı İslâm dünyasıyla Batı arasında yaşanan gerilim ciddi bir gerilimdir. Batı kendi aleyhine olan bu gerilime nereye kadar katlanabilir, bundan çok emin değilim. Kanaatime göre, Batı şimdiye kadar ciddi bir şekilde desteklediği İsrail Devleti'ni eskisi kadar desteklemeyecektir. Her ne kadar medyada, orada, burada açıklanmamış olsa bile sıradan kamuoyunda da bence bu destek çok fazla değil. Dolayısıyla orta bir gelecekte İsrail Batı'da şimdiye kadar elde etmiş olduğu desteği büyük oranda kaybedecektir. O zaman belki bazı konularda, bazı şeyleri yenide istemeye istemeye düşünmek mecburiyetinde kalabilir." [sf. 85]

Bu kitapla birlikte Birikim dergisinin 169. sayısında (Mayıs 2003) yazdığı "İslâm, Ortadoğu, Anglosaksonlar" başlıklı yazısı da okunursa Abdurrahman Arslan'ın metinlerinin ve eleştirilerinin ne derece dikkate alınması gerektiği tekrar ortaya çıkacaktır. Bilhassa yaşadığımız bu 'yeni politik kültür' sarhoşluğunda ve bu sarhoşluğa yönelik çözüm odaklı itirazlar konusunda...

Böylece 2017'nin son kitap yazısını da sonlandırmış olduk birlikte. 2018 yılında da 'uyanma' odaklı okumalara devam edebilme dileğiyle...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

13 Ağustos 2017 Pazar

Kalbin akletmesinde tasavvufun yeri

Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm, Dünyaya Müslümanca Bakmak, Modern Dünyada Müslümanlar, Nehri Geçerken, Sabra Davet Eden Hakikat ve Yeni Bir Anlam Arayışı. Bir yazarın yalnız kitap isimleri bile onun hassasiyetlerini, dertlerini ve tekliflerini bizlere beyan edebilir. Abdurrahman Arslan, düşünce dünyamızda tavır ve titizlik dendiğinde bendeniz için hep nev-i şahsına münhasır bir isimdir. Beyan Yayınları'nca neşredilen son kitabı da yine bir düşünce silsilesinin ürünüdür: Kalbin Akletmesi.

Düşüncenin, özellikle de İslâm düşüncesinin kritik noktalarına temas ede ede, soru-cevap şeklinde ilerliyor kitap. Düşüncenin üç tipini tanımlayarak başlıyor: Tezekkür, tefekkür, teamül. Bu üç tip aynı zamanda "bizim" düşünce faaliyetimizin temel kavramları. Aklın bir faaliyeti olan düşüncenin nihayetinde bilgiye ulaşılıyor. Yani bilgi, düşünce faaliyetinin bir mahsulü. Her bir düşünce faaliyetinden ayrı bir bilgi çıkıyor. Bu durumda bilginin biricikliği de söz konusu. Dolayısıyla tarafsız bilgi diye bir şey de olmuyor. Abdurrahman hocaya göre her bilgi çeşidinin üç önemli niteliği var: Birincisi, bilginin kendisine referans aldığı kaynak. İkincisi, bilginin üretilme sürecinde kullanılan usul. Üçüncüsüyse bilginin amacı. Tarafsız olması mümkün olmayan bilgi, aynı zamanda masum da değildir. "Her bilgi faaliyeti ister vahye inansın, ister başka bir şeye inansın, kime/neye inanırsa inansın mutlaka iman dediğimiz bir ön kabulden hareket ederek cereyan eder" diyor Arslan. Muhakkak bir amacı ve hedefi vardır bilginin, olmalıdır. O hedefe ulaşana kadar da süreci devam eder. Düşünceden bilgiye doğru uzanan yol, zihnin en asil eylemi hiç şüphesiz. Ancak ne yazık ki "Hayatı kuran bilgi artık o hakikat kaynağından büyük oranda kopmuştur. Kopmasa bile kirlenmiştir."

Bu kopuk-kirli bilgi havuzu ve sürekli maruz kalınan bilgi akışı içinde âlimle entelektüel arasındaki farkın önemi de ortaya çıkmış oluyor. "Âlimi entelektüelden ayıran hususlardan birisi de sadece bilgi biçimi değil, aynı zamanda onun bilgiyle hayatı arasında kurmuş olduğu o kopmaz bağdır." diyen Arslan'ın bu bağa dair 'şifre çözücü filtresi' şöyle: "Entelektüel söylediğiyle uygun yaşamak gibi bir zorunluluk ve sorumluluk taşımaz. Öyle bir sorumluluğu yoktur, sadece söyler. Kendi aklına güvenerek ürettiği bilgilerden birtakım çıkarımlar elde edilir. Bu nedenle biz entelektüelin bilgisiyle onun ameli arasında bir tutarlılık aramayız. Niye? Çünkü sebeplerden birisi de şudur: Entelektüellerin temsil ettiği bilgi biçimi zaten bilgiyle ahlakı peşinen ayırmıştır. Onun temsil ettiği bilgisinin ahlaklı olmak gibi bir kaygısı yoktur. Oysa öbür tarafta âlimin temsil ettiği bilginin ahlâklı olmak gibi bir derdi, tasası ve mesuliyeti vardır. Onun maksadı toplumun birinci dereceden ilerlemesi, kalkınması, zenginleşmesinden önce insanın kemale erdirilmesidir, iyi bir kul haline getirilmesidir. Bundan dolayı ahlaklı olmak zorundadır, çünkü adaleti savunmaktadır. Adaletse Allah'tan bağımsız düşünülecek bir şey değildir. Adaletin, nihayetinde kendisini amele döktüğü kalıp ahlakta gösterir kendini." [sf. 46]

Âlimin tarihsel bir kategori olmadığını ve bu sebeple de hocaların talebelerine daima "sultanın sarayında ve zenginlerin sofrasından uzak dur" öğüdü verdiklerini hatırlatıyor. İslâm düşüncesi, tasavvuf, modern dönemde tasavvuf, Gazzâlî, Mevlana, İslâm düşüncesinin batı düşüncesine etkisi, çağdaş İslâm düşüncesi ve Fazlur Rahman başlıklarından oluşan metinler boyunca Abdurrahman hoca kendi düşünce perspektifinden -ki bu perspektifin sınırlarını doğrudan İslâm düşüncesi çizer- sorulan soruları cevaplandırıyor. Onun bu 'gezgin' düşünce yapısında hikmetin dönüşümü, zihin kirliliğinden arınma, Helenistik düşüncenin kabulü, 'bizim' felsefi çabamız, sünnetin ihyası gibi birçok konu, okuyucuyu okurken yormadan ama düşünürken oldukça yoran bir biçim buluyor. Bu biçim hiç şüphesiz okuyucuyu yeni okumalar yapmaya zorlayan haysiyetli bir biçim. Aksinin hiçbir fayda teşkil etmeyeceği su götürmez bir gerçek.

Abdurrahman Arslan'ın tasavvufa bakışı, "günümüzdeki en mühim ihtiyaç" vurgusuyla değerlendirildiğinde daha da önemli bir yere oturuyor. Hoca, İslâm'ın kurumsallaşmaya başladığı dönemde ortaya çıkan tasavvuf yollarının şimdilerde 'geçmişe özlem' olarak yorumlanmaması gerektiğini belirtiyor. Hz. Peygamber dönemindeki iman-amel tutarlılığıyla günümüz mümini arasında derin bir boşluk olması, zühtün ve takvanın önemini yeniden ortaya çıkarıyor. İnsanın iç dünyasının düzenlenmesi gereksinimi yanında tasavvufun entelektüel dünyası da elbette insanları çekiyor. Hatta batıdaki tasavvufa merakı bu yönde de değerlendirebilmek lâzım. Diğer yandan hoca, Gazzâlî'nin entelektüel otobiyografisinin girişinde, hakikati arayan gruplarla olan temasını da hatırlatıyor: "Dalaletten kurtarıcı bir yol olarak tasavvufu önerir Gazzâlî. Onun tasavvufu, tasavvufun yöntemini, kurtarıcılığını ve sufileri açık biçimde ele almış olması kaydedilmesi gereken bir hususiyettir. Çünkü Gazzâlî'ye göre tasavvuf gerek kelamcılar, gerekse felasife tarafından müstakil bir disiplin olarak görülmemiştir. Sözgelimi, Farabi'de yoktur bu manada tasavvuf atfı. Fakat Gazzâlî tasavvufa atıf yapmakla kalmayıp, onu kurtarıcı bir disiplin olarak zikretmiştir." [sf. 77-78]

Tasavvufu Müslümanların entelektüel muhayyilesinde bir zirve olarak gören Arslan sözlerini şöyle sürdürüyor: "Ama aynı zamanda Allah'ın ahlâkı ile ahlâklı olmaktır. Bunun için de her daim Peygamber Efendimize dönmektir. Onda tecessüm eden ahlâkı, örnekliği yani sünneti hareket noktası kılmaktır... Şayet fıkıh insanın davranışlarının dışsal düzenlemesinin bir imkânıysa -ki öyledir- tasavvuf da o davranışların kalple olan ilişkilerinin bir bakıma düzenlenmesidir. İçsel bir düzenlemedir. Bunlar birbirlerini tamamlayan şeylerdir." [sf. 94-96]

Tasavvufun cemaat olmaklığımız noktasındaki önemine de değinen Arslan'ın kitaplarını okuyanlar bilirler ki hoca, Müslümanlığın en büyük gücünü, her manadaki en büyük gücünü bu cemaat olmaklıkta bulur. Öte yandan bu durumun siyasi ya da sosyal kavramlara indirgenmesini ve örnek olarak kullanılmasını da şiddetle reddeder. Mesela komün yaşamla cemaat yaşamı ya da cemaatle namaz kılmakla sosyalizmdeki sınıfsallaşma gibi.

"Akla dayanan bir toplumun yine akıl tarafından çıkartılan yeni akıl hastalıklarıyla karşı karşıyayız" diyor Abdurrahman Arslan. Tasavvuf burada akıl ve gönül ayrımı yapmadan, Müslüman'ı düşünce dünyasındaki merkez nokta olarak kalbi görmesiyle bizi asla, asıl olana, aslımıza davet ettiğini vurguluyor. Kalbin Akletmesi, bu anlamda da çok önemli bir kitap.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf