“Çılgınlığın giderek arttığı bu dünyada yazmak benim için akıl sağlığının teminatı.”
- Alberto Manguel“Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”
- Sait Faik Abasıyanık
Bir yazarı tanımanın, onun düşüncelerini öğrenmenin, sorulara göre aile hayatının/yaşamının içine girebilmenin en iyi yollarından biri, onunla yapılmış söyleşileri okumaktır. Bu söyleşilerin en önemli özelliği ise söyleşinin yüz yüze ya da internet üzerinden olsa bile spontane olmasıdır. Artık (covidin de araya girmesiyle) yüz yüze söyleşi pek okuyamıyoruz. Birçok dergideki söyleşiler maalesef e-mail üzerinden gerçekleşiyor. Hâl böyle olunca da yazarların sorulara verdikleri cevaplar konuşma şeklinden çıkıp kitabileşiyor ve didaktikleşiyor. Kısa cevaplar da bu durumda ortadan kalkıyor ve yazarlar sayfalarca cevap ‘yazıyor’. Hatta zaman zaman bazı yazarlar cevaplarını ‘bilgisel şov’lara dönüştürüyorlar. Ben mesela bir söyleşide uzun uzun dipnot okumak istemiyorum ama bir yönüyle yazarlar da haklı olabilir. E-mail üzerinden bir soru soruluyorsa yazar da buna uygun cevap verebilir. Fakat son tahlilde, bir söyleşi zorunlu kalmadıkça konuşma sözcükleri, dili ve temposuyla olmalıdır. Yapı Kredi Yayınları, Orhan Düz çevirisiyle yeni bir Alberto Manguel kitabı piyasaya sürdü. Sieglinde Geisel’in Alberto Manguel’le yaptığı söyleşiler kitabı bu. Farklı kişilerdense bir kişinin yaptığı söyleşiler dizisi bence daha değerli çünkü aynı soruların tekrar tekrar sorulmasının önüne geçiyor bu durum. Ayrıca belli bir kronoloji de takip edebiliyor okur. Hayali Bir Hayat bu özelliğiyle değerini bulmuş. Tam olarak yüz yüze gerçekleşmiş diyemesek de görüntülü konuşmayla bu söyleşiler/konuşmalar ortaya çıkmış. Bu da bir değer düşüklüğü getirmiyor kitaba. Normalde Manguel-Geisel ikilisi bu konuşmaları Zürih’te yapacakmışlar ancak pandemi nedeniyle bu konuşmalar uzaktan gerçekleşmiş. En azından e-mail üzerinden değil.
Alberto Manguel bize, yani Türk okurlara yabancı biri değil. Kitapları okunuyor diyebilirim Türkiye’de. Daha doğrusu bazı kitapları okunuyor. Genelde okuma, kitaplar, kütüphaneler hakkında yazdığından dolayı bu tür okuma sevenler için muhteşem bir yazar. Manguel ayrıca bir de Tanpınar’ın Beş Şehir’inin izini sürüp kendi beş şehrini yazarak da Türk okurlar nezdinde ününü pekiştirmiştir. Bunlara ek olarak bir de Enis Batur’la arkadaşlığı üzerinden biz Enisbaturseverler gözünde de bir değer kazanıyor. Geisel ön sözde Manguel’in meşhur kütüphanesini Lizbon’a taşımasını konu ediyor. Elbette Arjantinli bir yazarın kütüphanesinin Lizbon’da ne işi var diyebiliriz. Ancak çok sayıda ve nitelikli kitaplardan oluşan bir kütüphaneye sahip olanların önündeki sorulardan biridir, ölünce kütüphanesine ne olacağı. Bu yüzden de ölmeden önce bu sorunu çözmeye çalışırlar. Değer görecekleri bir yere kitaplarını nakletmek isterler. Manguel için burası Lizbon olmuş çünkü Lizbon’dan ısrarlı bir talep gelmiş Manguel’e: “Söyleşilerimiz sırasında Alberto iki kez taşındı: Yazın hayat arkadaşı Craig Stephenson’la birlikte Montreal’e, eylül ayında ise Lizbon’a taşındı, çünkü Lizbon Belediye Başkanı, Alberto Manguel’in efsanevi kütüphanesine ev sahipliği yapacak yeni bir mekân teklif etmişti: 40.000 kitap 2015 yılından beri Montreal’de muhafaza ediliyordu, şimdiyse Lizbon’un tarihi kısmındaki bir saraya taşınacaklar ve orada Espaço Atlântida adındaki, ‘Okumanın Tarihini Araştırma Merkezi’nin en önemli bölümünü oluşturacaklardı.”
Daha kitabın başında bu paragrafı okuyunca hayıflanmadım değil. Aklıma Seyfettin Özege’nin yaşadığı, okuyanı ve bir kitapseveri öfkelendirecek şu anekdot geldi: Özege kitaplarını kataloglayıp Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne bağışlıyor ve her hafta yeni aldığı kitapları da bağışladığı kitapların yanına göndermeye devam ediyor. Bir süre sonra üniversiteden Özege’ye bir mektup geliyor. “Lütfen artık kitap göndermeyin, kitapları koyacak yerimiz yok.” Bu iki olay iki milletin kültüre, bilgiye, nesne olarak kitaba bakışını çok güzel özetliyor. Kimse beni yıllık kitap basım sayılarıyla kandırmaya çalışmasın. Hep dediğimi yineliyorum. Bu ülkede kitap okuyan çok kişi yok, az sayıdaki kişinin çok kitap okuması durumu var.
Söyleşilerde Manguel’in çocukluğunu ve ailesini de detaylı denebilecek şekilde tanıyoruz. Babası ilginç bir adam Manguel’in. Aile ilişkileri de bildiğimiz aile ilişkilerine göre farklı. Bakıcılarla büyüyor ve bu durum ileriki hayatını da etkiliyor. Tabii bazı kuramadığı bağları ve gerçeklik hissini de kitaplarda arıyor diyebiliriz: “Gerçeklik benim için çoğu zaman bir kitabın sayfalarının gerçekliğiydi, sözcüklerden oluşan bir gerçeklik.”
Kitabın önemli özelliklerinden biri kapsayıcı olmasıdır. Bir de Manguel’in her soruya açıkça, sansürsüz cevap verme isteği. Bu, kişisel ilişkilerinden politik sorulara kadar her alanda geçerli. Böyle olunca da okurun hem çok şey öğrendiği hem de keyifle okuduğu bir kitap ortaya çıkmış. Manguel’in kimseden çekincesi yok. Ne devletten ne bürokrasiden ne kişilerden ne de toplumdan. Bu yüzden de her soruya sansürsüz cevap veriyor ve söylediklerinin arkasında duruyor. Bazen bu yüzden sakin hayatı bozulabiliyor. Tam rahata erdiğini düşündüğü Fransa’dan ayrılmak zorunda kalması gibi.
Her kitapsevere ve hatırı sayılır bir kütüphane oluşturan kişiye sorulan klasik bir soru vardır. Bu soru Selçuk Altun’a da sorulmuştur Enis Batur’a da Umberto Eco’ya da. Yani kültür fark etmez bu soruyu duymuş olmak için. Manguel’e de sorulan bir sorudur bu: Bu kitapların hepsini okudunuz mu? Kırk bin civarı kitabı vardır Manguel’in ve bu ekonomik durumda dahi kitap almaya ve okumaya devam eden birçok okura dayanak olabilecek şöyle bir cevap veriyor yazar: “Hepsinin kapağını bir kere açtım ama Alice Harikalar Diyarında gibi iki yüz kere okuduğum kitaplar olduğu gibi, sadece tek kelimesini okuduğum kitaplar da var. Bazılarının kapağını açar açmaz kapatmışımdır. Kitaplarla olan ilişkim dünyayla olan ilişkimdir; dünyayla olan ilişkimse kitaplarla olan ilişkimin bir kopyasıdır. Her ağaca, her buluta bakmıyorum ve her insanla konuşmuyorum ama onların orada olduğunu ve içinde bulunduğum dünyayı tamamlamak için gerekli olduklarını biliyorum. Kitaplarda da durum aynı. Falanca kitaba ne zaman ihtiyacım olacağını veya ona ihtiyaç duyup duymayacağımı bilmiyorum. Kitaplar inanılmaz derecede sabırlıdır. Dante’de benim başıma geldiği gibi, ömrünüzün sonuna kadar bile sürse sizi beklerler.”
Manguel’in hayatı okuma ve yazma tutkusu üzerinden sürmüş ve hâlâ da bu şekilde devam ediyor. Bizler gibi okumaya gerektiği önemi vermeye çalışanlar için Manguel önemli biri. Çünkü onun yazdıklarının çok önemli bir kısmı okumanın tarihine, kültürüne ışık tutuyor. Zaman zaman “okuma üzerine bir okuma” yapmak iyi okurlara bir okuma konforu sağlar. Ne çok okuma dedim. Madem bu yazıyı da onun okuma tutkusunu anlatan sözleriyle bitirelim. Manguel’i ilk defa okuyacaklara bu söyleşi kitabıyla başlamalarını tavsiye ederim. İlk önce, yazarı her yönüyle tanımak iyi olacaktır: “Okumadığım bir zaman asla yoktur, yataktayken, trendeyken, tuvaletteyken ve öğle yemeği yerken bile okurum. Birisiyle konuşmadığım sürece her zaman elimin altında bir kitap olur. Şayet o sırada elimde kitap yoksa mısır gevreği kutusunun arka tarafında yazanları okurum. Bu benim dünyayla ilişi biçimim.”
Mehmet Akif Öztürk
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder