Tarih boyunca büyük düşünürler, ilim insanları hep daha iyi bir toplumun daha doğrusu ideal toplumun nasıl olacağı fikrinin peşine düşmüşlerdir. Bu düşünce mesaisi de onları ister istemez adalet kavramına yönlendirmiştir. Ancak adaletin tesis edilebildiği bir toplum, ideal toplum hüviyetine kavuşacaktır.
Filozoflara baktığımızda Sokrates’in çabası ilk olarak karşımıza çıkar. Sokrates, adaletsizliğin çözümü için tek tek bireyleri dönüştürme, kemale erdirme çabasına girmiştir. Ancak çabası başarısızlıkla sonuçlanmış, neticede de kendisi idam edilmiştir. Platon üstadının başarısızlığından gerekli dersi çıkarmış ve çözümün tek tek bireyleri dönüştürerek değil de doğrudan devleti dönüştürerek gerçekleşeceğine karar vermiştir. Kararı doğrultusunda da bir filozof tipi ortaya atmıştır: İdeaların bilgisine vakıf ve devlet yöneticisi bir filozof.
Platon, Sokrates gibi idam edilmemiştir ama sunduğu filozof tipi de hiçbir zaman yönetici olmamıştır. Ancak bu başarıya nereden baktığımıza bağlı bir konudur. Neticede Sokrates böyle bir çaba ve düşünceye girişmeseydi, Platon da kendi düşüncesini ortaya çıkaramayacaktı. Daha sonra Aristoteles de olmayacaktı belki. Aynı şekilde Kant’ın adalet düşüncesi de yine onların çabalarının sonucunda düşüncenin birbirine değer katarak ilerlemesiyle gelişecek ve zuhur edecekti.
Kant’a göre insanın duygulanımları nefsi ve bedenine bağlıdır ve o nedenle göreceli anlayışlara zemin hazırlamaktadır. Kant bilgi problemini çözüp mantığı temellendirerek ahlakı formel bir şekilde belirlemeyi amaçlamıştır. Böylece de mantık nasıl duygulara aşkın ise, bilgi ve ahlak da duygulara aşkın olacaktır.
Mantık, eylemin belirleyicisidir. Ahlak da doğru bir şekilde temellendirildiğinde, insan göreceli olmayan doğru davranışlar sergileyecektir. Saygı ve sevgi koşulsuz bir şekilde insan yaşamında yerini edinecektir. Kant, yetmişli yıllarının başındayken Kral Wilhelm’e yazdığı bir mektupta “kendi içimdeki yargıcı eserlerimi yazarken hep yanımda hayal ettim” şeklinde yazacaktır. Dahası “alemlerin yargıcı önünde hesap vereceğim” diyerek de adaletin sonsuzlukta mutlaka tesis edileceğini ve vicdanının bunu örtbas edemediğini itiraf edecektir. Bu iki itirafı dahi Kant’ın adalet üzerine ne denli titizlikle çalıştığını ve konuyu ne kadar hassasiyetle ele aldığını göstermektedir.
Kant yazdığı bütün eleştirel eserleri “kritik” kelimesiyle adlandırmıştır. Kelime Yunanca “krinein” kelimesinden türetilmiştir ve temelde “ayırt etmek” pratikte ise “yargılamak” anlamına gelmektedir. Kant böylece eserlerinde adalet arayışını saf aklı, pratik aklı ve yargı gücünü yargılayarak gerçekleştirmeye çalışmıştır.Yani Kant’ın “kritikleri” aynı zamanda bir yargıçtır.
Kant’ın en temele aldığı soru “Quid juris” sorusudur. Anlamı “Ne hakla?” demektir. Ne hakla sorusu Kant’ın düşüncelerinin temelinde yer almaktadır. Dolayısıyla Kant kavramları ele alır ve eleştirirken dahi onların ne hakla o şekilde değerlendirildiğini incelemiş ve yine adalet düşüncesini tesis etmede yargıçlık yapmıştır.
Kant’a göre siyaset ve ahlak birbirinden ayrılamaz. İyilik ve kötülük gibi ahlaki kavramlar, siyasetin içinde bizatihi yer almaktadır. Kant’ın siyaset anlayışında yasallık, biçimselcilik, zorunluluk ve evrensellik gibi kavramlar ön plandadır. Kant’ın adalet ilkesinde, evrensellik bir kanıt olarak merkezdedir. “Her bir iradenin özgürlüğünü, başka herkesin özgürlüğü ile birleştiren her eylem adildir” sözü Kant’ın adalet çerçevesini netleştirmekte ve çizmektedir.
Oğuz Düzgün’ün çalışması olan Kant’ta Adaletin İmkanı biz okurlara adalet kavramının felsefe dünyasında ele alınışını ve Kant’ın düşüncesini ayrıntılarıyla irdeleyerek sunmaktadır. Yaşadığımız çağda dünyada adaletsizliğin kol sürdüğüne şahitlik eden biz modern zaman insanlarının her sayfasından ayrı istifade edeceği bu eser hak ettiği değeri görmelidir. Modern insan, çağıyla o kadar iç içe girmiştir ki ona geçmişe dönmekten ve kavramları tekrar en baştan ele almaktan başka çare kalmamıştır belki de.
Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder