İhsan Oktay Anar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İhsan Oktay Anar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Şubat 2024 Çarşamba

Akıl korkarken kalp üstüne yürür bütün gölgelerin

“Su altında en fazla 2 saat 20 dakika kalabiliriz. Tütün içilmezse 3 saat.”

Başlangıçta kimse yoktu, hiçbir şey soğuk da değildi, güneş öyle yakıcıydı ki hayat suyun içine saklandı. Ne zaman ki ilk nefes güneşe üfledi, yaşam suyun içinden çıkıp bir şezlonga uzandı. Âdem’le Havva dişledikleri elmanın tadı damağında, yıllarca birbirini aradı durdu peki sonunda ne mi oldu; olacakların, olmuşların, olması muhtemel olanların rüyasını görecek insanlar dünyaya dağıldı. Hırs gökyüzünde kara bir bulut, akıl yeryüzünde kibirli bir dev olarak peyda oldu. İnsanların gölgesi düştü üzerlerine, gölge boyu uzun olan sakladı hırsını da kibrini de, saflığını da, zekâsını da. Ne zaman ki hırs döşeğinde uykuya daldı insanlar, işte o zaman ateşin rüyasında olan canavar uykusunu delip pençesini geçirdi etrafındaki herkese. Kimse kurtulamadı kendine palavradan destan yazan iki kişi dışında!

İhsan Okay Anar’ın çarpıcı üslubuyla kurguladığı Abdülhamit dönemindeki tahtelbahirden geriye iki kişi kaldı gerçekten de; âleme ibret olsun diye mi, yoksa olanların gün yüzüne çıkma isteğine araç olmaları için mi bilinmez. Olanların tellallığını yapacak birileri hep bulunur dünya denen yuvarlağın üzerinde.

Yazar sekiz yıl evvel yayımladığı son romanı Galiz Kahraman’dan sonra bir daha roman yazmayacağını şu sözlerle açıklamıştı: “Severek yaptığım, zevk aldığım şeylerden biri de roman yazmaktı. Onu da tükettim. Yedi kitap yazdım, artık yeter. Sekizincisini yazarsam, bu bir tür enflasyon demektir. Bu yüzden başka bir türe geçebilirim. Bir işi tadında bırakmak gerekir. Elbette bu benim şahsi kanaatim.” Burada yazı yazarın peşini bırakır mı sorusu aklıma gelse de bu başka bir yazının konusu olarak kalacak çünkü Anar’ın söylediklerinde benim asıl odaklandığım nokta “Sekizincisini yazarsam, bu bir tür enflasyon demektir. Bu yüzden başka bir türe geçebilirim.” sözleri oldu. Sekizinci kitabı Tiamat Şubat 2022’de raflardaki yerini aldı. Anar her ne kadar bir daha yazmama sözünü tutamasa da başka bir türde yazma kehanetini gerçekleştirmiş görünüyor.

Tiamat kimileri için bir zombi romanı, kimilerine göre bir denizaltı bana göre ise kesinlikle korku-gerilim-aksiyon türünde bir roman. Anar Türk edebiyatının kör noktalarına bu romanıyla atış yapmış. Yazarın tek mekân kullanımı, tamamen kapalı bir alanın tercihi okurlarını klostrofobileriyle karşı karşıya getiriyor. Okurken bulunduğunuz yerin camlarını açmak suretiyle yer yer hava almak istiyorsunuz.

İhsan Oktay Anar’ın felsefeci olduğunu okurları çok iyi bilir, öyle ki kaleme aldığı tüm eserlerinde felsefenin ayak izlerini görmek mümkündür. Anar’ın büyülü imgelem dünyası bu eserinde okurunu birçok şeyin peşine düşürüyor. Kendini okuturken okurunu sürekli öğreneceği bir şeylerin ardında koşturan bir kitap Tiamat. Bazen mitolojik bir tanrıçanın peşine düşüyor, kimi zaman bilim tarihine uzanıyor, bazen de inanç bağlamında kurgulanan paragrafların peşinde geziniyorsunuz. Mors alfabesinin, demirin, tahtanın, eserin anlatıldığı dönemdeki teknolojinin bilgileri Tiamat’ta yazarın ne yapmaya çalıştığı ile ilgili ipuçları veriyor.

Denizin altında zengin olma hayaliyle, ellerinde bir sandıkla sıkışıp kalan mürettebatın ahvali ast üst ilişkileri noktasında incelikle anlatılıyor. Buradan yukarıda olanların aslında sürekli zıpladıkları için arada başlarının göründüğüne ikna ediyor yazar bizi. Günümüz görünürlük çağı için de bu zıplamak meselesi aynı değil mi sahi? Ha tahtelbahirde sürekli zıplayan kumandan, ha sosyal medyada birkaç beğeni ve takipçi adına hoplayıp zıplayan insanlar.

Anar’ın denizcilik terminolojisi noktasında çok iyi çalıştığı ya da profesyonel bir yardım aldığı muhakkak. Kitabül Hiyel ve Amat kitabı için de bu durum geçerli olsa da kitaplar arasında pek bir benzerlik yok, mürettebatın başına gelen garip olaylar dışında. İlk seksen sayfa terminoloji nedeniyle yokuş yukarı tırmanış gerektiriyor, ancak sonrası gerçek bir roman okumanın verdiği hazla yorgunluğu unutturuyor.

Türk okurları klasik olarak sevdiği yazarların son çıkan kitaplarını hep en sevdikleri kitapla karşılaştırır. Tiamat hemen Puslu Kıtalar Atlası’nın önüne atılıveriyor. Bu yaklaşımın sorunlu olduğunu düşünmeden edemiyorum, okur elbette tadı damağında kalan lezzeti arıyor ancak araya giren yıllar, yazarın değişimi, hesaba katılmadan yapılan değerlendirmeler yavan ekmek gibi okuru susatıp duruyor sadece. Belki de ikisi arasındaki tek bağlantı Puslu Kıtalar Atlası‘nın meşhur Uzun İhsan Efendi'sinin bu kitapta olmaması. Uzun İhsan Efendi yazarla da özdeşleşen bir karakter olarak Anar’ın Tiamat dışında yazdığı bütün eserlerinde görülmüştü.

Tiamat bilim kurgu, korku, aksiyon-gerilim, fantastik gibi birçok tür üzerinden okunmaya müsait bir roman. Bu yazarın koşulsuz bir başarısı bence, birçok türü yüz elli altı sayfalık kısacık bir romanda toplamak kolay bir iş değil. Özellikle roman boyunca şunu düşünmeden edemedim; şayet hakikaten 1915 yılında olsaydık, Osmanlı yazınında bilim kurgu örneği olarak okunacak ve hiç de garipsenmeyecek bir kitap olabilirdi Tiamat.

Kitap alt metin açısından da göndermeler cenneti olarak karşımızda. Evvela isminden başlarsak Tiamat tahtelbahirin çağrı kodu, T1AMAT şeklinde yer alıyor kitapta. Kelime anlamı açısından mitolojide deniz tanrıçası olarak geçiyor ve ne tesadüf ki bu tanrıça ilk kaostan sorumlu. Söz konusu tahtelbahirin mürettebatı da batırdıkları şilepten buldukları sandukayla birlikte büyük bir kaosa sürükleniyor. Burada insanın aklına dünyadaki ilk kaos geliyor, Habil ve Kabil arasında olanlar yani. Anar’ın yaradılış ve varlık noktasındaki mesajları kitabın bütününde yer yer karşımıza çıkıyor. İnsanın yaradılışı ve en çok da yeryüzüne inişi bir kaosun sonucudur, tahtelbahir de romanda kuvvetle ihtimal dünyanın kendisini temsil ediyor, mürettebat ise bütün insanlığı.

Bu sonuca kitabı hiç okumadan Ali Yaycıoğlu’nun Osmanlı tuğrası içine yerleştirdiği gemi ve mürettabından mülhem kapak resminden varmak mümkündür. İnsan dünyada sıkışıp kalmıştır ve gerçek hayatta birden fazla sanduka ve canavar vardır. Bugün günlük hayatımızda üzerimize salyalarını akıtarak kafamıza çiviler fırlatan canavarları saysak listeye hangileri girerdi; ırkçılık, kapitalizm, mobingler, aile baskıları, el âlem canavarı, başarı putları, kariyer planları… Liste böyle uzayıp gider muhtemelen.

Anar’ın tahtelbahirin içine sıkıştırdığı mürettebattaki tipler toplumu aynalar. Osmanlı’nın erkek egemen dünyası da romanda çıplak bir kadın gibi karşımızdadır. Mesela aşçı olan Karagümrük neden sıskadır, yemediğini yedirerek o büyük günaha teşne bir tip midir? Kumandanın sağ kolu Mülazım, üst ast hiyerarşisine fazlası ile maruz kalırken mış gibi yapması kaçınılmaz mıdır? Sonra Parlakçı’nın ya da Baltanur’un kusurları neydi? Gemiyi günahkâr bir mürettebatın doldurduğunu düşünürken karakterlerin hepsi için ayrı ayrı sorular sormak mümkün elbet.

Metinlerarasılık anlamında zengin bir roman denilebilir Tiamat için yine. Her ne kadar Babil Yaratılış Destanı ile birebir ilgili olmasa da romanda mürettebatın sonunu getiren yedi çivi ile destandaki yedi tablet benzerliği dikkat çekicidir. Bu kısa romanda Anar, diğer eserlerinde olduğu gibi dini sorgulamaları, aklın sınırlarını, korkuyu, ölümü aralara yerleştirmek suretiyle irdeler sürekli.

Son olarak bu zengin ama kısa metinin sinematografik açıdan zenginliği eminim dikkatli okurun gözünden kaçmaz.

Anar ile daha önce tanışmamış olanların bu kitapla başlaması muhtemelen pek doğru bir seçim olmayacaktır; ancak dikkatli okur nezdinde postmodern romanın en iyi örneklerini veren Anar’ın zengin hayal dünyası ve birikimini aktaracağı nice romanlar yazacağını umarak şöyle bitirmek istiyorum:

İnsan kendi karanlığının gölgesinde yürürken kendini kör sanıyor. Gün gelip karanlık bittiğinde bizi birilerine anlatacak birkaç mürettebatı sağ bırakmamız lazım. Anar, “Akıl bize korkmayı öğretir.” diyordu Tiamat’ta. Doğru ama eksik sanki. Akıl korkarken kalp üstüne üstüne yürür bütün gölgelerin. Bu yüzden başlangıçta her şey sıcak, dolu ve anlamlıydı çünkü insan bir mana üzere yaratıldı. Sona yaklaştıkça kendimiz hakkında öyle çok bilgi verir olduk ki etrafa mana denizinde buharlaştık ve kara deliklerin sahibi olduk. Kör zekâların ışıldayan gözleri beyaz kuğuların tüylerini yolarken siyah kuğulara kadeh kaldırdı. Akıl tutuldu, göz kapandı, gemi battı.

Gülnaz Eliaçık Yıldız
twitter.com/glnz_eliacik

9 Ekim 2021 Cumartesi

Hırs ve kibir, insanı kemirir

İnsan, aklı buluğa erdiği yaşlardan itibaren sürekli kendisini bu dünyada tutacak arzular peşindedir. Bu dünyaya çivilenip kalacakmış gibi çabalar durur. Sürekli bir şeylere sahip olma, bir şeyleri kontrol etme arayışı içindedir, amma velâkin bir şeylere sahip olmakla ya da bir şeyleri kontrol etmekle de iktidar hırsı bir türlü durulmaz. Kumar gibi.. İnsanın hırsı ve kibri, en sonunda kendi başında patlar, insan kendi içini kemirir, kendi kendini yer durur.

İhsan Oktay Anar, Kitab-ül Hiyel’de özellikle Yafes Çelebi ve Calûd adında iki ana karakter üzerinden iktidar hırsının, kibrin insanı ne hale getirdiğini anlatıyor. Okuması pek zevkli olan bu kitap oldukça didaktik. Kitabın ilk bölümünün ana karakteri olan Yafes Çelebi gençliğinde bir ustanın yanına çırak olarak gidip kılıç yapımını öğrenmeye başladığında, hiyel, yani mekanik ilmine merak salıyor. Sürekli yeni bir şeyler tasarlayan Yafes Çelebi, yaşı biraz geçtiğinde köle pazarından kendine Calûd adında hem zeki hem de irice bir köle satın alıyor, en az efendisi kadar hırslı olan Calûd ise, kendi çocukları sürekli ölü doğduğundan, İstanbul Sanayi Mektebi’nden ilmini ve tahayyülünü devam ettirecek Üzeyir adında bir çocuk getiriyor. Kitabın bu ana üç karakterinin yaşam öyküleri Üzeyir Bey’in hikayesinin anlatıldığı kısımda çözülüyor.

Yafes Çelebi ve Calûd’un karakterlerinde meskûn bazı huylar ve tasarladıkları silahlarla kitapta önemli meselelerin sembolize edildiğini düşünüyorum. Nitekim yukarıda bahsettiğim üzere, iktidar hırsı, kibir ve ek olarak “yenilen pehlivan güreşe doymaz” kıssası. Hem Yafes Çelebi, hem de kölesi Calûd sinsi, dünyaya ve tabiata hükmetmeye çalışan, kibirli tipler. Bu karakterlerde benim dikkatimi çeken şey ise, ikisinin de mekanik gibi mühim bir bilim dalı ile uğraşmalarına rağmen, bunu sürekli silah tasarlamakta, sürekli kendi hükümlerini dünyaya kabul ettirmek peşinde kullanmaları ve tıpkı kumar oynar gibi de her seferinde yaptıkları makineleri hiç edip, bir araba para kaybetmelerine rağmen yine de doymayıp hırslarının katlanması.

Üzeyir Bey ise bu karakterlerden ayrı olarak, Yafes Çelebi ve Calûd “hiyelkâr” iken onların tersine “hayalkâr” ve yumuşak başlı bir karakteri temsil ediyor romanda. Ve aslında ilmin bir nokta olduğunu, dünyadaki iktidarın sürekli el değiştirdiğini, insanlara da bir görünüp bir kaybolduğunu işte bu karakter çözüyor.

Roman boyunca bazı meseleleri temsilen semboller kullanılıyor. Örneğin dünyadaki iktidarın ve gücün sürekli el değiştirdiğini ve bir gelip bir gittiğinin anlatımı yazar tarafından gerek Yafes Çelebi’nin, gerek Calûd’un ve gerek Üzeyir Bey’in eline geçtiğinde yok olan, bazen kaybolup bazen ortaya çıkan bir taşla sembolize edilmiş. Hiyelkârların sürekli tasarlayıp, her seferinde işin içinden çıkamadığı makineler ise insanın ancak kendine zarar veren hırs ve kibir gibi kötü huylarını temsil ediyor.

Bu esir kuvvetler, aynı zamanda kendilerine sahip olan kişinin, yani Yafes Çelebi’nin kudreti ve iktidarıydı. Böylece o, kendini on yıllardır mutsuz eden şeyin, benliğine hükmeden bu iktidar tutkusu olduğunu anladı. O güne dek kendisi için her şey bir iktidar kaynağıydı: Ateş, buhar makinesini çalıştıran;su, bir çarkı döndüren; toprak ise demir, altın, gümüş ve elmaslarla dolu olan; rüzgar da, değirmenleri döndüren bir kuvvetti.(…) İşte iktidar susuzluğu çeken kendisi, Dünya’yı yıllardır bu güçlerin, cebirlerin ve kuvvetlerin toplamı olarak görmüş ve ona hâkim olmak istemişti. O, dünyadaki bütün güçlerin ve fiillerin öznesi olmak peşinde koşmuş, böylece bir demir külçesini müzik kutusuna dönüştürdüğü gibi, dünyayı ve içindekileri de bir makineye dönüştürmeye çalışmıştı.

…Yafes Çelebi ise onun başını okşayarak, mucizelere inanması gerektiğini, çünkü mucizelerin gerçeklik duygusunun değil, gerçeğin bir parçası olduğunu anlatıyordu: Zaten gerçeğin kendisi bir mucizeydi.

Nihayet sabahı müjdeleyen ilk horoz öttü ve taş, tıpkı üflenerek sönen bir mumun alevi gibi, ellerinin arasında kayboldu. Üzeyir Bey devri daimin esrarını çözmüştü. Mesele, adeta bir nokta kadar basitti.

Hıçkırıkları artınca içindeki sesi işitti ve o hayali gördü: Ses ona, bu canavarın aslında insanoğlunun kibrinin ta kendisi olduğunu ve kibrin de kendi kendisini tüketeceğini söylüyordu.

Kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısında şöyle bir cümle geçiyor: "Okuyanın okumayanlara kolay anlatamayacağı, hayal gücünün sınırsızlığını gösteren çizimleriyle, insanın birileriyle paylaşmak isteyeceği romanlardan.

Gerçekten de Kitab-ül Hiyel, kolay tarif ve tasvir edilemeyecek, pek nadide bir üslupla kaleme alınmış ve kurgu içerisinde bireyi ve toplumu derinden ilgilendiren konulara değiniyor. Tıpkı Nâbî Efendi'nin buyurduğu gibi;

Çok da mağrur olma kim meyhâne-i ikbalde
Biz hezaran mest-i mağrurun humârın görmüşüz.


Çok severek okuduğum bu romanı okuyacak olan herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

8 Ağustos 2014 Cuma

Her şeye rağmen yola çıkanların hikâyesi

Çıkacağı yolculuktan umudu olmayan, gidilecek yolun uğursuzluk getireceğini hisseden ama buna rağmen yola çıkanların hikâyesi Amat. İhsan Oktay Anar bu sefer fantastik bir deniz yolculuğu ile bizleri büyük hayal dünyasında gezdiriyor. Tarihin gizemli sularında yol alan bir gemi, ölümsüzlük hayali kuran ama ölüme yelken açan insanların hikayesini anlatıyor bizlere.

İhsan Oktay Anar’ın kusursuz Türkçe'sini bu kitapta biraz ağırlaştırılmış şekilde görebilirsiniz. Hikaye boyunca çok sayıda denizcilik teriminin kullanılması bazı yerlerde olayları anlamanızı zorlaştırıyor, ama teknik kelimeleri çok irdelemeden hikayeyi okumaya çalışırsanız hikayenin sürükleyiciliğiyle bir solukta hikayeyi tamamlayabiliyorsunuz.

