Dua der demez aklımıza zor zamanlar geliyor. Ancak zor zamanların içine düştüğümüzde dua kapısına yanaşıyoruz. Oysa bu kapının her an açık bir kapı olduğunu da biliyoruz. Sufilerin dua etmeye dair yorumları insanın içini açmaya, yol göstermeye kafi. Mesela, sayısız defa alıp verdiğimiz nefeslerimiz için şükretmek, canımıza can katacak bir dua şekli. Yine, gördüğümüz bir zulüm ya da darlık karşısında sabır zırhını kuşanmak da bir dua biçimi. Sonra, nasihat babında söylenenler: yola çıkarken okunacak dualar, korunma duaları, maddi-manevi ferahlık için okunması gereken dualar ve hem hususi hem de kıymetli bir dua biçimi olarak başkası için niyazda bulunmak. Bizi birbirimize bağlayan ne çok şey olduğunu görmek için dua başlı başına bir rehber. Mesela "ağzı dualı" diye bir tabir vardır. Kendinden ziyade başkaları için dua eden salihler, âşıklar, muhabbet erleri.
Her an her yerde dua etme imkânına sahibiz. Sesli, sessiz, ağlayıp sızlayarak, yeri geldiğinde sevincin gözyaşları eşliğinde, evde, arabada, uyumadan önce, bir toplantı esnasında, doğum yahut vefat haberiyle karşılaşınca, memlekette ya da dünyada gerçekleşen bir hadisenin içinde... Herkes kendi meşrebince, kendi tavrınca duasını eder, yakarır. Ama sufiler için genellikle dua bahsinde acziyetin, hiçliğin, sessizliğin sırları vardır. "Dest-i işkeste ber-âver der-du’â / sûy-i işkeste pered fazl-i Hudâ" diyor Mesnevî'sinde aşkın sultanı: "Dua ederken boynunu büküp, buruk bir gönülle Allah'a el aç. Çünkü Allah'ın lütuf ve ihsanı kırık gönle doğru uçarak gelir."
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'den bir misal vermişken Fuzûlî, Molla Câmî, Sadî-i Şîrâzî, Hâfız-ı Şîrâzî, Yûnus Emre, Eşrefoğlu Rûmî, Seyyid Nizamoğlu, Niyâzî-i Mısrî, Sezâî-yi Gülşenî, Ahmed Kuddûsî ve Sâlih Baba gibi tasavvuf tarihinin büyüklerinin de pek güzel münâcâtları olduğunu söylemek gerekir. Bu hususta, 2007 senesinde âlemini değiştirmiş Lütfi Filiz'den bir örnek okuyalım: "Hiçbir dileğim yok senden İlâhî / istediğin gibi olayım yeter / gönüller tahtının celisi, şahı / kapında bir kulun olayım yeter / gönlümü bilirsin daim yanmakta / kalbimin zikri hep ismin anmakta / gözüm neyi görse seni sanmakta / ayağın türabı olayım yeter."
Pîr-i Herât, pîr-i tarîkat, şeyhü’l-Horasân gibi unvanlarla bilinen, 11. yüzyılın büyük sufilerinden Hâce Abdullah-ı Herevî'nin Münâcâtnâme'si var bir süredir elimde. Emre Taşdemir'in çevirisiyle Sufi Kitap tarafından neşredilen bu kitaptan birazdan bahsedeceğim. Öncesinde hazret hakkında bir tutam bilgi: Herevî, medresede okuduğu yıllardan itibaren pek çok âlimin, sufinin meclisinde bulunmuş. Kaynaklar dokuz yaşına girdikten sonra hadis yazmaya başladığını ve 300 âlimden hadis tahsil ettiğini belirtiyor. On dört yaşına geldiğinde vaaz verecek bir yetkinliğe kavuşuyor. Okumaya düşkünlüğü, Arap şiirlerinden on binlerce beyit ezberlediği, hafızasında yüz binlerce hadis olduğu da yine nakledilenler arasında. Hac yolculuğuna çıktığı yıllar büyük önem arz ediyor. Zira büyük sufi Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr ile karşılaşması ve "Tasavvuf yolunda mürşidim" dediği Ebu'l-Hasan Harakânî ile tanışması bu döneme rastlıyor. Bu iki ismin tasavvufî görüşleri ve ilahî coşkuları Herevî'yi derinden etkiliyor. Bahtiyarız ki onun tasavvufi mertebeleri yüz basamakla izah ettiği Menâzilü's-Sâirîn'i, fütüvvet ahlakını anlattığı Kitâbü’l-Fütüvve'si ve seyr ü sülûk yolculuğunda dervişlerin nazarını muhabbete çekerken yolun tehlikelerinden de bahsettiği Mebâliğu’l-Hikem'i dilimize vaktiyle çevrilmişti. Tasavvuf kitaplarından beslenmeyi şiar edinmiş okurlar, meraklılar ve sâlikler için bu üç kitabın -eğer iyi kavranır ve tatbik edilirse- uzun süre yol arkadaşlığı yapmaya kafi olduğunu acizane söyleyebilirim. Bu üçünün yanına Münâcâtnâme de eklenirse 'yol yürüme'nin incelikleri daha da netleşecektir şüphesiz. Zira Münâcâtnâme Hakk'a yaklaşmanın, yalvarmanın, yakarmanın bir rehberi olarak okunursa, mutlaka gönülde başka bir aşk iklimi yaşanacaktır.
"İlahî! Gönlün bir kıymeti varsa senin aşkına taht olmasındandır, yoksa gönlün ne kıymeti olur, gönülle ne işim olur? Aşkının olmadığı bir gönül sönüp bitmiş bir mum gibidir, böylesi bir mumdan ne aydınlık hasıl olur?"
"İlahî! Aczimden agâh oldum, çaresizliğime şahit oldum, senden seninle müstağni olmayı dilerim."
"İlahî! Bütün bir ömür seni aradım ama kendimi buldum. Şimdi ise kendimi aramakta ve seni bulmaktayım."
"İlahî! Beni kibir ve ucba sürükleyen ibadetten bizarım, beni mağfiretine yönelten günahın bendesiyim."
"İlahî! Has kulların muhabbetinle nazlanırlar, âşıklar hep sana doğru koşarlar. Onların işlerini sen gör zira senden başka kimseleri yoktur."
"İlahî! Arif kulun seni nurunla bilir, muvahhid seni kurbiyet nurunla bilir ve gönül şem'i yanar. Miskin odur ki seni yarattıklarınla bilir, yoksul odur ki seni delillerle bilir. Ne azizdir seni seninle bilen."
Kendi noksanını bilen, nice yorgunluk ve zorluk hâlinde yalnız O'nun onarıcı olduğunu da bilir. Kendini yoldan düşmüş, yolsuz kalmış olarak gören O'nun perçeminden tutmadığı hiçbir varlık olmadığını da elbette bilir. Yalnız kendini aciz, yalnız kendini muhtaç gören, bir tek O'nunla zenginleşeceğini, varlığını bir tek O'na borçlu olduğunu da bilir. Esas mesele, bu bilgiyle nasıl yaşanacağıdır. Onu da kaderiyle arasını sıcak tutanlar iyi bilir. Vesselam.
Yağız Gönüler