247 adet meşe ağacından yapılmış Amat isimli bir kalyon İstanbul’dan demir alarak uzun bir yolculuğa çıkıyor. Rota tam olarak bilinmiyor, amacın ne olduğu da belli değil. Bindikleri alametle bilinmez bir kıyamete gidiyorlar belki de. Ama yolculuk daha başlamadan karanlık bir şeyleri hissediyorsunuz, bir umutsuzluk ya da bir uğursuzluk.

Geminin kaptanı Diyavol Paşa, reisi Ali Reis ve gemiye son anda katılan reis Kırbaç Süleyman hikayenin ana karakterleri. Anar diğer kitaplarında olduğu gibi bu kitabında da ölümsüzlük düşüncelerine yer vermiş, zira Kırbaç Süleyman’ın ölümsüzlük konusundaki merakı ve araştırmaları nedeniyle Diyavol Paşa tarafından yasak elma olarak önüne konulan gizemli bir kitaba ulaşmaya çalışacaktır. Diyavol Paşa’nın gizemli bir şekilde gemiden kaybolması gemide bulunan iki reis arasında zıtlaşmalara ve çekişmelere yol açacaktır.

Yolculuk boyunca karşılaşılan tehlikeler, dünya için küçük ama mürettebat için büyük savaşlar, kazanılan ganimetler, kaybedilen canlar… Aslında geminin laneti daha İstanbul sularından çıkmadan hissettiriyor kendini. Denizciler için uğursuzluk sayılan Salı günü yolculuğun başlaması, siyah bir sancak altında olmaları, onlara yolculukta eşlik eden bir baykuş… Belki de geminin 247 meşe ağacından yapılması bu saydıklarımdan daha büyük bir uğursuzluk kaynağıydı. Meşe ağaçlarının sırrını vermek olmaz, o sır kitabın sonunda sizi beklesin. İlginç ve şaşırtıcı bir finalin sizi beklediğini söyleyebilirim.

Kitabın en ilginç ve iz bırakan karakteri sanırım Emilio Santos. Ölüm bir sanatsa Emilio Santos bir ölüm üstadı. 4000′den fazla insanı öldürmüş, ama o ilk öldürdüğü insanda kalmış. O ölümü ölene kadar sırtında taşımanın ızdırabını yaşıyor. Emilio Santos için ayrı bir hikaye, ayrı bir kitap bile yazılabilir aslında. Kitabın en can alıcı ifadelerinden biri onun ağzından çıkıyor, “Emilio Santos ölmemeliydi” diyor. Kitabı okumamış birisi için sıradan bir söz gibi gelebilir ama okuduğunuzda bana hak vereceksiniz, hatta hak vermekle kalmayıp bu sözü hafızanıza iyi bir şekilde kazıyacaksınız.

İçerisindeki denizcilik terimlerine hazırlıklı iseniz bu sürükleyici ve gizemli hikayeyi okumanızı tavsiye ediyorum. Kitaptan altınız çizdiğim bazı cümleler şöyle:

“İyilerin ödülü ahiret hayatının güzelliklerini yaşamaya uygun olmalıdır. Günâhkarların cezası ise onların ölüp ortadan kalkmalarıdır. Çünkü onlar ahiret hayatının güzelliklerine lâyık değillerdir.”

“İlk kez öldürdüğünde bir değil, sanki bin kişiyi öldürmüş gibi olursun. Yeni doğmuş ve annesi tarafından emzirilen o bebeği öldürmüşsündür. Babasının başını okşadığı o çocuğu da, bir genç kıza aşkını ilan eden o delikanlıyı da, zavallı bir kadının kocasını da, savaşa giderken ailesi tarafından uğurlanan o masumu da… Bütün bu kişileri öldürmüş olursun. İkinci kez birini öldürdüğünde alt tarafı bir tek kişiyi öldürmüşsündür. Üçüncü kez ise, kimseyi öldürmüş sayılmazsın.”

Uğur Umutluoğlu
twitter.com/umutluoglu

7 Ağustos 2014 Perşembe

Hayatın bir hayal olabileceğini düşünmek

"Yeniçeriler kapıyı zorlarken’ düşler üstüne düşüncelere dalan Uzun İhsan Efendi, kapı kırıldığında klasik ama hep yeni kalabilen sonuca ulaşmak üzeredir: ‘Dünya bir düştür. Evet, dünya… Ah! Evet, dünya bir masaldır."

İstanbul sokaklarını tarihin gizemli sayfalarında gezmek, rüyalarda oluşturulan bir dünya atlasının hikayesini dinlemek ve gizemli insanların masalsı yaşamlarını okumak istiyorsanız doğru kitaptasınız. İhsan Oktay Anar‘ın 1995 yılında usta kaleminden çıkmış ilk eseri olan Puslu Kıtalar Atlası aynı zamanda Türk edebiyatının en başarılı fantastik romanlarından biri olarak görülüyor. Kitabın yirmi farklı dilde çevirisinin yapılması kitabın başarısı hakkında bir ipucu verecektir. Müthiş kurgusu, felsefi derinliği ve mükemmel Türkçesi İhsan Oktay Anar’ın tüm romanlarında görülebilecek en belirgin unsurlar sanırsam…

Hikaye 17. yüzyıl İstanbul’unda (Konstantiniye) başlıyor. Galata, Karaköy ve Haliç gibi muhitlerdeki tarihi havayı, o zamanın insan manzaralarını sık sık görebiliyorsunuz. Hikayenin ana karakterlerinden biri olan Uzun İhsan Efendi bir iksir içerek sürekli uykuya dalmakta ve rüyalarında dünyayı gezerek bir dünya atlası oluşturmaktadır. Tamamladığı bu haritayı ise orduya lağımcı olarak yazılan oğlu Bünyamin'e ilk görevine giderken teslim ediyor. Bu noktadan sonra hikaye ağırlıklı olarak Bünyamin’in etrafında devam ediyor. O’nun yaşadıkları ise romanın hem en heyecanlı hem de en dramatik kısımlarını oluşturuyor. Bir kaledeki ajanı kurtarma operasyonu onu ömrünün en acı olaylarından biriyle yüzleştirirken, babasını arayışı ve o arayış esnasında öğrendikleri onun ızdırabını kat kat arttırıyor. Kalede yaşadığı dramatik olayın dışında kurtarmaya çalıştıkları ajandan aldığı gizemli bir para ise onu hiç ummadığı yerlere götürecek, okuyucuyu ise romanın sonuna kadar çözülmeyen sırların içerisinde bırakacak. Bünyamin’in tanıştığı Büyük Efendi Ebrehe ile devlete, padişaha, paşalara nüfuz edebilen derin bir teşkilatın içindeki türlü oyunları, planları, şaşırtıcı gelişmeleri ile Ebrehe’nin çılgın hayalini ve ona ulaşma çabalarını heyecanla takip edeceksiniz. Arap İhsan, Alibaz, Zülfiyar hikayede sık sık karşılaşacağınız diğer isimler.

Sonsuza kadar yaşamak için çalışmalar yapan bir insan ile var olmayı sorgulayan, hayatın bir hayal olabileceğini düşünen bir insanı okuyacaksınız bu romanda. Üzerine altı kez yıldırım düşmesine rağmen hayatta kalabilen bir insan ile çok ufak bir detay yüzünden hayatı kararan bir insanı okuyacaksınız aynı zamanda…

“Düşünüyor olmasından kendisinin varlığı açık ve seçik olarak çıkıyordu. Fakat bu yolla insan, kendisinden başka hiçbir şeyin varlığını ispatlayamazdı… …uykunun bir uyanış ve düşlerin de gerçeğin ta kendisi olduğu fikri kafasını meşgul etmeye başlamıştı. Az önce uyanıp gözlerini gerçek dünyaya açarak gerinmeye başladığında belki de bir uykuya dalmıştı. Eğer bu doğruysa, şimdi gördüğü her şey bir düştü.”

“Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı.”

“Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu Dünya’nın şahidi olmaktı.”


Uğur Umutluoğlu
twitter.com/umutluoglu

28 Ocak 2014 Salı

Sıradan olanı sorgulamak isteyenlere

Galîz Kahraman, İhsan Oktay Anar’ın, her zamanki gibi hevesle beklenen ve beklendiğinden erken bir vakitte çıkan, yeni romanı. İhsan Oktay sevenler, külliyatını okuyanlar için bir önceki kitabı Yedinci Gün, bir değişimi işaret ediyordu. Galîz Kahraman, işte bu değişimi apaçık ortaya koyuyor. Anar’ın diğer kitaplarına göre, daha bugünde, daha eleştirel ve daha “gerçekçi” bir kitap Galîz Kahraman.

İhsan Oktay, Kasımpaşalı bir galîz (kaba ve çirkin, iğrenç manalarını taşıyor) kahramanın, İdris Amil Hazretleri'nin izinden sıradanlığı resmediyor. Kaba, yalancı ve fırsatçı anti-kahramanımız İdris Amil, insanoğluğunun en sıradan, en saf halinin sembolü ve hatta Yedinci Gün’de müjdelenen mükemmel insanın karşılığı olarak karşımıza çıkıyor.

Bununla birlikte İdris Âmil Hazretlerine lâyık olduğu önemi ve kıymeti az da olsa verebilecek kadar ilim sahibi şahıslar da yok değildi. İşte bunlardan biri, reisicumhurun davetlisi olarak trene binmiş bir antropologdu. Bu adamcağızın, nedendir bilinmez, arka vagonda hava almak için dışarı çıkarken gözleri Efendimiz’e kenetlenmişti. Adam gerisin geri döndü ve neden sonra elinde bir çanta ile gelip, candarmalann arasında bekleyen İdris Âmil Hazretleri’nin tam karşısına oturdu. Çantasını açıp bir fotoğraf çıkarmış, bir bu resme ve bir de Efendimiz’e bakıyordu. Ardından fotoğrafı İdris Âmil Hazretleri’ne gösterdi. Fotoğraftaki şahıs, Efendimiz’in bizzat kendisiydi! Dili döndüğü kadarıyla anlattığına bakılırsa, antropolog o güne kadar 10.000 kişinin fotoğraflarını tek tek çekmiş, sonra da negatifleri üst üste koyarak hepsini aynı anda, agrandizörde bir fotoğraf kâğıdına basmıştı. Çünkü adamın muradı, cümle âlemin en ortalaması olan "Mükemmel İnsan"ı bulmak idi. Bu insan da, Efendimiz’in aynısıydı. Antropolog bu insan türüne, ‘Homo Innosens’ adını vermişti. İşte bu insan türünün yeryüzünde bir tek örneği vardı.". İdris Amil’in toplumda yer edinme çabasını seyrederken, edebiyatçılara, sanatçılara, bilim insanlarına, hırsızlara ve olabildiğince “sıradan” insanlara rastlıyoruz her sayfada. Anar, edebiyattan bilime, sanattan sosyolojiye her konuda, bugüne kadar hiç yapmadığı kadar açık bir şekilde, eleştirilerini dile getirmiş.

Asırlardır sultanlar ve führerler tarafından idare edilmiş memlekette Hakikat, ahalinin reyine ve uzlaşmasına dayanıyordu; öyle ki Hakikat, başta hakim sınıf olmak üzere herkesin işine gelmeliydi. Uzlaşmaya dayalı demokrasi varsa Hakikat despot, uzlaşmaya dayalı Hakikat varsa rejim despot olmaktaydı. Bu nedenle memlekette Hakikat mutlak değil, örfi idi. Hatta daha fazlası, hukuhi idi de… Hakikat diye kabul edilen şeye dil uzatmanın cezası hapisti. Çünkü hakikat birçok kişinin işine gelmeli, bir işe yaramalıydı.”. Özellikle edebiyat dünyasına ve sözde “aydın-entelektüellerimize” ilişkin gözler önüne serdikleri tekrar okunmalı, üzerlerine ciddi düşünülmeli.

Anlaşılan bu tür şahısların her biri, lügatteki kelimeleri torbaya doldurmuş, rastgele çekere cümleler kuruyorlardı. Cümlenin anlam taşıması için, özne, yüklem, nesne ve tümlecin olması kâfi görünüyordu. Fakat anlamın tamamlanması için cümlenin devrik olması şarttı. Çünkü edebiyatta devrim yapmanın başka çaresi yok gibiydi.”. Ve elbette, gündeme göndermeleri… İdris Amil’in Kasımpaşalı olması bile başlı başlına bir gönderme mi acaba diye düşünüyor insan okurken. Kültürel ve toplumsal yozlaşma, yüceltilen vasatizm ve yitirdiğimiz onca değer, akıcı, düşündürücü ve eleştirel bir dille anlatılıyor.

Otomobilde geri dönerlerken, Muhtar’ın adamının şaplattığı tokatlara rağmen Efendimiz, girdiği evin sahibinin belediyede tanıdığı olan bir inşaat müteahhidi olduğunu, tarihî hamamı yakmadığı takdirde kendisini polise teslim etmekle tehdit ettiğini boş yere anlatmaya çalıştı. Dediğine bakılırsa, birçok meslektaşının aksine, onlar kadar dürüst olmayan müteahhit, yanan hamamın arsasına iş hanı yapacak ve parayı vuracak, aynı zamanda memleketin iktisadî durumunu bu sayede az buçuk düzeltecekti. Gerçi müteahhidin manevî tarafı güçlüydü. Çünkü Uhud’dan Ridaniye’ye kadar yapılan bütün dinî harpleri biliyordu. îllâ ve lâkin, ruhuna pek uygun olarak, askerî tarihi bilmesine rağmen galiba sanat tarihinden epey habersizdi. 400 senelik hamamı belki de bu yüzden gözden çıkarmış olmalıydı.

Hırsızlık mesleğinde haysiyetsizliğe yer yoktu. Namzetlerin saf temiz, gönlü tok, mütevazı ve mümkünse dindarca olması tercih edilirdi… Her hırsızın icra-yı faaliyet eyleyeceği mahalleler belliydi.

Galîz Kahraman, sıradan olanı, normal kabul ettiklerimizi ve bugünümüzü sorgulamak isteyenlere iyi gelecek bir kitap. Yüzeysel gibi görünüp katman katman açılan bir hikaye, derin ironi ve keskin mizahla şifa niyetine okunabilir.

"Bütün zamanların kahramanı olan bir insanın hikayesidir bu. … Sıradanlığın üst insanıdır o. Asilliğiyle asilleşememesi umrunda bile değildir. Onun umrunda olan tek şey, sadece ve sadece kendini algılamak, kendi küçük âlemine sığan kainatı kabul etmektir. Çünkü bilmektedir ki, gerçek bilgelik de zaten budur."

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

22 Eylül 2012 Cumartesi

İhsan Sait ve fantastik anları

Yedi tepeli şehir, yedi harfli sokak, yedi enerji merkezi, yedi deniz, yedi bilge, cennetin yedi kapısı derken hayatıma bir yedi daha girdi İhsan Oktay Anar sayesinde. Fantastik Türk edebiyatının temsilcisi olarak gösterilen yazarın merakla beklenen kitabı “Yedinci Gün” yakın bir zaman önce raflardaki yerini aldı ve sevenleri tarafından çoktan hatim edildi bile. Kitabın ismini ilk duyduğum an “benim için yedili günler tekrar başlıyor” demiş ve çok heyecan duymuştum. Her ne kadar beni heyecanlandıran o bağı kitapta tam anlamıyla bulamasam da Uzun İhsan yine yapmış yapacağını dedirtti.

Anar’ın kendi lakabıyla yer verdiği ve bütün romanlarının ortak karakteri olan Uzun İhsan bu sefer ufak bir isim farkıyla karşımıza çıkmakta; İhsan Sait olarak. İhsan Sait de diğer kitaplardaki karakterler gibi hırsa, şehvete, açgözlülüğe yenilen; amacına ulaşmak için iyilikle-kötülük arasında gidip gelen ama sonunda aldığı dersle doğru yolu bulan; ona ayna tutan, iyi tarafını temsil eden oğul Ali İhsan ve gariban İdris Âmil vasıtasıyla İnsan-ı Kâmil’e ulaşan bir anti-kahraman.

“-Nereye?”
“-İnsan olmaya!..”

“Onun üstünlüğü, hiçbir üstünlüğünün olmaması. Dâima ortada, yani merkezde durması. O derin değildir. Ama derinlik denen şey, satıhtakiler dahi bir mânâ taşır. Dolayısıyla Kâinat’ın derinliğini ancak o görebilir.”

Bir de tabii ki ana karakterleri destekleyen ve hepsinin arkasında ayrı öyküleri bulunan, hırsız, bıçkın, kumarbaz, dilenci, üçkağıtçı, deli gibi pek çok yan karakter (Kumarbaz Paşaoğlu, dini bütün Aman Baba, gelecekteki sevgili Dojira…) yine hayalle gerçek arasında bir maceraya çıkarıyor okuru. Günlük hayatın sıradan insanlarına öykünün akışında gerçeküstü özellikler atfediliyor.

Kitap, Baba-Oğul-Hayalet isimleri altında üç ana bölümden oluşuyor. Anar daha önceki romanlarında olduğu gibi kutsal kitaplardan, mitolojik olaylardan göndermelerle ilerliyor ve tarih, din, tasavvuf unsurları destekleyici olarak kullanıyor. “Yedinci Gün” ismi de Allah’ın yeryüzünü 6 günde yaratıp 7. günde dinlenmeye çekildiği inanışına dayanıyor. Kitabın son cümlesinde bu gönderme bariz bir şekilde görülebiliyor. Yazarın yedi rakamıyla olan bir ilişkisi de romanlarındaki tüm karakterlerin, semavi dinlerde bahsi geçen 7 Ölümcül Günah (kibir, açgözlülük, şehvet, kıskançlık, oburluk, öfke, tembellik) dan en az birine sahip olması.

Yazarın hayal dünyasının ürünü olan mekanik aletlerin detaylı anlatımı, okurun bunlara inanması, dini, tarihi ve felsefi birikimin metnin tabanına yerleştirilmesi, ağdalı fakat sabırla okumaya devam ettikçe su gibi akan dili, asıl öykünün ardında saklı duran birbirinden güçlü başka öykülere yer verilmesi, insanlığın ortak problemlerinin ele alınması, fonda Osmanlı Dönemi ve çok katmanlı öykü yapısıyla “Yedinci Gün” tipik bir İhsan Oktay Anar romanı. Bir de M.Ö.’sinden günümüze belli başlı tarihi olayları, siyasi yapıyı mizahi bir dille, alttan altta eleştirdiği bölümler yok mu, işte onu okumanın verdiği keyfe diyecek söz yok. İhsan Sait'in yedinci gününde yaşadığı fantastik anlara tanıklık etmek isteyenlere...

“Artık yoruldum ve yarın dinleneceğim, siz de öyle yapın.”

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia